Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Meclis İsveç’e “evet” dedi | Reisi Ankara’da | Trump’ın yükselişi sürüyor

İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmek ve Türkiye-İran Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi 8. Toplantısı’na katılmak üzere Türkiye’ye geldi.

Türkiye, İsveç’in NATO üyeliğini sonunda onayladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda yapılan görüşmelerde gruplar adına söz alan milletvekilleri, partileri adına görüş bildirdi, akabinde oylamaya geçildi. Oylamada AKP, CHP, MHP ve DEVA Partisi, İsveç’in üyeliğine “evet” oyu verdi. 31 üyeli NATO ittifakında Ankara’nın da Stockholm’e onay vermesinin ardından geriye bir tek Macaristan kaldı.

ABD’de başkanlık seçim yarışında eski ABD Başkanı Donald Trump, Iowa’daki ön seçimleri kazandı. Trump diğer adayların toplamında daha fazla oy alarak açık ara farkla kazanan Trump, Iowa’dan sonra New Hampshire’da da ön seçimi kazandı.

Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar Transatlantik’te son gelişmeleri değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”te karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol yok. Ömer Taşpınar’la dünyayı ve Türkiye’yi konuşacağız. Ömer, merhaba.

Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen. 

İsveç’i nihâyet onayladık gördüğün gibi. Biz de “Transatlantik”te adım adım tâkip ettik bu süreci. Olacaktı zâten, hep öyle söylediniz. Niye bu kadar gecikti? Sonunda oldu, ama oldu da ne olacak? Şimdi F-16’lar meselesi var, ama sanki F-16’dan ziyâde Eurofighter mı o hani Avrupa’dan söz konusu olan? Sanki Türkiye buna yönelecek ve Biden da Türkiye’ye bu konuda yardımcı olacak gibi yorumlara daha çok rastlıyorum. Ne dersin? 

Ömer Taşpınar: Yani Biden’ın yardımcı olması gereken konu Türkiye’nin Eurofighter alıp almaması değil F-16’lar meselesi ve o yüzden uzadı zâten. Benim görebildiğim kadarıyla Tayyip Erdoğan en başından beri bunu bir Amerika-Türkiye pazarlığı olarak düşündü kafasında. Her ne kadar bu, kamuoyuna, İsveç’le PKK ve terörizm üzerinden bir pazarlık gibi gözükse de, işin perde arkasında aslında Erdoğan’ın Biden’la oturup, transactional dediğimiz bir al-ver ilişkisi hâline getirmek istemesi vardı bu meseleyi. Başta, bana göre Biden tarafından daha ciddîye alınmak istiyordu Erdoğan. Bu, Beyaz Saray’a dâvet anlamına geliyor veya zirvelerde daha ciddî konuşmalar; belki de Türkiye’nin S-400’leri kullanmaması karşılığında F-35’lerin tekrar masaya yatırılması. Bu tür büyük pazarlıklar yerine, Biden yönetimi hep ona daha küçük perdeden girdi. Erdoğan’ı Washington’a dâvet etmedi. F-16’lar konusunda topu Kongre’ye attı. Erdoğan da o zaman İsveç konusunda, NATO konusunda topu bir bakıma TBMM’ye attı ve sürüncemede bıraktı. Ama öyle bir yere gelindi ki artık… yani İsveç yapabileceği her şeyi yaptı sayılır. Amerika da bir yerden sonra artık Türkiye’ye daha fazla baskı yapmaya başladı. Ve geldiğimiz noktada artık bir 15 günü var. Türkiye’de komiteden geçti, Meclis’ten de geçti. Erdoğan’ın imzâlaması gerekiyor. Ama 15 gün var Erdoğan’ın önünde imzâlamak için. Şimdi bence Amerika’dan bir adım bekleyecek. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın Kongre’ye mektup yazıp F-16’lar konusunda Kongre’den bir karar için baskı yapmasını bekleyecek. Beyaz Saray’ın, Biden’ın Kongre’ye, Senato’ya baskı yapmasını bekleyecek. Biliyorsun bu konuda bir direnç var Senato’da. Her ne kadar Türkiye’yi en negatif gören senatörün, Menendez’in görevinden ayrılmış olması bir rahatlık yaratıyor olsa da, aslında sâdece Menendez değil, Senato ve Kongre genelinde, Temsilciler Meclisi genelinde Türkiye’ye karşı olumsuz bir hava devam ediyor. İsveç bunun sâdece bir boyutuydu. Başka konularda da Türkiye’ye karşı bir olumsuz hava devam ediyor. Türkiye’nin Rusya ile ilişkileri, insan hakları meselesi, Yunanistan — ki Yunanistan konusunda Erdoğan adımlar attı; Türkiye depremden bu yana Yunanistan’la ilişkilerini düzelterek bu konuda Kongre nezdinde aslında elini güçlendirdi biraz. Tabiî son ziyâret sonrası da önemliydi. Fakat bana göre iş çantada keklik değil Kongre’de. Kongre’de hâlâ bir direnç var. Erdoğan da bu 15 gün boyunca onları tartacak. Yani ne yapıyor Biden yönetimi, Dışişleri Bakanlığı, Beyaz Saray? Ona göre…

