Ahmet Davutoğlu, Medyascope’ta: “Yukarıda bizden birisi oturuyor, onun bir bildiği vardır düşüncesi muhafazakâr kesimin vicdanını yok etti”

Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, Medyascope Yayın Yönetmeni Ruşen Çakır’ın gündeme ilişkin sorularını yanıtladı. Davutoğlu, yerel seçimlerde Saadet Partisi ile olası işbirliğini, Hamas-İsrail savaşını ve muhafazakâr kesimin Filistin meselesine tepkisini değerlendirdi.

“En zayıf sivil toplum, iktidara eklemlenen muhafazakârların”

Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, AKP’nin Türkiye’deki muhafazakâr kesimin sivil toplumunu yok ettiğini vurguladı ve Filistin konusunda tepkilerin zayıf olmasını buna bağladı. Davutoğlu, “O sivil toplumlara çok kaynak aktardılar, yüksek binalara kavuştular ama 28 Şubat’ın o samimi kitlesi, küçük odalarda ve sokaklarda direnen kitlesi, ruhunu kaybetti. Bu o kadar ağır bir vebal ki, Türkiye’de genel olarak sivil toplum çok zayıf ama en zayıfı iktidara en çok eklemlenmiş muhafazakâr kesimin sivil toplumu” dedi.

Cumhurbaşkanı seçimini eski Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanması halinde toplumun refleksinin çok farklı olabileceğini iddia eden Davutoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü:

“‘Yukarıda bizden birisi oturuyor, belki onun bir bildiği vardır’ düşüncesi bu kesimin vicdanını yok etti. Önce bu kesimi vicdanı uyandırmak lazım.”

“Saadet Partisi’yle sinerji oluşturacağımız yerlerde işbirliği yapacağız”

Davutoğlu, Saadet Partisi’yle 2024 Yerel Seçimleri’ne ilişkin işbirliği ihtimali hakkında konuştu. Davutoğlu, işbirliği yapmayı istediklerini söyledi, “Bu mutlaka her yerde işbirliği yapacağız anlamına gelmiyor. Birlikte sinerji oluşturacağımız yerlerde işbirliği yapacağız, bazı yerlerde de belki ayrı ayrı gireceğiz. Türkiye’de siyasi denklemi değiştirecek olan şey, gerekli olduğunda fedakârlık yapabilmektir” dedi.

Fedakârlığın özellikle muhafazakâr seçmende bir ümit oluşturacağını vurgulayan Davutoğlu şöyle konuştu: “Mümkün olan maksimum işbirliğini yapmaya çalışacağız.”

“İsrail yüzde 100 haksız, Filistin yüzde 100 haklı”

Hamas-İsrail arasında 7 Ekim’den bu yana süren savaş hakkında konuşan Davutoğlu, İsrail’in yüzde 100 haksız, Filistin’in yüzde 100 haklı olduğunu söyledi ve “Bunu dedikten sonra dönüp Filistinlilere ‘Kardeşim ateşkes yapın’, ‘Kardeşim kan dökülmesine izin vermeyin’ diyelim. Bunu demeden Filistinlilerin kalbini kazanamazsınız” dedi.

Gazze sokaklarında AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan aleyhine sloganlar atıldığını dile getiren Davutoğlu, “Bir sokak röportajında Katar ve Türkiye aleyhine konuştu diye biri, hemen röportajı kestiler. Aynı Gazze’de 2012’de Şifa Hastanesi’ne gittik, bombalar yukarıda hâlâ yağıyordu. Bizi Türk bayraklarıyla karşıladılar. Bir Gazzeli bize şunu dedi: ‘Şehit olursam beni bu bayrağın altında defnedin'” diye konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler. Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Ahmet Davutoğlu stüdyoda konuğumuz. Kendisiyle her şeyi konuşacağız. Hocam, hoş geldiniz.

Ahmet Davutoğlu: Hoş bulduk, çok teşekkür ederim. 

Konuşacak çok şey var. Özellikle sizin son dönemde Gazze konusundaki girişimlerinizi biliyoruz. Ama önce en güncel meseleyle başlayalım. Her ne kadar doğrudan sizin partinizi ilgilendirmese de Millet İttifâkı’nda bir arada olduğunuz iki parti arasındaki işbirliği görüşmesi dün net bir şekilde sonuçlandı. İYİ Parti Genel İdâre Kurulu’nda yapılan oylamayla, CHP’nin yerel seçimde işbirliği önerisi kabul edilmedi. Tabiî ki bu onların iç işlerini ilgilendiriyor, ama ben yine de size sorayım. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Davutoğlu: Söylediğiniz gibi, bu bir başka partinin iç işleri olduğu için ben ilkesel olarak Altılı Masa çalışmaları sürerken de hiçbir zaman diğer diğer partilerin iç işleriyle ilgili yorum yapmamaya özen gösterdim; saygı duymak lâzım. Her parti hem kendi çizgisini oluşturma hakkına sâhiptir hem de böyle bir politika geliştirmek partilerin doğası gereğidir. Ancak şunu görmemiz lâzım: Millet İttifâkı fiilen artık yok, ama ittifaklar sistemi açısından bakıldığında, Sayın Cumhurbaşkanı’nın da Sayın Akşener’in de haklı olduğu bir nokta var. Sayın Cumhurbaşkanı 50+1’i getirirken şöyle bir yokladı, ama Bahçeli’den gelen tepki sebebiyle geri çekti. Oradaki argüman şuydu: 50+1 şartı, partilerin doğasını bozuyor. Sayın Akşener de seçimden sonra ittifak sisteminin partilerin doğasını bozduğunu dile getirdi. Doğrudur. Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin yaptığı iki büyük zarar var bence. Birincisi, devleti tahrip etti. Yani devlet, geceyarısı çıkan kararnâmelerle bütün kurumsal yapısının değiştiği bir abnormaliteye döndü.  Cumhurbaşkanı istese bir günde bütün devlet yapısını değiştirebilir. Devlet yapısında büyük tahrîbat oldu. 

İkinci büyük tahrîbâtı demokrasi üzerinde oldu. O da şu: Demokrasi nihâyetinde halk ile yönetenler arasındaki bir uzlaşıdır, görünmeyen bir anlaşmayı kabul etmektir ve halk sisteme nüfuz etmek istediği zaman demokrasi anlam taşır. Bugün baktığımızda, halkın sisteme nüfuz edeceği kanallar tıkanmış. Eskiden milletvekilleri halk nezdinde kıymetliydi; çünkü gittiğinde işi çözülürdü ve milletvekilleri bakan olduğu zaman da o şehir için bir îtibar vesîlesiydi. Ben Dışişleri Bakanı olduğumda Konya’da nasıl büyük bir heyecan olduğunu hatırlıyorum. Bütün siyâsîler için böyle bir şey vardı. Şimdi halkın Ankara’yla olan irtibâtı koptu; milletvekillerinin böyle bir gücü yok. Böyle bir temsil gücü de yok, böyle bir uygulama gücü de yok. Bütün temsil bir kişide, Cumhurbaşkanı’nda birikti ve bu bir kişi iktidâra gelebilmek için de kendi partisi dışındakilerle ilişkiye girmek zorunda kaldı. Bu, iktidar için böyleyse, muhâlefet için de aynı zorunluluk doğdu.

