Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (196): Sinan Ateş cinayeti hâlâ aydınlatılamadı & Kızıl Goncalar neden hedefte? & AYM’nin Can Atalay kararı

Ülkü Ocakları Eski Genel Başkanı Sinan Ateş Ankara’da suikasta uğradığı yerde bugün anıldı. Ateş, bir yıl önce bugün Ankara Kızılırmak Mahallesi 1456. Sokak’ta silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Ateş’in eşi Ayşe Ateş basın açıklaması yaptı: “Kamuoyuna yansıdığı üzere, bu alçak cinayetin failleri adli işlem gören kişilerle sınırlı değildir. Peki tespit edilen diğer faillerle ilgili olarak bugüne kadar neden hiçbir işlem yapılmamıştır? Olayın üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen soruşturma tamamlanıp neden dava açılmamıştır?

RTÜK, başrollerini Özgü Namal ve Özcan Deniz’in paylaştığı Kızıl Goncalar dizisine bazı sahnelerde toplumun milli ve manevi değerlerine aykırılıklar bulunduğu gerekçesiyle FOX TV’ye yüzde üç idari para cezası ve iki kez program durdurma yaptırımı uygulandı. RTÜK üyesi Tuncay Keser’in bildirdiğine göre dizideki “Börek sahnesi” de dizinin ceza almasındaki gerekçelerden biri.

Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay dosyasının yeniden Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderilmesine tepkiler sürüyor. Atalay’ın avukatları Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) “hak ihlali” kararına rağmen, tahliye kararı vermek yerine dosyayı Yargıtay’a gönderen 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne itiraz etti. Ruşen Çakır ve Kemal Can Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Yılın son “Haftaya Bakış” programıyla karşınızdayız. Kemal Can Ankara’da Medyascope stüdyosunda. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Biraz bu haftaya, biraz da genel olarak yıla bakalım diyorum Kemal. Bugün, Ülkü Ocakları Eski Genel Başkanı Sinan Ateş, ölümünün birinci yılında, Ankara’da suikasta uğradığı yerde geniş bir katılımla anıldı. Eşi Ayşe Ateş ve yakınları bir basın açıklaması yaparak, bu olayın peşini bırakmayacaklarını söylediler. Bugün T24’te çok kapsamlı bir haber çıktı, görmüşsündür. Sinan Ateş Cinâyeti dosyasına giren bilirkişi raporunda belirtilen, Ülkü Ocakları yöneticilerinin birtakım telefon yazışmaları, haberleşmeler, silinen cep telefonu kayıtlarının geri kazanılmasıyla elde edilen bilgiler vs.. Ama bir yıl boyunca, bu olayın sonuna kadar gidilmediğine tanık olduk. 

Aslında biz seninle başından îtibâren bu olayı ele aldık; neredeyse her hafta bunu konuştuk. İYİ Parti olaya biraz ürkek yaklaştı. Başlarda çok büyütmek istemediler. Ama sonra Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş İYİ Parti’ye yakınlaştı ve şu anda da İYİ Parti’de danışmanlık yapıyor. Kılıçdaroğlu olayın tâkipçiliğini yapmak iddiasıyla bayağı aktif bir şekilde sâhip çıkmıştı. Konu bayağı gündemdeydi, hattâ seçimi de etkileyebilir diye düşünüldü; ama etkilediyse de görmedik. Ülkü Ocakları eski başkanının, Ankara’da gündüz gözüyle bir Cuma namazı çıkışından sonra öldürülmesi, bence 2023’ün en önemli siyâsî cinâyetiydi. Cinâyetin ötesinde, buna suikast diyebiliriz. Tabiî bu meselenin, AKP-MHP ittifâkı nedeniyle belli bir yerde tıkandığı anlaşılıyor. Kolay kolay aydınlanacağını sanmıyorum. Ama o kadar çok bilgi bulmuşlar ve o kadar çok kişiyi gözaltına alıp tutuklamışlar ki, iddianâme ortaya çıktığı zaman, birtakım şeylerin yeniden ortalığı sarsması mümkün.

Fakat öte yandan şöyle bir durum da var Kemal. Meselâ bugün, Gerçek Gündem’den editör arkadaşımız Furkan Karabay, gizli olmayan bir duruşmanın tutanaklarını haberleştirdiği için tutuklandı. Bu yönden bakarsak, Sinan Ateş soruşturması da karanlıkta kalacak gibi. Ne dersin?

