Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Sustukça sırası gelenlere birkaç çift acı söz!

Üyesi olduğum bütün WahtsApp gruplarında delice bir panik var iki haftadır. Şu kapkaranlık günleri geçirmek üzere kendimi adeta gömdüğüm iş sığınağımdan başımı kaldırıp “Allah Allah gene ne oluyor?” diye bakınca bir de ne göreyim, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’da ve ilgili bir-iki başka idari metinde daha değişiklik yapılması için bir yasa tasarısı hazırlanmış. “AKP evlerimizi elimizden alacak, tapuların da bir kıymeti kalmayacak, müteahhitin biri evimizin yerini beğenmeyegörsün, hokümat onu bizden alıp müteahhite verecek” diyerekten de ayrıntısını anlatıyor kimi arkadaşlar. Gözüm seyiriyor benim bunları okudukça tabii. İçimden neler neler geçiyor ama kimsenin kalbini kırmaya da kıyamıyorum. Bazı kalpleri kırmış olabilirim bu arada. Dilerlerse affetmeyebilirler…

Efendiler ve hanımefendiler, hepinize kocaman ve sıfır neşeli bir GÜNAYDIN!

Başınıza şimdi geldiğini zannettiğiniz bu işin evveliyatını yenilerde cezaevinden çıktığı için kendini suçlu hissettiğini taaa kalbimde duyduğum mimar Mücella Yapıcı’ya, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen serbest bırakılıp vekillik mazbatasını alamayan avukat Can Atalay’a ve işini iyi yapan bir şehir plancısı olmaktan başka hiçbir suçu olmayan Tayfun Kahraman’a sorun. Şimdi mülk sahiplerinin “vay başımıza gelenler” diye ağlaşıp durdukları yere gelinmesin diye cezaevinde onlar. Gezi bahane, bunu da en iyi arkadaşlarımızı rehin tutanlar biliyor.

Şimdi ne alemi var bunca iğneleyici dilin diyorsunuz değil mi içinizden… Birazdan o sebepleri de sayacağım ama önce belki can havli ve mülk derdiyle şimdiye kadar yapıl(may)an türde muhalefetten başka türlüsüne sebep olur diye korkunuzu doğru temellere dayandırmanızı sağlayacak birkaç izahata dikkatinizi çekeyim. Tasarıyla yasada yapılmak istenen değişiklikleri şu aşağıdaki kaynaklardan okuyun. Sonra ben bu işin aslında ne zaman başladığı konusuna bir miktar değinecek ve korktuğunuzdan daha beter bir yerlere gittiğine dair işaretleri listeleyeceğim.

Gazeteci arkadaşımız Bahadır Özgür’ü dinleyin mesela, mülkiyet haklarınızı koruyan tapuların nasıl değersizleşeceğini anlatsın size…

Mimarlar Odası İstanbul Şube Başkanı Esin Köymen’i dinleyin, hayata tutunmaya çalıştığınız şehirlerin geleceği açısından ne anlama geldiği konusunda fikirler versin.

Gazeteci arkadaşımız Osman Çaklı değişikliği madde madde aktarıyor şu haberinde işi bilenlerin görüşlerine de başvurarak.

Türkiye Mimarlar ve Mühendisler Odaları Birliği (TMMOB) Jeoloji Mühendisleri Odası’nın görüşü de şurada. Hani bu değişiklik güya şehirleri depreme hazırlamak için yapılıyor ya… Bakın bakalım öyle miymiş gerçekten?

