Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Washington Büyükelçisi kim olacak? | ABD savaşın yayılmasını engelleyebilir mi? | “Macron Boy” lakaplı Fransa’nın yeni başbakanı

Fransa Başbakanı Élisabeth Borne istifa etti. İstifanın ardından Gabriel Attal başbakan olarak atandı. Kabine’de Eğitim Bakanı olarak görev yapan 34 yaşındaki Gabriel Attal, artık Fransa’nın en güçlü isimlerinden biri. Fransa’nın en genç başbakanı olmasının yanı sıra ülke tarihinde eşcinsel olduğunu açıkça beyan eden ilk başbakan.

Lübnan merkezli Hizbullah örgütünün lideri Hasan Nasrallah (63), İsrail-Hamas savaşına dair açıklamalarda bulundu. Nasrallah, İran’da Kasım Süleymani’nin ölüm yıldönümünde düzenlenen terör saldırısı ve İsrail’in Beyrut’ta Hamas’ın siyasi kanadının en üst düzey isimlerinden Salih Aruri öldürmesinin ardından konuştu. Nasrallah, “Hamas liderinin öldürülmesi cezasız kalmayacak” dedi.

ABD Dışişleri Antony Blinken Ortadoğu ziyaretinde, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüştü. Blinken’in bu üçüncü Türkiye ziyareti oldu. Blinken, dün İsrail Başbakan Binyamin Netanyahu ile bir araya geldi.

Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar Transatlantik’te değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”te karşınızdayız. Yine Washington’da Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’la dünyayı konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. Amerikan Dışişleri Bakanı’nın Ortadoğu seyâhati Türkiye’den başladı bu sefer, onu konuşacağız. Başka şeyler de var konuşacağımız. Ama Ömer, önce sana senin patronunu sorayım. Senin üniversitenin de patronu değil mi Savunma Bakanı? Kaybolmuş, prostat kanseri vs… Ne acayip şeyler oluyor. Nedir onun öyküsü?

Ömer Taşpınar: Evet, bizim üniversitenin patronu Genelkurmay Başkanı. Yani sivil değil, askerî üniversite. Ama tabiî asker-sivil ilişkilerine baktığımızda, Genelkurmay Başkanı da sonuçta Savunma Bakanı için çalışıyor. Sivillerin hakîm olduğu bir sistem Amerika. Çok garip biz durum söz konusu Ruşen, Lloyd Austin ile ilgili. Lloyd Austin biliyorsun CENTCOM komutanıydı ve CENTCOM komutanıyken bir kere Tampa Florida’da kendisiyle bir grup uzman konuşma fırsatımız olmuştu. Çok konuşkan, sosyal bir adam değil ve Biden ile, Biden’ın oğlunun askerliği döneminden gelen bir arkadaşlığı, ilişkisi var. Stratejik bir düşünür değil. Birçok insan siyah olmasının bu göreve gelmesinde Biden açısından önemli olduğunu söyledi ve aynı zamanda siyah olması dışında –yani Amerika’daki çokkültürlülüğü yansıtması— bir de tabiî ki asker kökenli olması ve dolayısıyla herhangi bir şekilde sivillerle konuşurken askerî konulara çok hakîm olacak 4 yıldızlı bir CENTCOM generalinin Pentagon’un başında olması, Biden açısından önemliydi. Fakat büyük bir hatâ yaptı bence kendisi. Yılbaşından önce kanser olduğunu öğrenmiş, yani yılbaşından galiba bir hafta önce öğrendiği söyleniyor prostat kanserini. İleri safhalarda değil ve ameliyâta girmesi gerekiyor acele bir şekilde. Bu ameliyata girdiği dönemde Savunma Bakanı Yardımcısı Kathleen Hicks’e görev devrediliyor. Fakat Kathleen Hicks’e görev devredilirken neden görevin ona devredildiği söylenmiyor. Yani böyle bir ameliyâta girdiği söylenmiyor, “Bir rahatsızlığı var” deniyor. Beyaz Saray’a da haber verilmiyor. Bunlar hep 28-29 Aralık penceresinde oluyor. Ameliyattan birkaç gün sonra, yılbaşından bir gün sonra zannediyorum, 2 Ocak târihinde hastâneye kaldırılması gerekiyor ve bir iç kanama olduğundan, ameliyatla ilgili bir komplikasyondan bahsediliyor. Orada da tam olarak haber verilmiyor. Ne Beyaz Saray’a haber veriliyor ne tam olarak –bunların koordinasyonunun yapıldığı– Millî Güvenlik Kurulu’na haber veriliyor ve hastânede yoğun bakıma alınıyor. İki gün yoğun bakımda kalıp sonra da 3. gün taburcu olacakken, “Ne oluyor?” diye tartışmalar başlıyor. Ve gerçekten Biden’ın bile tam olarak haberi yok durumdan. Savunma Bakanlığı’nın sözcüsü: “Daha iyi bir iş yapabilirdik. Daha iyi anlatabilirdik ne olduğunu. Belki de iletişim konusunda daha açık olmalıydık” diyor; ama bakanlığın sözcüsünün de haberi yok ve prostat kanseri olduğu basınla ancak dün paylaşıldı ilk defa. Bütün bunlar bana şunu söylüyor: Yani ortada çok anormal, hattâ Lloyd Austin’e baskı kurulursa bakanın istifâsına kadar gidebilecek bir süreci açabilir. Zîra Amerika şu anda bir savaş içinde. Yani Ukrayna’da ciddî bir savaşla karşı karşıya. Kendisi bu savaşın tam olarak parçası olmasa da; meselâ Rusya birdenbire bir nükleer silâh kullansa o dönemde Savunma Bakanı’nın ortada olmaması son derece büyük bir sorun. Yani burada kesinlikle açık bir şekilde anlatılması gerekiyordu Beyaz Saray’a Savunma Bakanı’nın nerede olduğu. Ortadoğu’daki durum malûm. Yani Ortadoğu’da İsrail’le Hizbullah arasındaki çatışmaya Amerika birdenbire müdâhil olmak istese, yine Savunma Bakanı’nın masada olması gerekiyor. Bütün bunlar olurken ameliyâta girmesi, saatlerce görevde olmayacak bir şekilde görevi devretmesi, tam olarak açık bir şekilde bunun kanser olduğunu söylememesi bana göre başını son derece ağrıtacak. Şu anda bir spekülasyon var; “Neden söylemedi?” diye. Benim aklıma gelen şey, belki de âilesine bile açıklamak istemedi prostat kanseri olduğunu. Paniklerler, hemen baskı gelir; “Görevi bırak. Sağlığını ön plana al” diye. Görevde kalmak istiyor. Âilesine bile açıklamamışken, belki de bunu özel olarak tutmak istedi. Fakat bütün bunlar profesyonel davranışlar değil. Sonuçta başını çok ağrıtacak ve bana göre istifâsına kadar gidebilecek bir süreçle karşı karşıyayız.

Evet. Neyse onu kaderiyle baş başa bırakalım. Dışişleri Bakanı’na bakalım. Blinken yine geldi ve Türkiye’den başladı Gönül. İsrail’le, Bibi Netanyahu ile ciddî sorun yaşadığı iddia ediliyor, tabiî basın toplantısı da yapmadı. Ama olayın hem Türkiye ayağı var, Türkiye ayağında da ciddî olarak İsveç meselesinin hâlâ gündemde olduğunu duyduk. Ne diyorsun? Ne tür değerlendirmeler var?