Kemal Can: Zâten bunu hep konuşuyoruz ve hep aynı sonuca varıyoruz. Olayın kendisi, olayın nasıl yaşandığı, tarafların kimler olduğu, hattâ çoğu zaman bunların şüpheye bırakmayacak kanıtları ortaya çıkıyor. Bâzen gazetecilerin yoğun çabasıyla ortaya çıkıyor, bâzen Savcılık ya da Emniyet’ten aktarılan ya da sızdırılan bilgilerle veya kulislerde konuşulanlarla ortaya çıkıyor. Ama bu olayların hemen hepsinde, daha önceki başka saldırı olaylarında da… Tabiî Sinan Ateş olayı senin söylediğin gibi çok kritik bir olaydı. Ankara’da ve güpegündüz bir suikast yaşandı. Bu, diğer saldırılarla bu açıdan kıyaslanamayacak önemdeydi; hem saldırıya uğrayanın özellikleri ve kişiliği hem de saldırının yapılma biçimi ve şimdi yavaş yavaş daha da ortaya çıkan saldırının arkasındaki hikâye açısından. Ama bu tür olaylarda gördüğümüz şey, hâdisenin fâili meçhul olması değil, gayet açık hâle gelmiş fâillerin cezâlandırılıp cezâlandırılmadığı meselesi. 

Türkiye’de daha önce fâili meçhul çok sayıda olay yaşadık, çok sayıda cinâyet yaşandı fâilleri belirsiz olan. Bunlara da “fâili meçhul cinâyetler” dendi ve bunlar neredeyse kitaplar dolusu bir yekûn oluşturuyor. Ama artık yaşanmakta olan şey fâili meçhul vakalar değil. Bugün Sinan Ateş’in âilesinin de yaptığı açıklamada olduğu gibi, adâletin yerini bulmadığı, fâillerin cezâ almadığı ve bunun da büyük ölçüde hukukî kararlarla ya da olayın soruşturmasıyla değil, bunun etrâfında oluşan siyâsî kararlarla ortaya çıkmış olması. Çünkü bugün söz konusu senin bahsettiğin haberde olduğu gibi, hem bilirkişi raporundan hem de Emniyet’in ortaya koyduğu birtakım belgelerden, çok ayrıntılı biçimde hâdisenin nasıl cereyan ettiği anlaşılıyor. Bugünkü haberin ortaya koyduğu şey, daha önce bahsedilen şeylerin somut kanıtları aslında. Ama bu somut kanıtların ortaya çıkması ya da hâdisenin nasıl cereyan ettiğinin bilinmesinin bir yere kadar bir önemi var. Asıl önemli olan, bu bilinenlerle ne yapıldığı. Bu tür hâdiselerde bunun farklı örneklerini yaşıyoruz. Siyâsî kararlarla, bâzen siyâsî içerikli dâvâlarda nasıl gerçeklerin çarpıtıldığı, hukukî gereklerin ayaklar altına alındığı, hattâ gerekirse anayasanın bile ilga edildiği süreçler yaşıyoruz. Aynı şekilde bâzı vakalarda da çok somut gerçeklerin üzerinin kapatıldığı ya da yeterince üzerine gidilmeyerek soğutulmaya bırakıldığını görüyoruz. 

Bu olayda, senin de işâret ettiğin gibi, hâdisenin, Cumhur İttifâkı’nın yani iktidar ittifâkının önemli ortaklarından birinin, MHP’nin, organik bağı olan birtakım örgütler ve onların yöneticileriyle bağı olması meselesi. Dolayısıyla, konu biraz iktidar içi bir gerilim meselesi olarak konuşulabilir ya da derinleşebilir tartışmalara neden olmuştu ilk bilgiler ortaya çıktığında, hattâ ondan sonra ilk adımlar atıldığında. Birinci yılında şimdi tekrar çok güçlü kanıtlarla bu işin gündeme getirilmesinin, yeniden böyle bir şeyi tetiklemesi ihtimâli elbette var. Ama senin söylediğin gibi, ilk verilen reaksiyonlardan anladığımız kadarıyla, tam tersine bu gerçeklerin, ortaya çıkan bilgilerin sürüklediği bir tavır değişikliğinden çok, bunların ortaya çıkmasını yasaklamaya ya da kapatmaya dönük hamlelerin de eşzamanlı olarak devrede olduğunu görüyoruz. Yani bir siyâsî çatışmanın tam ortasında ve hukukî gerekleri bir kenara bırakılma riskiyle karşı karşıya bu dâvâ. Evet, şimdi yine hukuk konuşacağız. 

