Ruşen Çakır’ın konuğu Prof. Lale Akarun: Boğaziçi Üniversitesi için yas vakti

Boğaziçi Üniversitesi’ne 2 Ocak 2021’de Melih Bulu’nun rektör olarak atanması ile başlayan eylemlerin üçüncü senesine giriliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin son durumunu, ilerleyen günlerde neler olacağını, “Boğaziçi Üniversitesi’nin yasını tutmak” yazısını Prof. Dr. Lale Akarun, Ruşen Çakır’a anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Boğaziçi Üniversitesi’ni konuşacağız. Bilgisayar Mühendisliği bölümünden Prof. Lale Akarun konuğumuz. Kendisiyle üniversitenin düştüğü kötü durumu konuşacağız, öyle diyelim. Hocam, hoş geldiniz.

Lale Akarun: Hoş bulduk.

Çok çarpıcı bir yazı yazdınız. Gerçekten biz de Medyascope’ta olduğu gibi yayınladık ve orada bir yastan bahsediyorsunuz. Ve siz başından îtibâren orada direnişin içerisinde olan, öne çıkan isimlerden birisiniz. Ama “artık gerçekleri konuşma zamânı” dediniz.

Lale Akarun: Evet.

Bir de aşama aşama bahsettiniz. Yazıyı okumayanlar için bir özetleseniz.

Lale Akarun: Olur. Şöyle, aslında 3 sene oldu, hemen hemen 3 seneye yaklaşıyor. 2 Ocak 2021’de bir uyandık, üniversitenin başına bir kayyum atanmış. Böyle dememin bir sebebi var. Sâhiden atanan kişi bir akademisyen sayılamaz. Akademisyenlik mesleği başka bir şey. Bir memur, üniversiteyi yönetmesi ve dönüştürmesi için atanmış bir memur. Bunu bir şeye benzetebiliriz, belki akademik dünyadan gelmeyen kişiler için buna en benzer şey; “düşmanca şirket devri” dedikleri bir şey var. İngilizcesi hostile takeover. Tam olarak bu. Yani şirketi tasfiye etmek üzere, dönüştürmek, malını mülkünü satmak, çalışanlarını işten çıkarmak üzere yapılan bir şey. Tam olarak ona benziyor. Tabiî şirket dünyasında da buna karşı işte birtakım şirket birleşmelerinde filan meselâ bir sözleşme yapılıyor. A Grubu hisseler vs. yani bir denge sağlamaya çalışılıyor. Üniversitenin de buna benzer bir şeyi vardı aslında. Üniversitelerin biliyorsunuz, yani çok kapsamlı, demokratik bir yönetim usûlü vardı. Üniversiteler küçük devletler gibi düşünülebilir. Bir meclisleri var, bir bakanlar kurulları var. Meclisleri, senatoları var. Senatoları kural koyuyor, yönetmelik yapıyor, yeni dersler tanımlıyor, işte, kanun yapar gibi. Yönetim kurulları da bakanlar kurulları, bunu yönetiyor. Ama oldukça demokratik bir usûlü vardı. Senatosunda da yönetim kurullarında da seçilmiş üyeler var ve üniversitenin her tarafından seçilmiş üyeler. Bizim üniversitemizde bu sistem çok iyi işliyordu. Örneğin ben uzun seneler üç değişik rektör altında mühendislik fakültesinin seçilmiş senatörü olarak görev yaptım, 2000’li senelerde hep. Başka kişiler de seçilerek geliyor üniversitenin her tarafından ve demokratik usûllerle karar alıyorduk. Birbirimizi dinleyerek, tartışarak, birbirimize karşı çıkıp, karşı savlar öne sürerek. Her karârımızı böyle alıyorduk. Tabiî bir kayyum atandığı zaman, sudan çıkmış balığa döndük tam tâbiriyle. Çünkü üniversitenin senatosu ve yönetim kurulları bu kişiyle çalışmak istemedi, reddettiler. Toplandılar, Ankara’ya YÖK’e gittiler. Böyle olmaz dediler. Bunu görünce, yani yönetim kurulunu ele geçiremezseniz, ne yaparsınız? Yönetim kuruluna yeni üyeler atarsınız, sayısını çoğaltırsınız kendinize taraftar bulmak için. Bir gece içinde iki tâne fakülte kurdular okula. Yani yine aynı şekilde bir cumartesi sabahı uyandık, iki yeni fakültemiz olmuş. Fakülte demek, hem üniversite yönetim kurulunda hem de senatoda daha çok sayıda üye demek. Yani aslında fakülteler yok. İçi kabuk, yani kâğıt üstünde olan bir şey. Ama tabiî öyle olunca dedi ki: “Ben kendimi de dekan atadım bu yeni fakülteye. Benim yardımcımı da şu fakülteye dekan atadım, şu insanları da temsilci atadım.” İşte yeni yeni… Sonra o da yetmeyince, işte buradaki mevcut eski dekanlara, üniversitenin uzun süredir görev yapmış değerli öğretim üyelerine, onlar hakkında meselâ soruşturma açarsınız, soruşturmayı bahâne gösterip görevden alırsınız. Dekanları bu şekilde görevden aldılar. Onların yerine koyacak kimseleri de yok. Çünkü üniversite toptan karşı bu duruma. Başka yerlerden birilerini getirdiler. Yani o başka yerler de… Başka yerler diyorum, adını duymadığımız üniversitelerden, “Böyle bir yer mi varmış?” dediğimiz yerlerden birtakım insanlar getirdiler. Onları dekan yaptılar. Senatoya soktular. Bu şekilde tamâmen bir ele geçirme…

Peki süreç tamamlandı mı?

