Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Haftaya Bakış (198): Hrant Dink’siz 17 yıl | AKP’nin adayları açıklandı | Emekliye yüzde 5 ek zam

Agos Gazetesi’nin kurucusu ve Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülüşünün üzerinden 17 yıl geçti. Dink’in arkadaşları ve ailesi her yıl öldürüldüğü gün olan 19 Ocak saat 15:00’te Agos’un eski bürosunun önünde anma töreni düzenliyor.

AKP 31 Mart Yerel Seçimleri’nde göstereceği belediye başkan adaylarını açıkladı. İstanbul’daki Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen törene AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan katıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP’nin 26 ilde çıkardığı belediye başkan adaylarını açıkladı. Aralarında Ankara, İzmir, Antalya’nın da bulunduğu 17 büyükşehir ve 31 ilin adayları belli oldu. Ankara’nın adayı Turgut Altınok, İzmir’in adayı Hamza Dağ oldu.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, SSK ve Bağ-Kur emekli aylıklarına yüzde 42,6 zam yapılacağını duyurdu ancak kök maaşı 7 bin 500 liranın altında kalan milyonlarca emekli bu oranda zam almayacak. Maaşları 10 bin liraya tamamlanan emeklilere verilen zam yüzde 33,3 oranında kalacak.

Ruşen Çakır ve Kemal Can değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız ve Kemal Can’la birlikte yine haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Merhaba Kemal.

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Bu hafta siyâseten bayağı yoğun geçti. Ama biz önce bugünün önemini konuşarak başlayalım. Bugün Hrant’ın (Dink) katledilişinin 17. yıldönümü. Kendisini saygıyla anıyoruz. Aslında hep aynı şeyleri söylüyoruz. Hrant Dink’in öldürülmesi, Türkiye’nin en önemli nâmert cinâyetlerinden, suîkastlarından birisi. En son, adını değiştirmek isteyen Ogün Samast’ın tahliyesi üzerine konuşmuştuk Hrant Dink üzerine. Hiçbir şekilde aydınlatılmamış bir siyâsî cinâyet olarak duruyor ve Türkiye’nin târihsel olarak en ciddî sorunlarından birisinin de konuşulmasının imkânsızlaştırdı bu suîkast. Ermeni meselesi kademe kademe Türkiye’nin gündeminden düştü — ki o sorunun konuşulmasında çok kolaylaştırıcı bir rolü vardı Hrant’ın; hem sorunu sâhiplenen, ama aynı zamanda herkese anlatabilen öyle bir soğukkanlılığı ve sempatik bir yönü vardı. Bugün yine anıldı Hrant. Bu yıl, “Hrant’ın Arkadaşları” ve Âilesi adına Oya Baydar konuşmuş. İlk baştaki cenâzeyle şimdiki katılımlar arasında da çok büyük bir fark var tabiî.