Gönül Tol: Ruşen, Netanyahu ve Biden’ın çıkarlarının gittikçe birbirlerinden ayrıştığı çok net. Ömer bunu haftalardır söylüyor. Diyor ki: “Bu savaşın, Gazze’deki çatışmanın bölgeye sıçraması, genişlemesi ve bölgesel bir krize dönüşmesi aslında hiç kimsenin istediği bir şey değil.” Ne Amerika’nın ne İran’ın ne Hizbullah’ın ne de aslında İsrail’in çıkarına olacak bir durum değil. Fakat Netanyahu’nun çok dar bir amacı var burada; kendi koltuğunu korumak. Ve savaşın bölgesel bir çatışmaya dönüşmesi sâdece Netanyahu’nun daha uzun süre koltuğunu korumasına hizmet eder. Onun dışında hiçbir şeye hizmet etmiyor. Ve Netanyahu gittikçe meseleyi bu dar çerçeveye sıkıştırmak istiyor ve bu da Biden’ın ve Netanyahu’nun çıkarlarının çok daha net ve radikal bir şekilde ayrışmasına sebep oluyor. O yüzden de Biden bir süredir çok sık bir şekilde Amerikalı yetkilileri Netanyahu ile konuşmak üzere bölgeye gönderiyor. Diğer bölgesel aktörlerle görüşmek üzere gönderiyor. Şu anda Blinken bölgede. Bence Blinken’ın ziyâretinin üç temel amacı var. Bir tânesi ve en önemlisi bence; dediğim gibi Gazze’de olanların bölgesel bir çatışmaya evrilmesini engellemek. En temel ve önemli amaç Amerika’nın perspektifinden bakıldığında bu. İkinci amaç da Gazze’ye yardım girmesini sağlamak. Çok ciddî bir insanî dram yaşanıyor orada. Gıdaya, suya, ilâca erişim yok. Gazze’ye yardımın girmesini sağlamak ve çatışma sona erdikten sonra Gazze’nin yeniden inşâsı için bölgesel aktörlerle bir müzâkere başlatmak. Üçüncü amaç da –bu daha uzun soluklu bir amaç, fakat şimdiden bunun ciddî bir şekilde tartışmaları yürüyor– İsrail-Filistin meselesine siyâsî bir çözüm bulmak. Bu noktada da Suudî Arabistan’da Muhammed bin Selman’la Blinken’ın yürüttüğü görüşme çok çok önemli. Şimdi bu üç tâne amaç var, fakat tabiî her biri problemli bu amaçların. Yani birincisi, dediğim gibi çatışmanın bölgesel bir savaşa evrilmesini engelleme amacını ne denli gerçekleştirebilir Amerika? Burada en büyük sorun tabiî bu işe karşı koyan Netanyahu’nun kendisi. Netanyahu’nun kabinesinde birkaç radikal ses var. Onlar da yine bence kendi koltuklarını korumak için şu anda Lübnan’da bir şeyin eşiğine gelmiş durumdalar. Biliyorsun geçen hafta Aruri’ye bir sûikast düzenlenmişti. Hamas’ın içerisinde çok önemli bir aktördü. Fakat İsrail burada temkinli bir çizgi izlemişti ve direkt birebir saldırıyı sâhiplenmemişti. Fakat bu hafta Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, Aruri’nin öldürülmesinden sonra açıklama yapmıştı ve aslında çok temkinli bir açıklamaydı. Yani bir taraftan, “Hizbullah kesinlikle buna yanıt verecek” dedi; ama diğer taraftan, aslında konuşmasını dikkatli bir şekilde dinlediğimizde, “Biz müzâkereye açığız. Aslında bunun bölgesel bir savaşa evrilmesini istemiyoruz” mesajı da vardı. Ve tabiî Hizbullah açısından bu çok anlamlı. Ne demiştik? Hizbullah başından beri, 7 Ekim’den bu yana çatışmayı tırmandırmamak için aslında elinden gelen her şeyi yaptı. Çünkü 2006 yılında İsrail ve Hizbullah’ın Lübnan Savaşı’nda Hizbullah aslında çok bedel ödedi. Bugün gelinen noktada İsrail’le yeni bir savaşı göze alamıyor Hizbullah; çünkü 2006’dan bu yana çok zemin kaybetti, taban kaybetti, Lübnan ekonomisi 2006 yılına kıyasla çok kötü bir durumda. Neden Hizbullah’ın bu savaşı istemediğine dâir üçüncü bir faktör: 2006 yılındaki savaş Lübnan ekonomisini çok ciddî sarsmıştı, fakat Körfez ülkeleri yardım etmişti Lübnan ekonomisinin toparlanması konusunda. Bugün Körfez ülkelerinin buna yanaşmayacağı biliniyor. O yüzden de Hizbullah mümkün olduğu kadar İsrail’le gerginliği sınırlı tutmaya çalışıyor. Ve Aruri’nin öldürülmesine de sembolik bir yanıt verdi. Fakat Netanyahu kızıştırmaya çalışıyor, tansiyonu yükseltmeye çalışıyor. Bu hafta içerisinde Hizbullah’ın birkaç üyesi öldürüldü ve ilginç bir şekilde daha riskli bir şey yapıyor İsrail. O da sâdece Hizbullah’ı değil, aynı zamanda Amerika’nın fonladığı, eğittiği Lübnan ordusunu hedef alıyor. Lübnan ordusundan birkaç asker öldürüldü, Lübnan ordusunun hedeflerini vurdu İsrail. Tabiî bütün bunlar Amerika açısından son derece endîşe verici gelişmeler. Çünkü bu savaş kızıştıkça, Amerika için, Irak’tan Suriye’ye, Kızıldeniz’e pek çok sonucu oluyor. Meselâ Gazze’deki çatışma kızıştıkça İran, Amerika’ya Suriye’de ve Irak’ta yanıt veriyor. Bu da Amerika için meseleleri çok komplike hâle getiriyor. Meselâ İran’a bağlı milisler sürekli Amerikan güçlerini hedef alıyor Suriye’de, Irak’ta. Amerika buna yanıt verdiğinde –ki verdi–; 4 Ocak’ta bir drone saldırısıyla bir Amerikan milis üyesi öldü Irak’ta. Ve bundan sonra Irak siyâsetinde yeniden; “Amerikan güçlerini bütünüyle Irak’tan çıkarmalıyız” tartışması başladı — ki bu Amerika’nın hiç istemediği bir şey. Orada IŞİD’e karşı savaşmak üzere 2500 tâne askeri var Amerika’nın. Bunu istemiyor. Fakat bir yanıt vermek durumunda kalıyor Gazze’deki çatışma kızıştıkça ve İran’a bağlı güçler yanıt verdikçe. Daha da ciddî bir şey, tansiyonun Gazze’ye bağlı olarak yükseldiği başka bir bölge de Kızıldeniz. Kızıldeniz’de İran’a bağlı Husiler Yemen’deki deniz ticâretini sekteye uğratmak için ciddî askerî saldırılar gerçekleştiriyorlar — ki bu bölge çok önemli Ruşen; çünkü dünyanın deniz ticâretinin %12’si Kızıldeniz’den geçiyor ve buradaki ticârî gemilere saldırarak Husiler sâdece Amerika ve İsrail’e yanıt vermiyorlar. Aslında bütün dünyayı etkileyecek bir operasyonda bulunmuş oluyorlar ve bunu engellemek için Amerika liderliğinde bir uluslararası güç oluşturuldu. Kızıldeniz’deki Husi saldırılarından koruyup, deniz ticâretinin güvenliğini sağlamak için. Fakat Husiler bunu dinlemiyor. Yani bir Husi gemisini batırdı meselâ Amerikalılar; Husiler drone saldırısına devam ediyor. Bu nedenle pek çok önemli uluslararası şirket, kısa yol olan Kızıldeniz yerine Güney Afrika’nın ucundaki Ümit Burnu’ndan dolanarak gidiyor. Tabiî bu, mâliyeti artırıyor. Bütün bunlar çok ciddî komplikasyonlar yaratıyor Amerika açısından. Amerika’nın en büyük endîşelerinden bir tânesi, Husiler nedeniyle yeniden bir Yemen’e operasyon düzenlemek zorunda kalabilir Amerika — ki bunu hiç istemiyor, seçim yılı bu yıl. Hatırlayalım, Yemen’deki Husilere karşı saldırıyı uzunca zamandır Suudî Arabistan yönetiyordu ve Washington’da buna karşı çok ciddî bir direnç oluşmuştu. Yani Suudîleri frenlemek gerektiğini, buradaki insânî dramın sonlandırılması gerektiğine dâir sesler yükselmişti Washington’da. Şimdi 7 Ekim’den îtibâren özellikle orada kızışan çatışma nedeniyle Amerika kendini Yemen’e karşı bir operasyonun içerisinde bulabilir. Bütün bu endîşeler Biden ve Netanyahu’nun gündemlerinin kafa kafaya çatışmasına sebep oluyor.Ama dediğim gibi, toparlamak gerekirse, Blinken’ın Ortadoğu ziyâretinin amacı bu. Herkesle görüştü; Muhammed bin Salman’la görüştü, Mısır’la, Bahreyn’le, Ürdün’le… Buradaki amaç mümkün olduğunca bir İsrail-Hizbullah savaşını engellemek. Bunun için de çeşitli potansiyel çözümler gündeme getirdi bu arada. Meselâ Amerika ve İsrail Hizbullah’ın sınırdan kuzeye çekilmesini istiyor ve referans olarak şunu veriyor: 2006 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi karârı vardı, Hizbullah güçlerinin sınırdan kuzeye çekilmesini öngörüyordu. İsrail bunu istediğini söylüyor Hizbullah’tan; yoksa bu savaşa kadar varır diyor İsrail içindeki radikal, Netanyahu çevresindeki isimler. Amerika da şunu yapmaya çalışıyor: Lübnan ordusunu iknâ etmeye çalışıyor. Yani sınırın bir kısmını Hizbullah yerine Lübnan ordusu kontrol etsin istiyor Amerika. Fakat tabiî Hizbullah’ın buna evet demesi mümkün değil. Dolayısıyla seçim yılında bölgedeki çatışma son derece tehlikeli bir eşiğe gelmek üzere ve Biden açısından da bunun çok ciddî bölgesel ve dolayısıyla iç siyâsette negatif sonuçları olabilir.