Altılı Masa biraz bu zorunluluklar içinde, ama bence son derece önemli bir arka planla bir demokrasi çabası olarak da doğdu — ki bu konuda makale de yazdım, bir teorik zemin oluşturmaya çalıştım. Ama maalesef seçim sonrasında, doğaldır, her parti, “Neredeyim? Ne oldu? Ne kazandık?’’ diye sordu. Biz de sorduk. Şunu çok kesin söyleyebilirim: Eğer %2’lik oy bir başka şekilde kaymış olsaydı, aynı tartışma AK Parti ve MHP içinde olacaktı; bugün İYİ Parti’de yaşanan kırılmanın birçoğu MHP’de yaşanabilirdi. Tabiî kazananlar için tablo biraz ertelendi, ama aynı problem duruyor. Yüzde 40+1 de olsa, yine ittifaklara, yine birtakım şeylere ihtiyaç olacak. Ben bunu Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ilk devreye gireceği zaman Sayın Erdoğan’a bir raporla sundum ve dedim ki: “AK Parti’nin doğasını bozacaksınız. MHP’nin de doğasını bozacaksınız. AK Parti’nin doğudaki, güneydoğudaki normal işleyen kanalları işlemez hâle gelecek. MHP’nin de kendi doğal çizgisi içindeki tavrı değişecek.” Nitekim geçen gün uçakta Milliyetçi Hareket Partisi kadrosundan önemli bir isimle, eski bir dostumla berâberdim, orada da sordum. Geçmişte yolsuzluklarla ilgili çok hassas tavrı olan MHP için şu anda yolsuzluklar diye bir dosya yok. Ben Sayın Bahçeli’yi koalisyon için ziyârete gittiğimde, saati 17/25’e ayarlıydı. 

Burada benim Sayın Akşener ve Sayın Özgür Özel arasında yapılan görüşmeyle ilgili veya genel olarak muhâlefetle ilgili, hattâ partilerle ilgili yaklaşımım şu olur: Hepimiz yeni bir değerlendirme ihtiyâcı içine girdik. Meselâ biz de Saadet Partisi ile bir grup kurduk. Grup kurmak önemli ve muhâlefetin sesini yükseltmek için bu doğaldır. Ama bunu çok aşırıya götürmemek lâzım. Partiler, bir taraftan kendi iç dengelerini yeniden inşâ ederken, diğer taraftan da ülkenin siyâseti yeniden yapılanıyor ve ülke siyâsetinde yeniden yapılanma içinde benim en çok ürktüğüm konu, gençler ve halkın siyâsetten soğuması. Bu ne demektir biliyor musunuz? Otoriterleşme önce kendi gücünü karşı tarafa kabul ettirmeye çalışır. Kabul ettirdikten sonra tekel olmaya çalışır. Tekel olduktan sonra karşı tarafın siyâsete ilgisini kırar ve bir müddet sonra otoriter düzen artık yerleşik düzen hâline gelir. Ben bu aşamaya geldiğimiz kanaatiyle herkesi uyarmak istiyorum. Şu anda Türkiye’nin temel meselesi partilerin ne kadar oy alacağı meselesi değil, Türkiye’de demokrasinin yaşayıp yaşamayacağı meselesi. Seçimlerde ittifâkın da ötesinde önem taşıyor bu. Onun için seçimlerde herkes kendi tutumunu alsa da… 

AK Parti içinde de çok tartışmalar olduğunu biliyorum. “Bunu duyuyorum” demiyorum, biliyorum. AK Parti içinde de Cumhurbaşkanlığı’na sirâyet etmiş bir grubun hiçbir sorumluluk olmadan yetki kullanmasından kaynaklanan büyük bir rahatsızlık var. AK Parti Genel Merkezi şu anda siyâsetin dışındadır. Meselâ AK Parti Genel Merkezi’nden bir Genel Başkan Yardımcısı, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi tartışmasıyla ilgili bir açıklama yaptı mı? Yapmadı. Hayati Yazıcı yaptı, ama bu resmî gibi görünmedi; şahsî görüş gibi algılandı. Meclis’ten de yapılmadı. Ben Sayın Numan Kurtulmuş’la görüşmemde de bunu zikrettim. Yargıtay-Anayasa Mahkemesi meselesi sıradan bir mesele değil, devletin kurumsal bir krizi. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı bir açıklama yaptı. Bu, diğer açıklamaları örten, bastıran bir açıklamaydı. O Cumhurbaşkanı Başdanışmanı seçilmiş değil. Demokratik bir süreçten geçmiş değil, memur. Ben de yaptım bu görevi. Hiçbir zaman hükûmeti bağlayıcı bir açıklama yapmadım. Yaptığım her açıklamayı önceden Sayın Başbakan’la, Sayın Cumhurbaşkanı’yla konuşarak yaptım.

Şunu demeye çalışıyorum: Türkiye’de siyâset abnormaliteye dönüştü, bir anormallik var. Bu anormalliği normal bir demokrasiye dönüştürme çabasında herkesin bir araya gelmesi lâzım. Burada bir ittifak çağrısı yapmıyorum. Seçimlerdeki ittifak yaklaşımımız ne olursa olsun, ortak değerleri savunma konusunda, AK Parti ve MHP içindeki demokrasiden kaygı duyan unsurlar da dâhil olmak üzere, bütün toplumun bir demokrasi platformunda buluşması, konuşması gerekiyor. 

Peki, böyle bir ihtiyaç olduğunu tespit ediyorsunuz, ama bunun olabilme ihtimâli, imkânı var mı gerçekten? 

Davutoğlu: Ben zamanla olacağı kanaatindeyim. Evet, yerel seçim önemli. Ama uzun dönemli bir perspektifiniz yoksa, kısa dönemli attığınız taktik adımlar anlamını kaybeder. Meselâ bizim uzun dönemli bir perspektifimiz olmasa, seçimden sonra içimize çekilirdik. Hayır. Ben seçimden sonra bütün partiyi seferber ettim. Kongrelerimizi yapıyoruz. Bu hafta Ankara ve İstanbul kongreleri, Balıkesir, Bandırma kongresi var. Ocak ortasında da kongreyi yapacağız. Ama bir şey daha yaptık. Olsaydı DEVA Partisi’yle, Demokrat Parti’yle de yapardık. Saadet Partisi’yle bir grup kurduk. Çünkü ben şunu görüyorum: Meclis’te Cumhuriyet Halk Partisi dışında muhâlefetin sesinin gür çıkması lâzım. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nin muhâlefeti, kitleler nezdinde AK Parti’yi meşrûlaştırıyor. Şimdi Meclis’e bir bakın; her konuda en kararlı muhâlefet, Gelecek ve Saadet grubundan çıkıyor. Dolayısıyla şimdi bu ihtimâlin varlığı zor olsa da, seçimlerde işbirliği de dâhil olmak üzere, zamanla bu ihtiyâcın artacağı kanaatindeyim. Çünkü gerçekten Türkiye’de olağanüstü bir bozulma var. 