Kemal Can: Senin de söylediğin gibi, Hrant Dink cinâyeti, nâmertliği, yaşanma biçimi, ona giden süreç, ondan sonra geçen bütün yıllar ve bugün gelinen nokta îtibârıyla, aslında Türkiye’de pek çok meseleyle tekrar tekrar konuştuğumuz, ana sorunun neredeyse bütün boyutlarını içinde taşıyan bir külliyat oluşturdu. Dâvâ dilekçelerinde de Hrant Dink Âilesi’nin avukatlarının neredeyse sürekli tekrar ettikleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde karâra bağlanmış, etkili ve derinlemesine bir soruşturma yapılamaması çok net bir olgu olarak var. Ama bu soruşturma “yapılamamış” değil, “yapılmamış”. Özellikle herkesin gözü önünde, yapılmaması bir sonuç olarak önümüze konmuş bir hâdise. Hrant Dink çok uç şeyler söylediği için, sinir uçlarına dokunduğu için, birilerini rahatsız ettiği için ya da ölmeden önce hakkında açılan soruşturmada olduğu gibi halkı kışkırttığı için değil, tam tersine, senin biraz önce işâret ettiğin gibi, diyalog, konuşulabilirlik, yüzleşme, siyâsî motif olarak herkesin kolayca kullandığı ama sâhiden bunun mümkün olmasının zeminini arayan bir çabanın çok az görüldüğü bir şeyi var eden bir isimdi ve galiba onun için öldürüldü; bundan 17 yıl önce Rakel Dink’in söylediği gibi “bir bebekten katil yaratan” asıl soruna hiç bakılmadı. Yani asıl olarak, bunun kimler tarafından yapıldığı, ilişkiler ağı, devlet içindeki ayakları bir tarafa, bir de bu sürece giden bir yol var. Hrant Dink’in hedef gösterildiği, o zamânın en çok satan gazetelerinde manşetlerden hedef gösterildiği, birtakım soruşturmalara konu olduğu, devlet görevlileri tarafından çağrılıp “uyarıldığı” ve o düşmanlaştırma süreciyle birlikte bu cinâyeti mümkün kılacak vasatın yaratıldığı süreç ve bunun içerisinde dahli olan hiç kimse bu sorgulamanın konusu edilmedi. Dolayısıyla, başka cinâyetlerde de gördüğümüz gibi, tetiği çekenler bulunsa bile ya da bulunmayıp fâili meçhul kalsa bile, asıl olarak bu cinâyetleri mümkün kılan, bu cinâyetlerin çeşitli amaçlarla bir şeyleri dizayn etmek için kullanılmasına vesîle olan zeminle yüz yüze gelip, onu sorgulama konusu yapamayan bir siyâset kurumu ve toplumla karşı karşıyayız. Sonuçta Hrant Dink’i kaybederken, bir sürü insan –artık ne kadar kaldıysa– onu çeşitli vasıflarıyla bugün hâlâ anıyorlar; orada bunu sürdürme kararlılığını devam ettiriyorlar. 

On yedi yıl önce, bu hâdisenin hemen sonrasında oluşan infiâlin, hesaplaşma, yüzleşme konusunda neredeyse bir sonuç alamadan bugüne gelmesi ve o gün Hrant Dink’in mümkün kıldığı zeminin, bugün bile olmadığı bir kutuplaştırma var. Daha sonra başkalarını da gördük. Meselâ Tahir Elçi de benzer biçimde, benzer bir sürecin sonunda hayâtını kaybetti. Bu insanları kaybediyoruz, ama bu insanları kaybederken, onları elimizden alanların bize kaybettirdiklerinin daha fazla olması çok daha yaralayıcı. Elbette özlüyoruz. Hrant Dink çok değerli bir insandı. Ama bu sâdece cinâyetlerle de olmuyor. İnsanları alıp hapse atarak hayâtımızdan çıkartıyorlar. Veya ülkesinden uzağa gitmek zorunda bırakarak ya da “medenî ölü” hâline getirerek de elimizden alıyorlar. Ama o insanların kaybının fiilî olarak yarattığı şeyden daha fazlasını kaybetmemize neden olan şey, aslında bizim bunlarla yüzleşip, hesaplaşıp, bunların hesâbını soramamamız. Bunun hesâbını sormayanlar var, ama bunun hesâbını sorduramama zaafıyla da yüz yüze gelmek gerekiyor galiba. Meselâ çok yakın bir zamanda Anayasa askıya alındı, o oldu bu oldu, “Dünyayı başlarına yıkacağız, gökkubbeyi indireceğiz” dendi de ne oldu? 

Ruşen Çakır: Bir şey olmadı. Ama bu sene senin ve benim için mutlu bir yıl oluyor. Bu sene “Emekliler Yılı” biliyorsun. 

Kemal Can: Evet, yılımız oldu. 