Ömer, seninle de devam edelim, ama önce unuttuğum bir şeyi söyleyeyim: Geçen hafta Gönül acayip bir şekilde, biz ‘‘İsrail yapmıştır’’ derken, hemen “IŞİD” dedi ve IŞİD üstlendi. Onu bir tekrar hatırlayalım, İran’da Kirman’daki olay ve bir intihar saldırısı, iki tâne IŞİD militanının intihar saldırısı olduğu ortaya çıktı. Yani bir gün önce Lübnan’da İsrail bir Hamas yöneticisini öldürdükten hemen sonra olunca, insanın aklına ilk başta “İsrail mi?” diye geliyor; ama Gönül haklı orada. Hattâ şey diyorlar: “Nasıl güçlü kaynakları var ki’?” diyorlar. Ben de dedim ki: “Ya, olay olalı iki saat olmuş. İnsanın ne kadar güçlü kaynağı olursa olsun, 2 saatte bunu…” Yani bu akıl yürütme tamâmen analiz meselesi ve sonra bakınca tabiî IŞİD’in İran’da daha önce de yapmış olduğu saldırılar var vs.. Tekrar izleyicilerin önünde de bir tebrik edelim Gönül’ü. Çok sağ ol. Ömer, bu savaşın genişlemesi meselesini sana da sorayım. Türk-Amerikan ilişkileri boyutunda Blinken’ın ziyâretinin bir önemi var mıydı yansıdığı kadarıyla?

Ömer Taşpınar: Tabiî ki vardı. Yani bana göre dahaönemli boyutu oydu hattâ. Çünkü Türkiye’nin şu aşamada, kısa dönemde Gazze’de yapabileceği şeyler sınırlı. Uzun dönemde Türkiye bir rol oynayabilir. Özellikle Gazze’nin tekrar inşâ edilmesi veya bir barış gücünün oraya yollanması, o barış gücünde Müslüman askerlerin olması gibi konularda. Ama bütün bunlar kriz sonrası, savaş sonrası senaryolar ve âciliyet teşkil eden mesele değil. Âciliyet teşkil eden mesele, Amerika açısından mâlûm mesele: İsveç’in NATO’ya bir an evvel üyeliğinin, artık Türkiye tarafından aylardır, 18 aydır sürüncemede tutulan İsveç’in NATO üyeliğinin Türkiye’de Parlamento’dan geçmesi. Bu konuda bu sefer Erdoğan’la da görüştü. Bir önceki geldiğinde Erdoğan kabul etmemişti Blinken’ı. Blinken bu sefer Erdoğan’la da görüştü ve Amerikan basınında, Amerika’da pazar günü siyâsetin ele alındığı televizyon programlarında İsveç’ten bahsetti, yani “İsveç konusunda da artık son aşamalara geldiğimizi ve bir an evvel bu konuda Türkiye’nin, Parlamento’nun adım atmasını beklediğimizi tekrar dile getirdik” dedi. Türkiye’nin verdiği tepki ise benim anladığım, görebildiğim kadarıyla şu anda hâlâ tam olarak emin değil İsveç karşılığında ne alacağından. Yani Türkiye’nin beklentisi tabiî ki F16’lar. Bu konuda Amerikan Dışişleri Bakanlığı bir al-ver ilişkisi, bir quid pro quo dediğimiz şeyi; yani “Sen İsveç’i kabul et, biz de sana F16’ları verelim” pozisyonuna getirmek istemiyor Amerikan Dışişleri Bakanlığı. Bunu bu açıklıkta, bu netlikte söylemek istemiyor, ama Erdoğan’ın kafasında Biden ile yaptığı görüşmelerden de esinlenerek böyle bir al-ver ilişkisi var. Fakat tabiî Amerika buna tam olarak neden yanaşmıyor, neden garanti veremiyor F-16’ları? Çünkü burada hep tekrar ettiğimiz gibi bu Dışişleri Bakanlığı’nın veya Beyaz Saray’ın, Başkan’ın elinde olan bir konu değil, Kongre’nin elinde olan bir konu. Kongre’de de Türkiye’nin İsveç konusunda yeşil ışık yakması, “Evet” demesi, kabul etmesi şartlardan bir tânesi F-16’lar konusunda, belki de en önemlisi. Ama F-16’ların verilmesi konusunda Kongre’de, özellikle Senato’da, Menendez şu anda artık etkisini kaybetmiş olsa da –bana göre istifâ sürecinde, yani Menendez’in yerine birisi gelecek; ama tek sorun Menendez– Senato’da hâlâ Türkiye konusunda ayak sürüyen isimler var. Başta Demokratlar var; tabiî Cumhuriyetçiler de var. Bunlar F-16’ların nasıl kullanılacağı konusunda şartlar getirebilirler, Türkiye’ye şartlı bir şekilde vermek isteyebilirler. Meselâ Suriye’de YPG’ye karşı kullanılmayacak veya Ege’de kullanılmayacak… İnsan hakları konusunda belirli şartlar getirebilirler, başka şartlar getirebilirler. Türkiye bundan çekiniyor. Yani o nedenle de Amerika tam olarak bir karşılıklı al-ver ilişkisine girmek istemiyor. Çünkü Türkiye diyebilir ki: “Tamam, biz NATO’ya kabul ettik İsveç’i. Hani F-16’lar?” Bu soruya vereceği cevap: “O bir süreç” — yani Kongre’de süreç, o cevâbı Washington verecek. Dolayısıyla şimdiden o pazarlığa girmek istemiyor gibi gözüküyor.Ama Türkiye de İsveç meselesini bir manevra kabiliyeti, bir potansiyel güç olarak kullanmaya devam ediyor. 