Ruşen Çakır: Şimdi yine hukuk konuşacağız. Tabiî ki Can Atalay meselesi. Artık bu sefer Anayasa Mahkemesi’nin karârına uyarlar diye bekledim açıkçası. Ben hâlâ enâyi pozisyonda görüyorum kendimi, çünkü yine Yargıtay’a yolladılar, konu yeni yıla kaldı. Yargıtay yine benzer bir çıkış yapacak anlaşılan. Tabiî bütün bunlar yine siyâsî iktidârın bilgisi dâhilinde oluyordur. Yani siyâsî iktidâra rağmen o mahkemenin Yargıtay’a tekrar topa atması diye bir şey olamaz. Aklıma hep şu geliyor: Ben 19 yaşındayken anayasal düzeni zorla değiştirmekten yargılanmış birisiyim. Biz solcuların kaderi zâten yıllardır hep böyledir. Belki değiştirmek istedik de hiçbir şey yapmadık, yani en azından yapamadık. Anayasal düzenin en temeli nedir? Burada adı üstünde Anayasa Mahkemesi’nin dibine dinamit koyuyorlar; göstere göstere yapıyorlar. Hattâ önce Devlet Bahçeli işâret ediyor, ondan sonra oluyor. Demirtaş’ı söylediğini de unutmamak lâzım. Esas hazırlık, Bahçeli’nin hazırlığı, kendisiyle ilgili alınacak kararlarla ilgili olduğunu da söylüyor. Ama “Anayasa Mahkemesi en üst mahkemedir” lâfının hiçbir anlamı kalmadı. Yerel mahkemeler Anayasa Mahkemesi’ni tınmıyorlar ki… öncesinde Anayasa Mahkemesi’nin çok sert bir açıklaması olmuştu; beklenmedik şekilde masaya yumruğunu vurmuştu. Şimdi Can Atalay da milletvekilliğini hak ettiği halde çıkamıyor. Biz de yine aynı şekilde, “Bakalım Yargıtay ne diyecek? Yargıtay’dan sonra Anayasa Mahkemesi ne olacak?” diye sürüklenip duruyoruz ve aynı şeyleri söyleyip duruyoruz

Kemal Can: Evet. Benim değinmek istediğim üç nokta var. Birisine sen de değindin zâten. Bu mesele de, tıpkı biraz önce konuştuğumuz Sinan Ateş hâdisesinde olduğu gibi iktidar içerisindeki güç dengeleriyle bağlantılı bir tartışmanın parçası olmuştu. Hattâ MHP’nin, özellikle Bahçeli’nin Anayasa Mahkemesi’yle ilgili çıkışlarından dolayı MHP’nin sürüklediği, AKP’nin bâzı kanatlarının da çok istekli olmadığı bir gerilimin parçasıymış gibi tartışıldı hâdise ve yine bir iktidar ittifâkı çatlağı unsuru olarak gündeme geldi. Ama bu hâdisede, Anayasa Mahkemesi’nin karârı, arkasından açıklanan gayet net gerekçeli kararda, açıkça sâdece gereğinin yerine getirilmemesiyle ilgili olmayan, aynı zamanda bunun yapılmamasının ciddî bir anayasa suçu teşkil ettiğini Anayasa Mahkemesi açıkça belirtmesine rağmen, mahkeme daha önceki gibi konuyu tekrar Yargıtay’a attı. Aslında Anayasa Mahkemesi, “Benim verdiğim ihlâl kararlarının herhangi bir denetime uğraması mümkün değil, bununla ilgili bir merci yok” diyor. Dolayısıyla herhangi bir yerel mahkeme, doğrudan Anayasa Mahkemesi’nin “Yapılamaz” dediği işlemi yapıyor. Yani senin söylediğin gibi, aslında Anayasa’yı askıya alıyor. Bir yerel mahkeme siyâsî tâlîmatla olduğu söylenen bir süreçle bunu yapıyor. 

