Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

SES Partisi Genel Başkanı Ayhan Bilgen, Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladı

SES Partisi’nin öyküsü nedir? Yerel seçimlerde SES Partisi ne yapacak? Hangi partilerle ittifak yapacaklar? Yerel seçimlerde ne bekliyorlar?

SES Partisi Genel Başkanı Ayhan Bilgen, SES Partisi’ni, yerel seçimlerdeki yol haritalarını ve Türkiye’deki siyasi partileri Ruşen Çakır’a anlattı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler. Ses Partisi Genel Başkanı Ayhan Bilgen stüdyoda canlı yayın konuğumuz. Kendisiyle yerel seçimleri konuşacağız. Hoş geldiniz.

Ayhan Bilgen: Hoş bulduk, teşekkür ederim.

Yerel seçimi konuşacağız ama, siz yerel seçime parti olarak giremiyorsunuz. 

Bilgen: Evet. Biz il ve ilçe kongrelerimizi devam ettiriyoruz. Ama bir şekilde gireceğiz. En kötü senaryo olarak bağımsız adaylarla girmeyi göze aldık zâten. Ama belki bâzı şehirlerde küçük ittifaklar da düşünüyoruz.

Kimlerle ittifak yapma ihtimâli var?

Bilgen: Demek her kesime hitap etmeyi başarabiliyoruz ki… Tabiî bu konuda resmî bir şeye dökülmüş bir protokol yok, ama geçmişte Millet İttifâkı’nda yer alan partiler de var, Cumhur İttifâkı’nda yer alan partiler de var. Büyük partiler değil, o kadarını söyleyeyim. Sosyal-demokrat partilerle, muhâfazakâr partiler daha çok teklif ediyorlar. Demek ki iki taraf da bizi yakın buluyor.

Peki, buradaki mesele nedir? Siz örgütlenmenizi tamamlayamadınız mı?

Bilgen: Aslında mevcut partilerin bâzılarında da hâlâ aynı uygulama var. Yasa şunu çok net söylüyor: Türkiye’nin yarı ilinde ve onun üçte bir ilçesinde teşkîlâtlanmanızı tamamlayacaksınız. Bir de büyük kongrenizi yapacaksınız ve üzerinden 6 ay geçecek. Biz bunu tamamladık. Ama bir süredir, İYİ Parti’ye uygulanan özel muamele… yani CHP’den milletvekilleri alarak sorunu çözdükleri dönemden beri bâzı partilere uygulama şöyle yürüyor: Büyük kongre dışında ilçe ve il kongrelerini de yapmayı şart koşuyorlar. Oysa yasada 3 yıl içinde kongre yapma hakkınız var, ama uygulama buna dönmüş durumda. Dolayısıyla biz de artık ilçe ve il kongrelerimizi bitirerek, yani yerel seçimden sonra muhtemelen bütün koşulları, her türlü uygulamayı tamamlamış olacağız. 

Siz burada kasıtlı bir şey mi olduğunu düşünüyorsunuz?

Bilgen: Tabiî sâdece bize özel bir şey değil. Meselâ Has Parti’ye yapılan uygulamada, sâdece demin yasada söylediğim uygulama vardı. Yani teşkîlâtlarınızı kurmuşsanız, örgütlenmeniz tamamsa ve kongrenizden sonra 6 ay geçmişse seçime girebilirdiniz. Ama İYİ Parti’ye bunu uygulamadılar. Seçime girme hakkı olan 36 partiden birisi Büyük Türkiye Partisi, biraz daha ayrıntısını bildiğim partilerden birisi. Seçime bizimle de birlikte girmeyi kendileri teklif etmişti. Sonra bu parti geçtiğimiz hafta Ocak Partisi diye bir partiyle birleşti. Ama Ocak Partisi ile birleşen bu partinin kongreleri yok örneğin. Bu parti kamuoyunda Tansu Çiller’in seçimlere gireceği parti diye bilinen parti. Genel seçim öncesinde bu partiye bu hak tanınmış. Yüksek Seçim Kurulu, kongrelerini yapmadığı halde seçime girme hakkını tanımış. Dolayısıyla uygulamada farklı tablolar var. Arka planını çok bilmiyoruz, ama biz en kötü senaryoya karşı da artık bütün süreci tamamlayacağız.

Peki SES Partisi’nin nasıl bir öyküsü oluştu? Yarıdan fazla ilde örgütlü olduğunu söylüyorsunuz.

Bilgen: Evet, 46 ilde var, ilçe olarak da 41 ilin üçte bir ilçesinde kuruluşumuzu tamamladık. Tabiî bunların bir kısmı daha aktif faaliyet de yapan iller. Bâzıları sâdece prosedürü tamamlamak için kurulmuş iller. Bir taraftan da etkinlik yaparak onları da aktif hâle getiriyoruz. Aslında bizdeki öykünün şöyle bir arka planı var. Belki bunu biz de paylaşmayı başaramadık; ama biz, iktidârıyla muhâlefetiyle Türkiye’de siyâsetin de tıkandığını düşünüyoruz. Çünkü siyâset yapma yöntemi dünyada değişti aslında. Ama siyâsî partilerimiz hâlâ klasik temsîlî demokrasinin araçlarıyla ve babadan, dededen kalma yöntemlerle değişime karşı acayip bir direnç gösteriyorlar. Bence Türkiye’de en statükocu kurum siyâset kurumu. Güvenlik bürokrasisi bile kendisini yeniliyor, yeni savaş teknolojilerini tâkip ediyor, yeni taktikleri, stratejileri önemsiyor. Ama siyâset, bildiğimiz eski kalıplar, eski şablonlar, eski alışkanlıklar, eski kültür üzerinden gidiyor. Ben artık Türkiye siyâsetinde bunun sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Toplumsal ilerleyişle, özellikle gençlerin teknoloji kullanımı, bilgiye erişimi, artık katılım ve karar alma mekanizmalarında farklı aygıtları, farklı yöntemleri gerektiriyor. 