Gönül’ün anlattığı bölgesel konuya gelecek olursak. Yani detaylarıyla anlattı Gönül. Şimdi şöyle bir risk var bence; İsrail’de kabineye baktığımızda, bir savaş kabinesi var. O savaş kabinesinde muhâlefetten de Beni Gantz var, Eski Genelkurmay Başkanı ve Likud dışı, daha merkezde duran bir partinin başında. Ama savaş kabinesinde aynı zamanda Savunma Bakanı Yoav Galant ve aynı zamanda tabiî kabinenin başka isimleri, şâhin isimleri, şu anda İsrail târihinin en şâhin, bana göre en tehlikeli olabilecek kabinesiyle karşı karşıyayız. Şimdi bu isimler bana göre Amerika’nın 11 Eylül sonrasında yaptığı hatâyı yapabilecek isimler. Amerika’nın 11 Eylül sonrasındaki hatâsı neydi? Amerika 11 Eylül’den sonra meşrû olan bir savaşa girdi. O meşrû olan savaş Afganistan’dı. Afganistan’da Taliban’la mücâdele adına ve Usama bin Laden’in yakalanması adına Afganistan’ı işgâl etti. Ama arkasından daha birkaç ay geçmeden Irak meselesi gündeme geldi 11 Eylül’den sonra. Ve Amerika apar topar bir yıl içinde Irak’ı da işgal etti. Şimdi bu analoji şu açıdan mantıklı; Gazze Harekâtı kesinlikle beklenen bir harekâttı. Yani İsrail’in Gazze’yi bu şekilde işgal edeceği ve on binlerce ölü olacağı bana göre İsrail’in bu caydırıcılık doktrinini, misilleme doktrinini bilen insanların gözünde apaçık ortadaydı. Yani Gazze’de yaşanacak trajedi ilk günlerden belliydi. Korkulan şey bunun Lübnan’a yansımasıydı, yani Hizbullah’a da saldırmasıydı. Ve şu andaki durum bütünüyle o korkulan senaryoya doğru gidiyor. İsrail kabinesinde başta Netanyahu kendi koltuğu için, ama kabinede başka isimler de Gazze’deki başarıyı tam olarak göremiyorlar açıkçası. Yani başarı nedir Gazze’de onlar açısından? Hamas’ın yok edilmesi. Hamas’ın da en önemli liderinin bulunması. Hamas’ın en önemli lideri Aruri değildi, Beyrut’ta öldürülen lider değildi. Hamas’ın en önemli lideri, yani bu 7 Ekim saldırısının beyni, bunu düzenleyen Yahya Sinwar. Yahya Sinwar’ı bulamadılar. Yahya Sinwar muhtemelen tünellerde bir yerde, nerede olduğu belli değil. Belki de Gazze dışında. Fakat bu, sonuçta Amerika’nın Usama bin Laden’i bulamaması gibi bir şey. Hamas bu arada savaşı kaybediyor mu? Stratejik olarak kaybetmiyor. Belki operasyonel olarak Hamas’ın gücü çok azaldı, roket atamıyorlar; ama Hamas’ın Filistin toplumu gözünde, belki de Arap dünyası gözünde; Müslüman Kardeşler olsun, siyâsî İslâm’a yakın veya muhâfazakâr kesimlerin gözünde Hamas’ın prestiji bile artmış durumda. Dolayısıyla İsrail, Hamas’ı yok etmeyi bırak; bu kadar sivil zâyiat vererek, Gazze’de bu kadar ciddî insanlık trajedisi; Güney Afrika’nın, birçok ülkenin söylemiyle soykırım olarak kabul edilecek bir yere geldiği için Hamas’a karşı bana göre böyle büyük bir zafer elde etmiş durumda değil. Rehîneleri de bulabilmiş değil. Bu nedenle şu anda böyle daha kesin, daha büyük bir başarı elde etmek istiyor. O büyük başarı bana göre ancak daha somut bir düşman ve İran’la daha açık bağlantılı bir düşman, Hizbullah’a saldırmak olacak. Yani Hizbullah’a saldırıp, Hizbullah’ı provoke edip karşılığında belki de bu “Dahiya doktrini” deniyor; Dahiya da işte zâten Beyrut’un güneyindeki Hizbullah’ın olduğu mahalle. O Dahiya  doktrininin bütünüyle her tarafa dağıtılması, yani aşırı derecede misilleme yaparak, 1’e 20, 1’e 30-40 öldürerek İsrail’in bir şekilde caydırıcılığını tekrar oluşturması. Bunu Hizbullah’a karşı yapmak isteyen, kabinede başta Netanyahu olmak üzere –korkarım Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı da bunun içinde olabilir– Hizbullah’a saldırmak isteyen bir kesim var. Tıpkı Amerika’da Neo-Conların Irak’a saldırmak istemesi gibi. Irak’ın 11 Eylül’le hiçbir alâkası yoktu. Bana göre 7 Ekim’de yaşanan saldırıyla da Hizbullah’ın operasyonu olarak bir alâkası yok. Bunu Hamas düzenledi. Ama tabiî, “İran bunlara destek veriyor, İran her şeyin arkasında” dediğinizde, işte o Gönül’ün anlattığı tablo ortaya çıkıyor. Aslında İsrail’in derdi bir şekilde İran’ın burnunu kanatmak. İran’a bir bedel ödetmek. İran da akıllıca bir oyun oynuyor. İran’ın biliyorsun güçlü bir hava kuvvetleri yok, ama İran’ın iki tâne büyük gücü var bölgede. Bir tânesi bu proxy’ler dediğimiz vekâlet, yani İran’a yakın milisler. Başta Hizbullah, Hizbullah bunların içinde en önemlisi. Ama Irak’ta bir sürü milis var İran’a yakın –ki Amerika bunların bir kısmını vuruyor– ve Irak Hükûmeti, Gönül’ün de anlattığı gibi şu anda Amerikalı askerlerin Irak’tan artık çıkmasını istiyorlar. Bu önemli bir sorun Amerika açısından. 2500 askeri var orada. Suriye’de İran’ın proxy güçleri var. Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da var ve Yemen’de var; Husiler var. Bu proxy güçler çok önemli. Yani bunlara İran milyonlarca dolar akıtıyor. Bunlara silâh sağlıyor. Bunları eğitiyor ve bunlar operasyonel olarak faaliyete geçtiğinde, sanki tam olarak kendisinin bundan haberi yokmuş gibi de davranabiliyor. Yani Husiler gidip Birleşik Arap Emirlikleri’nde petrol depolarını vurduklarında veya havaalanı vurduklarında, balistik füze attıklarında, İran, “Benim haberim yoktu” diyor veya “Hamas’ın yaptığından benim haberim yok”diyor, “Hizbullah’tan haberim yok” demesi biraz daha zor, Hizbullah’la daha organik bir ilişki içinde, Hizbullah Şiî olduğu için. Irak’ta ve Suriye’de de gayet açık ilişkileri. Ama İran’ın böyle bir gücü var ve bunları vurmak istiyor İsrail. Zâten Suriye’dekileri vuruyor, Irak’takileri Amerika vuruyor; Yemen’dekilerin vurulması gerek. Bu arada Suudî Arabistan, Yemen’de Husilerle bir barış süreci içinde. Muhammed bin Salman kesinlikle Husilerle tekrar kapışmak istemiyor. Husilerin masadan da kalkmasını istemiyor. O yüzden Amerika’ya aslında, “Aman, Husilere vurma” diyen Suudi Arabistan. Çünkü onların bir şekilde masada kalmasını istiyor. İran üzerinden bir diplomasiyle Husileri kontrol etmeye çalışıyor Muhammed bin Salman, Suudî Arabistan. Ve bu süreç içinde de Amerika ne yapacağını tam olarak bilemiyor Husiler konusunda. Ama İsrail’de artık bir sabırsızlık var. Hamas konusunda bir başarısızlık söz konusu bence. Bir sinirlilik, asabîlik var. Yani başarı elde edemiyorlar. Yok edemiyorlar. Rehîneleri geri alamadılar. Hamas hâlâ ortada. Bütün dünya İsrail’e karşı döndü. Amerika’da ciddî bir baskı var; yani Gazze’de artık stratejik, diplomatik bir çözüm düşünelim diye. Bütün bunlardan kârlı çıkan bir bakıma İran oluyor. Yani İran’ın bu çizdiğim manzara içinde, hem vekâlet savaşlarındaki geldiği yer, hem de balistik füzeleri var. Yani ikinci büyük gücü balistik füzeleri İran’ın. İran’ın bir hava kuvvetleri yok, ama inanılmaz güçlü bir balistik sistemi var – ki CENTCOM’un yaptığı hesaplara göre Amerika ile İran bir balistik füze yarışına girse, yani İran bütün balistik füzelerini Körfez’e doğru atsa; yani Suudî Arabistan’ın bütün petrol kuyularını, Birleşik Arap Emirlikleri’nin, Kuveyt’in Amerikan üslerini balistik füzeleriyle vurmaya çalışsa İran, Amerika’nın buna caydırıcı olarak elindeki füzelerle cevap vermesi söz konusu değil. Yani başarılı olabilir İran. Eninde sonunda İran bunun bedelini öder. Yani bu balistik füzelerle yaratacağı zâyiatın ve onları yağmur gibi her tarafa atmasının tabiî ki bedelini öder böyle bir savaşta; ama müthiş bir zarar verebilir. Yani CENTCOM’un savaş oyunlarında İran’ın elindeki balistik füzeleri bir anda, Amerika’dan habersiz bir şekilde kullanabilme potansiyeli kısa dönemde Suudî Arabistan’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’ni, Kuveyt’i paralize etmesini ve savaşı kısa bir süre için kazanmasını sağlayabilir. Ama sonrasında Amerika tabiî ki daha güçlü bir caydırıcılıkla İran’ı alt üst edebilir kendi hava kuvvetleriyle. Ama İran’ın böyle balistik bir gücü var ve İran bütün parasını balistik füzelere harcıyor. Bu balistik füzeleri Rusya’ya satıyor bugün. Rusya’nın Ukrayna’da kullandığı bâzı füzeler Kuzey Kore’den geliyor. Bir kısmı –şu anda kullanılmadı ama– İran’dan geliyor. İran’la ortak balistik füze üretme projesi içine giriyor Rusya. Yani bu balistik füze meselesi önemli ve bu balistik füzelerin bir kısmı da Hizbullah’ın elinde. Bu Hizbullah’ın elindeki balistik füzeler 1500 kilometre menzilli. Yani İsrail’in herhangi bir yerini vurabilecek balistik füzeler. Dolayısıyla İsrail’in Hizbullah’la bir savaşa gitmesi 2006’daki savaştan çok daha zâyiatlı olacaktır. Yani Lübnan alt üst olabilir, İsrail’de de çok ciddî zâyiatlar olur. İran savaşa girmek istemiyor kesinlikle, ama İsrail tarafından İran’ın bir şekilde provoke edilmesi, İran’a yapılacak bir saldırı… ki biz o yüzden o hatâya düştük seninle. Ben “Netanyahu acaba İran’ı provoke mi etmeye çalışıyor?” diye düşünmüştüm, ama Gönül haklı olarak IŞİD’i öne sürdü. Çünkü 103 kişinin öldürüldüğü bir senaryoda İsrail’in bunu yapması gerçekçi değil. İsrail, İran konusunda daha nokta atışı yapabilecek bir ülke. Böyle 100 kişinin öldürüleceği bir senaryoya bu şekilde girmez. Sonuçta “Acaba orada bir Devrim Muhafızları’ndan bir general falan mı vardı” diye düşündüm. Fakat İran önümüzdeki dönemlerde İsrail’den gelecek bir saldırıya mâruz kalabilir. Yani İsrail savaşı İran’a da taşımak istiyor. İran bu savaşa girerse Amerika da girmek zorunda kalacak. Yani böyle tehlikeli bir gündemle karşı karşıyayız ve Blinken’ın birinci misyonu savaşın bu şekilde genişlemesini, büyümesini engellemek.

