Ruşen Çakır yorumladı: Dört haber, tek Türkiye

Hrant Dink’in katili Ogün Samast, Akçaabat Asliye Hukuk Mahkemesi’ne yazılı dilekçeyle başvurarak, adının değişmesini talep etti. Samast’ın gerekçesini değerlendirecek olan mahkeme, ad değiştirme talebine yönelik karar verecek.

Resmi Gazete’de 12 Aralık Salı günü yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararında yatırım karşılığı yabancılara vatandaşlık imkanı veren yönetmelik değişti. Resmi Gazete’de yayımlanan kararda: “11/2/2010 tarihli ve 2010/139 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Türk Vatandaşlığı Kanununun Uygulanmasına İlişkin Yönetmeliğin 20 nci maddesinin ikinci fıkrasının (b) bendinde yer alan “döviz tutarındaki taşınmazı” ibaresi “döviz tutarındaki kat mülkiyeti veya kat irtifakı kurulmuş ya da üzerinde yapı bulunan arsa vasıflı taşınmazı” şeklinde değiştirilmiştir” denildi.

Motokurye Yunus Emre Göçer’e çarparak öldüren Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud’un oğlu Muhammed Hassan Şeyh Mahmud’un yurtdışına kaçtığı tespit edildi. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlu Muhammed Hasan Şeyh Mahmud’un yaptığı trafik kazasıyla ilgili ilk kusur değerlendirmesini yapan polis memurları hakkında adli soruşturma başlatıldığını söyledi.

Türk futbolu 11 Aralık gecesi uzun yıllar unutamayacağı bir skandal yaşadı. Trendyol Süper Lig’in 15. haftasında MKE Ankaragücü ile Çaykur Rizespor’u Eryaman Stadı’nda ağırladı. Mücadele karşılıklı gollerle 1-1 sona erdi. Karşılaşmanın son ermesiyle beraber Ankaragücü Başkanı Faruk Koca, sahaya girip hakem Halil Umut Meler’e yumruk attı. Meler, yüzüne isabet eden yumruğun ardından yere düştü.

Ruşen Çakır değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Bugün şu âna kadar pek yapmadığım bir şey yapacağım. Birbirinden farklı görünen dört haberden hareketle bir Türkiye anlatmaya çalışacağım. Bunlar tabiî ki Türkiye’de 20 küsur yıllık AKP ve Erdoğan iktidârının Türkiye’sinden dört ayrı olay. İlk bakışta gerçekten birbirinden bağımsız gözüküyor; ama hepsini Türkiye’de AKP’yle, Erdoğan yönetimiyle berâber yaşanan değişikliklerle ilişkilendirmek pekâlâ mümkün. 