Lale Akarun: Şöyle, yani bunlar bir seneye filan yayılarak yapıldı. Biz her aşaması… Çünkü aslında her aşaması hukuksuz. Yani meselâ ikimiz senatoya giriyoruz, ben 8 tâne oy atıyorum, siz 10 tâne oy atıyorsunuz. Oy birliğiyle kabul ediliyor istediğimiz şeyler. Böyle şey olmaz ki. Yani bu şekilde tamamlandı süreç. Hepsi için mahkemelere başvurduk, îtiraz ettik. Sanırım 100’e yakın dâvâmız var. Danıştayda var, idârî mahkemelerde var, diğer başka mahkemelerde var. Bir kısmını da kazanıyoruz, ama bir şey olmuyor. Mahkeme kazanılınca aynı şeyi bir daha yapıyorlar, bir daha mahkeme açıyorsunuz. Hiçbir şey olmuyor. Tabiî ki bu getirdikleri insanlar Boğaziçi’nin işe alım kriterlerine, akademik personel olma kriterlerine uymuyor. Bizim çok ayrıntılı kriterlerimiz var. Bunların hiçbirine uymayan kişilerdi. Onlara da dâvâ açtık, bunlar uymuyor diye. Onları da değiştirdiler, kriteri aşağı çektiler. Yani kriterleri aşağı çektiler. Şu şekilde örnek vereyi: Getirdikleri kişilerden bir tânesi daha önce kısa bir dönemde Boğaziçi’nde öğrencilik yapmış. Boğaziçi’nden öğrenciliği kesilmiş sonra. Yani kötü bir şey değil, atılmış. Sebebi de İngilizce hazırlık sınıfında başarısız olması, İngilizce hazırlıktan başarısız olduğu için. Daha sonra CV’sine bakıyorsunuz. Zâten o yaşlar insanın öğrenmeye en açık olduğu yaşlar. Daha sonraki yıllarda bir şey öğrenmek çok daha zorlaşıyor. Ben hâlâ İngilizce bildiğine inanmıyorum. İngilizce bilmeyen bir kişiyi Boğaziçi’ne hoca diye aldılar. Bütün dersler İngilizce biliyorsunuz. Zâten bu kişi ders de vermiyor bu arada. Sadece müdürlük yapıyor. Yani müdürlük yapması için aldılar. Bu yöntemlerle işe aldıkları akademisyenlerin içlerinde eminin çok değerli kişiler vardır. O kişileri de kırmak istemem burada. Eminim ki iyi akademisyenler vardır. Fakat akademisyen işe alımını baştan aşağı değiştirdiler. Şu şekilde değiştirdiler. Meselâ biz bilgisayar mühendisliği bölümüyüz değil mi? Bilgisayar mühendisliği bölümünde hangi alanlar gelişiyor? Diyelim ki kuantum bilgisayarlar diye bir alan var. Biz bu alanda bir kişi işe almak istiyoruz. Bunu önce kendi aramızdaki bölüm, yani demokratik şey şöyle, biz bölümde öğretim üyeleriyiz. Profesör, doçent ve doktora öğretim üyeleri var. Ama hepimiz bir kişi bir oy olacak şekilde bir bölüm başkanı seçeriz. O bölüm başkanı sadece eşitler arasından birincidir. Yani o bölümün işlerinin düzenli yürümesini sağlar. Berâber oturup tartışırız. Hangi konular öne çıkıyor, hangi konuda öğretim üyesi almalıyız, kriterlerimiz ne olmalı, nasıl duyuru yapmalıyız? Kendi aramızda bunları konuşur, bir kadromuz var ise işte dekanlıktan bir kadro îlânı için istekte bulunuruz. Kriterleri yazarız. Zâten önceden senatodan geçmiş kriterlerimiz var. Sonra gelen kişileri dinleriz. Seminer verirler. Dış jüri üyelerinde bu alandan anlayacak insanlar bulunur. Bu kişilerin CV’lerine göre raporlar yazar, dış ve iç, bu şekilde. Ve bölüm bir bölüm görüşü yazar. Fakülte, ayrıca bölüm başkanı beğenilen kişinin CV’sinden bir rapor hazırlar. Bütün fakülteye, mühendislik fakültesine okur herkesin katıldığı bir toplantıda. Orada da sorular sorulur ve oylama yapılır. Ve yani mühendislik fakültesine katılacak kişi bu şekilde işe alınırdı. Şimdi şu şekle dönüştü, size anlatayım. 2021 bütçe görüşmelerinde, biliyorsunuz bütçe görüşmelerinde şimdi de yapılıyor, her bakanın 5 dakika zamânı oluyor. Çıkıyor, bakanlığının bütçesini sunuyor, vizyonunu sunuyor, işte, ne için ne yatırımlar, ne amaçla yapıldığı yapılıyor. Yani bunları yapması lâzım değil mi? Bakanlardan bir tânesi çıktı dedi ki: “Boğaziçi diye bir üniversite var. Harika bir aday var. Onu işe almadılar.” Meğerse âilesinden bir bireymiş ve o kişi işe alındı. Nasıl alındı? Rektörlük îlânı verdi. Rektörlük jürileri saptadı. Biz dâvâ açtık bu sürece. Biz de daha iyi adaylar başvursun diye çabaladık. Başka çok daha iyi adaylar da başvurdu.