Tabiî öncelikle de bir Milli Savunma Bakanı’na ihtiyacı var herhalde değil mi? Gönül, bir şey söyleyeceksin, söyle, ondan sonra sana sürpriz bir sorum var.

Gönül Tol: Tamam, birkaç şey ekleyeceğim şimdi. Ömer şeyden bahsetti, İsrail ve Hizbullah arasında bir savaş olursa ne olur diye. Amerikan istihbâratının bir raporu var. Bu raporun bir kısmı Washington Post’a sızdı. Rapora göre, Amerikan istihbâratına göre Hizbullah ve İsrail arasında bir savaş başlarsa İsrail bunda çok büyük bir bedel ödemek zorunda kalır. Bu nedenle de Amerikan istihbârâtının İsrailli yetkilileri uyardığı söyleniyor. Çünkü Ömer’in söylediği gibi Hizbullah 2006’ya kıyasla çok güçlü; 2006’daki İsrail ve Hizbullah-Lübnan Savaşı’nı düşünelim: O zamâna göre bugün Hizbullah askerî açıdan çok daha güçlü. Böyle bir savaş olduğu takdirde, İsrail ordusunun hem Gazze’de hem Hizbullah’a karşı savaşamayacağı sonucuna varmış bu istihbârat raporu ve Kuzey İsrail’in tamâmen boşaltılması gerektiğini ve on binlerce İsrailli’nin daha bu savaşta öleceğini ve Hizbullah füzelerinin İsrail’in içerisine ulaşabileceğini söylüyor. Dolayısıyla bu istihbârat raporu İsrailliler’e gerçekten çok mâliyetli, çok daha İsrail vatandaşının öleceği bir tablonun resmini çizmiş ve uyarmış. Bir de hep Ömer’in söylediği bir şey vardı: “Hamas bu savaşı kazanıyor”. Ve Amerika’nın 11 Eylül sonrası yürüttüğü siyâsete bir atıfta bulundu. Hakîkaten İsrail bugün 7 Ekim’de olduğundan çok daha fazla bir dirençle karşı karşıya uluslararası câmiada ve imajına çok büyük, ciddî bir darbe vurulmuş durumda. Yani meselâ Aralık ayında Güney Afrika, Hollanda’nın Lahey kentinde bulunan Uluslararası Adâlet Dîvanı’nda dâvâ açtı İsrail’e karşı. Yani İsrail’in Gazze’de yaptıklarını bir soykırım olarak nitelendirdi ve bir ara önlem alınmasını talep etti mahkemeden, Uluslararası Adâlet Dîvanı’ndan. 11 ve 12 Ocak’ta da dâvâ görülecek. Şimdi tabiî mahkeme bunu soykırım olarak tanımlayabilir, fakat ara önlem olarak Güney Afrika’nın talep ettiği; İsrail’in hemen bu askerî faaliyetlerini durdurması ya da en azından sınırlandırması gerektiği karârını alabilir. Hatırlayalım: Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra Ukrayna da benzer bir dâvâ açmıştı Uluslararası Adâlet Dîvânı’nda ve mahkeme hemen, 1-2 hafta içerisinde karar vermişti ve Rusya’ya saldırılarını durdurması uyarısında bulunmuştu. Tabiî Rusya bu karâra uymadı, İsrail de uymayacak. Fakat bu şu açıdan önemli — Amerika için, Biden açısından bir başka endîşe verici gelişme: İsrail saldırının hemen ardından bulduğu desteği hakîkaten kaybediyor uluslararası arenada ve bunun da Biden açısından Ukrayna siyâsetinde dahi etkileri olacak. Çünkü o Global Güney dediğimiz ülkelerin desteğini almak için Biden çok uğraşmıştı Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra Rusya’ya karşı desteğini almak için. Ve yaptığı yeni bir konuşmada da Biden Ukrayna’yı ve İsrail’in Hamas’a karşı savaşını birbirine bağladı ve dedi ki: “Gerek terörist saldırı olsun, gerek Putin gibi otokratların demokrasiye karşı mücâdelesi olsun…” Yani İsrail ve Ukrayna aynı tarafta. Otokrasiye karşı, terörizme karşı demokrasiyi savunuyor. Dolayısıyla Global Güney’e şu mesajı vermeye çalıştı: “Ukrayna’da olduğu gibi İsrail’in Hamas’a karşı mücâdelesini de destekleyin” mesajı verdi. Çünkü bu ülkeler, gelişmekte olan ülkeler arasında İsrail’e karşı ciddî bir tepki de söz konusu. Yani tamâmen değil, hani Hindistan gibi yerler İsrail’i destekliyor falan, ama Biden yönetimi bu Global Güney’deki desteğin, özellikle İsrail’in yanında izletmeye çalıştığı politikalara desteğin azaldığını hissediyor. Bu da önemli bir sorun Biden yönetimi açısından. Bir de şunu söyleyeyim. Blinken’ın bu bölge ziyâretinin amaçları arasında şeyi söylemiştim; İsrail-Filistin meselesine siyâsî bir çözüm bulma çabası. Hatırlarsan Ruşen, 7 Ekim’in hemen ardından yaptığımız “Transatlantik”te şunu söylemiştik, hani “Türkiye ne rol oynar?” tartışması yaparken; Türkiye’ye istediği ölçüde büyük bir rol düşmeyeceğini, fakat burada asıl kilit rolü Suudî Arabistan’ın oynayacağını söylemiştik. Nitekim bence Amerika’nın planı da bu. Muhammed bin Salman’la bir görüşme gerçekleştirdi Blinken ve görüşmenin ardından yaptığı açıklamada şunu söyledi: “Suudî Arabistan hâlâ İsrail’le normalleşmeyi istiyor, fakat bunun olabilmesi için İsrail’in Gazze’deki operasyonlarını hemen sona erdirmesi gerekiyor ve iki devletli bir çözümün önünün açılması gerekiyor” mesajını verdi. Bu konuya çok önem veriyor Biden yönetimi ve Suudî Arabistan da çatışma sona erdikten sonra ortaya çıkması beklenen diplomatik süreçte çok kilit bir rol oynamak istiyor. Tabiî burada sorun sadece Netanyahu değil bu arada. Yani İsrail’de her ne kadar İsrail halkının çoğunluğu Netanyahu’yu suçlasa da ve bence Netanyahu’nun siyâsî kariyeri hakîkaten bitmenin eşiğinde olsa da, iki devletli çözümü şu konjonktürde konuşmak çok gerçekçi değil. Çünkü İsrail’de aynı zamanda Hamas’a karşı da çok ciddî bir tepki var. Ama Biden yönetimi bu süreci desteklemeye devam edecek. Zannediyorum bugün Blinken Mahmut Abbas’la görüştü. Filistin yönetiminin Gazze’yi yönetmesini istiyor Washington. Tabiî bu gerçekçi değil ve “Bu çatışmalar sonra erdikten sonra Gazze’de ne olacak?” sorusu hâlâ yanıtlanmayı bekleyen bir soru olarak karşımızda duruyor.

O zaman sana sorumu sona saklıyorum. Ömer’e, onun kıta sahanlığına çok giren, Fransa’nın çiçeği burnunda, eşcinsel olduğunu açıkça beyan eden ilk genç başbakanını sormak istiyorum. Bu arada şunu îtiraf edeyim: Önceki başbakanın varlığını istifâ ettiği dün öğrendim. Ben ki onca yıllık frankofonum. Bana o vize hikâyesinde çıkardıkları sorun nedeniyle nasıl bir tepki verdiysem… Fransa’nın ben hâlâ o eski, sakallı bir adam vardı ya, onu başbakan sanıyormuşum. 2 senedir falan yapıyormuş Elisabeth Borne. Gabriel Attal, yeni eğitim bakanı geldi. Tabiî ki orada Macron önemli, ama olay büyük ölçüde bu göçmen yasasından koptu değil mi? Kopuşlar, kabineden ayrılmalar vs…