Çarpıcı bir örnek vereyim: Biz Sayın Erdoğan’la görevdeyken de, daha önce de, Ortadoğu’yla, Arap ülkeleriyle neredeyse alay ederdik. Derdik ki: “Bunlar Filistin’i satarlar, arkasından İsrail’le ticâret yaparlar. Arkasından İsrail’le görüşürler, ama sırf kendi halklarının gazını almak için Filistin’le ilgili yüksek retorik yaparlar”. İslâmî kesimin Ortadoğu rejimleriyle ilgili genel yaklaşımı buydu. Şimdi Türkiye aynen o rejimlere döndü. İsrail’le ticâret ilişkisi devam ediyor, 350 gemiyi geçti. İsrail’e demir-çeliğin üçte biri Türkiye’den gidiyor. Yakıt Türkiye’den gidiyor, gıda Türkiye’den gidiyor. Bunlar İsrail’de, televizyonlarında gösteriliyor, ama Sayın Erdoğan her fırsatta söylemsel olarak İsrail’e, Netanyahu’ya sert bir dil kullanıyor. Türkiye sisteminin kamuoyu yönetimi bakımından Ortadoğululaşması çok yanlış bir şey. 

İklim Zirvesi’nde o fotoğrafı görmüşsünüzdür. İsrail Cumhurbaşkanı fotoğrafın merkezinde. Sayın Erdoğan da orada, İslâm ülkeleri de orada. Sayın Erdoğan, “Şu anda katliam devam ederken ben İsrail Cumhurbaşkanı’yla aynı kareye girmem. Ya o ya ben” tavrını sergileyemiyor. Bunu 10 tâne Müslüman lider yapsa, o İsrail Cumhurbaşkanı o kareye kolay giremez. Ama giriyor. Çünkü onlar da biliyorlar ki otoriter rejimleri kontrol etmek kolay. 

Artık Türkiye’de siyâsetin donuklaştığı, apolitik hâle geldiği, özellikle de gençlerin siyâsetten soğuduğu bir yerde bizim küçük hesaplar yapmamamız lâzım. Siyâsete tekrar heyecan katmamız lâzım. 

Peki, yerel seçim için siz Saadet Partisi’yle bir işbirliği yapacak mısınız? Yoksa Gelecek Partisi olarak kendi başınıza mı hareket ediyorsunuz? 

Davutoğlu: Bunu Saadet Partisi’yle yaptığımız protokolde tanımlandık. Biz Saadet Partisi’yle ilkesel olarak işbirliği yapmayı arzu ediyoruz, onlar da arzu ediyorlar. Ama bu, mutlak her yerde işbirliği yapacağız anlamına gelmiyor. Birlikte bir sinerji oluşturacağımız yerlerde işbirliği yapacağız, bâzı yerlerde de belki ayrı ayrı gireceğiz. Benim de Sayın Karamollaoğlu’na söylediğim: Türkiye’de siyâsî denklemi değiştirecek olan şey, gerektiğinde fedâkârlık yapabilmektir. Biz Saadet Partisi’yle ismimizden fedâkârlık ederek Türkiye’de bir siyâsî denklem değişikliğine yol açtık. Bugün AK Parti çevrelerinin bizim partilere duyduğu ilginin sebeplerinden biri, Meclis’teki o muhâlefet. 

Yine benzer şekilde, yerel seçimlerde de bu fedâkârlığı karşılıklı yapabilmemiz lâzım. Mümkün olsa aynı anda iki partinin aday göstermemesini tercih ederim. Bu toplumda bir ümit doğuracak, özellikle muhâfazakâr seçmende yeni bir adres, yeni bir alternatif oluşmaya başladığını gösterecek. Ama bu olmazsa da, mümkün olan maksimum işbirliğini yapmaya çalışacağız. Biz kendi çalışmamızı yapıyoruz, onlar da kendi çalışmalarını yapıyorlar. Geçen hafta Temel Bey’le detaylı görüştük Sonra ekiplerimiz bir araya gelecek. Biz 2 il ve 10 kadar ilçede adaylarımızı açıkladık. Adım adım açıklıyoruz. Çok sayıda aday hazır aday. Ama bilerek Saadet Partisi’ni bekliyoruz ki bir çakışma olmasın. Arkadaşlar bugün toplanacaklar, ortak nerelerde çalışabiliriz diye biraz daha bakacaklar. Ama ilkesel olarak da gerekirse bütün Türkiye’de seçime girmeye hazırız.

Muhâfazakâr kesimden bahsederken, son dönemde Yeniden Refah Partisi hakkında çok fazla şeyler söylüyorum. İyi bildiğiniz bir çevre. Siz hemen hemen hepsini tanıyorsunuz herhalde. 

Davutoğlu: Tabiî. 

Son seçimde gösterdikleri performans, ilk girdikleri seçim olmasına rağmen bence bayağı başarılı. Cumhur İttifâkı’nın bir parçasıydılar, ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın düzenlediği Büyük Filistin Mitingi’ne katılmadılar. Fatih Erbakan, adı açıklanmış olmasına rağmen gelmedi. AK Parti çevrelerinden, Yeniden Refah Partisi’nin onları büyükşehirlerde rahatsız ettiğini duyuyorum. Sizin de böyle bir gözleminiz var mı? Böyle bir olgu görüyor musunuz? 

Davutoğlu: Yeniden Refah Partisi saygı duyduğumuz ve içinde çok dostumuzun olduğu bir parti. Altılı Masa sürerken, hattâ onlar Cumhur İttifâkı’na girdikten sonra dahi ilişkimiz hiç kopmadı. Arkadaşlarıma da söyledim, biz herkesle temasımızı sürdüreceğiz. Şu anda herhangi bir partiyle ilgili olumsuz görüş serdetmeyen tek parti biziz. Hiçbir yerde hiç kimseyi rencîde edici bir şey söylemeyeceksiniz. Tabiî Saadet Partisi’yle işbirliği yapmamız, Yeniden Refah’la Saadet Partisi’nin geçmiş ilişkileri dolayısıyla ister istemez belli bir sonuç doğuruyor. Ama biz Saadet Partisi tarafına, Sayın Karamollaoğlu’na da samîmiyetle söyledik: Biz Yeniden Refah’la da görüşmeleri sürdürürüz. 