Ömer, bu arada Türkiye’nin büyükelçisi yok. Murat Mercan emekli oldu ve döndü. Herhangi bir atama da yapılmadı. Bir de böyle acayip bir durum var. Amerika Birleşik Devletleri gibi bir yerde, her hâlükârda zâten ilişkiler hep kritik. Diyorsun ki, 15 gün vs.. Ama şu anda orası herhalde müsteşar tarafından yönetiliyor, değil mi?  

Ömer Taşpınar: Müsteşar tarafından yönetiliyor ve tabiî ki aslında bu bir aksaklık. Gerçi büyükelçiyi birazcık aşabilecek meseleler bunlar. Bana göre Dışişleri Bakanı’nın ziyâret etmesi gerekebilir.

Zâten şu anda NATO’yla ilgili bir toplantı için Amerika Birleşik Devletleri’nde. Döndü mü bilmiyorum, ama gittiğini biliyorum. 

Ömer Taşpınar: Evet, New York’a Birleşmiş Milletler çerçevesinde geldi. Yani onu Blinken’la konuşması gerek. Beyaz Saray üzerinde bana göre bir telefon trafiği gerekecek Erdoğan tarafından. Yani tabiî büyükelçi olsa belki olayın organizasyonuna, oyun planına yardımcı olabilirdi. Bunların olmayışı Türkiye’de biraz da kurumların aksamasını gösteriyor. Normalde Dışişleri Bakanlığı buraya Murat Mercan ayrıldıktan sonra hemen bir kariyer diplomatı atayabilirdi. Belli ki tam karar veremiyorlar. Orada da ilginç bir süreç var. Bunlar bir bakıma Türkiye’deki tek adam rejimi imajını da güçlendiriyor Amerika nezdinde. Yani Washington’a kimin gelip gelmeyeceği Erdoğan’ın iki dudağı arasında. Normalde kurumlar işliyor olsa buraya kimin geleceği 3-4 ay önceden belli olurdu. Arada böyle bir boşluk olmazdı. Fakat dediğim gibi, yapısal sorunlar var Türkiye-Amerika ilişkilerinde Ruşen. Zâten İsveç meselesi, F-16’lar, S-400’ler, Rusya’ya karşı Türkiye’nin politikası… bütün bunlar Türk-Amerikan ilişkilerinde temelde bana göre, Kürt meselesi, yani Amerika’nın PYD/YPG’ye destek vermesinden sonra ipler koptu Türk-Amerikan ilişkilerinde. Yani bu Fethullah Gülen meselesi, onun burada oluşu da belki bir yapısal mesele olabilir; ama bence o konunun o kadar da bir anlamı kalmadı Amerika-Türkiye ilişkilerinde artık. Zannetmiyorum ki Türk hükûmeti “Fethullah Gülen’i iâde edin” meselesini ilk konuşmak istediği üç konu arasına koysun. Yani ilk üç konu genelde bir şekilde F-16’lar, YPG/PYD, Rusya-Ukrayna meseleleri oluyor. Dolayısıyla bunların hepsinde yapısal boyutlar var. Bunların en önemlisi de, Türkiye’nin ölüm kalım meselesi olarak gördüğü terörizmle mücâdelede Amerika’nın Türkiye’nin gözünde teröristlere destek veriyor oluşu. Her ne kadar Pentagon bâzı sinyalleri veriyor olsa da, orada tam olarak bir gelişme yaşanmadı. Meselâ YPG/PYD’nin Esad rejimine entegre edilmesi gibi projelerden bahsediliyor. Bunlar çok yeni projeler değil, çok olası projeler de değil. Ama yapısal meseleye aslında bir bakıma bıçak atan, yani o konuda asıl adımlar bunlar; yani Amerika’nın YPG/PYD konusunda yapabilecekleri. Türkiye’nin S-400 konusunda yapabileceği, Amerika’nın F-16’lar konusunda yapabileceği şeyler birazcık da bu ilişkilerdeki temel meselenin, bana göre Suriye’deki meselenin havasına bağlı. Orada ben ciddî bir gelişme görmüyorum henüz. 