Ruşen Çakır: Biz burada yayın yapıyoruz diye insanlar emekli olmadığımızı düşünmesinler. Ben yıllardır emekliyim, sen de öyle. Emeklilere yüzde 5 ek zam verildi. Biz her ne kadar en alt sınırda maaş almıyor olsak da, alt sınır 7 bin 500 liradan 10 bin liraya çıkmış. Bu da seçim öncesinde çok büyük bir olay olarak sunuldu. Bugün Özgür Özel emeklilik konusunda birtakım açıklamalar yaptı. Ama eskiden bu tür hikâyelerin doğrudan sandığa yansıması beklenirdi. Türkiye’de artık bir şekilde etkisini kaybediyor bu olaylar sanki. Öncesinde bir ses çıkartılıyor, sonrasında biraz hayıflanma, ama çok fazla etkisi olmuyor. Hatırlarsan Erdoğan başbakanken, fındık üreticileri meselesi vardı bir ara, seçimden önce. Erdoğan hiç tınmadı. İnsanlar “Sandıkta bunun hesabını soracağız” demişlerdi, ama Erdoğan oylarını artırmıştı. Bu olay hep aklımdadır.  

Bu zam meselesinde de, tabiî ki iyi bir zam yapmış olsa, teorik olarak emekliden daha fazla oy alma imkânı olacaktı belki. Ama kötü bir şey yaptığı zaman çok oy kaybedeceğini düşünemiyorum. Bir de zâten bu yaptığı zammı da çok büyük bir başarı gibi gösteriyorlar, işin acayip tarafı da o. Tamam, hakikat-sonrası çağda yaşıyoruz da… bu kadar da değil yani. En düşük emekli maaşı 10 bin lira. Yoksulluk sınırı, açlık sınırı rakamları ortada. Bir insan 10 bin lirayla nasıl yaşar? Üstelik emekli biri. Yani belli bir yaşa gelmiş, sağlık sorunları olabilecek.  

Kemal Can: Yaş îtibâriyle ek gelir elde etme imkânları sınırlı olan bir insandan bahsediyoruz. Çalışmaya mecbur kaldığı için, çalışmayı düşünse bile onu işe alacak birini bulması son derece zor. 

Ruşen Çakır: Bir de sonuçta bu, devletin biz emeklilere verdiği bir ulûfe değil. Çalışırken bütün bu paralar bizden kesildi zâten. Bunların geri ödemesi değil mi bu?

Kemal Can: Birtakım çok bilmiş liberal iktisat akılları, emekliliğin aslında yan gelip yatma işi olduğunu söylüyorlar. Türkiye’de OECD ülkeleri ortalamasında da emeklilerin toplamdan aldıkları payın son derece küçük olduğu, kötü yönetilen devlet sigorta kurumlarının olması, bu insanların devlet kaynaklarını sömüren asalaklar olarak görülmesini haklı gösterecek bir şey değil. Eğer asalak aranıyorsa, başka bir yerde çok daha büyük ve çok daha rakamsal olarak kanıtlanabilir asalakları göstermek mümkün. 

Senin söylediğin baştaki meseleye değinmek istiyorum. Yani bu ekonomik oy verme davranışı meselesi, Türkiye’de meşhur “Boş tencere hükûmet devirir” soyutlamasından mülhem bir ezbere dönüşmüştür. Hattâ şöyle: “Her şey önemli değil, demokrasi filan bunlar palavra. Seçmen cebine bakar. Seçmenin ekonomik durumunu konuşun, başka hiçbir şey konuşmayın”. Bu gündem değiştirme tartışmaları da hep öyle oldu: “Aman başka bir şey konuşmayın, ekonomi konuşun. Ekonomi konuşursanız bunlar gider”. Bunun gerçek olmadığını artık kaç kere daha görüp test ettik. Çünkü bu gerçek değil. Ekonomik oy verme davranışı ya da iktidârın ekonomik tercihlerinden memnûniyet ölçüsüne göre oy verme davranışı geçerli bir davranış değil. Bu sâdece Türkiye’ye has bir mesele de değil. Bugün dünyanın yaşadığı bütün yapısal krizlerin temelinde de bu var. Çünkü siyâsetle kurulan ilişki bozulmuş durumda ve bütün çalışmalarda, memnûniyet ya da ekonomik durumla ilgili şikâyetler çok yüksek oranlarda varken bile, bunun seçim davranışlarına yansıması aynı ölçüde olmuyor. 