Hangi bölüme bu?

Lale Akarun: Bilgisayar mühendisliği. Bu benim birinci elden bildiğim bir konu olduğu için anlatıyorum. Bu kişi alındı. Belki çok iyi bir öğretim üyesi de olabilir. Bence değil ama. Bu şekilde öğretim üyesi alamazsınız. Yani öğretim üyelerini rektörler almaz. Akademi bir uzmanlaşma işidir. Herkes kendi uzmanlık alanından sorumludur. Yani bir kişinin uzmanlığını ancak o alandaki diğer kişiler değerlendirebilir. 

Peki 3 yıla yakın bütün bu süreçte… Boğaziçi’nin bu kadar konuşuluyor olmasının nedeni Türkiye’nin en önde gelen üniversitelerinden birisi olması. Hem ülke çapında hem dünya çapında. Şu anda bakıldığı zaman, üniversitenin, nasıl denir bilmiyorum ama, değerinde nasıl bir şey var?

Lale Akarun: Pek tabiî ki Boğaziçi Üniversitesi bir üniversite olmaktan çıktı. Yani onun için diyorum “Boğaziçi öldü” diye. Üniversite bir kere üniversitenin ne olduğunu bilmeyenler tarafından yönetiliyor. Bir kere üniversitenin aslî görevi sorgulayıcı olmaktır, eleştirel düşünmeyi öğretmektir. Şöyle anlatayım, başka da çok iyi üniversitelerimiz var. Hani burada Boğaziçi güzellemesi yapmaya gerek yok. Ancak Boğaziçi Üniversitesi’nin kendine özgü bir yapısı vardı. Küçük bir üniversite. Ben üniversiteye 1980’de girdim. Biraz kendi şeyim üzerinden anlatayım. 1980’de girdim. Ben elektrik mühendisliği okudum üniversitede. Bilgisayar mühendisliği bölümü yoktu o zaman. Elektrik mühendisliği bölümüne 1980’de girdim. Ankara Fen Lisesi’nden mezun olarak girdim. O zaman 96 kişi mezun olurduk. Yani hemen hemen en az bir yarımız da ilk 100’ün içinde olurduk. Çok iyi öğrencilerin olduğu, hâlâ da öyle bir okuldur. Boğaziçi Üniversitesi’ne o zaman geldim. Boğaziçi’nin o zamanki hâli küçük bir okuldu. Ama o yıllar Türkiye’nin dışa çok kapalı olduğu yıllardı. Türkiye’de yani 70’lerde okuduk. Lise okuduk. Kibrit bulunmazdı. Ne bileyim, fuel oil yokluğu vardı. Bir sene meselâ yatılı okulda kaloriferlerimiz yanmadı. Öyle bir dönemdi. Kıbrıs sonrası ambargo vardı. Çok zorluk, yokluk dönemleriydi. Boğaziçi çok dışarıya açık bir üniversiteydi. Yani fiziksel olarak kastetmiyorum. Fiziksel şartları yine kötüydü. İşte, yurtlarda 20 kişi bir odada kalır. Yine öyle fiziksel şartlarda, ama hocaları çok dışa dönük insanlardı. Yani dünyayı görmüş, dünyada ne olup bittiğini bilen, bu coğrafyanın içine sıkışmış insanlar değillerdi. Çok çok iyi hocalardan dersler aldık ve özelliği de, mühendislik öğrencileri olarak çok farklı, meselâ ben dört tane târih dersi aldım ve çok iyi hocalardan aldım. Çok iyi ekonomi dersleri aldım. Onları da çok iyi hocalardan aldım. Bir kere her şeyden önce, imkânları ne kadar kısıtlı olsa da çok öğrenci odaklı bir üniversiteydi. Yani öğrencilere kendilerini gerçekleştirmeleri için, bulmaları için fırsat tanıyan bir yerdi. Kulüplerde öğrenciler çok çeşitli faaliyetler yapabilirdi. Yani bizim elektrik mühendisliği sınıfından her şey çıktı. Ekonomist çıktı, felsefeci çıktı, târihçi çıktı, sinemacı çıktı. Nuri Bilge Ceylan benim sınıf arkadaşımdı. Bora Ebeoğlu vardı, çok iyi müzisyen çıktı. Değişik alanlarda çok kendini geliştirmiş bu insanlar üniversiteden de mezun oldular, ama aslen kulüplerden mezun oldular. Böyle bir ortamdı. Ama küçük bir kolejdi. Yani 2000-3000 kişi gibiydi. Ben asistanlık da yaptım mezun olduktan sonra. Sonra TÜBİTAK’tan bir burs kazanıp yurtdışında, Amerika’da New York’ta doktora yaptım. Doktoradan sonra geldiğim sene, 1992 senesi, tam geldiğim sırada Üstün Ergüder hocamız rektör atandı. Onun rektör atanmasının bir hikâyesi var. Tam işte o zaman bir değişim dönemi. Üniversitede diyorlar ki: “Biz bir seçim yapalım, rektörün görev süresi bitiyor.” Daha önce askerî darbe döneminde atanmış olan çok saygıdeğer bir rektörümüz vardı; ama öyle bir askerî darbe döneminde üniversiteyi –şimdi takdirle karşılıyorum– çok zarar vermeden yönetmiş. Çok iyi bir akademisyen. Ama yani, “Bir dönem kapanıyor. Artık daha demokratik bir döneme giriyoruz. Seçimle seçelim” diyorlar. Üniversitede bir seçim yapıyorlar kendi kendilerine. Ondan sonra Üstün Ergüder hocamız en yüksek oyu alıyor. Ve gidip Ankara’da siyâsileri iknâ ediyorlar: “Bu iyi bir usûldür. Bu şekilde üniversiteler kendi yöneticilerini seçebilir. Siz bunları atayın. Önce bir seçim olsun, siz bunları atayın.” Ve bu bir usûl hâline gelip bütün üniversitelerde yerleşti hatırlarsanız. Ve yani Boğaziçi’ndeki demokratik olgunluğun göstergesi, 3 kişi ya da 4 kişi seçime giriyor. İkinci, üçüncü ve dördüncü olan kişileri de rektör yardımcısı olarak seçiyor Üstün Ergüder hocamız. Yani çok başarılı bir dönem. O dönemde üniversiteye yeni bir yön veriyorlar. Yani yeni bir stratejik plan yapılıyor ve araştırma üniversitesi olması hedefi konuluyor. Yani tam o dönemde akademisyen olarak işe başladım. Ve şimdi yanlış anlaşılmasın, ben Üstün Ergüder hocayı çok büyük takdirle burada anlatıyorum; o zaman her şeyini nasıl kıyasıya eleştiriyorduk. O zaman internetin de yeni yeni başladığı yıllar. Yani herkesin e-mail’i yok. Daha internet Türkiye’ye gelmemiş. İnternet servisi kurulur kurulmaz bir hocalar forumu, İnstforum diye hocalar forumu kuruldu. Ve hocalar forumunda bütün hocalar istediği gibi istediğini yazabiliyor. Tabiî biz yeni öğretim üyeleri olarak her şeyi eleştiriyoruz, devamlı eleştiriyoruz. Hattâ Üstün hoca anılarında yazıyor: “İlk başta buna çok kızıyordum, bunlar ne çok konuşuyor diye. Sonra dedim ki bu aslında bana üniversitenin çeşitli yerlerinden bilgi getiriyor. Nelerin aksadığını öğrenmiş oluyorum.” Ama zamânında kızıyordu sâhiden, öyleydi. 