Zâten hep konuştuğumuz husus, Erdoğan herhalde seçimleri ve Trump’ın geri gelmesini bekliyor. O seçimler tam olarak yıl sonunda oluyor değil mi? 

Ömer Taşpınar: Evet.

Yeni başkanın görevi devralması –ya da Biden tekrar seçilirse– Ocak 2025’te mi oluyor?

Ömer Taşpınar: Aynen öyle. Seçimler Kasım 2024’te yapılacak. Görevi devralması 2 ay sonra, Ocak ayında olacak. Yani Biden tekrar kazanırsa veya Trump kazanırsa 2025 yılında Amerika yeni bir döneme girecek. Ya Biden’la, Biden’ın ikinci dönemiyle ya da Trump’ın ikinci dönemiyle. 

Şimdi birazdan Trump’ı konuşacağız da, şunun özellikle altını çizmek istiyorum: Amerika Birleşik Devletleri’nde seçim dönemi başladı ve şu anda Biden’ın tekrar aday olacağını da biliyoruz; yani iktidârın böyle başka işlerle uğraşacak çok da fazla mecâli de yok, değil mi? Şu anda temel öncelik iç politika, ekonomi, kampanya vs.. Öyle değil mi? Meselâ Erdoğan’ın 2024 içinde Beyaz Saray’a dâvet edilmesi çok olağanüstü bir gelişme olur gibi geliyor bana. Ne dersin? 

Ömer Taşpınar: Katılıyorum. Ben beklemiyorum böyle bir gelişme 2024 yılında. Hele Biden yönetimini düşündüğünde, yani burada Biden yönetimi Trump’a karşı propagandasını yaparken, Trump’ın diktatörlüğe doğru götüreceğini, dünyadaki diktatörlere destek vereceğini ön plana koyacak dış politikada. Tabiî daha çok iç politika konuşulacak, ama dış politikada da Trump’ın yapabileceklerinden bahsedilecek. Yani NATO’ya zarar verecek olmasından, belki Amerika’yı NATO’dan çıkarmak isteyeceğinden. Böyle bir ortamda Türkiye gibi, hem insan hakları, demokrasi sicili parlak olmayan, hem de NATO içinde en sorunlu müttefik olarak görülen birinin Oval Ofis’e, Beyaz Saray’a gelmesine imkânyok. Yani gelecek olsaydı bunlar İsveç meselesindeki en yoğun pazarlığın yapıldığı dönemde olurdu. Bana göre Erdoğan’ın hayâli de zâten İsveç Başbakanı, Finlandiya Başbakanı, bunlar konuşulurken Türkiye’nin de masada olması, meselâ belki de Washington’da böyle bir üçlü zirve yapılması. Bunların vakti artık geçti ve Biden yönetimi bir seçim dönemine giriyor. Bu demek değildir ki F-16’lar konusunda atacak bir adımı yok. Yani sonuçta yönetim bâzı teknik konularda da devam etmek zorunda. Devlette kurumlar çalışacak. Dışişleri Bakanlığı çalışacak, Kongre çalışacak. Ama Başkan nezdinde, Biden nezdinde Beyaz Saray’da Erdoğan’la böyle bir angajmanı kesinlikle ben 2024’te beklemiyorum. 

Şimdi, Trump dedik, geçen hafta bir kişi elendi. Bu hafta yine bir kişi daha: DeSantis — ki ilk başta, Nikki Haley ortada yokken en çok DeSantis için “parlak vâli” filan deniyordu. Çok konuştuğumuzu hatırlıyorum. O da çekildi ve Trump artık herhalde kesinleşti, değil mi? Yani Nikki Haley ne kadar uğraşırsa uğraşsın… Bir de DeSantis çekilirken Trump lehine çekildi. 