Aslında bu süreç Avrupa’da da dünyada da –biz de biraz ondan esinlendik– 1980’li yıllarda başladı. Seattle süreci, sonrasında İspanya’da Podemos Hareketi, İtalya’da Beş Yıldız Hareketi, aslında dünyada temsîlî demokrasinin artık ömrünün dolduğunu, klasik particiliğin, yani “Bize oy verin biz sizi kurtaralım. Beş yıl boyunca yetki verin, beş yıl sonra biz size hesap verelim” anlayışı artık çok geride kalması gereken bir şey. Daha toplumsal ve sivil hareketler ağırlıklı bir siyâsete katılım, siyâsal karar alma süreçlerine katılım yoluna gitmemiz lâzım. Dünyadaki bu değişimi, arayışı Türkiye’deki siyâsetçiler çok önemsemiyor, bunu söyleyebilirim.

İkincisi, Türkiye’de siyâsette parti aygıtının kendisi amaç hâline geldi. 1900’lerin başından beri Türkiye’de siyâsî partiler var. İkinci Meşrûtiyet’i esas alırsak, Osmanlı’nın son dönemi, İkinci Meşrûtiyet’ten beri partilerimiz var. Ama neredeyse 100, 110, 120 yıldır aynı şeyi tekrarlıyoruz. İkinci Meşrûtiyet döneminde milliyetçilerimiz ne diyorsa, bugün de milliyetçilerimiz aynısını söylüyor. Hiç mi bir şey değişmedi bu dünyada? Ya da 120 yıl önce muhâfazakârlar ne iddiayı ortaya koyuyorsa siyâseten, bugün de aynı yerdeyiz. Hattâ biraz solun da bir kısmını, belki liberalleri de bir miktar böyle târif etmek mümkün. Oysa 120 yılda o kadar çok şey değişti ki. Karşılaştırma için söylüyorum: Meselâ tıp alanında göz cerrâhîsindeki değişimi hastâneler, o câmia ânında tâkip eder ve bunu bir rekabet konusu yaparlar. Yani siz de gözünüzü teslim edeceğiniz bir cerrah ararken, “En son teknolojiyi hangisi uyguluyor?” diye bakarsınız. Bu, tarımda böyle sanâyide böyle, hayâtın her alanında böyleyken siyâsette niye hâlâ biz eski nakaratı tekrarlıyoruz? 

Peki, siz ne başardınız? Düşünmek ayrı, ama bir de fiiliyatta neler oldu?

Bilgen: Kendi içimizde başarabildiğimizi düşündüğüm şey şu: Eski şablonlarla o kutuplaşma siyâsetinin dışında bir sentez arıyoruz. Hâlâ arıyoruz. Bence bu arayışın durmaması gerekiyor. “Bunu tamamladık bitirdik, bir manifestoya, bir deklarasyona dönüştürdük” diyecek noktada değiliz. Ama en azından şu noktadayız: “Biz birlikteyiz ve aramızda bir hiyerarşi yok. Daha muhâfazakâr arka plandan gelen, geçmişte siyâset yapmış millî görüşte arkadaşlarımız da var, benim gibi daha Kürt siyâsetinde olmuş, HDP’de bulunmuş arkadaşlar var, daha milliyetçi merkez sâha kökenli arkadaşlar var. Birlikte bir söz kurmaya çalışıyoruz. Bu birlikte sözü kurarken de… Türkiye’de Özal’dan bu yana var olan patronlar var, gerçek sâhipleri partinin; bir de misâfirler, vitrine dizilecekler var. Bunu yapmamaya çalışıyoruz. Mümkün olduğu kadar sâde, sıradan insan da siyâset yapabilir. Bunun için ille geçmişte siyâsal bir aktör olması gerekmiyor. Sonuçta ülke ile ilgili kaygısı varsa, bir çaba ortaya koyacaksa, birlikte bu sözü kurabiliriz. Ben bunun yeni bir senteze dönüşeceği umûdunu taşıyorum. Burada o eski kalıplar, yani 12 Eylül öncesinden devraldığımız kalıpların belki bir yeniden harmanlanması gibi. Bâzen gönderme yapmak için söylüyorum kolay anlaşılsın diye: Bir Nurettin Topçu tarzı gelişebilir mi? Yani hem yurtseverlik içeren hem toplumcu ekonomiyi toplumcu siyâseti önemseyen, yani toplumculuğun kendisini önemseyen; ama bir taraftan da ahlâkı, toplumsal çürümeyi, yozlaşmayı kendisine dert eden. 

Baktığımızda burada üç tâne siyâset var. Birisi milliyetçilerin bayraklaştırdığı; öbürü, daha çok sosyalistlerin bayraklaştırdığı; diğeri de muhâfazakârların bayraklaştırdığı siyâset. Bu üçü niye birlikte olmasın? Bunlar birbirinin alternatifi mi, yoksa birbirinin tamamlayıcısı mı? Bizim başından beri iddiamız şu: Türkiye’de ideoloji eksenli siyâset aslında birbirinin alternatifi olmayan, birbirini tamamlayan şeyleri sanki birbirine rakip, hattâ neredeyse birbirine düşmanmış gibi ortaya koyuyorlar. Dolayısıyla siz söze vatan sevgisinden, yurtseverlikten başladığınızda, sanki emekle ilgili, özgürlükle ilgili taleplere kulak tıkamanız gerekiyor. Çünkü o solcuların işi. Ya da işte diyelim ki sol değerlerle ilgili bir şey konuşmuşsanız, Kürtlerin talepleri daha feodal talepler gibi kalıyor. Tabiî yeni bir yaklaşımın, yeni anlayışın siyâsette yer tutması biraz uzun soluklu bir iş. Yani biz hazır pastalardan bir pay almak üzere yola çıkmadık. Bunu özellikle belirtiyorum. Benden dolayı belki böyle bir algı var. Hani partiyi kurduğumuzdan beri, HDP’yi bölmek filan gibi bir algıdan söz ediyorum.