Ah nasıl da duyar gibiyim, “bula bula bu kaynakları mı verdin, bunlar zaten hokümat ne dese itiraz ederler. Hele o meslek odaları yok mu, işleri güçleri her işe burunlarını sokup icraatları geciktirmek” diye söylendiğiniz. Hah işte tam da böyle söylenenler sayesinde geldik taaaaa buralara kadar… Nerelerden geçtiğimiz meselesine gelince…

Eskimeyen hikâye

Öyle de uzun ve kökü derinlerde bir hikâye ki bu, neresinden başlayacağımı ben de bilemiyorum aslında. Mesela, 1956 tarihli ve 6380 sayılı İstimlak Kanunu’ndan ve zamanla onun başına gelenlerden başlayabiliriz. Ya da şimdi adı 15 Temmuz Şehitler Köprüsü diye değiştirilen Boğaziçi Köprüsü’nün inşasından… Biraz zıplayıp Boğaz’a ikinci köprü yapılması kararından, Bedreddin Dalan’ın belediye başkanı olduğu dönemde yaptığı Tarlabaşı katliamından da başlayabiliriz… Ama ben Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemden başlayayım, ondan evveli onun bu işleri kimlerden nasıl öğrendiğine dair geniş bir yelpaze sunsa da mevzunun tarih öncesi gibi kalıyor çünkü.

Erdoğan belediyeciliğinin bugünleri hazırlayan en önemli temalarından biri gecekondu düşmanlığıydı. Dönemin Milli Gazete’lerine, İstanbul Bülteni yayınlarına ve elimdeki diğer gazete kupürlerine bu yazıya hazırlanırken tekrar baktığımda tutarlı bir şekilde sürdürdüğü tek siyasetin bu olduğunu görebiliyorum. Ne dindarlık, ne muhafazakârlık, ne başka bir şey… Çünkü gecekondu düşmanlığıyla, gecekondulular dahil olmak üzere toplumun her kesiminden işbirlikçiler bulacağından gayet emindi.
Nureddin Sözen döneminde bir planlama şirketi olarak kurulan KİPTAŞ’ı inşaat şirketine dönüştürüp belediye arazilerini yeni konut alanlarına dönüştürdü. Başakşehir ve Hilalkent projeleriyle başladı, sonra yürüdü gitti.

17 Ağustos 1999’da yaşanan deprem sonrasında KİPTAŞ konutları giderek daha da popülerleşti. Tabii bu arada inşaatların taşeron usulü yaptırıldığı şirketler aracılığıyla sermaye anlamında da genişlemeye ve kendisine hareket alanı üretmeye başlamıştı. Bütün bu işlemler yıllar boyunca idari bir meşruiyet söylemine dönüşen “gecekondu önleme” düşü üzerine kurulduğu için de kimse pek itiraz edemiyordu. Bu arada İstanbul şehrinin doğru düzgün bir planı olmadığı için bizzat belediye şirketi eliyle yaptırılıp satılan konutların da çeşitli ruhsat sorunları olduğu gözden kaçıyor, yani bu koskocaman projeler de tıpkı gecekonducuların yaptığı gibi oldu bittiye getiriliyordu. Kimse bakmıyordu nedense işin bu tarafına.

Aradan zaman geçti. RP birkaç ay büyük ortağı olduğu bir koalisyonla merkezi idare olanaklarını tattı. 28 Şubat müdahalesi gerçekleşti. Erdoğan sonraki dönemi okuduğu bir şiir gerekçesiyle siyasi yasaklı olarak geçirdikten sonra, 2001’de gömlek değiştirmiş olarak tekrar sahneye çıktı. 2002’de AKP iktidar, 2003’te Erdoğan başbakan oldu. 2004’te AB ile uyum çerçevesinde bir Kamu Reformu Yasa Tasarısı hazırladılar. Şimdi artık AKP’de olmayan, en önemli aktörlerinden biri olduğu Şehir Üniversitesi de AKP tarafından kapatılan Ömer Dinçer çekiyordu bu hazırlığın başını. Avrupa Yerel Yönetim Şartı’na uyumlulaştırılacaktı kamu idaresi. Bu, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi anlamına geliyordu. CHP itiraz ettiği için yapamadılar. Ama üzerinde fazla da durmadılar.