Dolayısıyla ekonominin kendiliğinden kötüleşmesi ya da tek tek insanların, özellikle yoksul ve çalışan kesimlerin giderek daha az pay alıyor olması, otomatik olarak onların iktidarla ilişkisini bozmaya yetmiyor. Çünkü bunun arasında bir siyâsî dönüştürücü lâzım. Yani boş tencerenin kendi kendine ses çıkarmadığını ya da ekonomi merkezli memnûniyetsizliğin kendi kendine siyâsî sonuç doğurmadığını, dolayısıyla burada cevap üretmenin en temel noktada tercihler üzerinden, bu ekonomik tercihlerin gerekçeleri üzerinden yapılması gerektiğini anlamak gerekiyor. Ama şu âna kadar gördüğümüz tablo, hem önce nass ve liyâkat tartışmalarında, hem daha sonra Mehmet Şimşek ve şimdiki Merkez Bankası Başkanı’nın gelişindeki liyâkat alkışlarında, hem fâiz düşürüldüğünde hem yükseltildiğinde hep yapılan şey bunun bir teknik problem olarak tartışılması, kimin aynı şeyi daha doğru yapıp yapmadığı ile ilgili bir teknik meseleye indirgenmesi.

Ruşen Çakır: Bu arada Hafize Gaye Erkan’dan ziyâde babasını konuşur olduk. Her ne kadar kendisi yalanlasa da bu durum bayağı ciddî bir krize dönüşüyor herhalde. Görevden alınabileceğini söyleyenler de var. Sırf bu nedenle görevden alınmaz herhalde. Ya da başka bir şeyler de var.

Kemal Can: Ama daha önceki vakalardan da görüyoruz. Hani fâizi düşürüp kuru patlatıp, sonra tekrar fâizi yükseltip kuru dengelediğinde, her durumda bunu beceren insan olmayı başardığına göre, Erdoğan’ın, görevden alsa da görevde tutsa da bundan bir fayda çıkartacağını düşünebiliriz. İşin ilginç tarafı, bu haberlerin çok hızlı biçimde piyasaya yayılmasında bir arka plan da var mı diye düşünüyorum açıkçası. Yani Merkez Bankası Başkanı ile ilgili bu haberlerin çok kolay yayılmasında, haberlerin çıkmasında bir arka hesap var mı diye düşünmeden edemiyorum açıkçası. 

Ruşen Çakır: Adaylara gelelim. Dün açıklama yapıldı ve bütün iller açıklandı. AKP 7 ilde MHP’ye bırakmış. Ankara’da beklediğimiz gibi Büyükşehir Belediye Başkan adayı Turgut Altınok oldu. İzmir’de, Genel Başkan Yardımcısı Hamza Dağ oldu. Bu arada en dikkat çekici husus, deprem bölgesinde Gaziantep dışındaki AK Partili belediye başkanlarına tekrar görev verilmiyor. Meselâ Malatya, Kahramanmaraş ve Adıyaman’da mevcut belediye başkanlarına tekrar görev verilmedi. AKP’nin en parlak isimleri olarak tabiî ki İstanbul ve Ankara geliyor akla. Daha önce üzerinde çok konuştuğumuz Murat Kurum ve Turgut Altınok. Belki Murat Kurum biraz, ama Altınok zâten yıllardır siyâsetin içerisinde. Bir parlaklığı olsaydı bir önceki seçimde aday gösterilirdi.  Meselâ İzmir’de, Ticâret Odası Başkanı ve eski Futbol Federasyonu yöneticisi Mahmut Özgener’i düşünmüşlerdi biliyorsun, ama kendisi istememiş. Adaylar arasında yüksek profil denebilecek bir isim yok. Her seçimde bir şekilde birileri siyâsî olarak ya da başka birtakım özelliğiyle öne çıkartılıyor.  Meselâ geçen seçimde aday gösterilen Binali Yıldırım ve Mehmet Özhaseki yanlış tercihlerdi belki, ama bir ağırlıkları vardı. Ama bu seferki profillerde çok yerel şeyler var. Bir yerden bir yere atama yok. Erdoğan çok temkinli. 