Hatırlıyorum. Üstün Hoca’nın kendisiyle yakında burada bir yayın da yaptık. Cumhuriyetin 100. Yılı yayını. Şu hâliyle geri dönüş yok mu?

Lale Akarun: Şöyle söyleyeyim; şu anda bütün bu şeyleri yaptıktan sonra, idârî yapılara hâkim olduktan sonra, yeni öğretim üyelerini bu şekilde almaya başladıktan sonra… Tabiî hemencecik üniversitenin kadrosunu değiştiremiyorsunuz. Öğretim üyeleri 3 senedir direniyor. 3 senedir her gün birileri öğle tatilinde 15 dakika oraya gidiyor, orada ayakta duruyor. Bu arada yanlış anlaşılmasın, yani öğretim üyeleri olarak elimizden gelen her şeyi yaptık; dâvâ açtık, medyaya çıktık, Medyascope’a çıktık, yazılar yazdık, bilimsel dergilere de bu konuda yazılar yazdık, kitap yazan oldu, Ankara’ya gittik, siyâsetçilerle konuştuk. Akademik özgürlük nedir, niye önemlidir, özerklik nedir, akademik özerklik nedir, bilimsel özgürlük nedir; bu konuda seminerler düzenledik diğer üniversitelerden kişilerle aynı konuda. Çünkü diğer üniversitelerin de başına gelmiş bu aynı şeyler. Yani bizimkisi biraz ânî oldu, biraz da bizim gibi dik başlı insanların olduğu bir yer olduğu için belki. Ama bunları bir taraftan yaparken bir taraftan bir ders bile aksamadı. Sâdece pozisyonumuzun değişmediğinin bir göstergesi olarak, yani bundan vazgeçmeyeceğimizi, hani doğru bir şeyi biliyorsanız biliyorsunuzdur. Doğru bildiğinizi söylemekten vazgeçmeyeceğinizi de bir şekilde göstermek istiyorsunuz. Orta sâhaya gidip 15 dakika her gün durduk öyle, arkamızı rektörlüğe dönerek durduk. Bunun için bile hakkımızda disiplin soruşturmaları açıldı. Yani öğrenciler hakkında binlerce, hocalar hakkında 100’e yakın disiplin soruşturması açıldı. Özellikle işte “elebaşı” olan –“elebaşı” diye bir şey de yok yani, herkes aynı fikirde– bâzı arkadaşlarımızı, daha şey gördükleri arkadaşlarımızı üniversiteye sokmadılar. Emekli hocaları üniversiteye sokmuyorlar. Yani üniversite insan demektir. Aslında bir okulu yapan, bir üniversiteyi oluşturan şey aslında öğrenciler ve akademisyenler. Yani öğrenciler çok iyi olacak, akademisyenler onlara –yani bizim felsefemiz– onlara hem çok çeşitli değişik şeyler öğretmek hem de onların eleştirel olmasını, yaratıcı olmasını sağlamak. Bu sâdece şeyde de değil. Bakın ben fen bilimleri alanında, mühendislik alanında çalışan bir insanım. Sâdece sosyal bilimlerde değil; eleştirel olmak her yerde gerekli. Çünkü derste meselâ öğrencilerimle makale okuyoruz. Makale okuduğunuz zaman, her şeyi yapmışlar; “Onu da yaptık, bunu çözdük, harika bir yöntem, en iyisini biz bulduk, deneylerimiz…” işte her şeyi yapmışlar filan. Çoğu öğrenci böyle bir şeyi okuduğu zaman doktorayı bırakmayı ya da master’ı bırakmayı düşünür. Çünkü her şey yapılmış, bunun üstüne ne yapılabilir ki? Ben de makale okumalı derslerimde diyorum ki: “Bu makalenin yanlışlarını bulun. Eksiklerini bulun. Söyledikleri hangi şeylerin dayanağı yok aslında? Ne eksik var? Hattâ daha iyi yapılamaz mıydı bu? Bunları çıkarın, oradan bir fikir edinirsiniz.” Dolayısıyla eleştirel düşünme aslında bilimin ilerlemesinin motoru. Başka türlü bilim ilerlemez. O kitaplarda yazılan şeyleri doğru kabul etseydik şimdiye kadar, işte ne bileyim, güneş dünyanın etrafında dönüyor filan, oralardaydık. Her yeni bilgiyi sorgulamanız gerekiyor. Bu şeyi anlamıyorlar. Bu sevilmeyen, anlaşılmayan bir şey. “Dersinize girin, dersinizi anlatın.” Bize söyledikleri şey bu. Üniversite o değil ki. 