Öncelikle Ogün Samast’tan bahsetmek istiyorum. Çok küçük bir haber oldu. Trabzon Akçaabat Asliye Hukuk Mahkemesi’ne dilekçe vermiş adını değiştirmek için. Adından utanıyor belli ki. Utanmakta haklı. Ama adını değiştirse bile o utançtan kurtulması mümkün değil. O utanç nedir? 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’i öldürmüş olması, katletmiş olması ve tabiî ki o günden bugüne kadar da bir şekilde korunmuş olması. Yaşı nedeniyle şartlı tahliyeyle 15 Kasım’da bırakıldı. Tabiî ki onun bırakılması bayağı bir rahatsızlık yarattı. Toplumun tamâmı tarafından olduğunu söyleyemem maalesef; ama Hrant Dink gibi Türkiye’yi seven bir insanı öldüren, göz göre göre öldüren bir katilin, bir faşist katilin çok net bir şekilde, böyle rahat bir şekilde 16 yıl sonra tekrar toplumun arasına girmesi… Kendisine daha sonra bir dâvâ daha açıldı, 5-10 yıl arası hapis talebiyle. Hattâ bu dâvâ için Akçaabat’tan, uzaktan ifâde de verdi ve siyah şapkasıyla gitti. Ama oradan pek bir şey çıkacağa benzemiyor. Çıksa bile bu hak ettiği cezâ değil. Ama daha önemlisi bu cinâyeti, “derin” bir cinâyet olduğu belli olan bu cinâyeti AKP iktidârı aydınlatmadı. Sürekli dâvâlar açılıyor, değişik değişik dâvâlar açılıyor. Hâlâ süren dâvâlar da var, ama burada bu olayı aydınlatmaya yönelik bir irâde gözükmüyor. Halbuki cinâyetin işlenmesinden sonra 2007’de ilk verilen tepkilerde daha farklı bir şey vardı; çünkü bu cinâyetin aynı zamanda kendi iktidarlarına yönelik olduğu yolunda da bir duygu vardı AKP’lilerin bâzılarında, o dönemdeki yöneticilerinde. Ama daha sonra belli ki bu duygudan arınıldı ve üzerine gidilmiyor. Belki de bu cinâyetin arkasında bir şekilde olan kişilerle barışılmış bile olabilir. Her neyse; sonuç olarak –şu anda görüyorsunuz– zamânında Ogün Samast’la hâtıra fotoğrafı çektirmişti Emniyet görevlileri — bir katille. İlk yakalandığı zamanla sonrası arasındaki farkı da görüyorsunuz. Cezâevinde bayağı iyi bir 16 yıl geçirmişe benziyor — 16 yıldan biraz fazla, 17’ye yakın. Ve sonunda aydınlanmamış bir cinâyet olarak, Türkiye’de hep olan, hep olagelen, ama AKP iktidârının ilk başta aydınlatacağının sözünü verdiği bir cinâyetin ortadaki fâili olarak yatacağını yattı kendine göre, şimdi çıktı ve şimdi de adını değiştirmek istiyor. Bakalım adını değiştirme talebini kabul edecekler mi ve bakalım kendine nasıl bir ad seçecek diyeceğim; ama herhalde öğrenemeyiz.