Ömer Taşpınar: Öyle. Zâten 10 önce Iowa’da olan önseçimlerde DeSantis beklenen performansı gösteremedi. Zâten üç aşağı beş yukarı belliydi DeSantis’in kampanyasının iyi gitmediği. DeSantis bir hatâ yaptı, stratejik bir hatâ yaptı. Kendini “Trump light” olarak gösterdi. Yani Trump’a benzer, ama Trump’tan daha satın alınabilir, Trump’tan daha ortada, merkezde gibi bir pozisyondaydı. Kültürel konularda, kutuplaştırıcı konularda, kürtaj, göçmenler, siyah-beyaz ilişkileri gibi ana konularda kutuplaştırıcı bir söylemi vardı, Trump’a benziyordu; ama dış politikada, ekonomik konularda belki biraz daha merkezde durabilecek gibiydi. Şöyle bir stratejik hatâ yaptı. Bir: Halk, yani Trump’ı destekleyen taban, ikinci bir Trump veya “Trump light” aramıyor. Yani orijinali varken niye taklidine gitsin? İkinci hatâsı: Taklidi de Trump kadar karizmatik ve başarılı değil. Hani Trump’a karizmatik diyorum, çünkü Trump sonuçta şöyle bir siyâsetçi; Trump bir yandan da bir entertainer İngilizce’deki deyimiyle. Yani insanların karşısına geçip onları eğlendirebiliyor. Espri yapıyor, komiklik yapıyor, fena bir hatip değil. Yani Trump’ın konuşmalarına giden insanlar sanki bir stand-up komedi de seyrediyorlarmış gibi oluyor. Çünkü Trump herkese saldırıyor, ona komik isimler veriyor, buna komik isimler veriyor. Yani milleti eğlendiriyor ve güler yüzlü de bir adam aynı zamanda, güldürüyor herkesi. Her ne kadar kalbi kötü olsa da böyle alaycı bir tip. DeSantis’te karizmanın “k”si yoktu. Yani ne eğlendirebiliyor ne iyi bir hatip, ciddî, insan ilişkilerinde başarılı değil. Dolayısıyla yani Trump’ın yerine geçebilecek bir durumda değildi. Şimdi devam eden Nikki Haley, diğer aday, o da New Hampshire’da dün yapılan seçimlerde %11’lik bir farkla kaybetti. Yani bir hezîmet değil Nikki Haley için. Devam etmeye karar verdi. Trump da çok bozuldu onun devam etmesine. Zannediyordu ki Nikki Haley de ipleri suya indirecek ve “Ben bırakıyorum” diyecek. Onun yerine Nikki Haley, “Savaşa devam ediyoruz” dedi. Bundan sonra South Carolina olacak — bundan 3 hafta sonra zannediyorum. Fakat Nikki Haley’nin de fazla bir şansı yok. Yani Nikki Haley de karizmatik aslında, iyi konuşuyor; fakat tabanı yok parti içinde. Partide o kadar güçlü bir Trump tabanı var ki Trump dışı ciddî bir arayış partinin militanları arasında yok. Hani partinin merkezdeki âkil insanları arasında Trump dışı bir arayış var. Çünkü Trump hele şimdi gelirse, bu ikinci dönemi kazanırsa, birinci dönem Trump’a göre etrâfında fazla onu frenleyecek adam olmamasından korkuluyor ve Trump’ın böyle bodoslama bir sürü konuda isteyeceğini yapabilmesi, istediklerini yapabilmesi korkusu var. Hele bir de Trump 2024 başkanlık seçimleriyle berâber Temsilciler Meclisi ve Senato’yu da kazanırsa, Kongre ve Senato’da da ciddî değişim olabilir. O zaman işte full bir otoriterliğe doğru gideriz. Ve dış politikada da iç politikada da frenlenemez hatâlar yapılabilir. Birinci döneminde yine âkil insanlar vardı etrâfında, bâzıları frenliyordu, şimdi onlar yok. Çünkü herkes Trump’ın nasıl bir başkan olduğunu anladı. Trump öyle ekip çalışması yapabilecek birisi değil. Etrâfına, kendisine selâm verecek, “evet efendim”ci insanlar toplayacak. Yani bunların öyle fazla bir liyâkati de olmayacak. Sonuçta bütünüyle sadâkat üzerinden