Ömer Taşpınar: Şimdi ikimizin de ismini hatırlayamadığı bir önceki başbakanın tabiî ki popülaritesi çok düşüktü. Çünkü Fransa’daki V. Cumhuriyet bir başkanlık sistemi. Başkanlık sistemi olunca tek sorun, bâzen Parlamento’da Başkan’ın partisinden farklı bir partinin kazanması sonucu “kohabitasyon” dediğimiz bir döneme girilebiliyor. Bunlar V. Cumhuriyet’te Jacques Chirac döneminde yaşandı. Mitterrand döneminde yaşandı. Dolayısıyla böyle Başkan ayrı bir partiden, Parlamento’daki hâkimiyeti olan grup başka bir partiden olmadıkça kohabitasyon durumu olmuyor ve Başkan duruma hâkim oluyor Fransa’da. Tıpkı Macron, ondan önce Sarkozy veya işte Sarkozy’den sonra gelen sosyalist François Hollande, bunlar duruma hâkim ve sonuçta kohabitasyon yaşamadılar. Ama kohabitasyon yaşandığında biz Başbakan’ın ismini biliyorduk. Çünkü Başbakan bir direnç gösterebiliyordu. Böyle bir durum söz konusu değil Fransa’da yıllardan beri. Başkan güçlü olunca Parlamento’da bâzen üçte iki karar gerektiren büyük yasalarda tabiî ki Başbakan zorlanıyor. Başbakan Parlamento’yu mobilize etmekte zorlanıyor ve kanun hükmünde kararnâmeyle bâzı kararlar geçirmek zorunda kaldı Macron. Kanun hükmünde kararnâme Parlamento’da çoğunluğu elde edemediğinde yapılan bir şey ve bir önceki başbakan döneminde bu sık sık yaşandı. Meselâ emeklilik yaşının 62’den 64’e çıkarılması son derece ciddî grevlere yol açtı, büyük bir direnç oldu. Petrol fiyatlarının, benzin fiyatlarının artırılması… Bunlarda Sarı Yelekliler, Gilets Jaunes dediğimiz hareket başladı. Sonra senin bahsettiğin göçmen yasasında gene kanun hükmünde kararnâme…

Ömer’in bağlantısında sorun var galiba. O düzelene kadar ben sana sorumu sorayım. Ömer düzelirse kaldığı yerden devam eder. Ömer, beni duyuyorsan bir ara ver. Çünkü senin bağlantıda bir sorun var. Ben Gönül’e o soruyu sorayım, Fransa’ya tekrar dönebilirsek dönelim. Evet Gönül, Büyükelçi Murat Mercan emekli oldu, dönüyor. Kim geliyor? Ne oluyor? Var mı duyduğunuz bir şeyler? Meselâ Mehmet Ali Yalçındağ’ın adını geçirdi birileri, ama kendisi bunun doğru olmadığını söylemiş. Ne diyorsun, yeni büyükelçi kim olacak?

Gönül Tol: Yani bir sürü isim var. Tabiî Ruşen, normal bir ülkede yaşıyor olsaydık; yani bir insandan daha fazlası karar alma mekanizmasında etkili olsaydı, rasyonel tahminlerde bulunurduk, ama öyle bir durum söz konusu değil. Yani Erdoğan kime karar verecek bilmiyoruz. Ben de birkaç isim duydum. Yani Sedat Önal olabilir diyorlar, işte Dışişleri bakan yardımcılarından isimleri geçenler var. Bilemiyorum kim olacak. Evet, Murat Mercan için önce Eskişehir Belediye Başkan adayı olarak gösterilecek diye duymuştuk; ama AK Parti gösterdi zâten orada adayını. Emekli olacak gibi görünüyor Murat Mercan. Belki şunu diyebiliriz: Ne başardı Murat Mercan’ın büyükelçiliği? Zâten hatırlarsan bunu konuşmuştuk, ilk Murat Mercan büyükelçi olarak atandığında Washington’a, hani “Beklentiler nedir, sorunlar çözülür mü?” vs. konuşması yapmıştık ve şunu söylemiştik: Her kim olursa olsun büyükelçi, satmaya çalıştığı ürünün burada çok alıcısı yok Washington’da. Dolayısıyla büyükelçinin kim olduğunun çok bir önemi yok demiştik. Fakat Türkiye’nin karârı bence önemliydi; Washington gibi kilit bir yere siyâsî bir atama, kariyer diplomat yerine siyâsî atama yapması bence önemliydi. Ve burada da aslında beklentileri artırdı o. Çünkü Türkiye gibi rejimlerde, yani tek adam rejimlerinde, siyâsî atamaların şöyle bir anlamı oluyor karşı taraftaki ülke için, bu durumda Amerika için: Erdoğan siyâsî atama yaptığında şöyle bir beklenti oluştu Washington’da: “Demek ki öyle bir isim seçti ki, öyle bir büyükelçi seçti ki bizim direkt access’imiz olacak (doğrudan erişebileceğiz). Büyükelçi üzerinden direkt Erdoğan’a access’imiz olacak” beklentisi oluştu. Fakat benim görebildiğim kadarıyla bu beklenti gerçekleşmedi. Bir de tabiî şöyle bir problem vardı, Türkiye gibi bir ülke önemli bir ülkeye bu tür siyâsî bir atama gerçekleştirerek şu mesajı veriyor herhalde: Murat Mercan’ın şahsî olarak Erdoğan’a yakın olduğu varsayılıyor, Erdoğan üzerinde etkisi olacağı bekleniyor; fakat buradaki problem ne? Karşı taraftaki ülke meseleyi insanlar üzerinden değil kurumlar üzerinden yürütmek istiyor — ki Biden yönetimi başa geldiğinde bunun sözünü vermişti. Trump döneminde kurumların altı oyulmuştu ve Biden özellikle dış politika yapımında Dışişleri Bakanlığı’nı güçlendirme, kurumları güçlendirme sözü vermişti ve bunu da büyük ölçüde yapmaya çalıştı. Şimdi böyle bir konjonktürde bir taraf: “Ha, her şey benim üzerimden yürüsün. Bakın böyle de bir temsilci, bir büyükelçi gönderiyorum” mesajı veriyor; ama diğer taraf oyunu kurumlar üzerinden oynamaya çalışıyor. Bu da komplikasyon yaratıyor. Ve dediğim gibi temel olarak Murat Mercan ikili ilişkilerdeki en temel sorunların çözümünde bir rol oynayamadı. Bu Murat Mercan’dan kaynaklanan, büyük ölçüde ondan kaynaklanan bir şey değildi bence. Türkiye’nin çok sorunlu politikaları var ve burada sâdece Beyaz Saray nezdinde değil, Kongre nezdinde de çok ciddî bir Erdoğan karşıtı hava var. Bütün bunların ışığında Murat Mercan da yapmayı ümit ettiği pek çok şeyi yapamadı. Şunu söyleyerek kapatayım: Benim için ondan bir önceki büyükelçiden en önemli farkı ve benim takdir ettiğim bir fark: Büyükelçiliğin kapılarını herkese açtı. Biz daha önce, Erdoğan’ı eleştiren insanlar olarak büyükelçiliğin kapısından içeri giremiyorduk. Fakat Murat Mercan herkesle iletişim kurmaya özen gösterdi. Bunun için takdir etmiş olmakla birlikte, bence kilit noktalarda da hatâ yaptı ve Erdoğan’ı da yanlış yönlendirdiğini düşünüyorum. Bunun altında da temel meselelerden birinin Washington’ı bilmiyor olmasının yattığına inanıyorum. Yani Washington’da kurumlar nasıl yürüyor, işler nasıl yürüyor? Bunu çok iyi bilmiyor. Bunda iyi bir ekibinin olmaması ve çok daha büyük bir problem olarak da kurumların altının oyulması, deneyimli diplomatlar yerine, yaptığı işi çok da bilmeyen insanların artık Dışişleri Bakanlığı’na getirilmesinin de payı olduğuna inanıyorum, çok ciddî yapısal sorunlar yanında Türk-Amerikan ilişkilerinde.