Tam onu soracaktım. SES Partisi ne kadar biliniyorsa Ayhan Bilgen de biliniyor. Özellikle de HDP, şimdiki DEM Parti çevreleri bir bölücülük operasyonu olarak görüyorlar. Ben de yayına çıkarttığım için, bu tür şeylere muhâtap olduğum için biliyorum. Siz daha fazla biliyorsunuzdur. Ne cevap veriyorsunuz?

Bilgen: Türkiye’de bir yerden ayrılarak siyâset yaptığınızda oraya refere ediliyorsunuz ve tartışma oradan yürüyor. Hattâ benden önce de Saadet Partisi’nden Cihangir İslam ayrıldı. İsmini anmamızda bir mahzur yok herhalde. Cihangir İslam Saadet’ten CHP’ye gitti. Hattâ o zaman onu takdir etmiştim. Ben o sırada belediye başkanıydım. “Ne güzel. Nezâketle ayrıldı, hakaret yok küfür yok. Ne o ayrıldığı yere çok ağır ithamlarda bulunup bir şey koyuyor ortaya, ne de ayrıldığı yer ona çok ağır ithamlarda bulunuyor” demiştim. Sonuçta yollarınız ayrılabilir, düşünceleriniz değişebilir. Ben bu konuda elimden gelen çabayı sarf ettim. Parti de resmî olarak aslında buna özen gösterdi. Ama ne yazık ki sosyal medyada bunun önüne geçemiyoruz. Sanki benim hiçbir geçmişim yoktu. Ben sanki bir insan hakları savunuculuğu arka planından gelmiyorum, MAZLUMDER ya da daha öncesinde daha sağ, hattâ milliyetçi yerlerde basın çalışmaları yapan birisi değilmişim gibi, “Nasıl ayrılırsın?” denmesinin bir tarafı biraz kırgınlık ve sitem; bu anlaşılır bir şey; ama bir yerden sonrası artık komplo teorilerine varan, sanki sonsuza kadar aynı yerde durmak zorundaymışsınız gibi bir algı, size karşı bir taarruza dönüşüyor bir süre sonra. 

Sonuçta ben HDP içerisinde de kendimce, kendi özgünlüğümü koruyarak siyâset yapmaya çalıştım. Bu, HDP’nin bana tanıdığı bir haktı, bir saygıydı gayet tabiî. Zâten HDP de kurulurken böyle çokrenkliliği ifâde etmişti. Yani böyle siyâset yapacağız. Sâdece bir bölge partisi, sâdece bir etnik kimlik partisi olmayacağız iddiasıyla 2013-14 Çözüm Süreci’nde bir arayışla doğmuştu; Türkiyelileşme iddiası bunu kapsıyordu. Ben orada söylediğim sözlerin de hepsinin arkasındayım bu arada. Grup başkanvekiliyken, parti sözcüsüyken ne söylemişsem hiçbirini reddetmiyorum, tekzip etmiyorum. Ama iktidar muhâlefet ilişkisindeki tıkanmayı, kilitlenmeyi Türkiye siyâseti için nasıl görüyorsak, ben artık Kürt sorununun çözümünde de, Kürtlerin haklı taleplerinin hayâta geçirilmesinde de kimlik siyâsetini aşan bir programa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. HDP bunu teorik olarak ortaya koydu aslında. Kurulduğunda ortaya koyduğu metin ve yaklaşım, bir kimlik siyâsetinin ötesinde yer alma iddiası taşıyor. Ama pratikte bunu başaramadık. 

Yıllar önce Konya’da karşılaşmıştık. O zaman bağımsız adaylarla yürüyordu Kürt hareketi. Konya adayıydınız.

Bilgen: Evet, 2007’de. “Bin Umut” adayları. 

Evet. Daha sonra HDP’den milletvekili oldunuz. Ama sâdece siz değil başkaları da vardı; meselâ muhâfazakâr câmiadan çok insan vardı. Onun dışında CHP kökenli isimler de vardı. AKP’den Dengir Mir Mehmet Fırat vardı meselâ. Ama birçok kişi zamanla ya unutuldu ya ayrıldı. Buradaki sorunun ne kadarı hareketin kendisinden ne kadarı devlet baskıları ya da propagandalarından kaynaklandı? Çünkü orada gerçekten, şu anda SES Partisi için anlattığınızı andıran bir arayış vardı ve 2015’teki ilk seçimdeki alınan sonuç bayağı bir etkiliydi. 

Bilgen: Evet. Yüzde 6-7 oydan yüzde 13 oya çıkmak neredeyse yüzde 100’e yakın bir artıştır. Daha önce yüzde 10 barajını hiç geçemediği için, bağımsız adaylarla giriliyordu. Ben ikisinin birbirini beslediğini düşünüyorum. Yani baskı içe kapanmayı doğuruyor, tartışmayı, özeleştiri yapmayı yenilenme ihtiyâcını sorgulamayı zorlaştırıyor. Çünkü mağdur psikolojisine giriyorsunuz ve içe kapandığınızda kendinizi tekrar etmeye başlıyorsunuz. Oysa mutlaka bu kısır döngüyü kırmak gerekiyor. Yani topu taca atmadan, sorumluluğu sâdece dış dinamiklere bağlamadan… Hükûmet politikası, muhâlefetin bu konuda HDP’yi zaman zaman yalnız bırakması… Evet, bütün bunlar haklı argümanlar, ama sonuçta siz bir iddiayla yola çıkmışsanız, siyâset çözüm işidir, siz bütün bu koşulları bile bile bir açılım yapmak, bir çıkış ortaya koymak zorundasınız. 