gidecek. Bunların çoğu da asker olacak muhtemelen, asker emeklisi. Asker emeklileri genelde başkan kendilerini çağırdığında hayır demezler. Zâten Cumhuriyetçiler’e yakın bir kurum askeriye. Benim de ders verdiğim bir yer Akademi, bunu görüyorum Askerî Akademi’de. Yani Trump’a bayılmıyorlar, ama Cumhuriyetçiler’i seviyorlar. Demokratlar’ı, savunma harcamalarını azaltacaklar diye, bir de kültürel konularda fazla ilerici buluyorlar. Yani işte, gay haklarından, LGBT-İ’lerden tut da işte ırk meselesine, silâh meselesine kadar… Dolayısıyla Amerika’da Pentagon daha Cumhuriyetçiler’e yakın bir kurum. Trump etrâfını emekli generallerle çevirecek. Bu da Cumhuriyetçi Parti içinde bâzı insanları rahatsız ediyor. Ama parti tabanındaki seçmenleri rahatsız etmiyor. Kamuoyu yoklamalarına baktığımızda Biden’ın birkaç puan önünde gidiyor Trump — yakın, ama önünde. Anahtar eyâletlerde, seçimi kendisine kazandırabilecek bu “salıncak eyâletler” dediğimiz eyâletlerde –Ohio bunlardan bir tânesi, Pennsylvania önemli, Michigan var– bu tür eyâletlerde Trump daha da açık farkla önde. Zâten onlar kazandırıyor. Biden demografik olarak Amerika’da daha fazla oy alabilir. Yani daha fazla kitlesel oy alabilir; çünkü Kaliforniya’yı, New York’u, büyük eyâletleri alacak. Ama o küçük eyâletlerin bu seçmenler konseyi dediğimiz, electoral college belirliyor Amerika’da. Orada, küçük eyâletlerdeki sonuçlar çok etkili oluyor. Çünkü seçmenler konseyi dediğimiz o konsey oluşuyor. O belirliyor sonucu en sonunda. Demografik olarak daha fazla oy alan kişi olmuyor. Hillary Clinton meselâ Trump’tan yaklaşık 7-8 milyon daha fazla oy almıştı. Ama Trump 2-3 tâne eyâleti kazandığı için Hillary Clinton’ı yenmişti sonuçta. Böyle de bir ilginçliği var, garipliği var Amerikan seçim sisteminin. Böyle bir ortamda Trump’ın kazanma ihtimâli artıyor gibi 2024’te. Geçen hafta da konuştuk bunu, yani “Biden’ın politikası ne olacak?” diye sordun sen. Biden, ekonomi için “Ekonomi iyi gidiyor” demek zorunda — ki ekonomide iyileşme var gerçekten, ama hani çok da hissedilebilir bir iyileşme yok. Bir de işte, “Faşizm geliyor” diyecek. Kadın hakları, kürtaj meselesini ön plana koyacak. Bu konularda kendi tabanını bir şekilde oy vermeye doğru mobilize etmesi lâzım. Ve o oy verme meselesi Amerika’da çok çetrefilli bir mesele. Yani halkın ciddî bir kısmı sandığa gitmiyor. Heyecansız bir seçime doğru da gidiyoruz Amerika’da, o da önemli. Yani kimse Biden ve Trump’ın ikinci kez karşı karşıya gelecek olmasından bir heyecan duymuyor. İsteniyordu ki Cumhuriyetçiler de daha genç, daha yeni, yıpranmamış bir adayla çıksın; Demokratlar da 80 yaşında olmayan, karizmatik, genç, Kaliforniya vâlisi gibi bir adayla çıksın. Ama olmadı, olmuyor. Gidişat, insanların heyecansız olacağı, belki de katılım oranının düşük olacağı bir seçim. Bu Trump’a yarar; çünkü Trump’ın kendisine ölümüne sâdık bir kitlesi var. Tıpkı Erdoğan’ın Türkiye’deki kitlesi gibi, Trump’ın öyle bir kitlesi var. Bu otoriter liderlerin arkalarında öyle mobilize olan kesim de oluyor ilginç bir şekilde. Biden’ın o kadar yok. Yani ölümüne Bidencı ben kimseyi tanımıyorum, hani “Biden olmazsa oy vermem” filan diyen. Ama “Trump olmazsa ben oy vermem” diyen çok Cumhuriyetçi var. Yani o yüzden Trump’ın şansını ben yüksek görüyorum. 

