Ruşen Çakır yorumladı: Her taşın altından tarikatlar çıkıyor

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’ndaki konuşmasında (17 Aralık), Millî Eğitim Bakanlığı’nın 2023 yılı itibarıyla 2 bin 709 protokolü olduğunu söyledi.

Tarikat ve cemaatlerle protokol yapmaya devam edeceklerini söyleyen Tekin, “Sizin ‘tarikat’, ‘cemaat’ dediğiniz, bizim ‘STK’ (sivil toplum kuruluşu) dediğimiz yapılarla toplasanız 10 protokolümüz vardır. Ben, bu protokollerle bize destek olanlara da teşekkür ediyorum. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz” dedi.

Seküler ve muhafazakâr aile çatışmalarının ele alındığı Kızılcık Şerbeti, Ömer gibi dizilerin yanına Kızıl Goncalar dizisi eklendi. Kızıl Goncalar yayımlandıktan sonra dindarların ve cemaatlerin tepkisini çekti. İsmailağa Cemaati “Kızıl Goncalar dizisi son bulmalı” çağrısı yaptı. Yeni Şafak ve Akit gibi medya kuruluşları da diziyi hedef alan haberler yaptı. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) gelen şikayetler üzerine “FOX’ta yayına giren son diziye ilişkin çağrı merkezimiz aracılığı ile vatandaşlarımızın şikâyet bildirimleri titizlikle kayıt altına alınmaktadır. Tüm şikayetler, söz konusu yayın kuruluşunun denetimi ile sorumlu üst kurul uzmanlarımız tarafından incelenmektedir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur” dedi.