Yeniden Refah Partisi’nin toplum nezdinde şu andaki avantajı şu oldu: Tıpkı Milliyetçi Hareket Partisi gibi, iktidârın güç unsurları içinde gözüküyor, ama dışında gibi görünüyor. Bunun getirdiği avantajla seçime girdiler. Sayın Erdoğan’ı desteklemiş olmaları dolayısıyla, bizim gördüğümüz tür bir baskıyı ya da engellemeyi değil, teşvîki gördüler. Ama siyâsetin her günü yeniden doğar. Ben burada bütün partilerin bütün partilerle görüşmesi gerektiğini düşünüyorum. Dediğim gibi, Yeniden Refah Partisi’yle de bu anlamda temaslarımız var. Gerektiğinde konuşabiliriz de. Mesele Türkiye’nin ana damarlarının derlenip toparlanması.

Muhâfazakâr kesim seçmeni, “Filistin dâvâsını kim savunuyor? Benim için hassas bir konu. Kudüs’ü kim savunuyor? Yoksulların haklarını kim savunuyor?” dediğinde, dağınık bir tablo görmemesi lâzım. Mümkün olduğu kadar bunları derleyip toparlamak lâzım. Milliyetçi kesim için de böyle. Ben her zaman özgürlükçü milliyetçiliğin şu anda Türkiye için hayâtî olduğunu hep söyledim. Çünkü otoriter milliyetçiliğin Avrupa’da nelere yol açtığını gördük. Maalesef İYİ Parti’de yaşanan dalgalanmalar, farklı milliyetçi yorumlarına doğru sevk oluyorsa bu iyi bir şey değil. CHP için de aynı şey. Cumhuriyet Halk Partisi’nin kendi kongresi ve saygı duyuyoruz. Ben o gün önce Sayın Kılıçdaroğlu’nu aradım, sonra sayın Özgür Özel’i aradım ve Sayın Ekrem İmamoğlu’nu da tebrik ettim; demokratik bir seçim yaptılar. Ama Cumhuriyet Halk Partisi’nin özgürlükçü laiklik niteliğini koruması Türk siyâseti için önemli. Bu konuda Sayın Kılıçdaroğlu adımlar atmıştı; dilerim bu çizgi Sayın Özgür Özel ve Sayın Ekrem İmamoğlu tarafından da devam ettirilir. Çünkü Türkiye’nin bütün damarlarının derlenip toparlanması lâzım. Ben buna önem veriyorum. Küçük hesaplarla, “Ben ondan ne kadar oy alacağım, o benden ne kadar oy kapacak?” yerine, siyâsete heyecan katacak şey, bu siyâsetin şu veya bu damarında olanların kendilerini anlamlı bir siyâsî faaliyet içinde bulmaları. 

Gelecek Partisi’ni de bu anlamda sorguluyorum. Tecrübemize bakıyorum, özeleştiri yapıyorum. Meselâ biz AK Parti’den ayrılırken tek bir parti olarak çıkabilseydik, bu dağınıklık olmayacaktı. Çok çaba sarf ettim ama yapamadık. Vakit geçmiş değil. Bu derlenip toparlanmayı seçimden sonra yapmak için DEVA Partisi’ne de Saadet Partisi’ne de, “Gelin Meclis’te berâber olalım. İsim önemli değil, dönüşümlü yaparız” diye teklif götürdük. Bakın şimdi Temel Bey de konuşuyor, ben de konuşuyorum. Kimse bir şey kaybetmiyor. Her iki partinin kitleleri gelip orada dinliyor. Son dönemde Saadet Partisi teşkîlâtı bâzen beni daha çok alkışlıyor, bâzen de bizim teşkîlât Temel Bey’i daha çok alkışlıyor. Burada bir yarış yok. Ama bütün siyâsetin derlenip toparlanmaya ihtiyâcı var. Ben dünkü karar çerçevesinde de saygı duyuyorum, ama bu karârın siyâsî denklemin demokrasiye önem veren unsurlarını karşı karşıya getirmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Filistin mitingini Saadet Partisi ve HÜDAPAR’la birlikte ilk siz yaptınız. HÜDAPAR da iktidar ittifâkının bir parçası. Daha sonra Erdoğan’ın düzenlediği Filistin Mitingi’ne de katıldı. HÜDAPAR’la ilişkiniz bir tek Filistin meselesi üzerinden mi?

Biz HÜDAPAR’la daha öncesinde de görüştük. Türkiye’de meşrû her partiyle görüşürüz. Geçmişte şu olmuş bu olmuş, siyâsî hareketlerin de hatâları olur yanlışları olur. Görüşürsünüz ve mesâfe de koyarsınız. Meselâ Saadet Partisi’yle bizim farklı düşündüğümüz yerler var, ama bir ortak zemin bulma çabası da var. HÜDAPAR’ın mitingimize katılması da şöyle oldu: Sayın Karamollaoğlu ile biz bir miting yapılması gerektiğine karar verdik. O günlerde de HÜDAPAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu bizi ziyâret etti. Kendileri de böyle düşündüğü için, mitingi birlikte yapsak dedi. Filistin konusunda gelene “Hayır” denmez. Diğer partilere de dâvetler yapıldı. Ben bu tür konularda bir sınır getirmeyi doğru bulmam. Sayın Erdoğan yaptığı mitinge bizi dâvet etseydi, ne olduğuna bakmaz giderdim. Çünkü bu Filistin meselesi. 

Dâvet gelmedi ama.

Davutoğlu: Hayır, gelmedi. Gelsin diye peşinde koşacak değilim, ama gelmiş olsa giderdim. Çünkü belli şeylerin bizi birleştirmesi lâzım. Filistin bizi birleştirmiyorsa, Kudüs birleştirmiyorsa ne birleştirecek? Diyelim darbe karşıtı veya demokrasiyle alâkalı bir ortak gösteri, bir şey yapılması îcap etti. Dâvet edilse gidilir. Biz düşman değiliz. Evet, benim AK Parti’nin bugünkü yönetimiyle, yolsuzluklar başta olmak üzere, şeffaflık yasası vs., esasta farklı yaklaşımlarım var. Zâten şimdi Ali Yerlikaya’nın uyguladığı politikaya bakarsanız, bizim bütün eleştirilerimizi haklı gördüklerini ortaya koyuyor. 2021 Haziran ayında, Sedat Peker Süleyman Soylu ile ilgili iddialarını ortaya attığında, biz Meclis’in kapısına dayandık. Ben eski bir başbakanım, hiç gocunmadım. Gençlik yıllarımızdaki tutumla beyaz gömleğimi giyip gittim. İçinde iş adamları var, Prof. Serap Yazıcı Özbudun gibi akademisyenler var. Hep berâber, “Temiz Türkiye, Beyaz Siyâset” diye basın açıklaması yaptık ve tartaklandık. Bâzı arkadaşlar yaralandı. Sonra Meclis’e girdik. O günlerde bizim söylediğimiz konuların hemen hemen hepsiyle ilgili şimdi İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya tavır sergilemeye çalışıyor. Nereye kadar gider, bakacağız. Ama bu yozlaşmanın, bu çürümenin olduğu yerde, siyâsetin temizlenme vakti geldi. Siyâsetin temizlenmesini düşünmemiz lâzım bizim. “Bu pastadan kim ne kadar pay alacak?” sorusu değil, “Siyâseti nasıl temizleyeceğiz?” sorusuyla ilgilenmemiz lâzım. 

