Ruşen Çakır değerlendirdi: Türkiye’de İslamcılığın ilginç dönüşümü: Humeynicilikten İran düşmanlığına

İran’da 1979 yılında Ayetullah Humeynî liderliğinde İran İslam Devrimi gerçekleşti. Tüm İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de bu devrimin etkileri hissedildi, örneğin İran yanlısı ve devrimi savunan gruplar doğdu. Bu durum zamanla azaldı. Günümüzde ise, İran’ın Suriye rejim lideri Beşar Esad’a destek vermesiyle beraber birçok yerde İran’a olan duruş kökten değişti. Türkiye’de de İran karşıtı söylemlerin sayıları artmaya başladı.


Ruşen Çakır günümüzden bugüne İran’ın aldığı tepkileri, Türkiye’deki İslamcılığın dönüşümünü, Humeynicilikten İran düşmanlığına nasıl gelindiğini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi hafta sonları. Bu siyâsî gündem içerisinde çok abes kaçabilir bu ele aldığım konu. Ama bir tür üzerime vazîfe gibi gördüğüm için yapıyorum. Çünkü benim gazetecilik hayâtımda yakından tâkip ettiğim bir sürecin geldiği noktayı ilgilisine anlatmak ve görüşlerimi dile getirmek istiyorum. Ne kadar ilgilisi kaldı bilmiyorum; ama Türkiye’de son dönemde giderek artan, İslâmî kesimde özellikle AKP’ye yakın, kendilerini AKP’ye yakın konumlandıran birtakım İslâmcı iddialı kişilerde, kurumlarda, daha yüksek sesle dile getirilen bir İran karşıtlığı, hattâ düşmanlığı var. Çok bâriz bir şekilde her geçen gün sayıları artıyor, sesleri daha güçlü çıkıyor. Bu yakın bir zamâna kadar olan bir şey değildi. Normal şartlarda İran karşıtlığı Türkiye’de İslâmcılıkta, Türkiye’deki daha radikal olarak tanımlanabilecek İslâmcılıkta Suriye İç Savaşı’yla berâber kendini gösterdi. Çünkü Suriye’de İslâmcılara karşı, İslâmcıların yıkmak istediği Esad rejimine en büyük destek İran’dan geldi. Ve İran’ın bu desteği üzerine İslâmcı hareketlerin, daha önce İran’a karşı sempatik ya da mesâfeli de olsa İran karşıtı olmayan hareketlerin İran’ı sorgulamasını berâberinde getirdi. Bayağı bir şekilde İran karşıtlığı doğdu. Bunda özellikle IŞİD’in çok etkili olduğunu kabul etmek lâzım. Ama şimdi son günlerde, bunun çok daha artık mainstream diye tâbir edilecek ana akımda yer bulduğunu görüyoruz ve İran hakkında ağızlarını açıp gözlerini yumarak konuşan çok sayıda kişi karşımıza çıkıyor. Ama bu olayın evveliyâtı var. Bu olayın evveliyâtı tam tersiydi Türkiye’de. 1979’da yaşanan İran Devrimi’nin ardından –ki bu sene 45. yılı oluyor, 45. yılına giriyoruz– tüm İslâm dünyasında çok büyük bir ilgi oluştu İran’a yönelik. Ayetullah Humeyni liderliğindeki devrime ve ardından inşâ edilen İran İslâm Cumhuriyeti’ne yönelik bir ilgi oluştu ve bu bir alternatif olarak görüldü. O târihte İran rejimi ya da “İslâmî rejim” diyelim, kendilerini öyle tanımlıyorlar, kendilerini İslâmî olarak tanımlıyorlardı ve ne Doğu ne Batı, yani ne Amerika Birleşik Devletleri ne Sovyet Rusya diyerek üçüncü bir yol olarak tanımlıyorlardı ve bu özellikle İslâm dünyasında gençlik kesimi içerisinde hızla yayılan bir eğilim oldu. Dünyanın dört bir tarafından gençler İran’a seyâhatler düzenledi. Türkiye’den akın akın insanlar İran’a gittiler. Devrimi yerinde ve İslâm Cumhuriyeti’ni yerinde gözlemek istediler. Ve Türkiye’de de İran rejimini savunan, İran Devrimi’ni savunan, oradaki çizgiyi savunan birtakım dergiler çıktı, toplantılar düzenlendi vs.. Birtakım akımlar ortaya çıktı. Bunların bâzıları doğrudan Tahran rejimiyle irtibatlı yapılanmalar oldu. Çünkü Tahran başından îtibâren İslâm dünyasında kendisine yönelik bu ilgiyi bir şekilde devşirdi, örgütlemeye kalktı. Küresel anlamda birtakım yapılanmalara gitti, onlara destek verdi, onların önünü açtı vs.. Ve ilginçtir Türkiye’de rejimler, askerî rejim ya da öncesinde ve sonrasında, 12 Eylül’ün hemen öncesi; 12 Eylül’ün gerekçelerinden birisi Türkiye’de yükselen Humeynici dalgaydı meselâ. Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler her zaman için rekabet düzeyinde olmuştur, ama bir düşmanlık düzeyinde olmamıştır. İran rejimi Türkiye’de her dönem bir şekilde faaliyetini çok rahat bir şekilde yaptı, Türkiye’den İran’a gidiş gelişler oldu ve Türkiye’de İslâmcılıkta bayağı ciddî bir İran ağırlığı, özellikle 80 başlarında hissedilir oldu — çevrilen kitaplar vs. Ve Türkiye’de tabiî Kürtler arasında Hizbullah örgütlenmesi doğrudan İran bağlantılı bir örgütlenme olarak kendini gösterdi. 