Buradan şunu çıkarıyorum: Yine iş Erdoğan’a kalıyor; bunu zâten biliyorduk. Tabiî bu adayların bâzılarının bilinilirlikleri olabilir, haklarını yememek lâzım. Ama büyük bir kısmına baktığımız zaman, bunların ülke genelinde çok da fazla bir taşıyıcılığı yok. Halbuki bu seçim, partiler, ittifaklar, siyâsî söylem dışında, adaylar seçimi olacak bence. Özellikle CHP, meselâ Adana’da, Mersin’de, ne kadar eleştirilse de Antalya’da, Hatay’da adaylarıyla seçimi kazanmak istiyor. İstanbul ve Ankara zâten öyle. Çantada keklik gibi gördükleri İzmir’i, “Nasıl olsa burasını kazanırız” deyip, yönetimin en câzip gördüğü, “kazanabilir aday”dan ziyâde, “nasıl olsa kazanacak aday” diye sona sakladıklarını düşünüyorum. İstanbul’daki ilçeler de öyle. Kazanması garanti olanı, “Nasıl olsa kazanacak” diye akıllarına en çok yatanı koyacaklar. Orada da yüksek oydan ziyâde başka hesaplar olacak. 

Bu aday profiliyle AKP, temkinli bir şekilde, Erdoğan’ın yürüteceği, adayların çok fazla öne çıkmayacağı bir kampanya yürüterek gibi geliyor bana. Meselâ Turgut Altınok nasıl bir kampanya yapacak?  Ortalığı karıştırıp dikkatleri üzerine çeken bir kampanya yapabilme potansiyeline sâhip mi? 

Kemal Can: Şöyle bir tarafı var: İYİ Parti Ankara adayını henüz açıklamadı. Geçen haftaki yayında da konuştuğumuz gibi, Mansur Yavaş ve Turgut Altınok, iki aday da MHP’den, ülkücü kökenli, oradan belediye başkanı seçilmiş ve Ankara’nın yerel kamuoyu ve genel kamuoyu açısından ilk kez o özellikleriyle tanınmış isimler. Dolayısıyla Ankara’da siyâsî milliyetçilik ölçeğinde bir arz fazlası oluşuyor. Milliyetçi oy potansiyelinin diğer illere göre daha yüksek olduğu, meselâ İstanbul’la kıyaslandığında Ankara’nın çok ciddî biçimde bir ağırlığı olduğu söylenebilir. Ama milliyetçilerin oyunu alıp kazanma stratejisini öngörürseniz ve şimdi İYİ Parti de benzer bir aday çıkartırsa ve bütün adaylar da bunun üzerine oynarlarsa, o zaman o oyların belirleyiciliği sanıldığı kadar etkili olmayabilir. Türkiye’nin genelinde bâzı merkezlerde de önümüze gelecek bu. 

Ama bu seçimde şöyle bir mesele var: CHP’nin ya da muhâlefetin elinde olan büyükşehir belediyeleri açısından 2019’dan en temel fark, şu anda iktidârın elinden alınacak belediyeler değil, şu anda elde olan belediyelerin korunması gibi tamâmen başka bir konsept var. Muhâlefet seçmenini motive eden değişiklik talebi 2019’da çok belirleyiciydi ve o talebin etrâfında toparlanma ve onun sağladığı motivasyon, sâdece İstanbul’da değil bir sürü yerde sonuç vermişti. Şimdi, olanı korumak zorundalar. Bu, muhâlefet açısından riskli bir şey. Çünkü genel tabloda iktidarda değilsiniz, yerelde iktidardasınız. Ama bir iktidar stratejisi olarak savunma yapmak zorundasınız. 