Filistin meselesine gelelim. Gazze meselesi Ekim başından beri tüm dünyanın konuştuğu bir konu. Açık söylemek gerekirse bu konulara öteden beri ilgisi olan ve tâkip eden birisi olarak gördüğüm, Gazze’de yaşananlar, şu âna kadar yaşananların çok çok üstünde, ama tepki çok altında. Türkiye’ye bakıyorum, İslâm dünyasına bakıyorum… Batı biraz istisnâî; özellikle İngiltere’de, Amerika Birleşik Devletleri’nde çok çarpıcı birtakım protestolar oldu. Kıyaslamak doğru olmayabilir, ama Gazze’deki bir önceki İsrail saldırısında Türkiye toplumu çok daha fazla tepki vermişti. Niye böyle oldu? 

Davutoğlu: Bir kere işin olumsuz tarafını söylemek, sonra da olumlu tarafına bakmak istiyorum. Dün akşam, dünya çapında tanınmış, saygı duyulan entelektüellerden ve eski siyâsîlerden oluşan 25 kişilik bir grup Global Intellectuals for Gazza diye bir forumda Richard Falk ile –benim imzâmla dâvet etmiştik kendisini– bir buçuk saatlik bir “zoom” toplantısı yaptık. Yakında bir ortak deklarasyon yayınlayacağız. Bu grubun içinde Müslümanlar var, Yahudiler var, Hıristiyanlar var, İsrailli akademisyenler var, Araplar var, Güney Afrikalılar var. Avustralya’dan Kaliforniya’ya kadar her renkten insan var. Son derece güzel bir çalışma oldu. Gördüğüm şey –ki dünkü toplantıda da bunun üzerinde durduk– Vietnam Savaşı nasıl Batı toplumunda bir şoka sebebiyet verdi ve siyahlara karşı ayrımcılık oradan îtibâren çözülmeye başladıysa… Yani Malcolm X’in tutumu, Muhammed Ali’nin tutumu, Martin Luther King’in tutumu hep Vietnam’la başladı. Haksız bir savaş Amerika’da ırkçılığı bitirdi neredeyse. Benzer şekilde “68 kuşağı” dediğimiz şey de Avrupa’daki aynı özgürlükçü dalga. Vietnam Savaşı keşke hiç olmasaydı, keşke hiçbir kimseyi kaybetmeseydik. Ama Vietnam Savaşı’nın bu vicdan uyarıcı etkisi bütün dünyayı sardı. Şu anda olumlu taraf şu: Bütün dünyada böyle bir vicdânî uyanış var. Siz çok haklısınız, en zayıfı Türkiye’de. Bunu görmek beni ürpertiyor.

Liderler düzeyinde ise ilk kez dün bir Yahudi kökenli bir akademisyen, bir hanımefendi dedi ki: “Ben Kaliforniya’da yaşayan bir Yahudi’yim. İlk kez gerçek bir soykırım yaşanıyor dünyanın gözü önünde ve soykırım yapanlar eskiden soykırımdan bahsetmekten utanç duyarlardı. Şimdi bu soykırımı yapanlar bunu gururla anlatıyorlar.” Bundan daha büyük utanç verici bir şey yok. Bunun da en büyük sorumlusu ABD yönetimidir. Çünkü bu soykırımın devâmına yeşil ışık yakıyorlar. Onlar destek verdiler. İslâm dünyası ise maalesef yapay bir dünya hâline dönüştü bu meselede. Onlar, dediğiniz gibi sessiz kaldılar veya az tepki verdiler. Halklar ise çok tepki verdi

Türkiye’nin durumu ise daha içler acısı. Peki, ne değişti? 2009’da Erdoğan sert bir şekilde “One minute!” dediğinde, ben yanındaydım. İstanbul Havalimanı’nda yaptığı konuşmayı uçakta biz yazdık. Şimon Peres’in özür dilediği o görüşmeyi benim telefonumdan yaptırdım. Büyük bir dalga vardı; çünkü samîmîydi, sâhiciydi, içindekiyle dışındaki birdi. Türkiye, ekonomisiyle siyâsetiyle, hukukuyla, dünyada örnek ülkelerden biriydi. Özgürlük dediğinizde, adam dönüp, “Sizin ülkenizde kaç gazeteci hapiste?” diye soramıyordu o dönemde. 2009 savaşında, 2012 savaşında, 2014 savaşında arabuluculuğu ben yaptım. Bir taraftan arabuluculuk yapıyorduk, bir taraftan İsrail’e sert mesajlar veriyorduk. Ama İsrail, Hamas ve Filistin tarafının Türkiye’yi dinleyeceğini biliyordu. Dolayısıyla İsrail tarafı bütün o şeyi sîneye çekip Türkiye ile ilişkileri iyi tutmaya çalışıyordu Mavi Marmara olayından sonra. Ama biz ne yapıyorduk 2012’de, 2014’te? Biz Hamas tarafıyla konuşurken Amerikalılar da İsrail’e baskı yapıyordu. Çünkü Amerikalılar da biliyordu ki Türkiye Filistin’de bir kart açarsa, bu gerçek bir karttır. Şimdi Amerikan Başkanı Biden bütün bu kriz boyunca Erdoğan’ı bir kere bile aramadı. Obama ise her krizin ilk gününe bakın, Erdoğan’ı arardı. Çünkü arkasından, “Bizim Dışişleri Bakanları bu meselenin çözümünde bir mekanizma kursunlar” diye bir konuşma olurdu, sonra biz devreye girerdik. 

Peki, şimdi ne değişti? Türkiye zayıfladı. Türkiye saygınlığını kaybetti. Erdoğan samîmiyetini kaybetti. Türk limanlarından İsrail’e yakıt giderken adam seni ciddîye alır mı? Değişen bu. Bir başka vahim şey: AK Parti iktidarı Türkiye’de muhâfazakâr kesimin sivil toplumunu yok etti, tasfiye etti. Çok kaynak aktardılar, yüksek binâlara kavuştular, ama 28 Şubat’ın o samîmî kitlesi, küçük küçük odalarda ve sokaklarda direnen kitlesi rûhunu kaybetti. Bu o kadar ağır bir vebal ki. Şu anda Türkiye’de genel olarak sivil toplum çok zayıf. Ama en zayıfı, iktidâra en çok eklemlenmiş olanı, muhâfazakâr kesimin sivil toplumu. Biz bunu eleştirdiğimiz için çok tepki oldu. Ama şimdi sivil topluma ihtiyaç olduğu görüldü. Sivil toplumu yok ettiğinizde, siyâseten güçlenmiş görünürsünüz; ama aslında toplumun refleks yapma kabiliyetini yok edersiniz. Şu anda tablo bu. İHH İnsânî Yardım Vakfı’nın haklı ve güzel birkaç çabası dışında başka bir şey yok. Amerika’da limanlarda İsrail’e giden malları bloke etmek üzere gösteri yapan kitleler Amerika’da, Avrupa ülkelerinde varken Türkiye’de niye yok? 