Siyâsî tâlîmat fikrini canlı tutan noktalardan biri, Anayasa Mahkemesi’nin karârının hemen sonrasında, mahkeme, “Buna ben karar veremem” deyip topu Yargıtay’a atmadı. Bu, iki aşamadan geçti. Birincisi, “Gerekçeli karârı bekleyeceğiz” dedi. Daha sonra da toplanıp, zaman kazanıp, yapması gerekenin ne olduğuyla ilgili durum netleşmesinden sonra bu hamleyi yaptı. Bunu, üç beş gün zaman kazanmak için yapılmış bir oyalama hamlesi olarak düşünmüyorum. Bence, bu konuyla ilgili gerekli karârın oluşmasıyla ilgili bir es vermekti bu. Daha önce de bu sürecin her aşamasında, sâdece şüpheden ibâret olmayan bir siyâsî etkinin olduğunu düşünmemiz için çok fazla nedenimiz var. Zâten daha önce de çeşitli konularda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi meselesinde Dışişleri Bakanı’nın, “Zâten bunlar siyâsî dâvâlar. Dolayısıyla bunlara verilen reaksiyonlar da siyâsîdir” diye gayet açık bir îtirâfı var. Dolayısıyla bu konuda kimsenin meselenin politik tarafıyla ilgili bir şüphesi yok.

Şimdi gelelim iki noktaya. Yani niye bu iş yapılıyor? Birincisi, senin Demirtaş’a referansla işâret ettiğin gibi, aslında Anayasa Mahkemesi’nin, bu iktidârın başka icraatlarında da ayağa dolaşabilecek birtakım kararlar almasının öncesinde, o kararları fiilî olarak baştan geçersiz kılacak bir tarafı var. Yani Anayasa Mahkemesi’yle ilgili tartışma, hattâ anayasayla ilgili açılan tartışmalar, bu dâvâyla sınırlı bir mesele gibi görünmüyor. Bunun daha derin siyâsî gerekçeleri olduğunu biliyoruz. Ve büyük bir ihtimalle bu konuda, başka örneklerde de karşımıza gelecek hâdiseler yaşayacağız. İktidârın, fiilî olarak anayasayı ve anayasanın denetimini geçersiz kılan ya da tamâmen kendi uhdesine alan bir iktidar genişletme hamlesinin parçasına dönüştüğünü anlıyoruz. 

İşin yine siyâsî olan bir başka tarafı ise kabaca şöyle târif edilebilir: Kimseyi sevindirmemek ya da sevinme lütfunu iktidârın eline alması hâli. Bu, kayyum siyâsetinde de, Gezi Dâvâsı ve başka pek çok siyâsî dâvâda da gördüğümüz, çok açık biçimde sevindirmeme, yani hukukî bir gerekçeyle ya da bir siyâsî dirençle ya da seçim sonuçlarıyla iktidârın istediğinin dışında bir netîceye ulaşabilmiş, bu anlamda bir “zafer” ya da bir “mevzi” kazanmış muhâlefetin, ister bu bir seçim sonucu olsun ister bir mahkeme karârı olsun… Daha önce Gezi Dâvâsı’nda da beraat karârı verilmişti. Yine kayyum atanan pek çok belediyede, aynı belediyeler, aynı siyâsî kadrolar tarafından tekrar kazanılmıştı. Can Atalay da bunun örneklerinden biri. Haksız biçimde siyâsî bir dâvâyla hapse atılmış bir insan, halkın verdiği oylarla milletvekili seçilerek Meclis’e gelme hakkı kazanmasına rağmen, bu alanı bırakmayan, kimseye kendi başarısı, direnme kabiliyeti, hukukî gerekler ya da siyâsî imkânlarla kazanabildiği hiçbir zaferin sevincini yaşatmama politikası devam ediyor. Yani kimse iktidârın izni olmadan sevinemiyor. 

2015 Haziran’ından, daha önce Gezi hâdisesinden başlayan bir süreç içerisinde, tamâmen anlamsız “İktidar neden böyle yapıyor?” diye zaman zaman tartışılan, hattâ iktidârın aslında böyle yapmayı istemediği, başka birtakım odakların, meselâ MHP’nin zorladığı ya da başkalarının bu konuda devrede olduğu iddialarını gündeme getiren şey, bence böyle bir mesele. Bu çelişkili gibi görünen şeyin arkasındaki neden de bu. Bunu büyük ölçüde birbirine atarak, “Bunun müsebbibi Bahçeli, şunun sebebi bu” gibi gerekçeler uydurarak durum idâre ediliyor, ama aslında bir iktidar stratejisinin duygu siyâsetinde çok belirleyici bir faktör olduğunu, bu dâvânın da böyle sembol dâvâlardan biri hâline geldiğini düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: İstanbul seçimlerinde de benzer bir şey olmuştu; ama sonra çok büyük bir fiyaskoyla karşılaşmışlardı. 