Ben geçenlerde yurtdışına göçle ilgili bir çalışma yaptım. Çok kapsamlı yapmaya çalıştım. Özellikle Avrupa, ama sâdece Avrupa’ya değil; ABD ve Kanada da var. Başka yerler, Asya ülkeleri de var. Şöyle bir şey çıktı karşıma… Ben de biliyorsun Boğaziçi’nde okudum, ama bitirmedim. Çok arkadaşım var oradan. Boğaziçi’nde genellikle yüksek lisans yapmaya niyetlenen insanlar giderler ve geri gelirler. Ve gittikleri yerler de genellikle ABD, Kanada, İngiltere gibi İngilizce konuşulan yerler. Burada çok çarpıcı bir şekilde Almanya’ya akın akın, özellikle sizin fen bilimleri dalında gençlerin gittiklerini saptadım. Bâzılarıyla da konuştum. Hattâ meselâ şöyle bir şey söylüyorlar, şehri unuttum, ama meselâ Münih’te diyelim…

Lale Akarun: Münih Teknik…

WhatsApp grubu var, Boğaziçili WhatsApp grubu. Diyelim ki 300 kişi buraya kayıtlı. Bu 300 kişinin 250’si 2019 ve sonrası mezunları. Yani yakın dönemin mezunları vs. şimdi normalde. Ve gidenlerin büyük bir kısmı da kalmaya gidiyor. 

Lale Akarun: Evet.

Yani bu eski sistem… İngilizce konuşulan yere gidip sonra ama –hepsi dönmüyordu ama– büyük bir kısmı bir şekilde üniversiteye ya da özel sektöre geçme şeyi. Boğaziçi’ndeki trafik bayağı bir değişmiş anladığım kadarıyla. Tabiî ki zamânında da Almanya’ya giden vardı, ama şimdi daha kolay olduğu için. Bir de oranın imkânları herhalde… 

Lale Akarun: Göç kriterlerini değiştirdiler. Göçmen alıyorlar ve göçmenleri nitelikli göçmen alma şeklinde değiştirdiler.

Yani câzip oluyor, kolay oluyor. Amerika’da, Kanada’da yüksek lisans yapmanın yerine Almanya’da yapmak. Ama anladığım kadarıyla sayı çok büyük. 

Lale Akarun: Çok büyük maalesef. 

Yani sizin öğrencileriniz, mezun ettiğiniz gençlerin büyük bir kısmı herhalde şu anda Türkiye’de değil diye tahmin ediyorum. 