Ruşen Çakır değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi hafta sonları. Tarîkatlar, aslında genel olarak da Sünnî-İslâmî cemaatler Türkiye’nin gündeminden düşmüyor, her yerde karşımıza çıkıyor. En son Millî Eğitim’de, biliyorsunuz, Bakan protokollerin yenileneceğini söyledi. Millî Eğitim’i büyük ölçüde İslâmî cemaatlere açıyorlar — Sünnî cemaatlere tabiî, onun özellikle vurgulayalım; Alevîlerin önü her anlamda tıkanırken, Sünnî cemaatlerin önü devlet eliyle sonuna kadar açılıyor. Bir diğer husus da, popüler kültürde tarîkatlar, cemaatler, seküler-dindar ikilemleri sıklıkla karşımıza çıkıyor. “Kızılcık Şerbeti” derken, şimdi de “Kızıl Goncalar” dizisi olay oldu ve daha ilk günden, oradaki bir sahneden hareketle birtakım çevrelerin ayağa kalkması; yani dindarların, imamların ya da tarîkatların kötü gösterildiği iddiasıyla RTÜK’ü hemen göreve çağırması gibi olaylar yaşıyoruz. Bütün bunlar aslında hiç şaşırtıcı şeyler değil. Türkiye’nin bunca yıllık AKP iktidârının sonucunda bu noktaya gelmesi aslında normal. “Normal” dediğim, özellikle bunun kademe kademe olduğunu hatırlamakta yarar var. İlk yıllarında böyle değildi; ama sonrasında bayağı bir gelişti. En son, darbe girişiminin ardından –ki darbe girişimi de bir başka İslâmî gruba atfedildi: Fethullahçılara–, onun ardından yaşananlardan sonra, özellikle Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin bir nevi yeniden yapılandırılmasının ardından, bu işler artık çok daha alenî bir şekilde yapılıyor. Eskiden daha örtük oluyordu, daha çekinerek oluyordu. Hani “çaktırmadan” yapılmaya çalışılıyordu. Şimdi çok daha açık bir şekilde yapılıyor ve buna yönelik de doğal olarak özellikle seküler kesimlerden, laiklik yanlılarından birtakım tepkiler ciddî bir şekilde geliyor ve bu tepkilerin ana hatlarıyla haklı olduğu muhakkak. Fakat olaya biraz daha bunun ötesinde bakmak lâzım sanki. Tabiî ki bunlar Türkiye’de şerîat kaygısı taşıyan kişileri endîşelendiren gelişmeler. Ama onun ötesinde, “Ne oluyor da oluyor?” gibi bir soruyu sormak lâzım. Bir diğeri de tabiî ki: Siyâsî iktidar niye böyle bir şey yapıyor? Bu olayın tabiî ki ideolojik bir yönü var. Kendi ideolojik çizgisi içerisindeki yapıların önünü açıyor vs.; ama Fethullahçılarla yaşadığı o acı tecrübeden sonra Erdoğan’ın hâlâ birtakım İslâmî cemaatlerin ya da grupların, tarîkatların vs.’nin devlette örgütlenmesine bu kadar izin veriyor olması gerçekten ilginç bir durum, şaşırtıcı bir durum. Bu bana açıkçası, onun muhtaç olduğunu düşündürüyor. Sanmıyorum ki bunlara güvensin, tam anlamıyla kayıtsız şartsız güvensin. Büyük ölçüde bunları kontrol ettiğini düşünüyor. Fethullahçıları kontrol edemediğini biliyordu, ama onları hep sınırlayabileceğini düşünüyordu. Bu sefer kontrol ettiğini düşünüyor. Ne kadar kontrol ediyor? O başlı başına bir soru işâreti. Ama onun ötesinde şunu da özellikle vurgulamak lâzım: Bildiğimi sandığım bir alan bu cemaatler, cemaatlerin nitelikleri ve nicelikleri konusunda epey bir zamandır çalışan biriyim; cemaatler Erdoğan’ın derdine derman olabilecek yapılar değil. Şimdi bunu söylediğim için birileri, özellikle seküler kesimden insanlar kızabilirler. Ama cemaatleri toplasanız, çarpsanız, Fethullahçıların tasfiyesinden sonra, Türkiye gibi bir ülkenin yönetiminde gerçekten etkili olabilecek bir insan malzemesine, perspektife sâhip olduklarını söylemek kesinlikle mümkün değil. Kendi kendilerine yetemeyen yapılar aslında bunlar ve daha önceki birçok yayında söylediğim gibi, devlet eliyle hormonlu bir şekilde büyüyen yapılar. Dolayısıyla bunlara yapılan yatırımlardan sonuç almak çok akıl kârı bir şey gibi gelmiyor bana ve tekrar burada aynı şey karşıma çıkıyor: Erdoğan’ın bunlara bu kadar muhtaç olması. Normal şartlarda yapması daha gerçekçi olabilecek şey; var olan insan malzemesini, kaliteli insan malzemesini bir şekilde onlarla pazarlık ederek istihdam etmesi. Burada da o meşhur liyâkat meselesine geliyoruz. Bunu yapmıyor. Son dönemde Mehmet Şimşek, bakan olmasıyla berâber ekonomi yönetiminde bunu yapar gibi görünüyor. Ne kadar sürdüreceğine bakalım tanık olacağız. Ama bu Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Nakşibendî, Kadirî, Nurcu vs. birtakım gruplar ve onların önerdiği isimlerle yürüyebilecek kadar zayıf bir devlet değil. Bu devlet yapısının yükünü bunların kaldırabilmesi bana çok mümkün gelmiyor. Bu, olayın benim önem verdiğim bir yönü. Tabiî ki bu kişilerin, bu yapıların kullanılıyor olması çok ciddî bir sorun. Laiklik anlamında da çok ciddî bir sorun. Sorunun tespitine katılmakla berâber, bu şerhi özellikle düşmek istiyorum. Bu aslında nâfile bir çaba. Onların ipiyle inilecek kuyudan çok fazla su çekme imkânı yok, onu özellikle vurgulamak istiyorum. 