Seçim demişken, Türkiye’de çok ilgilenilmedi ama, Asya’da çok önemli bir seçim oldu: Tayvan’da. Çünkü Tayvan Çin Halk Cumhuriyeti’nin de gözünü diktiği bir yer. Normal şartlarda Biden yönetiminin temel meselesinin Çin’le olacağını ve Tayvan’ın da anahtar olacağını söylüyorduk. Ama Rusya rol çaldı bir şekilde. Çin meselesi duruyor, Tayvan meselesi duruyor. Ne oldu seçimlerde Ömer? Sonuçta zâten var olan gerginlik seçimle berâber artma potansiyeline mi ulaştı, yoksa bir ölçüde azaldığı söylenebilir mi?

Ömer Taşpınar: Gerilim arttı seçimler sonrası Çin-Tayvan ilişkilerinde. Çünkü Çin’in gözünde Tayvan’da Tayvan’ın bağımsızlığını isteyen aday kazandı. William Lai Demokrat Parti’nin adayı. Kuomintang Partisi’ne göre geçmişinde daha bağımsızlığı istemiş bir aday. Her ne kadar şu anda bağımsızlıktan geri adım atsa da, başkan yardımcısıydı kendisi. Bir süredir Tayvan’ın bağımsızlığından bahsetmiyor. Fakat geçmişinde bu konularda sert bilinen, radikal bilinen, şâhin bilinen bir siyâsetçi. Ve Şi Cinping, Çin yönetimi, Pekin açık bir şekilde kendisinin iktidâra gelmesi durumda ilişkilerin zorlanacağını deklare etti. Yani bir bakıma seçimlere müdâhil oldu. Karşı tarafın, Kuomintang’ın kazanmasını istiyordu. Ve Tayvan’daki 23 milyon halk, bu seçmen sonuçta birazcık daha sola yakın, birazcık daha Çin’le ilişkilerde konfrontasyon olabilecek, yani takışmaya yatkın bir aday seçti. Bu demek değildir ki Pekin, Çin birdenbire düğmeye basacak ve Tayvan’ı işgal edecek. Ama bu Amerika-Çin ilişkilerinde de ciddî bir mesele hâline gelmeye namzet. Zâten bu konu en önemli mesele belki de, Tayvan meselesi Amerika açısından. Çünkü Amerika’nın Tayvan politikası strategic ambiguity denen, –ambiguity’yi nasıl çevirirsin tam olarak? Belirsizlik, stratejik muğlaklık tam Türkçesi– stratejik muğlaklık diye bir politikası var. Adı üzerinde: Muğlak, tam olarak sinyalleri belli etmiyor. Yani Tayvan için NATO ülkesiymiş gibi savaşa girer misin? Girmez. Ama Tayvan’ın kendini bir şekilde Çin’e karşı askerî olarak savunmasına destek verir misin? Evet veririm. Ama nereye kadar verirsin? Yani Amerikan askerleri, Amerikan donanması, Amerikan hava kuvvetleri Tayvan’ı korur mu Çin’in işgalinden? Bu konuda bir muğlaklık var Amerika’nın politikasında. Biden’a da bu soru hep soruluyor. Biden belki dört kez, “Tabiî ki savunacağız” dedi ve Çin ayağa kalktı: “Tayvan’ı nasıl savunursunuz? Bu sizin politikanıza aykırı” diye. Hemen Beyaz Saray geri adım attı. Dedi ki: “Bizim stratejik muğlaklık politikamız, yani tam olarak bunu söylemiyoruz. Tabiî ki Çin’in adayı işgaline karşıyız ve Tayvan’ın kendini savunması için elimizden gelen her şeyi yaparız” diyor, ama hani, “Amerikan askerleri orayı koruyacaktır” da diyemiyor. Sonuçta eğer Çin isterse Tayvan’ı alabilir. Yani Tayvan o kadar güçlü bir orduya filan sâhip değil. Ama işte, bu gerilimleri tırmandırır: Japonya’yla ilişkileri tırmandırır, Avustralya’yla, Güney Çin Denizi’ndeki bütün ilişkileri tırmandırır. Zâten Çin’in Şi Cinping yönetimi altında yaklaşık 10 yıldır yürüttüğü politikalar, diplomasi daha saldırgan olmaya namzet bir diplomasi; gerek ekonomik olarak, gerek diplomatik olarak, gerek askerî olarak. Bunun ana merkezinde de Tayvan meselesi yatıyor ve şu anda Tayvan’da daha bağımsızlığa yatkın bir adayın kazanmış olması önümüzdeki dönemde Amerika-Çin ilişkilerini zorlayacak. Ben Pentagon’da gördüğüm kadarıyla böyle savaş planları var hep. Yani savaş oyunları yapılıyor Çin’e karşı, Amerika Tayvan’ı nasıl koruyabilir diye. Bunların çoğunu da Amerika koruyamıyor. Yani sonuçta Tayvan kaybediliyor, Tayvan ele geçiriliyor Çin tarafından. Tayvan’ın ele geçirilmesi Çin tarafından ekonomik açıdan da önemli. Çünkü dünyadaki mikroçiplerin çok önemli bir kısmı Tayvan’da yapılıyor. Yani o zaman Çin bütün dünyanın en önemli mikroçip üreticisi hâline geliyor. Tayvan’ın bağımsızlığı bu mikroçip ve küreselleşme, teknolojik mesele açısından bir ekonomik darbe de aynı zamanda. O yüzden Amerika’yı daha da korumacı bir yere götürüyor. Yani, “Tayvan kaybedilirse, bizim burada, Amerika’da kendi mikroçiplerimizi üretmemiz gerekiyor” sloganı altında korumacı bir ekonomi, serbest ticâretten uzaklaşan bir ticâret sistemi de gelişmeye başlıyor. Zâten Biden yönetimi de Trump’la başlayan son derece korumacı ticârî politikaları devam ettirdi. O nedenle gergin bir döneme doğru gidiyoruz. Bu Tayvan seçimlerini dünya bekliyordu. İki hafta önce biz “Transatlantik”te biraz atladık o konuyu. Onu konuşalım istiyordum ben de, çünkü gergin ilişkiler. 