Başlarında bir de IMF belası vardı. Kendilerini ifade edebilecekleri bir politik-ekonomi kurgulayamıyorlardı. Çünkü belirleyici ekonomik sektörlerin tamamı IMF’in yerli-yabancı özel sektör aktörlerini kendi aracısı kıldığı çeşitli bağımsız kurullar (en iyi bildiğim Şeker Kurulu ki şekerin hammaddesi olan pancarın bütün tarımsal üretim için bir müdahale ve planlama aracı olması dolayısıyla aslında Tarım Kurulu diye anılması gerekir, Tütün Kurulu, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu ve kurul hükmünde olmasalar bile benzer işlev gören diğer düzenlemeler) eliyle siyasi operasyonlara kısmen kapatılmıştı. Hazretlerin sonradan IMF borcu bitince o denli rahatlamalarının bir sebebi de ellerinin kollarının bağlı olmasıydı. Bu koşullar altında Kamu Reformu Yasa Tasarısı’nı Meclis’ten geçirseler yerel yönetimler aracılığıyla ellerini biraz rahatlatabilirlerdi. Ama sanırım Türkiye’nin “üniter yapısı” konusundaki hassasiyetleri de fazla gıdıklamak istemediler o dönemde. Ancak inşaat sektörü bu türlü düzenlenen sektörlerden biri değildi.

Tıpkı 1990’ların sonunda KİPTAŞ’ı elden geçirdikleri gibi TOKİ’yi elden geçirdiler bu defa. Uzun uzun anlatmayayım şimdi ama yaptıkları onlarca yasal düzenleme(me)yle TOKİ’yi memleket arazilerini iktidar adına satıp savabilecek devasa bir taahhüt şirketine dönüştürdüler. Belediyelerin pek çok yetkisini de TOKİ’ye devrettiler. Bunların başında planlama yetkisi geliyordu. Peki TOKİ hiç şehir planı yaptı mı? Olur mu hiç öyle şey? Plan yapmak kendi eliyle kendini bağlamak olurdu. Yani planlama yetkisini TOKİ’ye vererek, TOKİ’nin operasyonlarına yerelden gelebilecek plan merkezli itirazların da önünü kesmiş oldular. Bir daha söyleyeyim: Şehir planlarını, şehirlilerin seçtikleri yerel yönetimler eliyle merkezi idareye itiraz edebilecekleri bir katılım, müdahale, savunma aracı olmasını bu yetkiyi TOKİ’ye devrederek engellediler.

2006’dan başlayarak TOKİ’nin ev sahibi, geriye kalan herkesin her an kapı önüne konulabilecek birer kiracıya dönüştükleri süreç öyle dantel gibi falan değil, karşılarına çıkan bütün yasal engelleri TBMM’deki güçlerini bir buldozer gibi kullanmak suretiyle yıkarak, alabildiğine kaba-saba bir şekilde işlemeye başladı.

Aaaa nasıl da fark etmedik?

Peki nereden başladılar? Tabii ki en zayıflardan ve şehir halkından en az itiraz görecekleri yerlerden. Dönemin Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan tarafından yazıldığı söylenen 5366 sayılı yasayla “yenileme alanı” diye bir şey icat ettiler. Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odası tarafından açılan davalar bu yasayı aslında uygulanamaz hale getirmişti. Ama bu, Tarlabaşı ve Sulukule yıkımlarına engel olmadı. Gene gecekondu mantığını izleyerek yürüyorlardı. Yıkımı ve inşaatları oldu bittiye getiriyorlardı. Tarlabaşı öylece açık bir yara gibi kaldı şehrin orta yerinde. Ama Sulukule’yi tamamladılar.
Çok kolaydı buraları yıkmak ve oralarda yaşayanları şehir merkezinden sürmek. Göçmenler, yoksullar, Romanlar, Kürtler, LGBTİ+ topluluklar için sığınaktı buralar çünkü. “Temizlik”ti yapılan. İtiraz edenler ya “romantik solcular”dı ya “şehrimizin kalkınmasını istemeyen hain”ler. Dönemin Şehircilik ve Çevre Bakanı, TOKİ’nin ve KİPTAŞ’ın de sabık başkanlarından olan meşhuuuuur Erdoğan Bayraktar kentsel dönüşüme itiraz edenleri “mafya, uyuşturucu çeteleriyle işbirliği yapan suçlular” olarak bile ilan etmişti.