Diyelim ki Sayın Kılıçdaroğlu seçimi kazansaydı, emin olun yer gök inlerdi. Gerçi biz buna izin vermezdik, bundan çok daha güçlü bir ses çıkardı, yer gök inlerdi. Ama 1Yukarıda otorite olarak bizden birisi oturuyor, belki onun bir bildiği vardır” düşüncesi, bu kesimin vicdânını yok etti. Önce bu kesimin vicdânını uyandırmak lâzım. Bu kesim böyle de, seküler kesim daha mı tepkili? Allah aşkına, 71’de Türkiye’deki sosyalist hareketin beslendiği yer Filistin Kurtuluş Örgütü’ydü. Cengiz Çandar’a sorun. Deniz Gezmiş ve o kuşak antiemperyalist mücâdele ruhunu Filistin’de aldı. Ama aynı kesimin bugünkü kanaat önderleri, ben ilk günden îtibâren “Filistin’in yanındayım” dediğim için beni topa tuttular. “Hepiniz gelin, tartışalım” dedim, karşıma çıkmadılar. Seküler kesimin kanaat önderleri dediklerimiz –bunların içine eski sosyalistleri de koyabilirsiniz, kimi liberalleri de koyabilirsiniz–, her yerde liberal özgürlüğü savunanlar, Filistin söz konusu olduğunda Filistin özgürlüğünden bahsetmiyorlar. Her yerde “antiemperyalist mücâdele” diyen sol kesim, Filistinlilerin kendi topraklarında işgale karşı verdikleri mücâdeleyi terör olarak görüyor. Dünkü “zoom” toplantısında katılımcılardan biri, Filistinliler için Indigenous people tanımını yaptı. Bu insanlar oranın köklü kavmi; dışarıdan gelmediler. Adam babasının toprağını korumaya çalışıyor. Ben bunu dediğim için Hamas’ı savunmakla suçlandım. 

Şimdi iki resme bakın. Biri, Hamas’ın bıraktığı İsrailli esirler. Hemen hemen hepsi güler yüzlü, hepsi geridekilere selâm veriyor, ellerini tutuyor vedâlaşıyor. İnsânî bir ilişki kurulmuş orada. Öbür tarafta ise İsrail’in bıraktığı Filistinli esirlere bakın. Çocuk, kadın… Çocukların bütün kemikleri kırılmış, işkenceden çıkmış. Şimdi hangisi medenî, hangisi terör? Ayrıca “Bu bir istiklâl mücâdelesi” dedim ben; hâlâ aynı samîmiyetteyim. Bu görüşlerimi İsrailliler bilirdi; 2009’da da bilirdi, 2006’da da Hamas’ı Ankara’ya getirdiğimizde de bilirdi. Ama aynı yıl İsrail Büyükelçisi, Hamas tarafından esir alınan Gilad Şalit’in hayatta olup olmadığını öğrenebilmek için, gece saat 00.00’da benim makamıma geldi. “Tamam, öğreniriz. Sizi temin ederim Gilad Şalit’in hayâtının teminâtı biziz, ona dokunamazlar. Ama senden mi geliyor bu tâlîmat? Sizin Dışişleri Bakanınız Hamas konusunda bizim aleyhimize konuşuyor” dedim. “Evet, Dışişleri Bakanımızdan geliyor” diye cevap verdi. “O halde kendisi beni arayıp söylesin” dedim. O zaman daha ben başdanışmanım. Tzipi Livni beni aradı ve dedi ki: “Bizim bir ricâmız var. Gilad Şalit’in bu gece öldürüleceği haberi geldi, bir müdâhale eder misiniz?” Şam’ı aradım. O zaman Halid Meşal Şam’da, Beşar Esad’ın ofisinde. Kendisine durumu anlattım. Meşal, “Biz esirlere dokunmayız, hiç merak etmeyin” dedi. “Onun kılına zarar gelmemeli. Ama onun karşılığında Filistinli esirleri kurtaracaksanız, biz buradayız” dedim. Bundan bir veya iki sene sonra, Gilad Şalit karşılığında 1000’e yakın Filistinli serbest bırakıldı. 11 Filistinli de lider düzeyinde olduğu için Türkiye’ye teslim edildi, oraya gönderilmedi. İsrailliler bilirdi benim pozisyonumu, hiç değişmedi bu pozisyonum. Ama benim orada âdil bir arabuluculuk yapacağımı ve karşı taraf üzerinde etkim olduğunu bilirlerdi. Şu anda Türkiye’nin böyle bir etkisi yok. Keşke olsa. 

Türkiye’nin Hamas üzerinde de bir etkisi olmadığı söyleniyor. Bu doğru mu?

Davutoğlu: Tablo biraz öyle görünüyor. Ben Sayın Fidan’ın da Katar’la birlikte çaba sarf ettiklerini biliyorum. Hamas üzerinde şu anda Katar etkili. Çünkü oradalar. Ama Katar aynı zamanda Amerika nezdinde de îtibarlı, çünkü Amerikalılar ekip gönderip Katar’la çalışıyor; onun bu işi çözebileceğine inanıyorlar. İsrail, heyetini Katar’a göndermiş, esir takas müzâkeresi orada yürütülüyor. Biz de Katar’la birlikte yaptık. Eski Katar Başbakanı Şeyh Hamad bin Casim, eski Dışişleri Bakanıydı. Geçen gün, “Birlikte ne yapabiliriz? Eski başbakanlar, eski dışişleri bakanları olarak artık siyâsî görevimiz olmadığı için daha rahat konuşuruz, bir ekip kuralım” diye kendisini aradım. Emin olun, bu bir ay içinde bilinen bilinmeyen, tanıdığım bütün yetkilileri aradım, her kapıyı çaldım. Şeyh Hamad bin Casim’le birlikte 2012’ye müdâhale etmiştik. 2014’te Paris’te Katar Dışişleri Bakanı Halid El Atiye, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile birlikte üçümüz toplandık ve çözümü bulduk. Ama o zaman Türkiye’nin genel îtibârı çok yüksekti. 