İkincisi, iktidar bence 2019’dakinin bir benzerini yapacak. Onun da işâretlerini görüyoruz. Erdoğan dünkü konuşmasında CHP’yi emperyalizmin koçbaşı olarak işâret etti, DEM Parti ile işbirliği meselesini dile getirdi. Yani bildiğimiz bütün genel kutuplaştırma argümanlarının tamâmına başvurarak bu alanı kullanacak. Hattâ burada bâzı muhâlefet aktörlerini de yanına katmayı başardığı için bu cephe daha da geniş. Erdoğan ikinci bir şeyi kullanacak — ki zâten bunu sık sık dile getiriyor: Merkezî iktidardan farklı olan yerel yönetimlerin hizmet kabiliyetinin az olduğu, az olacağı varsayımı… Murat Kurum o yüzden önemli. Doğrudan merkezî yönetimin icrâcı bakanını getiriyor ve buradaki verilen mesaj, muhâlefetin de zaman zaman tuzağa düşerek şikâyetçi olduğu, “Bizim projelerimizi engelliyorlar, yaptırmıyorlar” argümanı, aslında tuhaf biçimde seçmende ters işliyor. “Eh o zaman, yine seni seçersek yine yaptırmayacak bunlar, o zaman onları seçelim.” Yani bu hizmet belediyeciliği meselesindeki avantajını iktidar gücüne yaslamak… İzmir’de ve İstanbul’da büyük ölçüde buna binecek bir kampanya yürüteceklerini, hattâ böyle de yürüdüklerini görüyoruz.

Ruşen Çakır: Ankara’da da. Turgut Altınok da zâten öyle başladı.

Kemal Can: Burada farkı anlatmak zor. Yani “Hizmet belediyeciliğini biz daha iyi yaparız”’ argümanıyla yetinmeyip, “Merkezî iktidâra rağmen yaparız” diyebilmek için daha fazla şeye ihtiyâcın var. Sâdece 5 yılda yaptıklarının listesiyle bunu karşılamak biraz zor; çok net farklar ortaya koyman lâzım. Bu farkları ortaya koyup anlatabilmek için de sınırlı bir zaman var ve orada iktidar, en azından iletişim imkânları açısından çok daha avantajlı bir pozisyonda. Fakat ben 2019’dan farklı olarak, 2023 seçimlerinden sonra muhâlefet seçmenindeki moral bozukluğunun bu seçimde daha etkili olacağını, iki tür dinamik işleteceğini düşünüyorum. Biri, Meral Akşener’in “gıcıklık politikası” dediği şey büyük ihtimalle çalışacak. Pek çok muhâlefet seçmeni, kendi içindeki ayrışmalara verdiği reaksiyon dolayısıyla belki oylarını dağıtacak. Ama buna karşılık, o son mevzii koruma refleksi da başka bir toparlanmaya neden olabilir. Muhâlefet orada o birlikteliği ve o direnme enerjisini kurabilirse, en azından adaylar bunun taşıyıcısı olursa, başka bir sonuç çıkabilir. Çünkü büyükşehirlerde 2023 seçimlerindeki oy dengesi Türkiye’deki tablonun tam zıddı. Türkiye’de Erdoğan %52, Kılıçdaroğlu %48 alırken, bu, direnilmeye çalışılan belediyelerde tersi oluyor. Dolayısıyla onu korumaları gerekiyor.

Ruşen Çakır: Orada şöyle bir sorun var — biraz önce bahsettin: DEM Parti’nin CHP ile işbirliği yapma ihtimâli Erdoğan’ın dünkü konuşmasında en öne çıkan hususlardan birisiydi.  PKK’nın saldırılarını çok dillendirmeye ihtiyaç duymasa, doğrudan bu işbirliği konusuna giriyor. Ama burada yalnız değil. Meselâ Meral Akşener’in grup toplantısında DEM Parti- CHP işbirliği ihtimâli hakkında söyledikleri çok acayip. Orada bir ittifak oluşuyor.

Kemal Can: 2019’dan farklı olarak AKP, kampanyasında neredeyse bu temayı kullanma ihtiyâcı bile duymayacak. Çünkü muhâlefetteki birtakım aktörler bunu fazlasıyla kullanacaklar zâten. 

Ruşen Çakır: Ona rağmen gerçekten işleri çok zor. Ben geçen gün izleyicilerle bir yayın yaptım. Orada da “DEM Parti İstanbul’da aday çıkarır mı?” sorusunu değerlendirdim. İstanbul çok önemli. Tabiî Ankara’da çıkaracaklar, biliyoruz; ama İstanbul, Adana, Mersin’in ne olacağı çok önemli. Gerçekten çok zor bir olay. Aday çıkartsa bir dert, çıkartmasa bir dert. Hem bir taraftan da geçen seçimde yaşanan büyük hayal kırıklığı nedeniyle kendi tabanında, “Bize ne? Ne halleri varsa görsünler” diyenler de sayıca çok. Böyle zor bir durum ve AKP belli ki bunu seçim kampanyasında bayağı kullanacak. 