Eşzamanlı olarak gecekondu mahallelerine de el atmaya başlamışlardı. Ayazma böyle yıkıldı ve Ağaoğlu’na verildi mesela. Başıbüyük’e böyle girildi. Maltepe sırtları bugün gördüğünüz hale böyle geldi. Gücünü sınıyor, açılan davalarla karşısına çıkabilecek engelleri görüyor, onları ortadan kaldıracak hamleleri yapıyordu idare. Nihayet 2012’de Afret Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi başlığını taşıyan 6306 sayılı yasayı yaptılar. Mülkiyet mevzularının bilinçli olarak çözülmediği gecekondu mahalleleri tabula rasa’ya dönüştürüldü böylece. Ohoooo nereler yıkılmadı, kimler şehirden sürülmedi ki bu yasayla? Gaziosmanpaşa mahalleleri, Fikirtepe, Okmeydanı, Tozkoparan, Beykoz, bunlar İstanbul’da olup da şimdi aklıma gelenler. Ankara’da havalimanına giden yol kenarındaki mahalleler, Çukurambar… Şehirleri bu yolla devasa şantiyelere dönüştürdüler.
Böylece arzu ettikleri politik-ekonomiyi de hem enlemesine hem derinlemesine yarattılar. Yenilerde harikulade bir makalede “political-economy of obedience” (itaatin politik-ekonomisi) diye bir kavrama denk geldim. Beatrice Hibou, 2011’de, Ben Ali dönemi Tunus’unda devletin üst ve orta sınıfları borçlandırarak kendini onlar için vazgeçilmez yapma siyasetini tarif etmek için icat etmiş bu kavramı.

Bizde görünürde mahalleleri yıkılan ve borçlandırılan alt sınıflar gibi görünüyordu değil mi? Siz öyle zannedin. Onlardan boşalan yerlere adeta hücum eden orta ve üst sınıfların otonom finansal kaynakları mı vardı ki? Onlar borçlanmıyor muydu yani? Neyse işte böyle böyle herkesin borçlu ve bir ev içinde yaşıyormuş, hatta üstüne üstlük bir de emlak yatırımı yapıyormuş gibi görünse de aslında evsiz olduğu tam teşekküllü bir bağımlılık düzeneği oluşturdular.

Bütün bunları yalnız yıkılan mahalle dernekleri civarında örgütlenen ahali değil, odalar, gazeteciler, avukatlar, mevzuya biraz uyanan herkes bangır bangır anlattı. Hem yalnız yazabildikleri gazetelerde, kendilerine mikrofon yöneltilen televizyonlarda değil, sözüm ona muhalif siyasi partilerde de anlattılar. Duyan oldu mu? Hiç olur mu?

Gecekondular yıkılıyor, yoksullar görünmezleşiyor. Peki bu yıkımı, onca hak ihlalini “gönüllere hoş göstermek” üzere bahane olarak kullanılan suç oranları azalıyor mu? Hiç olur mu, artıyor hem de ne biçim… Ama ona başka bahaneler de bulmak mümkün. Bütün bu yıkım ve bağımlılık sarmalının yoksulluğu ve kayıtdışı ekonomiyi derinleştirmekte olduğunu niye konuşalım ki şimdi yani? Niye canımızı sıkalım? Niye bu gidişatın neresine ortak olduğumuzu itiraf edelim? Değil mi ama? Zira bu arada orta ve üst sınıflara yeni yatırımlar yaparak nüfuz alanlarını genleştirecekleri alanlar açılıyor, fetih alanları. Ekonomi de pek bir canlı değil mi? Durun bakayım en sağından en soluna Meclis’te temsil edilen bütün siyasi partilerde nüfuz alanlarını genişletmekte olan sınıflardan siyasetçiler var. Sadece onlar var Allah kahretsin. Ki onlar da gecekonduları, Tarlabaşı ve Sulukule ahalisini ve daha nicelerini “kamu mülküne ruhsatsız oturup senelerce güzelim manzaralara bedava bakmış” ya da şehir merkezinde herkeslerin kıskandığı bir mahallede gustosunu gözetmeyerek yaşayan, asıl fenası, artık kol gücüne ihtiyaç da kalmadığı için şehrin en güzel yerlerinde birer vicdan azabı gibi kalakalmış kalabalıklar olarak bakıyorlar.