Şimdi Türkiye’nin Birleşik Arap Emirlikleri ya da Suudî Arabistan’dan para ihtiyâcı olmasa daha farklı görülecek. Türkiye birkaç milyar dolar için belli pazarlıkları rahatlıkla yapabilir bir duruma düştüğünü biliyorlar. O dönem öyle değildi. Ekonominiz zayıfsa, siz kırılgansanız, hele hele hukuk devleti yoksa sizde, özgürlükler sınırlanmışsa, kimse size saygı duymaz. Şu anda Türkiye’nin görüntüsü bu. Dışişleri Bakanı, Millî İstihbârat ya da birçok kurum elinden geleni yapsa da, genel görüntü önemli. O zaman bizim şahsî ağırlığımız da vardı, doğru. Şimdi bile o ağırlığın etkisiyle istediğimiz anda birçok şeyi toparlayabiliriz. Ama onun ötesinde, Türkiye’nin ülke olarak çok güçlü bir görüntüsü vardı. Sayın Erdoğan’ın bizlerin şahsî ağırlığı dışında, Türkiye’nin genel îtibârı çok iyiydi. Ama şimdi Türkiye’nin böyle bir etkiye sâhip olduğuna dâir bir inanç yok. 

Peki, ne görüyorsunuz? Nereye doğru gidecek? Şu anda İsrail, operasyonları güneye doğru genişletmeye çalışıyor. Bir öncesinde, “Kuzeyi boşaltın” demişti, şimdi güneye doğru gidiyor ve katliamlar hâlâ sürüyor. 

Davutoğlu: Şimdi olayın reel politik tarafına bakalım. Hissiyâtım, oradaki çocuklar… Keşke şu anda ateşkes olsa. Dediğim gibi, ateşkes için bir kamuoyu oluşsun diye herkesle görüştüm. Kamuoyu tâkip etmemiş olabilir, ama Ankara’daki bütün önemli büyükelçileri ziyâret ettim, devlet başkanlarına mektup yazdım. Geçen hafta Çin Büyükelçiliği’ni ziyâret ederek Çin Devlet Başkanı Şi’ye de bir mektup gönderdim. Elimden geleni yaptım. Keşke şu anda ateşkes olsa ve kan dursa. 

Nihâyetinde ne oldu? Geçenlerde bir vesîyle de söyledim: 1967’de “Altı Gün Savaşı” oldu. Niye altı gün? Çünkü toplamda altı gün sürdü. Taraflar kimdi? Bir tarafta İsrail, diğer tarafta Mısır, Ürdün, Suriye, kısmen Lübnan. İsrail altı günde bütün Sina’yı aldı. Bütün Batı Şeria’yı aldı, Kudüs’ü aldı, Golan Tepeleri’ni aldı, Şeba Çiftlikleri’ni aldı. Altı günde dört konvansiyonel orduyla savaştı.

Şimdi iki ay geçti ve İsrail küçücük Gazze’yi kontrol edemiyor. Bugünkü İsrail’in istihbârat ve teknolojik yüzü o günkünün fevkinde. O gün İsrail’in ne Demir Kubbe’si vardı ne kıyısına gelmiş Amerikan ve İngiliz donanması vardı. Şimdi gerçekten göz yaşartıcı yüzlerce video geliyor önümüze. Bir baba kızını öperek uğurluyor, ama yüzünde tam bir tevekkülle direnme bilinci var. Artık bundan sonra, çekilen bir İsrail var ve bu psikolojik bir değişime yol açtı. İsrailli yerleşimciler, “Kıyâmet kopsa bana kimse dokunamaz. Çünkü İsrail çok kudretli” diye düşünürdü. Filistinliler de, “Elimizden bir şey gelmiyor” diye düşünürdü. Ama bakın iki ay oldu, İsrail hâlâ Gazze’nin üçte birini kontrol edebilmiş değil. Ben sokak sokak tâkip ediyorum ve doğrudan bilgi geliyor. Geçen gün İsmail Haniye de teşekkür etmek için telefonla aradığında, “Alanda şartlar nedir?” diye sordum. Alanda ne olduğuna dâir bilgi verdi. Çünkü ben Gazze’ye gittim, ne nerede, nasıl bir lokasyonda, bilirim. Dediğim gibi savaş keşke bugün dursa. 

Ama bu savaş kazanılsa bile, İsrail için tam bir “Pirus zaferi” olacak. Kazanılması da çok zor. Şimdi, tünellere su basacaklarmış. Gayri insânî bir şey. Peki nereye kadar? Gazze’yi tümüyle Gazellilerden arındırma teşebbüsü. Bu, uluslararası cezâ mahkemesinde yargılanma sebebidir. Bu soykırımdır, bu etnik kıyımdır. Türkiye’deki o çok liberal, çok seküler, çok sosyalist kesimlere de sesleniyorum: Elinizi bir vicdânınıza koyun. Orada ölen çocukları görerek hâlâ… İsimlerini de vereyim. Ertuğrul Özkök, Cüneyt Özdemir, Levent Gültekin, Nevşin Mengü. Doğrudan bana saldırdılar. Hepsine meydan okudum. Hepsine dedim ki: “Gelin bir yerde tartışalım.” Çok net söylüyorum: Uluslararası hukuk açısından Filistinliler sonuna kadar haklıdır. 1947’de Filistinlilerin kendi kaderini tâyin hakkından, 1967 tarihli 242 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi karârına, Oslo Süreci’ne, nereye giderseniz gidin, Filistin yüzde yüz haklı, İsrail yüzde yüz haksızdır. İnsânî, vicdânî açıdan öyledir. Bir toplumun kendi kaderini belirleme hakkı açısından öyledir, özgürlükler açısından öyledir, çocuk hakları açısından, kadın hakları açısından öyledir. Siz kimi savunuyorsunuz? İnsan gerçekten isyan ediyor. Neydi o ilk günlerde bana yönelttikleri saldırılar? Efendim, ben terörü destekliyormuşum. Hayır. İsrail radyosunun yaptığı yayınlara, oradan kurtulanların yaptığı yayınlara bakın. O gün öldürülenlerin birçoğu iki ateş arasında, özellikle de İsrail ordusunun operasyonları esnâsında öldü.