Lale Akarun: Şöyle, bunun birkaç sebebi var. Sebeplerden bir tânesi; tabiî ki öğrencilerin burada kendilerini özgür hissetmemesi. Yani gençlerin kendilerini özgür hissetmemesi, büyük baskılarla karşılaşması bunlardan bir tânesi. Birincisi o. İkincisi; Türkiye’nin seneler içinde, bu çok yeni bir şey değil, yatırım hedeflerini yanlış koyması ve çağa ayak uyduramaması. Yani bu bilişim, iletişim dediğimiz sektörlere yeterince yatırım yapmaması, bu sektörlerin önemini anlamamış olması. Oysa dünyanın en büyük şirketleri bir zamanlar, petrol, otomotiv filan falanken, şu anda bütün yazılım şirketleri. Yani yazılım ve donanım, bilgisayarlar hayâtın merkezine oturdu. Avrupa belli yerlerde, yani işte Almanya, evet, bu alana çok yatırım yapıyor ve akılcı bir şey yapıyorlar. Çünkü zâten bir Türk nüfusları var. Onun için Türkiye’den göçmen almak onlar açısından son derece akılcı bir şey. Çünkü zâten bir Türk nüfusu var orada ve gidenler açısından da belki daha o bakımdan iyi midir bilmiyorum. Diğer yerler, yani Litvanya, Polonya, Çek Cumhuriyeti gibi yerler de yazılım alanında büyük yatırımlar yapıyorlar. Çünkü oralarda hayat standardı da, hani biraz daha maaşlar düşük, daha düşük maaşla daha yüksek bir hayat standardı sağlanabiliyor. Onlar da göçmen çekiyorlar yani. Bizim mezunlarımızdan oralara gidenler de var. Estonya, Litvanya, Polonya, oralarda çalışanlar da var. Türkiye’nin çok büyük bir fırsatı vardı. Aslında buralar yerine çok rahatlıkla Türkiye de bir yazılım üssü olabilirdi; bunu başaramadı. Nasıl çekiyorlar? Tabiî ki ekonomik de bir tarafı var bu işin. Ama asıl tarafı ekonomik olan tarafı değil. Bence gitmede asıl birinci sebep; ülkenin yaşanır, hayat kalitesi açısından yüksek kalitede bir yer olması. Belli bakımlardan Türkiye çok yüksek kaliteli bir yer, yaşam kalitesi açısından. Ama gençken onları görmüyorsunuz. Gençken özgürlük çok daha önemli. Çok daha önde. Çünkü kimliğinizi korumaya…, yani her insanın bir kendi kimliği var. O kimlik gençlik yaşlarında oluşuyor. O kimliği kurma yaşındayken dışarıdan baskı gördüğünüz zaman bu kabul edilemez bir şey oluyor. Yani zannediyorum o yaştayken bu baskının gelmesi onlara dayanılmaz geldiği için kaçıyorlar.

Sizin yazınızın en çarpıcı yerlerinden birisi, bir merkezden bahsediyorsunuz, araştırma merkezi. İçinin çöp torbalarıyla boşaltılması ve neye dönüşmüş durumda…