İki kritik konu var: Birisi, aslında HDP’yi de aşan Kürt sorununun silâhlı arka planından gelen tablo. Ben burada hep şu beklentinin hâlâ var olduğunu, tartışmanın hâlâ devam ettiğini görüyorum: Önce silâhlı hareket bir alan açsın, yani silâhı bıraksın ya da sussun, sustursun; dolayısıyla demokratik siyâset kolayca rahatça siyâset yapsın. Bu güzel bir temennî, kulağa hoş geliyor. Keşke olsa, ama olmuyor. Olmadığında ne yapacaksınız? Olmadığında ya siz de o atmosfere uygun siyâset yapacaksınız –yani sanki savaşın bir tarafıymış gibi, sanki savaşıyormuşsunuz gibi siyâset yapacaksınız– ya da bunu durduracak bir irâde koyacaksınız. Bu akıntıya karşı bir siyâset koymaya kalktığınızda, doğal olarak parti içinde de, partinin tabanındaki en fanatik kitle içerisinde de hoşa gitmeyen söz söylemeye başlıyorsunuz. Bu da özellikle gerilim dönemlerinde, sanki karşı tarafla işbirliği yapıyormuşsunuz gibi, yeterince militanca bir dil kuramadığınız algısını oluşturuyor. Oysa bu bir kısır döngü. Bu gerilim siyâseti, kutuplaşma sizi tam da oraya itmeye çalışıyor. Sizin onu kırıp, ezberi bozan, oyunu boşa çıkaran bir dil geliştirmeniz gerekiyor. Ben onun için hep şunu tartıştım parti içinde: Biz silâhı olanların karârını belirleyemeyebiliriz, buna gücümüz yetmez. Bizden önce de onların silâhı vardı. Onların 70’li yıllardan beri silâhları var. Ben 2010’lu yıllarda, 2007’de, o dönemde bu siyâsetle buluştum. Dolayısıyla burada bize, onlardan bir şey beklemek yerine, kendi üzerimize düşeni yapmak gerekiyordu. 

İki tâne çok net alan vardı: Birisi sâhiden halkın irâdesinin tercümânı olmak, yani partinin kapalı mekânlarda karar alma süreçlerinden çok, doğrudan kendi tabanıyla –hangi kesimse– birlikte karar almak. Meselâ bu son aday belirleme süreci bir motivasyon artırdı. Niye? Kısmen de olsa birtakım tartışmalar yaşansa da, bir sembolik adım atılmış oldu. İkincisi de “öteki”yle kurulan ilişki. Burada artık sizin şuna karar vermeniz gerekiyor: Hedefiniz bağımsız bir Kürt devleti kurmaksa… ki HDP böyle bir iddiayla kurulmuş bir parti değil; başka zeminlerde ya da bireyler buna dâir sözler sarf etmiş olabilir, ama parti programı çok net; burada ikinci bir ajanda varsa onu bilemem ya da bunun halka hesâbını verecek aktör ben değilim. Ama siz “Bağımsız Kürdistan” diyorsanız, bu, silâhla, başka şeyle, bugünün dünyasında ne kadar nasıl mümkünse, o başka araçların işidir. Siz hem Parlamento’da bulunacaksınız hem belediye seçimine gireceksiniz… belediye başkanı dediğiniz, bir devlet memuru. Bu devleti hem yıkmaya çalışıp hem onun memuru olmaya çalışmanın bir tutarsızlığını yaşıyorsunuz. Ya da bir taraftan reddedip öbür taraftan Parlamento’da yer almanın çelişkisini yaşıyorsunuz. Dolayısıyla bu, kendi içinde tutarlı bütüncül talepler ve ilişki ağı gerektiriyor. 

Çok yakın târihte, CHP Kongresi sonrasına kadar, HDP ile ilişki konusu neredeyse tamâmen kayıt dışıydı. Bırakın iktidar blokunun tepkisini, muhâlefet bile, “HDP varsa biz yokuz” diyordu. CHP resim çekilmeden görüşme yapıyordu filan. Dolayısıyla burada Türkiye’nin demokratikleşmesini Kürt sorununun çözümünün olmazsa olmazı görüyorsanız –ki öyle inandık, öyle düşündüğümüz için orada yer aldık–, o zaman sizin demokrasiyi birlikte kuracağınız aktörlerle ilişkinizde, karşı tarafın sizinle ilgili güvensizlik argümanlarını ortadan kaldıracak adımlar atmanız lâzım. Demin de söyledim; bunun tek sorumlusu Kürtler değil, tek suçlusu HDP değil, ama HDP’nin bunu aşma konusunda kararlı, güçlü, net bir irâde ortaya koyması gerekiyor. Bir söz söyleyip sonra geri adım attığınızda, o güven daha çok sarsılıyor ya da ikircikli bir dil kullandığınızda, bir taraftan bağımsız devlet istiyor gibi, ama öbür taraftan, “Türkiye’nin toprak bütünlüğü konusunda hassâsiyet var” gibi davranamazsınız. Birinden birini net savunduğunuzda, toplum da ittifak kurduğunuz aktörler de daha güçlü bir güven duyarlar.

Yerel seçimlere dönelim: SES Partisi için bağımsız adaylar ya da birtakım ittifakların söz konusu olduğunu söylediniz. Siz en son Kars’ta belediye başkanıydınız. Kars’ta bağımsız adaylardan birisi mi olacak? 

Bilgen: Olabilir. Daha vaktimiz olduğu için tartışıyoruz. Özellikle tabiî Karslıların ne istediği bizim için önemli. Ben aslında kendim doğrudan aday olma yanlısı değilim. Ama yarım kalmış bir iş var orada. Biz ancak bir buçuk yıl belediye başkanlığı yapabildik; ama bizce önemli iki şeyi başardık. Yani bu konuda iddialıyım ve HDP’li belediyelerin de böyle yapması gerektiğini o zaman da çok net savundum — sâdece HDP değil diğer bütün partilerin yapması gerektiğini savundum. Bu iki şeyden birisi şeffaflıktı. Bence Türkiye demokrasisinin en yumuşak karnı, karar alma süreçleri ve mâlî işlerde şeffaflık konusu. Belediyenin bütün gelir giderini her ay düzenli biçimde îlân ettik. Bunu Türkiye’de galiba bizim kadar net yapmış başka bir belediye yok. Her ay hangi kalemler ne kadar kasaya girdi ne kadar çıktı her şeyi net koyduk. Bence bu artık yerel yönetimlerde herkesin hiç tartışmasız bir kazanımı gibi, olmazsa olmaz bir politik tutum olması lâzım. Çünkü iktidar belediyelerindeki çürümüşlüğün hemen hemen aynısını muhâlefet belediyelerinde gördüğünüzde, “O zaman değişen ne? Sâdece rozetin, sâdece tabelanın değişmesi mi?” diye hissediyorsunuz. Yerel yönetim anlayışımız değişmeyecekse, biz hâlâ eski yöntemle belediyecilik yapacaksak niye ben yapayım? Halk başka birini seçsin. 