İkinci olarak; çok alâkasız gibi gelebilir, ama bir Cumhurbaşkanlığı kararnâmesine bakalım. O da nedir? Türk vatandaşlığı kanununun uygulanmasına ilişkin yönetmelikte değişiklik yapılmasına dâir yönetmelik. Hep böyle birtakım yönetmelikler, kararnâmeler çıkıyor, sonra üzerlerinde tekrar değişiklik yapılıyor. Neydi olay? Belli bir miktar döviz karşılığında binâ alan, apartman dâiresi vs. alan yabancılara istisnâî olarak vatandaşlık veriliyor. Bu yönetmelikle birlikte “döviz tutarındaki taşınmaza” ibâresi yerine, “döviz tutarındaki kat mülkiyeti veya kat irtifâkı kurulmuş ya da üzerinde yapı bulunan arsa vasıflı taşınmazı”, yani arsa sâhibi olmak, toprak sâhibi olmak vatandaş olmak için yeterli olacak artık bu yeni düzenlemeyle. “Ne fark edecek?” denebilir. Ama sonuçta burada doğrudan bir toprak satımı söz konusu; zâten genellikle insanlar bunu konuştular. Şimdi kime veriliyor bu vatandaşlık? Parası olana. Ama Türk vatandaşı olmayı kim tercih eder? Tabiî ki bizim daha doğumuzdaki ülkelerden genellikle oluyor ya da bir şekilde kendileri hakkında başka yerde idârî kovuşturma olan ya da adlî kovuşturma olan kişiler — ki özellikle gazeteci arkadaşlarımız, Tolga Şardan, Murat Ağırel, Timur Soykan gibi gerçekten övünülesi işler yapan gazeteci arkadaşlarımız sık sık yaptıkları haberlerde yasadışı birtakım olaylarla ilgili adı geçen, tutuklanan kişilerle, aranan kişilerle ilgili yaptıkları haberlerde sık sık karşımıza çıkıyor: Bunların bâzıları vatandaşlık almış. Hattâ bugün Murat Ağırel’in haberi vardı. Aslen bir Hint vatandaşı Türk vatandaşı olmuş ve yanılmıyorsam Filipinler’de başına bir iş gelmiş. Yani böyle kendi ülkesinde aranan, bir yolsuzluk nedeniyle aranan birisi Türkiye’de taşınmaz sâhibi olarak vatandaşlık kazanmış. Tolga Şardan’ın yaptığı bir haber vardı. Rakamı vermedi, ama bugüne kadar elde edilmiş vatandaşlıkların toplamından fazla sayıda kişiye böyle bir istisnâî vatanadaşlık tanındığı yolunda. Bu “yerli ve millî” iddiasıyla ne derece örtüşen bir şey açıkçası çok tartışılır. Dünyanın her yerinde, değişik ülkelerin değişik vatandaşlık sistemleri var. Amerika Birleşik Devletleri’nin başka, Avrupa’nın farklı ülkelerinin farklı. Başka ülkelerde de vatandaşlık ya da oturma izni alabilmek için birtakım yatırımların teşvik edildiğini biliyoruz ya da Türkiye’nin meselâ İngiltere’yle, Birleşik Krallık’la arasındaki Ankara Antlaşması’na göre belli bir yatırımla oturma izni veriliyor meselâ, vize gibi. Bunları biliyoruz. Ama vatandaşlığın böyle bir borsa hâline gelmesi, özellikle Arap ülkelerinde birtakım şirketlerin bunun üzerine çalışıyor olması, Türkiye’nin vatandaşlığının pazarlanıyor olmasını bir yere çok ciddî bir şekilde not düşmek gerekir. Bunun milliyetçilik iddiasıyla ne derece örtüştüğü ayrı bir tartışma konusu; ama devletin, ülkeyi yönetenlerin sıcak para ihtiyâcıyla nerelere yöneldiklerini de gösteriyor. Yani yabancı sermâyeyi Türkiye’ye getirmekle, yabancıları vatandaşlık üzerinden birtakım mülk edinmelerini teşvik etmek arasında çok büyük fark var. Burada tabiî ki en önemli hususlardan birisi, Türkiye’nin ülkeye yabancı sermâye getirme, özellikle Batı’dan getirme konusunda çok zorlanması. Bunun da temel nedeni Türkiye’nin hukuk devletinden iyice uzaklaşması. Yakında gittiğim Brüksel’de, Avrupa Birliği nezdinde gazeteci bir grup olarak gittiğimizde yaptığımız görüşmelerde de karşımıza bu çıktı. Hukukun üstünlüğü meselesi Türkiye’de geçerli olmadığı için, Türkiye artık bir hukuk devleti olarak görülmediği için, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda çok şüpheler olduğu için, yatırımcıların gelmekten çekindiği, gelmek istemedikleri söyleniyor. Yatırımcı gelemezse o zaman tek tek bireyleri vatandaşlık üzerinden çağırma, böyle bir piyasa oluşturma yoluna gidildi — ki bu da bence Türkiye’nin geldiği acı durumu gösteriyor.