Kemal, “Kızıl Goncalar” dizisini izliyor musun, hiç baktın mı, merak ettin mi?

Kemal Can: Hayır, o diziyi ya da herhangi bir bölümünü özel olarak seyretmedim. Üzerine geçen tartışmaları tâkip ettim elbette, ama diziyi oturup herhangi bir bölümünü başından sonuna izlemedim. 

Ruşen Çakır: Zâten iki bölüm oldu, cezâyı yedi. Dizinin devam edip etmeyeceği de belli değil. 

Kemal Can: Daha önce de başka bir diziye, “Kızılcık Şerbeti” dizisine gerekçelerle beş hafta yayın durdurma cezâsı verilmişti. Bu dizi de şimdilik iki hafta için cezâ almış, ama devâmı gelir mi gelmez mi göreceğiz. 

Ruşen Çakır: Şimdi herhalde yapımcılar bundan sonrasını nasıl getireceklerini kara kara düşünüyorlardır. Senaryoda ne varsa herhalde büyük ölçüde değiştiriyorlardır. Zâten kirâladıkları çekim mekâanlarını da ellerinden aldılar. Ben daha sonraki bölümlerde ne yapacaklarını bilmediğim için baktım. Girizgâh kısımları biraz fazla şematik olmuş. Çünkü ilk başta pozisyonlar, laik ve İslâmcı ya da dindar pozisyonlar çıkıyor. Herkes şu anda pozisyonlarında sert duruyor, ama belli ki diziyi öyle kurguluyorlar. Sonra birbirlerini tanıdıkça herkes bir şeylerden vazgeçecek, birtakım törpülemeler olacak. Ama dizinin ömrü ona vefâ edecek mi bilmiyorum. 

Geçen gün Tuğrul Eryılmaz’la bir yayın yaptım biliyorsun. Tuğrul bütün dizileri sonuna kadar izleyen bir dizikolik. O da meselâ birçok yerde, “Bu kadar da olmasın” demiş. Tuğrul’a da yayında söyledim. Biz Nokta dergisinde çalışırken, İslâm konularını ele aldığımızda acayip bir merak olurdu. 1985’ten bahsediyorum. Üzerinden neredeyse 40 yıl geçti, hâlâ öyle. Bu 40 yılın 20 küsur yılını da AKP iktidârında yaşıyoruz. Ama hâlâ mahallelerin birbiriyle ilişkisi, birbiri hakkındaki bilgisi şusu busu bir tabu gibi. Eskiden, diyelim ki 25 yıl önce bir dizide dindarı iyi gösterip, seküler, laik bir insan kötü gösterilseydi kıyâmet oradan kopardı. Şimdi, yok efendim o ona kötü davranmış, tokat atmış gibi bir nedenden dolayı, “toplumun millî ve mânevî değerlerinin aşağılandığı” gerekçesiyle cezâ veriliyor. Halbuki dizide yaşanan olayın dinle imanla alâkası yok; ama RTÜK hemen durumdan vazîfe çıkarmış. Bu arada biliyorsun RTÜK, Atilla Dorsay’ın, Tele1’de Yılmaz Güney’in hayâtı hakkında yaptığı yorumlarda, suçluyu övme gerekçesiyle, televizyon kanalına üst sınırdan para cezâsı verdi. Yani oraya kadar indi iş. 

Kemal Can: Dediğim gibi diziyi seyretmedim, ama genel olarak muhâfazakâr kesimin hayâtına kamerayı sokan drama meselesinde iki boyut var. Birincisi, iktidârın, RTÜK’ün ve sosyal medyada bazı çevrelerin reaksiyonuna sebep olan “ayna” efekti. Karşındaki tarafından nasıl algılandığını bir drama içerisinde, bir hikâye içerisinde algılamak, aslında kendi çevrende kendine bakarken kullandığın kodları sorgulamayı gerektirebilir ve orada böyle çok temel tartışmalar, şematik bile olsa birdenbire yeni bir içerik kazanabilir. İşin böyle bir tarafı var. O gösterilen aynadaki aksin yarattığı bir rahatsızlık söz konusu. 