İkincisi de şu: Kars’ta kimlik siyâsetini aştığımızı düşünüyorum. Kars sosyolojik olarak çoğulcu bir şehirdir. Azerî, Terekeme, yerli, Türkmen ve Kürt… Bu kitlenin hiçbir şekilde şu iddiada bulunamayacağı bir yönetim pratiği ortaya koyduk: “Size oy veren Kürtlere ayrıcalık yaptınız, ama Azerîleri dışladınız”. Bunu kimse diyemez. Bunun en somut göstergesi de, yine Türkiye’de örneği yok bence: Belediye Meclisi’nde HDP’nin çoğunluğu yoktu ve MHP, CHP, DSP ve Adalet Kalkınma Partisi’nin gruplarıyla birlikte büyük oranda oybirliğiyle aldık kararları bu 1,5 yıl boyunca. Şehrin çıkarını öne çıkarttığımız için bunu başardık tabiî. Bu modelin Türkiye için de önemli bir gösterge olduğunu söyleyebilirim.

Ama buna rağmen sizi de görevden aldılar.

Bilgen: Evet, bizi görevden aldılar. Aslında son günlerimizde artık, “Her yeri aldılar Kars’ı niye almadılar?” havası oluşmuştu. En son kalan herhalde Kars, Iğdır, belki Batman da olabilir. Daha ilçeler kalmıştı, il kalmamıştı artık. Tabiî bu bir sonuç, bunu ifâde edeyim. Gayet tabiî ben görevi sonuna kadar yapmayı, başarısızsak halkın sandıkta bizi görevden almasını tercih ederdim. Ama bu bir sonuç. Şundan dolayı sonuç: Tam da demin konuştuğumuz konu. Diğer bütün çatışmalı alanların bedelini siyâsetçi ödüyor. Karakol basılıyor, üç gün sonra da bir belediye başkanı tutuklanıyor. “Belediye başkanıyla karakol baskınının ne ilgisi var?” sorusunun cevâbını, gayet tabiî devletin içindekiler de Kürt siyâsetinin içindekiler de daha net cevaplamalı. Bu belki benim cevâbını verebileceğim bir şey değil, ama bunun bir sonuç olduğunu görüyorum. Ne yazık ki bunu önlemeye de gücümüz yetmedi. 

Dün AKP, yaptığı açıklamada Kars’ta aday çıkartmayacaklarını, MHP adayını desteklediklerini söyledi. Sonuçta orada MHP’nin bayağı bir iddiası oluyor, öyle mi?

Bilgen: Orada şöyle bir şey yaşanıyor, aslında bu son genel seçimdeki ittifaklarla ilgili biz hep şunu söyledik: “Bu ittifaklar masa başı ittifak algısı oluşturuyor, sosyolojiyle örtüşmüyor”. Mayıs 2023 genel seçimlerini kastediyorum. Bâzen sosyolojik olarak bir araya gelmek zor. Birbirinin amblemine oy vermesi zor kesimleri Ankara’da masa başında bir araya getirebilirsiniz, alt alta yazar toplarsınız. Ama bu iş matematik gibi değildir. Yani toplumsal psikoloji var; önyargılar, korkular var. Aslında Kars’ta geçen seçimi kazanma sebeplerimizden birisi odur. AK Parti kitlesi MHP’ye kolayca oy vermiyor. Kars için söylüyorum, her yer için bunu söyleyemem. İç Anadolu’da belki bu geçişkenlik çok yüksektir. Kars’ta ilginç biçimde, HDP ile AK Parti’nin, CHP ile MHP’nin geçişkenliği yüksek. Biraz da hitap ettikleri kimliklerle ilgili bir şey bu. Siyâset dilinin de ötesinde sosyolojik bir arka planı var. Dolayısıyla bu karar tabiî ki partilerin kendi tercihidir. Ama ben Kars’a gittiğimde bu tepkiyi çok sık alıyorum. O sosyolojik talep siyâsal planların üzerine çıkıyor. 

Tabiî CHP henüz adayını îlân etmedi, DEM Parti adayını çok erken îlân etti. Ama herhalde CHP ve DEM Parti arasında başka bir tartışma yürüyor. Yani CHP DEM Parti arasında bir ittifak arayışı hâlâ devam ediyor. Dolayısıyla biz herkesi gördükten sonra şöyle bir yol haritası izleyeceğiz: Eğer şehirde bizim başlattığımız ve bir buçuk yıl başarabildiğimiz yöntemi, yani toplumsal barışı, ötekileştirmemeyi ve hesap veren, şeffaf belediyeciliği ortaya koyacağını düşündüğümüz bir aktör görürsek destek de veririz; hiçbir şey istemiyoruz. Ama bunu görmediğimiz takdirde bir arkadaşımızı aday yapacağız. Buna partilerin de destek verebileceğini düşünüyoruz. Ben mecbur kalırsam sorumluluk almaktan kaçmayacağımı söylüyorum; ama doğru tercih benim değil başka bir arkadaşın üzerinden bunun gerçekleşmesidir. Sanırım önümüzdeki birkaç hafta içerisinde, diğer partilerin de adaylarını net gördükten sonra bu tercihi yapacağız.

Bu seçimin ardından Güneydoğu’da DEM Parti’nin kazanacağı belediyelere hızlı bir şekilde yine kayyum atanmasını bekliyor musunuz?