Tarîkatlara baktığımız zaman, en son, en güçlülerinden birisi olan Adıyaman Menzil tarîkatını gördük. Baba öldü ve üç oğul tarîkatı üçe böldü. Yani burada farklılığın bir öğreti farklılığı olmadığı muhakkak. Yani Nakşibendîliğin Hâlidîlik kolunun bu ayağında bir oğul şunu söylerken başka oğul bunu söylemiyor. Bu tamâmen bir iktidar savaşıydı. İlk günlerde biraz konuşuldu, ama sonra unutuldu. Bakalım hangisi güçlü, hangisi daha güçlü? Hangisinin daha güçlü olduğuna baktığımız zaman da neye bakıyoruz? “Hangisinin devletle ilişkisi daha güçlü? Hangisinin devlette kadroları daha güçlü? Hangisinin şirketi, şirketleri, vakfı vs.’si daha fazla iş yapıyor?” gibi yerlere bakıyoruz. Olayın içerisinde dînî boyut artık çok çok fazla geride kalmış durumda. Bu sâdece Menzil için geçerli değil; bu yapıların hepsinde aslında din bunların bir tür kalkanı olmuş durumda. Aslında dinin dışında birçok şeyi yapıyorlar ve temel öncelikleri hiçbir zaman din değil. Bunu çok net bir şekilde, çok emin bir şekilde söyleyebilirim. Bâzen bana soruyorlar: “Ya, bu tarîkatların hepsi mi böyle?” diye. Benim gördüğüm kadarıyla, adı bilinen, nâmı yürüyen hareketlerin, cemaat yapılarının hemen hemen hepsi esas olarak tarîkat denen olayın ilk başlangıç noktasındaki bireyin, Müslüman’ın bu dünyada Tanrı’ya, Allah’a ulaşması diyelim kabaca, bu olayı çoktan geride bırakmış durumdalar. “Aşmışlar” anlamında demiyorum; “terk etmişler” anlamında diyorum. Ömrü hayâtımda tanık olduğum tek tük birtakım yapılar var –“Gomaşinen”de anlattım bunların iki tâne örneğini–, ama ikisi de yurtdışındaydı. Yani Türklerdi, ama birisi Birleşik Krallık’ta birisi Amerika Birleşik Devletleri’nde, iki tâne örnek yaşadım, gördüm. Bir de yıllar önce Elâzığ’da tanıştığım, artık yaşamayan Sadi Baba var. Bir Kadirî şeyhiydi, ama şeyh olduğuna bin şâhit gerekirdi. Onun dışında gördüğüm yapıların hemen hepsi tepeden tırnağa dünya işlerine bulaşmış, holding gibi yapıları yöneten insanlardı. 

Şimdi bir de şu dizilere değinmek istiyorum. İzlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum; ama izleyenleri çok dinliyorum. En son Tuğrul Eryılmaz’ın dün T24’te yazdığı yazıyı okudum. Tuğrul bu konulara çok düşkündür, bilir, popüler kültürü iyi bilir, televizyonu da iyi bilir. Bayağı eleştirmiş şu âna kadar yaşanan dizileri. Oyuncuları da tanıyor, yönetmenleri de tanıyor. Bayağı bir eleştirmiş. Hattâ Tuğrul’la önümüzdeki hafta bu konuda, bir aksilik olmazsa, bir yayın da yapacağız ve ona anlattıracağım. Ama şunu söylemek çok mümkün: Bir zamanlar yok sayılan dindarlar, özellikle dindar kadınlar, bir süredir sürekli hatırlanıyorlar. Ama bu hatırlamaların hepsinde bir ârıza var. O ârızada, Türkiye’nin bu konuyu, din-devlet ilişkisi konusunu, laiklik konusunu, sekülerizm konusunu hep travmatik bir şekilde yaşıyor olmasının etkisi var. Dolayısıyla insanlar, senaristler, yapımcılar, yönetmenler, hattâ oyuncuların kendileri de bir yandan kaygıyla, tedirginlikle yaklaşıyorlar gibi geliyor bana bu işlerde. Daha önce Netflix’te bir dizi vardı: “Bir Başkadır” olsa gerek. Onu izledim meselâ, orada da bayağı bir bu tema vardı. Genellikle çok olumlu eleştiriler aldı, onun farkındayım; ama bana açıkçası sorunlu gelmişti o konu. Özellikle dindar olanlarla dindar olmayanların ilişkisi konusu sorunlu gelmişti. Diğerlerine göre herhalde daha başarılı olduğu söylenebilir. Ama hâlâ birbirini tanımama, tam tanımak istememe, her iki taraf için de geçerli. Bir diğer husus; düne kadar “Bizi göstermiyorlar” diye şikâyet edenlerin, şimdi “Bizi kötü gösteriyorlar” diye şikâyet etmeleri. Şöyle söylemek mümkün: İyi olmalarına rağmen mi kötü gösteriliyorlar, yoksa normal olarak mı gösteriliyorlar? İktidârı da bir süredir elde ettikten sonra şöyle bir hava hâkim oldu: “Biz bu ülkede her istediğimizi yapıyoruz. Bize her şey serbest, size her şey yasak. O zaman bizi, bizim hoşumuza gidecek şekilde anlatmak zorundasınız”. Bu, popüler kültürde de edebiyatta da bir tür dayatma gibi veriliyor. Bir zamanlar Türkiye’de, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ve sonrasında da, yakın bir zamâna kadar dindarlar genellikle kaba sofu, softa olarak tâbir edilip, genellikle olumsuz tiplemeler olarak gösterilirdi — ki onlar yanlıştı, ideolojikti. Şimdi de dindarların sütten çıkmış ak kaşık gibi, hepsi ermiş, hepsi birer evliyâymış gibi gösterilmesini bekliyorlar, bunu talep ediyorlar. Ama bunu talep edenlerin üslûbuna baktığınız zaman, zâten ortada bir seviyesizlik görüyorsunuz. Böyle bir sorun var. Bu sorun nasıl aşılacak bilmiyorum. 