Hukuk devleti demişken üçüncü konumuza geçebiliriz: Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud’un oğlu Muhammed Hasan Şeyh Mahmud bir vatandaşımızı trafikte katletti, biliyoruz. Vatandaşımız bir motorlu kurye: Yunus Emre Göçer. Otizm hastalığı olan oğlunun tedâvisi için de özel olarak böyle bir işi yaptığı söyleniyor. O da ayrıca iç burkucu bir şey. Burada baktığımız zaman, bu cinâyete, bu trafik cinâyetine baktığımız zaman, başından îtibâren ihmal değil artık bu. Bu başka bir şey. Kasıtlı olarak âilesine intihar ettiği söyleniyor ya da kendisinin hatâlı olduğu söyleniyor. O kişi, Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlu tutuklanmıyor. Avukatın kaçar diye yaptığı başvurusuna rağmen –ki dilekçesi haberleştirildi, görmüşsünüzdür– yurtdışına gitmesine göz yumuluyor. Belki de yurtdışına gitmesi bir şekilde birileri tarafından telkin ediliyor ve ardından âile bu işin peşine düşünce olay daha netleşmeye başlıyor. Âile pekâlâ korkabilirdi. Büyükşehir belediyesi –bir de tabiî o önemli– kamera kayıtlarını yayınladı ve kamera kayıtlarında çok net bir şekilde Somalili Muhammed Hasan Şeyh Mahmud’un resmen bir trafik cinâyeti işlediği gözüküyor, çıplak gözle görülen bir şey. Buna bu raporlar nasıl kesildi? Yunus Emre Göçer ilk başta yaralı, daha sonra hayâtını hastânede kaybediyor. Onun ölümüne neden olan kişinin yurtdışına gitmesine nasıl izin verildi? Sonra yapılan açıklamalarda, “Sonuna kadar tâkip edeceğiz” vs. denildi. Ama biliyoruz ki Somali’yle Türkiye arasında bir kere güçlü bir suçluluların iâdesi anlaşması yok. İkincisi, Somali… Yani gerçekten ilginç bir olay, yani “ilginç” dediğim, acı anlamda ilginç bir olay. Daha önce Türkiye, Trump’ın bastırmasıyla Râhip Brunson’u meselâ serbest bırakmıştı. Merkel’in bastırmasıyla Alman vatandaşı birtakım Türk asıllı Alman vatandaşı gazeteciler ya da Macron’un talebiyle bir Fransız gazeteci gibi örnekler yaşamıştık — ki o olayların hepsi böyle fiilî bir suç değildi; düşünce suçu gibi abes bir kavrama giriyordu ve dolayısıyla onların bırakılması bir yerde anlaşılır bir şeydi. Ama buralarda da yargının bypass edildiğini, yargıya tâlîmat veren iktidârın tekrar aynı tâlîmatlarla bu kişileri pazarlıklar sonucu ülkelerine yolladıklarını biliyorduk. Burada Somali’den bir olay var ve göz göre göre yaşanan bir olay var. Muhtemelen olayın aydınlanacağı, netleşeceği düşünülmedi ve kapatılacağı düşünüldü. Ama ortaya çıkarıldı. Burada tabiî şunu görüyoruz: Her şeye rağmen, yani bütün hukuksuzluğa vs.’ye rağmen, görevlilerin görevlerini yapmama, bilinçli bir şekilde yapmamasına rağmen –yani o raporların öyle hatâ sonucu yazılmış olduğunu düşünmek hiç de gerçekçi değil–, ona rağmen Büyükşehir Belediyesi videoyu yayınlıyor, âile olayın tâkipçisi oluyor ve gücü çok fazla olmayan, anaakım olmayan medya, özellikle sosyal medya üzerinden varlık gösteren medyanın ve vatandaşların tâkibiyle bu olayın peşine gidiliyor. Şu hâliyle bakıldığı zaman, resmî açıklamalar var, “Kararlılıkla üzerine gidilecek” diye; ama ne olacak, nasıl olacak? Büyük bir ihtimalle zaman içerisinde unutulması bekleniyor herhalde. Kaldı ki önümüzde bir örnek var: Cemal Kaşıkçı cinâyeti. Bu cinâyetle ilgili Erdoğan’ın Washington Post’ta yazısı var: “Ne olursa olsun biz bu olayın peşini bırakmayacağız” diye. Türkiye topraklarında işlenmiş vahşi bir cinâyetti ve Türkiye sonuçta bu yargılamayı iptal etti ve Suudî Arabistan’la barışıldı, anlaşıldı ve doğrudan bu olayın sorumlusu olarak düşünülen, gösterilen, Türkiye’deki iktidar tarafından da gösterilen Veliaht-Prens’e de bayağı bir yakınlaşıldı. Yani benzer bir olay. Bütün bunlar –hani nasıl söyleyeyim? Benim gibi solcu bir adama bunu söyletiyorlar ama– Türkiye’nin îtibârı meselesini, bu kadar “îtibârdan fedakârlık olmaz” diyen bir iktidârın böyle konularda nasıl Türkiye’nin îtibârını sarstığını, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yüreğini burktuğunu bir kere daha gösteriyor. Bir vatandaşımız, ekmek parası için kuryelik yapan bir vatandaşımız göz göre göre hayâtını kaybediyor. Bir trafik cinâyetine kurban oluyor ve sonuçta öldüğüyle kalıyor maalesef ve sorumlular hakkında yapılması gerekeni yapmıyor. Devlet burada hepimiz için var; ama orada olmadı, işini yapmadı. Şimdi işini yapacağını vaat ediyor. Ama bakalım ne çıkacak? Ben açıkçası pek bir beklenti içinde değilim. 