Ömer, sen ne dersin? Ben şahsen Murat Mercan’ı çok yıllar önceden, AKP’nin ilk kuruluş zamanlarından beri tanıyorum. Gönül’ün söylediği husus çok önemli. Herkese ulaşmak isteyen birisiydi. Ben de bunun tanığıyım. Burak Akçapar’ın adı geçiyor Ömer. Biliyorsun ben 20 yıl önce oraya geldiğimde orada ikinci kâtip miydi?

Ömer Taşpınar: Evet. Daha da yükselmişti galiba.

Ama 20 yıl önce Washington’daydı. Büyükelçi olarak döner mi? Dönerse bir şeyler farklı olur mu?

Ömer Taşpınar: Bahsedeceğim ondan. Ben bir öncekinde kesildim galiba değil mi? Ne oldu?

Evet kesildi, sorun oldu. Sizin Pentagon’un bütçesi internet bağlantısına yetmiyor anladığım kadarıyla.  

Ömer Taşpınar: …hastanelik olunca bizim de durumumuz böyle artık.

Neyse Fransa zâten…

Ömer Taşpınar: Şunu söyleyeyim. Murat Mercan’la bitireceğim de Gabriel Attal ile ilgili bir şey söylemek istiyordum. %40 popülaritesi var. %40 popülarite Macron’un %17’lik popülaritesinden çok daha yüksek. Yani Macron’dan daha popüler bir politikacı, genç. Ve Eğitim Bakanlığı’nda yaptıkları da takdir ediliyor. Yaptığı şeylerden bir tânesi de “abaya” dediğimiz uzun, İslâmi giysiyi yasaklaması. Yani başörtüsü dışında “abaya” denen giysiyi de yasaklıyor. Yani laikçi refleksler, jakoben reflekslerle hareket edebiliyor. Fakat popülist olmaya yatkın. ENA mezunu değil, yani École Nationale d’Administration, bunların en elit okulundan mezun değil. Sciences Po’dan mezun. Dolayısıyla Macron’un ilk dönemlerini hatırlatabilecek parlaklıkta birisi. Yani Macron da ilk geldiğinde 36-37 yaşındaydı. Bu ondan da genç. Dolayısıyla yeni bir kan getiriyor. Yeni bir enerji getiriyor. 

Şimdi Murat Mercan’a dönecek olursak, Gönül güzel toparladı. Burada Kongre’yle ilişkilerde biraz daha aktifti. Büyükelçilik dışına çıkıp sivil toplumla daha fazla ilişki kurdu, gazetecilerle daha fazla ilişki kurdu. Fakat Murat Mercan’da bana göre siyâsî atama oluşu önemli. İslâmcı kökten gelen, İslâmcılıktan gelen siyâsetçilerin ve düşünürlerin yaptığı bir hatâ var. O da biraz şark kurnazlığı hatâsı: “Amerika’yı Yahudiler yönetiyor” diye düşünüyorlar, “Amerika’yı ve dünyayı Yahudiler yönetiyor. Dolayısıyla bu Yahudi lobileriyle çok iyi olmalıyız. Arayı çok iyi tutmalıyız. Onlarla iyi olursak her şeyi hallederiz” yönünde bir basite indirgemeci bakış açısı var. Bence Murat Bey’de de biraz o vardı. Yani buradaki mesâîsinin önemli bir kısmını Mûsevî kuruluşlarıyla ilişkileri iyi tutmakla geçirdi. Küçük bir anekdot da anlatayım. Yani “Türkiye’deki ürün kötü olunca başarılı olamazsınız” dedi ya Gönül? Hani ürün bu kadar önemli. Büyükelçilikte bir vesîleyle kokteyle gittiğinizde, burada think tank’lerde çalışan Amerikalı bir arkadaşım kokteyldeki isimlerin çoğunun Yahudi olduğunu söyledi. “Ya, burası Kudüs ve Tel Aviv’den daha fazla Yahudi’nin olduğu bir ortam olmuş” dedi, güldük. Sonra dedi ki: “Ama sana bir şey söyleyeyim, bunlar yanlış Yahudiler”. Yani asıl burada olması gerekenler burada değil. Yani bir bakıma konuşmak istiyor bütün bu Mûsevî kuruluşlarıyla, ama Mûsevî kuruluşlarının en önemlileri, APEC gibi en önemlileri de bir bakıma tavırlı oldukları için, mesâfeli oldukları için de çok fazla yanaşmıyorlardı. Bunların Türkiye-Amerika ilişkilerinde bir büyükelçinin aşabileceğinden çok daha yüksek yapısal meseleler, İsrail de bunların bir tânesi. Burak Akçapar gelir mi? Burak Akçapar gelirse Bakan Yardımcısı olarak yüksek profilde birisi olur. Sedat Önal gelirse… Bunlar kariyer isimler. Benim için önemli olan buraya kariyer mi atanacak siyâsî atama mı olacak? Yani eğer buraya bir tâne daha siyâsî atama gelirse, Washington’a artık siyâsî atamalar yapılıyor geleneği oluşacak. Ve bence bu doğru bir gelenek değil. Washington gibi önemli bir yere profesyonel, diplomasiden gelmiş, kurumları iyi bilen birinin gelmesi önemli. O nedenle ben ümit ediyorum ki eski sistemde olduğu gibi Washington’ı iyi bilen, ama aynı zamanda sosyal yönü yüksek, karşı tarafla konuşmayı anlayan, en önemlisi Kongre’yi anlayan, iyi analiz edebilecek birisi. Murat Bey’in hatâlarından birisi bence Kongre’nin tam olarak ne kadar etkili olduğunu Ankara’ya yansıtamadı veya Kongre üzerinde Mûsevî kuruluşlarıyla çok etkili olabileceğini hissetti. O kadar kolay değil. Lobicilikle de ilgili değil bu aslında. Yani Kongre’nin başlı başına bir mesele olduğunu iyi anlatmak gerek. Meselâ Türkiye F-16’ları alamayacaksa, Kongre nedeniyle alamayacak. Bunları iyi anlatmak gerekiyor, beklentileri artırmamak gerekiyor Ankara’da. Bunları belki de yeterince yapamadı. Belki bir kariyer diplomat kendisinin bir siyâsî geleceği olduğunu düşünmediği için bu konularda daha açık, daha net mesajlar verebilir. O yüzden Washington’u bilen birinin olması, Sedat Önal gibi veya Burak Akçapar gibi bence yerinde bir karar olur.

Evet, şimdi ben orada çalıştığım dönemde ve sonrasında tanıdıklarım, Faruk Loğoğlu, rahmetli Nabi Şensoy ve Namık Tan gibi diplomatlar gördüm. Siz daha fazla gördünüz tabiî. Bayağı bir fark ediyor, özellikle Washington. Bir de Türk Dışişleri’nde değil mi, kariyerde çok önemli bir yer olarak biliniyordu.  

Evet, çok uzun bir yayın yaptık. Bir saattir neredeyse konuşuyoruz. Bâzen sizi dinlerken diyorum ki yani: “Ömer, Gönül, sorunlar, sorunlar…” Hakîkaten ben dinlerken yoruluyorum. Amerikan Başkanı ya da Türkiye Cumhurbaşkanı ya da İran Cumhurbaşkanı’nın herhalde işi gerçekten çok zordur. Neyse kapatmadan izleyicilerimize bir çağrı yapalım. Bize Patreon’dan ve YouTube “Katıl”dan desteklerini sürdürsünler, yapmıyorlarsa yapsınlar. Gönül Tol’a ve Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.