Bir zamanlar İslâmî medyanın yaptığı dizilere baktığımız zaman, orada da başka bir karikatür var biliyorsunuz. Onlar da kendileri gibi olmayanları küçümsüyorlar. Ama en popüler olanlar tabiî ki daha çok FOX TV gibi, Show TV gibi ya da Netflix gibi yerlerde yapılan popüler kültür eserleri, televizyon dizileri. Şimdi onların üzerine bir baskı kurulmak isteniyor. Herhalde şimdi özellikle “Kızıl Goncalar”ın daha ilk bölümünde en ufak bir şeyde kıyâmeti koparttıkları göz önüne alınırsa, herhalde şimdi senaristi, yapımcısı, yönetmeni bayağı endîşeli bir şekilde sonraki bölümlerde neyi nasıl yapacaklarını düşünüyorlardır. Ve burada tabiî karşımıza rahmetli Şerif Mardin hocamızın o meşhur “Mahalle baskısı” kavramı çıkıyor. Bir “mahalle”, şimdi oturup, devletin imkânlarını da yargıyı da RTÜK’ü de kullanarak insanlara, popüler kültür üreticilerine zorla, “Bizi şöyle gösterin, böyle gösterin” diye baskı yapmaya çalışıyorlar. Bunun nasıl sonuç vereceğini açıkçası merakla bekliyorum. Ama burada bir kere daha karşımıza şu çıkıyor: Erdoğan iktidârı her şeyi denetimine almış olabilir; ama kültürel anlamda iktidârı alamadı, alamayacak, alma şansı da yok. Dolayısıyla ulaşamadıkları bu iktidâra sâhip olan kişileri zorlayarak, kimi zaman havuç kimi zaman sopayla kendileri için iyi işler yapmalarına çalışacaklar. Popüler kültürde bu belli ölçülerde mümkün olabilir; çünkü işin içerisinde, baktığımız zaman bir televizyon dizisiyle çok büyük paralar söz konusu. Burada kaybedilecek şeyler çok somut. Ama Türkiye’nin şâirine, yazarına, gerçek anlamda sinema yönetmenine vs. bunu dayatmaları çok mümkün olmayacak. Kendilerinin şu âna kadar bütün yapılan desteklere, promosyonlara rağmen bunu çıkaramadığını gördük. O gürültülerle, büyük katkılarla, fonlarla yapılan filmlerin doğru dürüst kimse tarafından izlenmediğini, arkasından doğru dürüst hiçbir lâfın edilmediğini görüyoruz. Bu önlerinde çok ciddî bir sorun olarak duruyor ve çözümsüz bir sorun olarak duruyor ve çözümsüz sorun olarak durduğu için de kültür alanında, sanat alanında olabildiğince diğerlerinin alanını daraltmak istiyorlar ya da onlara bir şey empoze etmeye çalışıyorlar. Şu anda yaşadığımız ya da yaşamakta olduğumuz, bir anlamda bu olacak: Dayatmalar devri başlayacak. “Tamam, başörtülü gösterin; tamam, tarîkat olsun, imam olsun, eyvallah, hattâ çok olsun; ama şöyle olsun, böyle olsun.” Yakında birilerinin arzu ettiği gibi –eskiden sinemada böyle olurmuş Türkiye’de; sansür kurulu varken– senaryoların önceden okunması talebine kadar iş gidebilir. Ama bütün bunlar Türkiye’de kültürel iktidârın hiçbir şekilde tarîkatların, cemaatlerin eline geçemeyeceği gerçeğini değiştirmeyecek. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.