Ama buna paralel olarak başka bir şey daha işliyor. Meselâ bir süredir, bu tür dramalar dışında özellikle devlet kanalı TRT ve diğer pek çok kanalda da yaygın biçimde, bir muhâfazakâr tarih anlatısı üzerinden, Abdülhamid’inden diğer bütün târihî karakterlere kadar, hamâsetle paketlenmiş, bir güçlü başka anlatı var. Her iki cephede de, bu bir türlü sağlanamayan kültürel iktidârı başkalarının eliyle tesis eden, biri târihin derinliklerinden birtakım figürleri idealize ederek onlara özel bir içerik üreterek yaratılıyor, diğer taraftan da görünürlüğü artıyor. Meselâ, başı kapalı insanların televizyon dramalarında daha fazla görünüyor olması başka bir efekt yaratıyor. “Kızıl Goncalar” dizisinde olan hâdiseden söz ediyorum. Türkiye’nin bir televizyon starı, birden başörtülü ya da türbanlı bir aktör olarak karşımıza geliyor ve görünürlük meselesi çok önemli bir içerik kazanıyor. Yani muhâfazakâr hayat, bakılan tâkip edilen ve rastlanılan bir şey hâline dönüşüyor, tıpkı hayattaki karşılığı gibi. Bundan 15-20 yıl önce, dizilerdeki insan profili daha farklı bir profildi. Çok az sayıda başı kapalı insanla karşılaşabilirdiniz.

Ruşen Çakır: Evet, onlar da genellikle yaşlı kadınlar olurdu.

Kemal Can: Evet. İktidar şimdi bu görünürlüğün artmasını bir politik fayda olarak kullandığı için aslında bu dizilerin artışından çok rahatsızlık duymuyor. Eğer hafif eleştirel de olsa, bu görünürlük artsa, tıpkı Erdoğan’ın çıkıp, “Artık başörtülü bacılarımız üniversitelerde, hastânelerde her yerde” demesi gibi, aynı zamanda televizyonlarda olmasını da bir iktidar getirisi olarak anlatmaya ya da kendi muhâfazakâr çevresi için hayâtın içerisinde daha baskın olmanın ya da kültürel iktidârı yaratmanın bir aracı olarak göstermesi mümkün. Ama burada, biraz şematik de kaçsa çok temel tartışmalarda o pozisyonların politik ya da sosyolojik anlamları üzerine rahatsız edici sorular sorulmaya başlanması, asıl problemi oluşturuyor. Bence bu iki dizide de biraz erken dönemde böyle reaksiyon verilmesi bu yüzden oldu. 

Ama meselâ daha önce “Kızılcık Şerbeti” dizisinde ilk başta sert bir cezâ verilmesine rağmen –sonra dizideki hikâye ne kadar revizyona uğradı tartışma götürür– daha sonra, o genel görünürlük artısının daha fonksiyonel olduğu düşünüldüğü için çok fazla üstüne varılmadı. Bunu reytinglerden anlıyoruz. Çünkü dizinin reytinglerde zirvede olduğunu görüyoruz. Büyük ihtimalle muhâfazakâr insanların da seyretmesiyle o reytingler o seviyelere çıkıyor. Bu “Kızıl Goncalar” olayında da bence erken baraj hâdisesi gündeme geldi; ama bunun devâmında senin dediğin gibi mi ilerleyecek, yoksa hikâye aynı şeyde devam mı edecek, onu zaman içerisinde göreceğiz. 

Ruşen Çakır: Bu iki dizinin de içinde “kızıl” lâfının geçiyor olması da bir acayip. Tevâfuk mu deniyordu buna?

Kemal Can: Biri “Kızılcık” ama neyse, kızıl olsun. 

Ruşen Çakır: Eh kızıl işte. Her neyse. Kemal, sen bu akşam Suudî Arabistan’da oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe arasındaki Süper Kupa finalini izlemeyi düşünüyor musun? Gerçi sen zâten çok ilgili değilsin anladığım kadarıyla, ama skandal üstüne skandal yaşanıyor. Yayına girerken “İstiklâl Marşı’na ‘evet’ ama Atatürklü pankartlara ‘hayır’ ” noktasındaydı iş. Bakalım durum değişti mi? Tabiî işin içinde büyük paralar var ve anladığım kadarıyla yine burada da bir siyâsî irade var. Yani herhangi bir kulüp, istese de “Ben oraya gitmiyorum” diyebilir mi? Ya da “Ben maça çıkmıyorum” diyebilir mi? Futbol Federasyonu’nun özerk bir yapı olmadığını biliyoruz zâten.