Bilgen: Orada sebeple sonuç arasındaki ilişkiyi bence mutlaka doğru tanımlamak lâzım. Kürt sorununda çatışma, şiddet devam ettiği müddetçe, ben Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşabileceğini düşünmüyorum. Buradaki siyâseti oradaki alandan tecrit edeceksiniz. Tabiî ki diğerlerinin de yükümlülüğü olmakla birlikte, bu, en çok Kürt siyâsetinin başarması gereken bir iş. Son birkaç haftadır üslerle ilgili baskınlar, kayıplar, asker cenâzelerine baktığımızda, önümüzdeki birkaç ay içerisinde Irak’ta da Suriye’de de gerilimin çok yükseleceğini, çatışmanın şiddetleneceğini tahmin ediyorum. Dolayısıyla bu ister istemez Türkiye iç siyâsetini de etkileyecek. Kamuoyunda, “Bâzı şehirlerde DEM Parti’nin aday çıkartması, kayyum konusunda başka uygulama doğurur, çıkartmaması başka uygulama doğurur” tartışması yürüyor. Tabiî bunun arka planını bilmiyorum. DEM Partililer’den duyduğum kadarıyla, DEM Parti AK Parti ile görüşmeye çalışıyor. Aslında Demirtaş’ın en son ifâdelerinde de bu vardı. Yani “En kolay bizimle iletişim kurarsınız. Niye Kürtlerle görüşmüyorsunuz? Niye bizi muhâtap almıyorsunuz?” gibi çok net mesajlar vardı. Ama galiba iktidar bloku bu kapıyı açmıyor ya da önce DEM Parti’nin elini görmek istiyor; aday çıkartıp çıkartmayacağını görmek istiyor. Belki de buna göre siyâseten bir tercih yapılacak ya da güvenlik politikaları daha ağır basacak. 

İstanbul, Adana, Mersin gibi şehirlerde aday çıkartıp çıkartmayacakları diğer belediyelerin kaderinde etkili olabilir. Ankara’da ve Antalya’da çıkartacaklarını söylediler zâten. 

Bilgen: Galiba öyle gözüküyor. Dolayısıyla bölgedeki Kürtlerin kaderi batıdaki Kürtlerin elinde gibi gözüküyor. Kürt’ün kaderini başka bir Kürt’e bağlamış bir tablo var gibi.

Çok sayıda yeni parti var. Sizin partinizin kuruluşu kaç yıl oldu?

Bilgen: Bizimki 1,5 yılı biraz geçti.  

AK Parti’den kopmuş iki parti var: Gelecek ve DEVA partileri. İlk kurulduklarında çok büyük bir ilgi uyandırdılar, özellikle DEVA Partisi; ama sonra tıkandı. Buna karşılık Yeniden Refah Partisi biraz daha eski olmasına rağmen son yıllarda adını duyurdu. Zafer Partisi’nin de belli bir güç toparlayabildiğini gördük. Bunların ölçüsü nedir? Siz de yeni bir parti olduğunuz için… Tamam, siyâsette yeni arayışlara, yeni partilere ihtiyaç olduğu hep söylenir. Ama birileri bir şeyleri başarır gibi yaparken…  Meselâ Yeniden Refah Partisi’nin çıkarttığı milletvekili sayısı sonuç olarak bence başarılı. Ya da Zafer Partisi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde, Sinan Oğan üzerinden bir tür kilit rol oynaması da başarı. Peki, nasıl oluyor da kimisi yapabiliyor, kimisi yapamıyor? Meselâ siz ne yapmaya çalışıyorsunuz?

Bilgen: Ben ısrarla biraz tersini iddia eden bir yerde duruyorum. Yani sizin söylediğinizin tersini değil, Türkiye’deki siyâsî partilerin iddiasının tersini iddia ediyorum. 130 parti var, ama 130 fikir var mı Türkiye’de? Yok. 130 yoksa, o zaman biz bir şeyi paylaşamadığımız için ayrılmışız demektir. Aslında aynı şeyleri tekrarlayan, hattâ iki ayrı blokta yer alan partiler var. Meselâ Saadet Partisi ile Yeniden Refah Partisi birbirine benziyor. Ya da HÜDAPAR’ın bâzı sözleriyle DEM Parti’nin bâzı talepleri benziyor. Milliyetçi partiler hakezâ: MHP bir tarafta, İYİ Parti başka bir tarafta.

Burada iki tâne ciddî sorun var bence: Birisi, bu iki turlu seçim sistemi aslında siyâsî partilerimizi de değiştirmeli, dönüştürmeliydi. Çünkü Hükûmet Sistemi değiştiğinde, bir, seçim sistemi, iki, siyâsî partiler sistemi buna uygun hâle gelir. Bu bir bütünlüktür aslında. Biz o yenilenmeyi yapmadık. Hâlâ eski seçim sistemi, eski Siyâsî Partiler Kanunu ve kültürü devam ediyor. Dolayısıyla burada bir ucûbe tablo, bir anormallik ortaya çıkıyor ve kendi doğallığında olmayan, sâdece öteki üzerinden kendine pozisyon belirleyen bir siyâset doğuyor. Türkiye’de %35-40’lık bir seçmen kitlesi, içine sine sine, siyâsetçiye, partisine, liderine güvenerek, “Evet, bu, ülkenin sorunlarını çözer” diyerek oy vermek yerine, ötekine kızarak burada konumlanıyor. Bu %35-40 çok yüksek bir rakam. Meselâ Erdoğan’a kızıyor CHP’ye veriyor. CHP’den memnun değil, başka tarafa gidiyor. Aslında orayı sevmiyor ama sırf CHP’ye tepkisiyle yapıyor. Bu tepkisel oy %35-40’larda kaldığı müddetçe, Türkiye’de siyâsal aktörlerin siyâsî sorunları çözmesi çok çok kolay değil.