Biraz önce bahsettiğim, dünkü toplantıda da konuştuk; deklarasyonda da yazacağız bunu. O gün ne olduğuna dâir, orada hangi silâhların kullanıldığına dâir bir uluslararası soruşturma yapılsın. Birleşmiş Milletler yapsın. Filistin her açıdan haklıyken, Türkiye’de maalesef muhâfazakâr kesimin sivil toplumu da, sol seküler kesimin sivil toplumu da çok kötü sınav verdi. Halkın derin vicdânı ayakta, ama bu sivil toplumda yok oldu. Siyâset de kötü bir sınav verdi. Açık söyleyeyim: Özgür Özel’in ve birtakım siyâsîlerin ilk günlerde Filistinlilerle İsrail’i eşitleyen tutumları da hem gayri insânî hem gayri hukukî. Tayyip Erdoğan’ın riyâkâr politikası da, Almanya’da hava atmak, Mersin limanından her gün İsrail’e giden ürün ve mallar… Bu da gayri ahlâkî, gayri hukukî. Bu konuda siyâset de sınıfta kaldı. Muhâlefet bir denge kurma çabasında. Sanki bu akılcı bir politika. Allah aşkına, denge kurmaya kalksaydı, Mustafa Kemal İstiklâl Savaşı’nı başlatabilir miydi? Hasan Tahsin hangi dengenin hesâbını yaptı da meydana çıktı? Direnen ve toprağını savunan bir halkın yanında durulur; işgalcinin karşısında durulur. Ondan sonra o halka, “Aman dikkat et, yanlış yapma” diye tavsiyede bulunursun. Ama safın bellidir.

Türkiye’de maalesef birtakım çevrelerde öyle bir alışkanlık ortaya çıktı ki. “Türkiye’nin akılcı politikası” diye Sayın Erdoğan’a övgüler dizdiler, Erdoğan 18 gün sustu diye. Akılcı politikaymış. Ertuğrul Özkök, “Davutoğlu’nun aklına uymayın” diye bana karşı yazı yazdı. 

Okuyor musunuz onu?

Davutoğlu: Okuduğumdan değil, ama önüme geliyor, mecbûren okuyorum. Bunlar ezelden beri benimle meseleleri olan insanlar. Utanmıyorlar mı bu yazılarından? Bir kere de Filistinlilerin hakkından bahsedin. Bunlar da insan, bunlar da çocuk, bunlar da kadın. Yani Anti-Arapçılık üzerinden bir Türk milliyetçiliği geliştirmek… 

O Anti-Arap meselesi biraz karışık. Türkiye’de Filistin meselesi hep Araplıktan ayrı ele alınmıştı. Neyse. Sonuç olarak “İsrail’in yenmesi mümkün değil” diyorsunuz. Ama çok büyük de bir yıkım var, devam ediyor.

Davutoğlu: Bakın, şu anda bile ateşkesin sağlanması için her şeyi yapmak gerekir. Ben savaşı teşvik ediyor değilim. Ama daha önce orada üç kez ateşkes sağlandı; o günkü kayıtlara baksınlar. 2009 yılının Ocak ayında, Şam’da oturduk. Hakan Bey (Fidan) de yanımdaydı o akşam, sabaha kadar oturduk. Halid Meşal dedi ki: “Ben bu kardeşlerimi ateşkese iknâ edemiyorum, çünkü hepsi çok yaralı. Hepsinin babası ve annesi şehit. Hepsi topraklarından sürülmüş. Sizi çok sever sayarlar, siz konuşun.” Şam’da kendi Merkez Politbürosu’nda topladı onları, sabaha kadar konuştum. Öyle yürekten dinlediler ki. Çünkü benim de onlar gibi hissettiğimi biliyorlar. Aynı anda Feridun Sinirlioğlu Tel Aviv’de, telefonda İsraillilerle görüşüyordu. Sonra Feridun Bey de oraya geldi ve toplantımıza katıldı. Arabuluculuk empatiyle yapılır. Karşı taraf senin onu anladığını bilecek. Soğuk bir yüzle arabuluculuk yapılmaz. Allah rahmet eylesin, Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim de benim konuşmam için ricâ ediyordu. Sabahleyin kendisine dedim ki: “İknâ ettik”. 

Sabah Hamas tarafını iknâ ettik. Velid Muallim’le birlikte havaalanına gittik. Ben oradan Şarm El-Şeyh’e gittim. Abdullah Gül zirve toplantısındaydı. Sayın Abdullah Gül Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak orada, “Arkadaşlarımdan aldığım haberi veriyorum, şu anda ateşkes sağlandı” açıklamasını yaptı. Bütün dünya ateşkesi Abdullah Gül’ün ağzından öğrendi. Diplomasi böyle yapılır. Ankara’da oturarak iki tarafa da teennî tavsiye etmek, eski diplomasidir. Ben bundan anlamam. Şimdi de Ankara’da siyâsîler oturup, “O da haksız, öteki de haksız. O şunu yaptı, bu bunu yaptı” diye tartışıyorlar. Hayır arkadaşlar, Filistin yüzde yüz haklı, İsrail yüzde yüz haksız. Bunu dedikten sonra, dönüp Filistinlilere, “Kardeşim ateşkes yapın”, “Kardeşim kan dökülmesine izin vermeyin” diyelim. Bunu demeden Filistinlilerin kalbini kazanamazsınız.

Bugün Gazze sokaklarında Erdoğan aleyhine gösteriler yapılıyor biliyor musunuz? Katarlı Al Jazeera TV’nin yaptığı sokak röportajında, insanlar Katar ve Türkiye aleyhine konuştukları için röportajı yarım kestiler. Aynı Gazze’de, 2012’de eşim Sare Hanım’la birlikte Şifâ Hastânesi’ne gittik. Yukarıdan hâlâ bombalar yağıyordu. Gazzeliler bizi Türk bayraklarıyla karşıladı ve bir Gazzeli, “Şehit olursam beni bu bayrağın altında defnedin” dedi. Nereye gitti o emeklerimiz? Neden Biden Erdoğan’ı, Obama’nın aradığı gibi aramıyor? Çünkü aramasının bir kıymet-i harbiyesi olmadığını biliyor.

Maalesef ülkem adına gerçekten üzülüyorum, utanıyorum. Seküler kesim adına da, muhâfazakâr kesim adına da, muhâlefet partileri adına da, iktidar partileri adına da. Bu, Türkiye’ye yakışmayan bir politika. İnönü, denge gözettiği için, 1945’te, Türkiye’ye ilticâ eden Azerileri Boraltan Köprüsü’nde Sovyetler Birliği’ne teslim etti — Türkiye’nin yüz karasıdır. Menderes denge gözettiği için, Cezayir karşısında Fransa’yı destekledi — Türkiye’nin yüz karasıdır. Özal daha sonra Cezayir’e gidip bu sebepten dolayı özür diledi. Boraltan Köprüsü ise Türk Azeriler için bir yürek yarasıdır. Biz Filistinlilere bunu yapamayız. Hangi kesimden olursa olsun Müslüman, Hıristiyan, Yahudi olmanın ötesinde hepimiz insanız. İnsânî hukuk da uluslararası hukuk da yüzde yüz Filistinlilerin yanındadır. Hepimizin de pozisyonunu böyle belirlemesi lâzım. 

Hocam, çok teşekkürler, burada noktayı koyalım. Gelecek Partisi Genel Başkanı Sayın Ahmet Davutoğlu ile siyâsî gündeme dâir ve Filistin, Gazze ve İsrail’e dâir her şeyi konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.