Lale Akarun: Şimdi onu da anlatayım. Yani biraz önce söylediklerime bağlayayım bunu. Yani bilişim, iletişim çağımızın en önemli alanı oldu. Yani biz bunu 20 senedir, yani bu alanda okuyan bir kişi olarak zâten bunu görüyorsunuz. Her platformda da söylemeye çalışıyoruz, ifâde ettiğimiz bir şey. 20 sene önce bu alan çok önemli. O dönem de sâhiden iyi bir dönemdi: 2003-2004-2005. Bizim meselâ Avrupa Birliği’ne girme perspektifi kazandığımız seneler. Avrupa Birliği’yle ortak projeler, çerçeve programlarına girmiştik, ortak projeler yapıyorduk. Dolayısıyla iyi bir dönemdi. O dönemde, yani Avrupa’da da projelere katıldıktan sonra görüyorsunuz ki büyük projeler yapmak için daha büyük şeylere ihtiyâcınız var. Üniversitede bilgisayar mühendisliğinden, elektrik mühendisliğinden çok sayıda hoca, yani 26 hocaydık, belki 20 kişisi işte bu iki bölümden, diğer bölümlerden de birkaç kişi bir proje yazdık. Proje tele iletişim ve enformatik alanında araştırmacı ve öğretim üyesi yetiştirme projesi. Çünkü bu alanlara yatırım yapması lâzım Türkiye’nin. Bu tür büyük projelere Devlet Planlama Teşkîlâtı o zaman bütçe verir. Ufuk Çağlayan hocamız vardı, bizim o zaman bölüm başkanımızdı. O projenin liderliğini üstlendi ve Kemal Madenoğlu vardı o zaman DPT’nin başında. Ona gidip bu projeyi anlattı ve bütçe aldı. Yani dolayısıyla şu anda o bahsettiğim merkezi biz kendimiz ortaya çıkardık, bütçesini devletten aldık. Bütçeyi almakla da bitmiyor. Kendi rektörünüzü iknâ edeceksiniz, üniversitede bir yer ayrılacak, onun inşaatı yapılacak, onu da baştan sona tâkip ettik. Çok güzel bir binâ yapıldı. İşte, bütün altyapısıyla, sistem odaları, araştırmacıların oturacağı mekânlar, laboratuvarları, öğretim üyelerinin mini ofisleri var orada, oraya gittikleri zaman kullanacakları. Ve çatısında da daha sonra bir güzel konferans merkezi yapıldı. Burayı çok aktif kullandık. 75 doktora öğrencisi mezun ettik ve mezun ettiğimiz doktora öğrencileri bizim haklı bir gurur sebebimiz. Hepsi son derece başarılı, dünya çapında başarılı kişiler. Üniversitede bir dönem Gülay Barbarosoğlu hoca vardı, üniversitenin son seçilmiş rektörü. Onun yardımcılığını da yaptım, rektör yardımcısıydım. O dönem bu tür şeylere daha fazla kafa yordum. Türkiye bilişim-iletişim alanında nasıl daha ilerleyebilir, üniversite nasıl ilerleyebilir, nasıl endüstri ile işbirliği yapabilir, birlikte neler yapabiliriz ve bir stratejik plan hazırladık. Ve o dönem sanayi kuruluşlarından, yani Türkiye’nin büyük sanayi kuruluşlarından pek çok temsilciyle bir platform kurduk. Bu binânın o çatısında o platformla yani 100’den çok üyemiz vardı. Türkiye’nin böyle yıldızlar geçidi. Bütün büyük kuruluşların temsilcileri. O dönem endüstri 4.0 çok önde olduğu için bunu odak olarak alıp, platformun adını da “Endüstri 4.0 Platformu” koymuştuk. Ama yani temel olarak yeni teknolojileri, onların iş dünyasına nasıl uygulanabileceği, bunları konuşuyorduk, eğitimler veriyorduk. Yani orası aktif olarak kullandığımız bir yerdi. Sonra başımıza çifte felâket geldi. Önce pandemi oldu, daha sonra da bu yönetim geldi. Yönetimle birlikte olan, yani ben akademik tarafını anlattım. Bir de idârî tarafı var. Şimdi aslen üniversiteler yani öğrencilerin ve akademisyenlerin olduğu, akademisyenlerin araştırma yapıp öğrencilere eğitim verdiği bir yerdir. Evet, ama bir kamu kuruluşu, kamu bütçesinden Sayıştay’a tâbi, bütçe alıyor. İşte bu paralar uygun bir şekilde harcanacak, işler yapılacak, raporlanacak, işe alım… Yani herkes devlet memuru. Bir de idârî mekanizma lâzım. Üniversitelerde bu mekanizma ikili bir mekanizmadır. Yani bir tane idârî mekanizma vardır. Onlar ama aslî işi yapmazlar. Aslî işi yapan kişilerin işlerini yapabilmelerini sağlayacak mekanizmalardır. Ama o tabiî başka herhangi bir devlet dâiresi, meselâ tapu kadastroya benzer bir mekanizmaya benzer. İşte dâire başkanları vardır, şube müdürleri vardır filan falan. Şimdi bu mekanizmayla akademik mekanizma çok farklıdır. Akademik mekanizma oldukça demokratik ve yataydır; bu mekanizma değildir. Diğer kamu kurumlarındaki insanlar, bu idârî mekanizmaya çok âşinâlar. Dolayısıyla üniversite de aynı şey, ne var ki yani… Sosyal medyada öyle diyorlar; “Emniyet Teşkîlâtı olduğunda polisler seçim yapıp emniyet müdürünü mü seçiyorlar? Öyle bir şey yok” diyorlar. Tamam, Emniyet Teşkîlâtı öyle bir şey de akademi öyle bir şey değil. Şimdi bu idârî mekanizmadaki kişiler bizim de kendi içimizden yetişmiş çok değerli elemanlarımızdı ve herhangi bir kamu kurumunda olmayacak, yapılamayacak işleri yapıyorduk. İşte yurtdışı satın almalar vs. hepsini yapabilen, çok iyi eğitimli elemanlarımız vardı. Şu şekilde; ben 1984’te girdim Boğaziçi Üniversitesi’ne asistan olarak, benimle birlikte girmiş genç bir başka üniversite mezunu arkadaşımız, o da idârî mekanizmaya girmiş. Ben profesör olduğumda o da fakülte sekreteri olmuştu. Yani bu şekilde 20 sene çalışıp, her şeyini öğrenip bu şekilde… Şimdi bu kişileri beğenmediler gelenler. Bu kişileri de değiştirdiler. Hepsini tasfiye ettiler. Yerine ne koydular? Üsküdar Belediyesi’nden ya da başka herhangi bir kamu kurumundan birtakım “bizdendir” diye düşündükleri kişileri üniversiteye getirdiler. Evet, ama şimdi yazımda diyorum ki: “Birtakım manevralar” diyorum. Birtakım manevra da şöyle: Kamuda yükselmenin belli yöntemleri var. İşte, şef olursunuz, şeften sonra şube müdürü, sonra dâire başkanı. Bunlar için eğitimler düzenlenir ve sonra sınav yapılır. Herkes eşit şartlarda girer, sınavda liyâkat usulüne göre yükselir. Şimdi üniversitelerde bunu geçmek için bir yöntem bulmuşlar. Bunların yönetmelikleri var. Görevde yükselmenin belli bir usûlü var. Bunun dışında yaparsanız diğer adaylar mahkeme açar, kazanır. Ama üniversitelerde başka bir yapı var. Fakülte sekreteri diye bir şey var, sâdece üniversitelerde var. Onun için o yönetmeliğe dâhil değil. Bu getirdikleri insanları –sen belediyede ihâlelerden sorumlu bir adamken geliyorsun– fakülte sekreteri yaptılar. Yani fakülte sekreteri akademik işleri bilmek zorunda. 20 senede yetişiyor öyle bir eleman. Fakülte sekreteri fakültenin en yüksek memuru, başındaki kişi. Nasıl olur böyle bir şey diyeceksiniz. Önemli değil, zâten kabuk fakülte. Daha öğrenci almamış, hiçbir şeyi yok. Ama oraya getiriyorsunuz. O kadro aslında genel sekretere eşdeğer, yani yüksek bir kadro. Şube müdüründen de dâire başkanından da daha yüksek. Dolayısıyla öyle olduğu için 15 gün fakülte sekreteri olarak oturup hiçbir iş yapmıyorsunuz. Kazandığınız bu güzel liyâkatle istediğiniz yere ışınlanıyorsunuz. Üniversitenin her yerine bu şekilde insanlar ışınladılar. Yani üniversite üniversite olmaktan çıktı zâten. Akademik bir yönetici, akademiyi bilen bir yönetici kalmadı. Ve bu insanlar böyle etrafta dolaşıyorlar. Akademisyenleri akılları almıyor zâten; “Nedir bu insanlar? Ben rektörün adamıyım. Sen rektörüne karşı mı geliyorsun?” filan diye bize bağırıp çağırıyorlar. Bizim merkezimizi bu şekilde elimizden aldılar. Yani bu tarz insanlar geldiler; “Çekilin” filan diye burayı bizim elimizden aldılar. Ve bir şey de yapamadık. Yani ne yapalım ki? Biz akademisyeniz yani. 