İkincisi, siyâsete olan güven. Meselâ en son galiba MetroPOLL Araştırma’nın anketiydi; “Siyâsetçiden nefret ediyoruz” diyenler %30’ların üzerinde, %40’a yakın. Çok büyük rakamlar bunlar.  Yani “Artık güvenmiyoruz” demiyor, “Nefret ediyoruz” diyorlar. Nefret çok ağır bir şeydir, neredeyse düşmanlaşmayı getiren bir şey. Dolayısıyla biz burada biraz şunu hedefliyoruz. Cumhur İttifâkı ile Millet İttifâkı ayrışması bence sağlıklı ayrışmalar değildi ve geçiciydi. Bir daha da tekrarlanmayacağını düşünüyorum. Bundan sonrasında Türkiye, dünyadaki değişim, Türkiye’nin ihtiyaçları doğrultusunda ve aslında kimlikler ve eski ideolojiler üzerinden değil, ekonomi politikası üzerinden, yani “planlamacılar”la, “ultra serbest piyasa” yaklaşımı arasında ayrışmalı. Çünkü kriz bunu dayatıyor. I.  Dünya Savaşı’ndaki krizde, nasıl planlamacılık, Keynesyencilik siyâseti şekillendirdiyse, II. Dünya Savaşı hakezâ Alman planlamacılığını ortaya çıkarttıysa, Türkiye’de önümüzdeki en büyük tehdit –savaş ve Ortadoğu’yu hâriç tutarsanız–, en sâhici tehdit ekonomi. Dolayısıyla bu ekonomi-politikte nerede durduğunuzla ilgili ittifaklar yapmanız lâzım. 

Türkiye siyâsetinde özellikle bu yerel seçimlerde belki bu, nötralize olmayı doğuracak, gri alan genişleyecek. Bizim beklentimiz o yönde. Yani Mayıs’taki kutuplaşma, kamplaşma aşınacak. Çünkü bu şu açıdan da çok önemli: Büyük partiler, özellikle CHP ve Adalet Kalkınma Partisi, iki yakın müttefiki ile birlikte, birinde MHP, birinde İYİ Parti’yle aslında bir milliyetçi kuşatma altında. Yani sosyal-demokratlar da, muhâfazakârlık da, milliyetçi kuşatma altında Türkiye’de. Şimdi burada tabiî ki milliyetçilik üzerinde özel olarak tartışmaya, hem de sizin gibi bir uzmanla girmek istemiyorum; ama bu, gelecekte ekonomik kriz ve bölgesel savaşları düşündüğünüzde çok ciddî bir risk aslında. Belki en büyük beka sorunu bu kuşatmanın kendisi. 

Yerel seçimde eğer bloklar, “Benden kaçan oy karşıya geçeceğine, hiç olmazsa benim yanımdakinde kalsın” diye hareket etmeye devam ederse… Aslında Yeniden Refah Partisi anlayışı budur. AK Parti, doğal olarak 20 yıl içinde ortaya çıkan, Cumhurbaşkanı’nın kendi tâsîbiriyle “metal yorgunluğu”ndan kaçanlar, Saadet Partisi’ne gideceğine Yeniden Refah’ta kalsın anlayışıdır. CHP de kendisini daha seküler gördüğü için, “Vermeyen muhâfazakâr oylar AK Parti’ye gideceğine benim müttefiklerimde kalsın” diye milletvekilliğinde bu kadar cömert davrandı muhtemelen. Ama bu artık sürdürülebilir değil. Çünkü bu sefer insanlar küçük partilerin sistemi kilitlediğini düşünmeye başlıyor. Çünkü o, aslında fanatizmin de siyâseti kuşatmasıdır, küresel anlamda da ciddî bir krizdir. Bir süre sonra bu sürdürülemezlik öyle bir yere gelecek ki küçük partiler tehditle şantajla büyük parçalar koparmaya başlayacaklar ve merkez dağılacak. Siyâsette merkez dağılırsa toplumsal kriz kaosa dönüşür. Biz onun için şöyle bir yerde durmaktan yanayız: Geçmişte iki ittifakta da yer almış olanlarla önce diyalog zemini kurulmalı. Bu diyalog zemininde birbirimizi ötekileştirmeden anlamaya çalışırsak, yerel seçimler bize şu fırsatı verecek: Diyelim ki ekonomi-politikte farklı düşünebiliriz; kültür konusunda farklı düşünebiliriz; tarîkatlar, laiklik, Suriye savaşı konusunda farklı düşünebiliriz, ama belediye başka ittifakları zorunlu kılıyor. O da şu: Şeffaflıktan yana mısınız? Belediyeciliği rant belediyeciliği, îmar belediyeciliği görmenin ötesinde, şehirli hakları, şehrin kendi kendini yönetmesi, kendi kendine yetmesi mantığıyla bakıyor musunuz bakmıyor musunuz? Benim için artık tek ölçü bu. Yerel seçimlerde bu mantıkla bakan kişiler hangi partide olursa olsun bence desteklenmeye değer. Biz bunu çok net söylüyoruz. Şehirlerde de böyle hareket edeceğiz, onu net ifâde ediyoruz. Yerel seçimlerde halk da öyle bakar; partiye değil daha çok adaya bakarlar. Eğer adayda böyle bir umut işâreti varsa, yani kendi partisine rağmen –bunu özellikle belirtiyorum– daha şeffaf davranacak, daha herkesi kuşatan bir belediyecilik yapacak ve yağma talan konusunda duyarlı olacaksa, desteklenmelidir diye bakıyoruz.

Biz kendi adaylarımızı da bu iddiayla ortaya çıkartacağız. En azından, Türkiye’nin böyle bir belediyeciliğe ihtiyâcı var diyoruz. Belki yerel seçimler, bizim genel seçimlerdeki kutuplaşmayı kırmamızı, aşmamızı, yeni geçişkenlikler, yeni gri alanlar oluşmasını sağlar diye düşünüyorum.

Peki son olarak şunu sorayım. Son seçimde muhâlefet çok ağır bir yenilgi aldı ve dağıldı. 2018’de Erdoğan kazanmıştı, ama 2019 yerel seçimlerinde kaybetmişti. 25 yıl sonra İstanbul ve Ankara’yı kaybetti — ki onun yanı sıra iktidar ittifâkı birçok yeri kaybetti. Şimdi burada iki seçenek var: Ya yenilgi serisi devam edecek ya da muhâlefet, özellikle CHP, 2019’daki gibi yenilgiyi atlatıp en azından elindeki belediyelerin büyük bir kısmını koruyacak. Her iki seçenekte de Türkiye nereye doğru gider?