Ömer, son olarak İran Cumhurbaşkanı Reisî nihâyet geldi bugün Türkiye’ye. Daha önce gelecekti, bir şekilde iptal olmuştu. Ne bekliyorsun? Yani Türkiye-İran ilişkilerinde bir ara çok muazzam iyi bir algı vardı; ama son dönemde sanki çok da böyle iyi değilmiş gibi. İran’la bir sorun yaşamadı Türkiye, ama bir zamanlardaki iyi ilişkiler sanki çok fazla yokmuş gibi. Suriye üzerinde yapılan zirveleri biliyoruz, onun dışında pek bir şey yok. Ne dersin? 

Ömer Taşpınar: Doğru. Türkiye-İran ilişkilerine yapısal olarak uzun dönemde baktığımızda, yani Türkiye’nin en eski sınırı, Türkiye’nin İran’la ilişkilerinde hep Rusya gibi bir târîhî boyut var. Düşman değil birbirine; ama rakip. Yani sonuçta ilişkilere baktığımızda, Ortadoğu’daki kırılma noktalarına baktığımızda, hele daha önce Türkiye’de askerî vesâyet varken, Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay dış politikalarda birazcık daha Atatürkçü, Kemalist çizgideyken, İran’la Türkiye’nin politikaları daha da çatışabiliyordu. Ama Türkiye’nin Erdoğan’la izlediği politikalarla birazcık daha berâber hareket edebilir hâle geldiler. Ona rağmen bir Sünnî-Şiî boyutu, mezhepsel bir boyut var. Sonuçta Türkiye ile İran, Suriye’de bambaşka pozisyonlardalar, yani farklı iki grubu destekliyorlar. Türkiye, radikal İslâmcı Sünnî cepheye çok uzun süre destek verdi. İran’ın politikası belli. İran bütünüyle Esad’a oynadı. İran Irak’ta da Şiîler’e oynuyor, Lübnan’da da Şiîler’e oynuyor, Yemen’de de Şiîler’e oynuyor. Türkiye de bu konularda genelde daha Sünnî ekibin içinde. Zâten Erdoğan’la berâber Türkiye’nin Ortadoğu politikasında bir Sünnî refleks de gelişti, Osmanlıcı bir refleks de gelişti. O nedenle daha gergin olmaya namzet dönemlere girildi. Bana hep ilginç gelen, dünyanın gözünden de kaçan; yani İran böyle İslâmcı, İslâm Cumhuriyeti, dünyanın en teokratik İslâmcı rejimi olarak bilinirken Ermenistan konusunda ve Azerbaycan konusunda bu teokratik İslâmcı rejim Ermenilere daha yakın, Azerbaycan’a daha düşman. Yani demek ki İran da gayet pragmatik, gayet realist, makyavelist bir politika izleyebiliyor. Ve bu çok ilginç bir şey, yani İran’ın Ermenistan-Azerbaycan meselesindeki politikası, Ermenistan’a daha yakın oluşu iç politikanın öneminden kaynaklanıyor. İçeride Azerilerin –ki sen de biliyorsun: İran nüfûsunun önemli bir kısmı, dinî lider Hamaney de başta olmak üzere, Tebriz bölgesi başta olmak üzere, bâzen %40’a varan rakamlara göre Azeri. Yani bunlar sonuçta Azebaycan’a yakınlar. Ve Azerbaycan’ın böyle Karabağ’da kazandığı zafer veya Azerbaycan’ın çok güçlenmesi ve ekspansiyonist bir politika izlemesi, topraklarını büyütmesi İran’ın da hoşuna giden bir politika değil. Çünkü içeride bir Azeri milliyetçiliğinin güçlenmesinden de korkuyor. O