Ne yaptılar?

Lale Akarun: İdârî ofis oldu orası. Yani araştırma yapacağız diye kurulmuş bir yeri idârî ofis yaptılar. İşte adam oranın tuvaletini beğenmedi. Kırdırdı, yeniden kendine özel yaptırdı filan. Tamam, yaptırabilir bir sakıncası yok. Herkes istediğini yapar da orası üniversite olmaktan çıkar o zaman işte. 

Bilmem kaç yıllık merkez, bilişim üzerinde çalışan merkez artık yok. 

Lale Akarun: Artık yok. Kâğıt üstünde var. 

Öğrencileri ne yapıyor oranın?

Lale Akarun: Merkezlerin öğrencisi olmaz. Merkezler araştırma yapar.

Oradan yararlanan öğrenciler?

Lale Akarun: Şöyle, pandemi döneminde zâten üniversite iki sene filan şey kaldı. Yani sokağa çıkma yasağımız oldu. Şimdi diyorlar ki: “Siz orayı zâten kullanmıyordunuz.” Pandemide kullanamadık sâhiden, pandemide orayı kullanamıyorduk. Ondan sonra da gelip bu şeyi yaptılar. 

Yavaş yavaş toparlayalım. Anladığım kadarıyla o merkeze yapılan olay sizin için bir tür, ne deniyor, “altın vuruş” gibi bir şey olmuş. Değil mi?

Lale Akarun: Daha çok bir gösterge. Üniversite öldü diyorum, ama biz ölmedik yani. Biz hâlâ çok şükür hayattayız. Öğrencilerimiz var. Onlarla toplanıyoruz, işimizi yapıyoruz. Fakat bu üniversitenin önceliklerini nereye koyduğunun çok önemli bir göstergesidir. Yani sembolik bir şey bu. Onun için sembolik olarak benim artık hiç şüphem kalmadı. Üniversite öldü. Çünkü öncelikleri değişti. Öncelikleri başka yerlerde. Binâlar duruyor. İçinde de birtakım insanlar var. Öğrencilerimiz de var. Bu arada hâlâ öğrencilerimiz için de elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Ama devamlı soruşturma açıyorlar, soruşturmalarda ifâde veriyoruz. Bir de yani o kadar kötü bir yöntem ki. Meselâ biz iki meslektaşız, akademisyen meslektaşız ve birbirimizle birinci dereceden şeyimiz olmasa bile merhabamız var, sohbetimiz var, birbirimizin alanlarına gidiyoruz, birbirimizin çalışmalarını dinliyoruz. A kişisini B kişisine soruşturmacı atıyorlar. B kişisini C kişisine soruşturmacı atıyorlar. Bu kişileri birbirlerine düşürmeye çalışıyorlar. Bu tarz kötü numaralar, soruşturmalar… Bunlara cezâ verildiği zaman mahkeme açıyorsunuz. Başka şeylerle…

Sizi bıktırmaya çalışıyorlar.

Lale Akarun: Evet, aynen. Ve bir aşamada bıkıp gitmemizi sağlamaya… Bir de tabiî akademisyenlerin devamlı konferanslara gitmesi gerekir, projeler yapması gerekir. Yani şimdi meselâ yaptıkları şey, bizim o kadar senenin emeği, biz 20 senedir bunun üstüne çalışmışız, makineler satın almışız, bilgisayarlarımız var, sistemlerimiz var, öğrencilerimize orada hizmet veriyoruz. Bunların hepsini bizden aldılar, yani gasp ettiler. O zaman şevkiniz çok kırılıyor. Şimdi son yapmaya çalıştıkları şey de fakültelerin yapılarını değiştirmeye çalışıyorlar. Fakülteleri bölmeye, mekânları değiştirmeye. Yani kişileri oradan kaçırmak için ne gerekiyorsa hepsini yapıyorlar sırayla. İşte, konferansa gitmek istediğiniz zaman izin vermiyorlar meselâ, konferansa gidemiyorsunuz. Yıllık izninizi alıp gidiyorsunuz konferansa gitmek istediğiniz zaman. Tabiî kendi cebinizden gitmeniz gerekiyor. Genç arkadaşların buna dayanması imkânsız. Çok kıymetli genç bilim insanları, yani Harvard’tan doktoralı, herhangi bir üniversitenin havada kapacağı öğretim üyelerini buradan kaçırdılar, kaçırıyorlar. Onun için yani bu şekilde gelecek. 

Ben de kendini, bitirmesem bile Boğaziçili sayan birisi olarak büyük bir üzüntüyle yıllardır tâkip ediyorum. Ne diyeyim? Çok geçmiş olsun. 

Lale Akarun: Geçecek bir şey yok.

Ama sonuç olarak tabiî tüm ülkeye geçmiş olsun. Ülkenin bir değerinin içinin boşaltılması süreci devam ediyor sonuçta.

Çok sağ olun. Evet, Prof. Lale Akarun’la Boğaziçi Üniversitesi’nin acı hâlini konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.