Son olarak: Hakem olayı. Hakem olayının o kadar çok boyutu var ki, Halil Umut Meler olayının. Ne dedi Faruk Koca? “Amacım tükürmekti.” Yani tükürmek normalmiş gibi. “Attığım tokat kırığa sebebiyet vermez.” Şu anda görüyorsunuz, tokat dediği şey bayağı bir yumruk. Önce yumrukluyor, sonra başkaları da hep birlikte tekmeliyorlar. Çok acayip bir olay. Ama bu olayın birçok boyutu var. Her şeyden önce Faruk Koca daha yeni Fair-Play ödülü almış. Nasıl aldıysa… Federasyon tarafından kendisine Fair-Play ödülü verilmiş yönetici olarak. İki dönem AK Parti milletvekilliği, Ankara milletvekilliği yapmış, AK Parti kurucusu. Erdoğan’ın eski ev sâhibi. Uzun bir süre Erdoğan onun evinde kaldı. Ve çok ilginçtir, onu bilenler bilir, tekrar hatırlatalım:

2006’da Erdoğan zırhlı araçta mahsur kalınca o aracın camlarının kırılmasını sağlayan, balyozu bulan, temin eden kişi, yani bir anlamda Erdoğan’ın hayâtını kurtaran kişi. Çok yakınındaki bir isim. Ama burada o kadar açık ve netti ki her şey –şu fotoğraflara bakınca görüyorsunuz– Erdoğan bile sâhip çıkamadı diyeyim. İlk olarak ne yapıldı? AK Parti’den ihrâcı için AK Parti disiplini harekete geçti. Ardından mahkemeye gitti, ama önce kalp rahatsızlığı geçirdiği için müşâhede altına alınmış Faruk Koca, daha sonra tutuklandı. İki kişiyle berâber tutuklandı. Liglere ara verildi. Ne olacağı belli değil. Ama bütün bunların hepsinde, aslında Türkiye’de futbol da Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu büyük çözülmenin, kokuşmuşluğun bir göstergesi. Şu Halil Umut Meler’in başına gelen aslında Türkiye’nin başına gelen. Hani sosyal medyada açılan hashtag’lerde, “Bu yumruk hepimize” deniyor ya? Aslında bir yerde doğru. Ama biz bu yumruğu çoktan yedik. Bu olay zâten gerçekleşmese bile, yani şu olay gerçekleşmese bile, Türkiye’de yaşadığımız, futbol adına yaşadığımız, Türkiye’de futbol endüstrisi denen olay, hepsi aslında Türkiye’nin son dönemde yaşadığı çözülmenin bir göstergesi. Faruk Koca’nın AK Parti’yle çok özdeşleşmiş bir kişi olması işi daha ilginç kılıyor. Ama ne oldu? İçişleri Bakanı, hakem Meler’i ziyârete gitti. Gittiği zaman Erdoğan’la hakemi konuşturdu. Erdoğan bizzat hakeme de geçmiş olsun dileklerini iletti, tavrını belirledi. Ama bu kadar alenî olmasaydı, olaylar nasıl gelişirdi bilmiyorum. Bütün bu süreçte aslında Türkiye’deki spor câmiasının, özellikle futbol câmiasının özerklikle şununla bununla hiçbir alâkası olmadığı, siyâsî iktidarla alabildiğine iç içe geçmiş olduğu ve siyâsî iktidârın kriziyle berâber bu krizi hepsinin bizzat yaşadığını görüyoruz. Buradan sonra bunun toparlanması… İşte, diyelim ki Faruk Koca hapis cezâsı aldı, ömür boyu mahrum edildi, Ankaragücü’ne çok ağır bir cezâ verildi vs.. Bütün bunlar bir yere kadar bir makyaj olacak, çünkü Türkiye artık birçok kurumuyla –bunun içerisinde ekonomisi de var, yargısı da var–, birçok kurumuyla tam bir çözülme içerisinde. Futbol bunun en bâriz olanlarından birisi. Son dönemde yaşanan o büyük tefecilik olayına bu kadar çok futbolcunun –ya da “futbol insanı”nın diyelim, sâdece futbolcular yok biliyorsunuz– karışmış olması herhalde tesâdüf değil. Oradaki isimler, orada söz konusu olan paralar, göz göre göre o paraların kaptırılmış olması, paraların nereye gittiğinin tam da anlaşılamamış olması vs. bütün bunların hepsi aslında bütün bir Türkiye fotoğrafının kendisi.

Bakıyoruz tekrar: Aydınlanmamış, aydınlatılmamış; “aydınlatılamamış” demiyorum, aydınlatılmamış bir Hrant Dink cinâyeti her zaman karşımıza çıkıyor, fâiliyle berâber en azından. Topraklarını da vatandaşlık karşılığı satan bir ülke. Kendi vatandaşının göz göre göre trafikte öldürülmesinin hesâbını sormayı –nasıl söyleyeyim?– ihmal eden değil sormayan bir ülke, bir yönetim. Ve en sonunda da futbolda patlayan bütün her şey. Yani yaşadığımız bütün çöküntünün aslında resmiydi o olay, Faruk Koca olayı. Bir süre, uzun bir süre konuşacağız. Dünya da konuşuyor. Ama buradan bir olumlu çıkış olacağını düşünen varsa, ben –ki kendimi çok iyimser, naif görürüm– onları çok naif olmakla, yani bir anlamda saf diyelim hadi, en iyi tâbirle saf olmakla itham ederim. Gerçekten hep birlikte yaşadığımız şeyler, bu tür olaylarla karşımıza çıkan ortak yazgımız, ülke olarak ortak yazgımız hiç de iyi şeylere işâret etmiyor maalesef. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.