Şimdi bu yeni yasayla ne diyor iktidar? “Oraları bitirdim, aynı bahaneyle tapulu mahallelere de gireceğim. İstediğim yeri riskli, istediğim yeri rezerv alanı olarak ilan edip yeniden projelendireceğim. Ha bununla kalmayacağım, aranıza nifak sokacağım. Projeye eyvallah diyenlerin oranı salt çoğunluğa ulaştığı anda indireceğim kepçeleri. Önce kamulaştıracağım arazilerinizi, sonra özelleştireceğim. Yeni projede size bir yer olup olmayacağını da benimle kuracağınız ilişkinin niteliği belirleyecek. Bakalım bana yakın olan birilerine siz de yakın mısınız?”

Aslında bir şey daha diyor: “Sustunuz, ama susmakla kalmadınız, alkışladınız, yaptığınız konut yatırımlarıyla beni onaylayıp işbirliği yaptınız, şimdi sıra size geldi, hiç ağlamayın…”

Peki ne yapılabilir?

Şimdi sevgili tapu sahibi arkadaşlar size bazı önerilerim var: Şehrinizdeki Mimarlar Odası’na ya da Şehir Plancıları Odası’na bir uğrayın. İşin aslını astarını iyice öğrenin. Siyasi partileri zorlayın, değişikliğin Meclis’ten geçmemesi için ellerinden geleni yapsın, hatta topluca istifa ederek hokümatı seçime zorlasınlar. Yaptıramazsınız bunu emin olun! Ama deneyin, belki gücünüz yeter! En zayıf karnınız örgütlenmeye ve birlikte hareket etmeye, ortak çıkarlar için kişisel çıkarlarınızın küçük bir kısmından vazgeçmeye olan direnciniz. Bu nedenle, eğer izlerini bulabilirseniz gecekonduları, şehir merkezindeki mahalleleri yıkılmış ve şehirden sürülmüş eski semt komşularınızı bulmaya çalışın yeni yerlerinde. Başlarına ne geldiğini kendilerinden hep birlikte öğrenin. Direnebilmiş, kendilerini koruyabilmiş mahalleler var. Adlarını biliyorum ama saymayacağım, sorun soruşturun, öğrenin. Gidip onların tecrübelerini dinleyin, öğreneceğiniz çok şey var.

Yani bu yıkımdan kurtulmak, tapularınızı anlamlandırmak, mülkünüzü korumak istiyorsanız evleri, hayatları yıkılırken duymazlıktan geldiğiniz, “vazgeçilebilir” olduklarını düşündüğünüz hemşehrilerinizden tecrübelerini dinleyin ve yardım isteyin. Belki… Belki bir yol bulur, mülkünüzü koruyabilirsiniz. Mülkünüzü koruyamasanız bile yeni bir siyaset üretmiş olursunuz. Bakın yerel seçimler yaklaşıyor. Bütün partiler oylarınıza talip. Bu yasa değişikliğini engellemek için partileri zorlayabilirsiniz şimdilik. Ha bir de şehrinize, hemşehrilerinize bütün bunları yaptıktan sonra size “sıra sana geldi şekerim” diye parmak sallayan siyasi partiye öyle bir ders verirsiniz ki belki, yerel seçimlerden sonra da aklına getirmez bir daha bu işi… Mülk sahipliğinizin minicik de olsa bir anlamının olduğu bir son dönemeçteyiz. Sonradan hayıflanmak istemiyorsanız acele etmelisiniz… Dediğim gibi, önce tapusu olmayan evlerinden sürülürlerken “ohhh gittiler rahatladık” dediğiniz hemşehrilerinizi bulup hal-hatır sorun, belki sizi affeder sizde ortak olunacak bir dert bile bulurlar!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.