Artık 2023’ü bitiriyoruz. Bu yıla maalesef deprem, ama esas olarak seçim damgasını vurdu. 2024’e de yerel seçim damgasını vuracak gibi. Ama hâlâ AKP’nin özellikle büyükşehirlerdeki adaylarını bilmiyoruz. İstanbul’da İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın adı daha fazla öne çıkmaya başladı, ama hiç belli olmaz tabiî. Bana bu seçim kampanyası çok sert geçecekmiş gibi geliyor. Sen nasıl bir süreç bekliyorsun?

Kemal Can: Zâten son yıllarda her seneyi neredeyse seçim senesi olarak yaşıyoruz. Şimdi bir seçim senesine daha giriyoruz. İlk çeyreği zâten kampanya önüyle geçecek. Muhtemelen ikinci çeyreği de o seçimin sonuçlarını tartışarak geçirecek Türkiye. Dolayısıyla 2024’ün yarısı seçim gündemli bir süreç olarak yaşanacak. Son yıllarda yaşadığımız bütün seçimlerdeki temel pozisyonların da çok değişme istidadında olmadığını görüyoruz. Kurultay sonrasında değişen yönetimle birlikte, bu son bildiri hâdisesinde gördüğümüz gibi, CHP’nin kısmen biraz daha farklı bir pozisyon alma gayreti var. Ama genel olarak iktidârın bu seçim için uygulamaya koyacağı strateji, daha önceki seçim stratejilerinden çok çok farklı olmayacak gibi görünüyor. 

Ayrıca şimdi Ali Yerlikaya örneğini verdin. Onu liyâkat açısından ve diğer bütün AKP iktidârı dönemi bakanlarından ayrı tutan ya da çok özel misyonlar atfedenlerin, böyle bir adaylık söz konusu olduğunda nasıl pozisyon alacakları da ayrı bir tartışma konusu tabiî. Yerlikaya bambaşka bir aktör muamelesi gördü ki aslında orada da en son MHP’ye yaptığı ziyâretle, sanıyorum, kendisinin bu konudaki abartıyı biraz düşürmek istediği anlaşılıyor. Ama bu sürecin, özellikle iktidar cephesinde ilk çıkışlar îtibârıyla, önceki seçimlerdeki havadan çok uzaklaştırılmak niyetinde olmadığını anlıyorum. Burada asıl mesele, muhâlefetin, üstelik biraz daha “hür ve müstakil” siyâset iddialarının nasıl karşılık bulacağı, 2024’ün siyâsî gündeminin çerçevesini çizecek. Ama ben seçim atmosferinin, şu son birkaç haftada, yıl biterken yaşanan hâdiseler penceresinden bakıldığında, çok da değişik olmayacağını, önceki seneleri pek aratmayacağını düşünüyorum. Memleket için kötü, ama bildiğimiz ve tanıdığımız bir şey gibi duruyor 2024’e giriş koridoru. 

Ruşen Çakır: AK Parti, İYİ Parti İstanbul adaylarını henüz açıklamadılar; ama Zafer Partisi’nin adayı belli oldu sanki; haftaya açıklayacaklarmış. Azmi Karamahmutoğlu oluyor. Kendisi Ülkü Ocakları eski başkanı biliyorsun. Zafer Partisi’nin adayı olarak İmamoğlu ile yarışacak ilk isim en azından şekilleniyor. İYİ Parti’nin İzmir adayı belli: Ümit Özlâle.  İstanbul ve Ankara’ya kimi koyacakları belli değil. CHP’nin İzmir’de ne yapacağı da belli değil. Tunç Soyer tekrar aday gösterilecek mi, yoksa başka bir ilçe belediye başkanı mı olacak? İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden Buğra Gökçe’nin de adı İzmir için geçiyor. Yani İzmir hâlâ belli değil. CHP’nin Adana, Mersin, Antalya, Hatay adayları da açıklanmadı. Adana’da tekrar Zeydan Karalar’ın olacağı söyleniyor, ama resmen açıklanmadı. İsimler daha çok konuşulacak gibi gözüküyor. Bakalım ne olacak? 

Evet, 2023’ün son “Haftaya Bakış”ını böyle noktalayalım. İzleyicilerimize iyi yıllar dileyelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere.

Kemal Can: İyi seneler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.