Bir de şöyle bir husus var: Akşener, İYİ Parti, “Seçime ‘hür ve müstakil’ olarak gireceğiz” diyerek bir yola girdi. İYİ Parti’nin pek bir şey elde edebilme imkânı yok, ama CHP’nin kaybetmesi durumunda, bu sefer, “Biz olmayınca kazanamıyorsunuz” diyebilirler. Eline ne geçecek bilmiyorum ama, oradan bir başarı öyküsü çıkartmaya çalışabilir. 

Kemal Can: Aslında “İYİ Parti’nin stratejisi” demek ne kadar doğru bilmiyorum. İYİ Parti bir parti olarak bir strateji kuruyor mu, yoksa Meral Akşener bir şey söylüyor ve onun bununla ne yapacağına, kimi sonrası için kimi bugün için bekleyerek pozisyon mu alıyor? Dolayısıyla bir parti stratejisinden ne kadar bahsetmek mümkün bilmiyorum. Ama İYİ Parti’nin bu stratejisi kendi iddiasının tam zıddını üretebilir. Olacak mı olmayacak mı bilmiyorum. Bâzı açılardan olacak işâretleri var, bâzı açılardan da olmayacak gibi görünüyor. Tam tersine, CHP’ye “müstakil siyâset” imkânının kapılarını açabilir.

Ruşen Çakır: Bir de orada CHP başarılı olursa…

Kemal Can: Şimdiye kadar ittifak stratejisi yüzünden İYİ Parti’nin milliyetçilikte CHP’ye bir meşrûiyet alanı açtığı varsayılıyordu –ki ben onun sâhiden ne kadar açıldığının tartışmalı olduğunu düşünüyorum–, ama bunun karşısında CHP’nin İYİ Parti’yi kollamak ve ittifak içerisinde tutmak için ona fazlasıyla dokunulmazlık atfettiğini ve ona çok uyar bir çizgi tutturmaya çalıştığını da unutmayalım. Dolayısıyla o “seçime müstakil ve hür girme” meselesinde Akşener ana şikâyetçi olarak ortalıkta geziyor, ama baktığın zaman o müstakillik meselesi, ittifak sistemi yüzünden herkesin başında. Dolayısıyla İYİ Parti’nin buradan ne kadar müstakil siyâset üreteceği tartışma götürür. Ama böyle davranarak, yani AKP’nin yapacağını meydanlarda kendisi yaparak, tam tersine, CHP’ye bir müstakil alan açabilir. Burada, sanıldığının aksine kurumsal siyâset daha yüksek bir direnç gösterebilir. 

İddia edildiği gibi muhâlefet seçmeni siyâsî partilere çok tepkili, çok reaksiyon veriyor. Ama buna karşılık, hangi partilerle ne yapılabilir konusunda çok deneyim kazanmış durumda. O yüzden bence ilk etapta tarafların yapmaya niyet ettikleri şey, kendileri için bir koridor açmaktan çok, yüklendikleri ve sıkıştırmaya çalıştıkları çevreler için fırsatlar üretebilir. Bu pek çok alanda geçerli olabilir. Bu DEM Parti için de geçerli.

Ruşen Çakır: O zaman, bütün bu çabalara rağmen, CHP elindeki belediyelerin büyük bir kısmını korumayı başarırsa, müstakillik CHP’ye yaramış olur. 

Kemal Can: Evet, bunu kastediyorum. “Müstakillik kime yarayacak ya da kim müstakil davranabilecek?” meselesi bu seçimde bir sürü açıdan önemli olacak. 

Ruşen Çakır: Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. Bir kez daha Hrant Dink’i saygıyla analım. Haftaya tekrar buluşmak üzere. Bu arada Medyascope’a, Patreon ve YouTube üzerinden destek olabileceğinizi bir kere daha hatırlatmak istiyorum. Destekleriniz bizim için çok önemli. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.