Bilgen: Biz siyâsete hep başından beri şöyle baktık: Bizde partiler aşırı önemli; ama parti dediğiniz şey bir araçtır. Yani vatandaşın, yurttaşın kendini ifâde edip, örgütlenip benzerleriyle bir araya gelip ortak program için ülkeyi ya da şehri yönetme iddiasında bulunmaktır. Ama bizde partiler o kadar fetiş oldu ki, sanki seçmen oy deposu, partilerin çantasında da hazır bloke edilmiş oylar var. “Benim %10’um var, sizin %20 ya da %30’unuz var.” Masaya oturup konuşuyoruz. Ben size ciro ediyorum, siz başkasına ciro ediyorsunuz filan. Bir kere buradan çıkmamız lâzım. Bence CHP’nin özellikle bunu anlaması ve kabullenmesi için son dönemeçteyiz. Şimdi İstanbul için daha rahat net konuşabiliyoruz. Geçen seçimde İYİ Parti’nin desteği vardı. Örtülü biçimde HDP’nin de desteği vardı. Ama herkes biliyor o desteği zâten çok netti. Şimdi burada siz eğer “İstanbullu” diye baksanız, yani yurttaş diye, hemşeri diye baksanız, belki partiler “Hayır, biz sizinle ittifak yapmıyoruz” dese bile, İstanbul’un belediye başkanının performansından memnûniyet üzerinden bir tutum gelişir. Yani partiler seçmen kitlesini bu kadar kolay manipüle edemez ve onun üzerinde söz söyleme hakkını, onun irâdesini yok sayarak sergileyemez. Ben bunun çok büyük bir tehlike olduğunu düşünüyorum. O zaman biz seçmene oy kullandırtmayalım, partilerin oyunu sayıp toplayalım. 90’larda Irak seçimleri gibi etnik kökenleri sayalım, mezhepleri sayalım filan. Artık buradan çıkmamız lâzım. Artık yurttaş olmak, şehirli olmak, demokrasiyi bunun üzerine binâ etmek zorundayız. Dolayısıyla burada partiler ittifak yapmadığı halde, tabanda seçmen kendisi ittifak yaparsa, bu çok sağlıklıdır. Ben bunu çok önemsiyorum. Çünkü o zaman partiler kendini seçmene göre konumlandırır. İyi iş yapan, iyi iş çıkaran belediye başkanı, ittifaklar olmadan da kazanabilmeli. Birisi başarısız olduğu halde, sırf “Ankara’da iyi kulis yapıp”, “anket firmalarını iyi manipüle edip…” Çok somut olarak bildiğim, utanç verici şeyler olduğu için bu kadarını söylemekle yetineyim. Genel merkeze, hangi anket firmasının îtibârı varsa, o anket firmasına yüklü rakamlar verip, “Filanca belediye başkanı çok başarılı” dedirtip, yerelde rant paylaşımıyla bunu çözmüşse, bu ülkeye, o şehre büyük bir kötülüktür bu. Sonuçta yarınlarımızı ipotek etmiş oluyoruz.

Ben birkaç somut örneği ifâde etmek istiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam, Hatay hâriç, deprem bölgesindeki belediyelerin büyük kısmı iktidar partisindeydi. Büyük performansa rağmen hepsini değiştirdi. Belki birkaç istisnâ kalmış olabilir, yanlış söylemeyeyim, ama büyük oranda değiştirdi. Çünkü yetmediğini, eksik kaldığını, yıkımlarda payları olduğunu gördü ve değişim için bir irâde ortaya koydu. CHP’de ise bir tek Hatay var. Kıyâmet kopuyor Hatay’da; ama CHP Hatay’ı değiştiremiyor, Antalya’yı değiştiremiyor. Bu sâdece DEM Parti ile ilgili tartışma açısından değil. Hatırlayalım lütfen, bir sağlık sorunu yaşadı belediye başkanı. Biz aynı dönemde seçilmiştik. Uzun süre hastânede kaldı. Parti yönetimi kendi içinden belediye yönetimine görevlendirmeler yaptı. O zamanki tartışmaları hatırlayalım. Bütün bu tartışmaları aşamayacaksak, ayıklanamayacaksak, kendi içimizdeki çürümelerle ilgili bir irâde ortaya koyamayacaksak, o zaman ana muhâlefet olmayı hak etmiyoruz demektir. İktidardaki çürümenin aynısı burada oluyor ve bu normalleşiyorsa, olağanlaşıyorsa ve genel merkezin buna müdâhale etmeye gücü yetmiyorsa, orada güven krizini aşmayı başaramaz. Ben bunu bir temennî olarak asla söylemiyorum. Her zaman şunu söylüyorum: Bir ülkede siyâsette dibe vurmadan, ayağınızı en dibe vurmadan çıkamayacaksınız. Artık muhâlefet için de böyle düşünüyorum. Muhâlefet, genel seçimdeki kayıp üzerine, bir de yerel seçimde kayıp yaşarsa… Türkiye’nin gerçekten nasıl bir muhâlefete ihtiyâcı var? Nasıl bir muhâlefet diline, nasıl bir muhâlefet tarzına, alternatif siyâset, alternatif belediyecilik nasıl olmalı, alternatif parlamento performansı neyi gerektirir, iktidarla ilişki neyi gerektirir, toplumla ilişki neyi gerektirir? Bütün bunlarla ilgili titreyip kendine gelmesi için, silkinebilmesi için sanki bir başarısızlık daha geliyor diye düşünüyorum. Bâzı şehirleri daha ayrıntılı biliyorum, ama o kadar karışıklığa boğmayayım. 

Çok teşekkürler Ayhan Bilgen.

Bilgen: Ben teşekkür ediyorum, sağ olun.

SES Partisi Genel Başkanı Ayhan Bilgen’le yerel seçimleri ve partisini konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkür ediyoruz ve Medyascope’a destek olmanızı rica ediyoruz. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.