nedenle bu konularda yapısal bâzı ayrılıklar var Türkiye ve İran ilişkilerinde. Ortak konuları hep Kürt meselesindeki korkuları. Yani İran Kürt meselesinde Türkiye kadar asimilasyonist olmadı. İran daha çok etnisiteli bir ülke olduğu için orada Kürtlerin kültürel hakları her zaman Türkiye’ninkinden daha ileride bir yerde oldu. Ama siyâsî hakları çok ileride olmadı. PKK’nın kardeş örgütü PJAK, senin de bildiğin gibi İran’da önemli bir terörist örgüt olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla İran’ın Kürt meselesine bakışıyla Türkiye’nin Kürt meselesine bir şekilde güvenlikçi bakışı arasında paralellikler var. Bu konuda iki ülke anlaşıyorlar. İsrail konusunda son zamanlarda daha ciddî bir paralellik görmeye başladık. Yani Erdoğan neredeyse Hamas konusunda İran’ın söylemi gibi bir söylem kullanıyor; “Mücâhittir, terör örgütü değildir” diye. Bunlara İran da imzâsını atıyor. Ama tabiî ki Türkiye, İslâm dünyasında İsrail’i 1947’de veya 1949’da, neredeyse kurulduktan hemen sonra tanımış bir ülke. Bugün biz diyoruz ya hani? Bu İbrahim Anlaşmaları, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, şunlar bunlar İsrail’le normalizasyon yaşıyorlar, acaba Suudi Arabistan olacak mı? Ürdün yaşadı normalizasyonu, büyükelçilik açtı, Mısır açtı Camp David Anlaşmaları’yla vs.. Türkiye bunları 1947’de yaptı. Yani Türkiye İsrail’le ilişkilerini en başından beri çok stratejik bir konumda tuttu. 1997’de 28 Şubat sürecinde İsrail Hava Kuvvetleri Türkiye’de Konya Ovası’nda tatbîkat yapıyordu. Yani ciddî stratejik, askerî anlaşmaları vardı, stratejik işbirliği vardı Türkiye ve İsrail arasında. Dolayısıyla İran-Türkiye ilişkilerinde bugün gelinen, hani İsrail konusunda aynı söylem o açılardan da Amerika’da –tam başladığımız yere geri dönelim– Kongre nezdinde çok kafa karıştırıcı bir şey. Yani Türkiye’nin İsrail’e karşı bu kadar sert bir söylem içinde olması Kongre’de rahatsızlık yaratıyor. Çünkü Kongre’de, mâlûm, Musevî lobisi çok güçlü. Ama öte yandan da tabiî işin ilginç tarafı, Türkiye-İsrail ilişkilerinde ticâret çok yüksek. Bütün bu sorunlara rağmen milyonlarca dolarlık ciddî bir ticaret hacmi var Türkiye ile İsrail arasında ve bu bütün iniş çıkışlara rağmen, Mavi Marmara olsun, işte başka krizler olsun, Türkiye-İsrail ilişkilerinde ne Türk Hava Yolları’nın İsrail seferleri aksadı ne de ticâret aksadı. Tam tersine ticâret yoğunlaştı. Tabiî böyle bir durum İran-İsrail ilişkilerinde yok. O yüzden o konuda bile tam olarak aynı diyemeyiz Türkiye-İran ilişkileri. 

Ömer, burada noktayı koyalım. Çok teşekkürler. Gönül’e de buradan selâm yollayalım. İzleyicilerimizden de Medyascope’a Patreon ve YouTube “katıl”dan destek olmalarını ricâ edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.