Bütün bu süreç içerisinde Türkiye’de özellikle cemaat yapılanmaları mezhep farklılığı nedeniyle İran’a hep antipatik bakmıştır. İran’da Câferî Şiîliği söz konusudur ve çok nettir, çok ortodoks bir çizgidir. Her ne kadar İran rejimi kendilerinin mezhepler üstü olduğunu, uluslararası alanda İslâmî hareketlerle ilişkilerini böyle kurmak istediklerini söyleseler de, çok ciddî bir mezhep meselesi ve aslında İran milliyetçiliği boyutu vardı başından îtibâren. Ve bu da tabiî ki Türkiye’deki geleneksel cemaat yapılarını çok ciddî bir şekilde rahatsız ediyordu, fakat çekingen kaldılar. İran karşıtlığını alenen dile getiremediler, getirmediler. Bu arada kendi çocuklarının, gençlerinin İran etkisi altına girdiğini görerek bir şeyler yapmayı da hep istediler; fakat çok zorlandılar. İran destekli yapıların, özellikle medyada –ki o târihlerde şimdiki gibi sosyal medya yoktu–, daha çok dergiler, gazeteler şeklinde örgütlenen yerlerde, kitaplarda, kitabevlerinde çok ciddî bir etkisi vardı. Benim İslâmcılığı incelemeye başladığım 1985’ten îtibâren bu etki hâlâ ciddî bir şekilde sürüyordu; ama yavaş yavaş kırılmaya başlamıştı. O târihlerde Türkiye’de İran’a açıkça tavır alan, yani hasmâne bir şekilde İran’ı düşman olarak gören, benim hatırladığım, yegâne gençlik örgütlenmesi İbdâcılar denen yapıydı. Salih Mirzabeyoğlu’nun lideri olduğu yapı, birçok yerde İrancı gruplarla kavgaya da tutuştu, yayın organlarında İran’a yönelik çok açık ve net bir şekilde hakaretlerle birtakımtavırlar da aldılar, ama azınlıkta kaldılar. Genellikle onların çizgisine çok fazla kişi îtibar etmedi. Zama,nla önce bir nötrlük dönemi başladı. İran’ın nasıl bir devlet refleksiyle… yani bir anlamda hani biz diyoruz ya: İmparatorluk bakıyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti; İran’ın da aynı şekilde bir devlet refleksiyle hareket ettiği, millî refleksler gösterdiği İslâmcılar tarafından da görülmeye başlandı. Ama buna çok fazla ses çıkartılmadı. Genellikle geçiştirildi ve Türkiye’de İran’ın etkisi İslâmî hareketler nezdinde adım adım azaldı. Bir kere o ilk başlardaki devrimci dalga çok fazla etkisinigösteremedi. Bunun yerine dünyanın dört bir tarafında birtakım cihad hareketleri, Afganistan başta olmak üzere, Çeçenistan, Bosna gibi yerlerde ya da Keşmir gibi yerlerde birtakım hareketler başladı ve buralarda yeni bir tür radikalizm ortaya çıktı. El-Kaide’nin başını çektiği, sonra El-Kaide adını alan yapılanma küresel Sünnî bir radikal İslâmcı reçete gündeme sokunca, küresel anlamdaki İran merkezli İslâmcılık etkisi çok ciddî bir şekilde zayıfladı. Böyle ilginç bir sürece girdik. Ama bütün bu süreç içerisinde, İslâmî hareket içerisinde Türkiye’de ve dünyada mezhep temelli çatışmalar yaşanmadı. Genellikle bundan kaçınıldı. Pakistan’da birtakım Şiî câmilerinin yakılması vs. gibi olaylar yaşanıyordu belki; ama büyük ölçüde bundan kaçınıldı. Tâ ki El-Kaide’nin etkisinin azalıp yerini IŞİD’in almasıyla birlikte… IŞİD ilk başta Irak’ta, daha sonra Suriye’de çok açık bir şekilde Şiîleri, yani Sünnî olmayan Müslümanları düşman olarak hedef aldı, bunları katletmeye başladı. Suriye’de çok sayıda böyle örnek oldu. Sâdece askerleri ya da polisleri, güvenlik güçlerini değil; sıradan vatandaşları da sırf Şiî ya da Nusayrî oldukları için katlettiler, bunun önünü açtılar ve İslâm dünyasında uyumakta olan bir mezhep çatışmasını tekrar çok bâriz bir şekilde gündeme getirdiler. Bunu açıkça sâhiplenebilmek kolay bir şey değildi. IŞİD’li olmadığınız müddetçe bu yapılanları açıkça tasvip etmeniz, birçok İslâmcı için mümkün değildi. Fakat bu da Türkiye’de ve dünyadaki Sünnî İslâmî çevrelerde var olan, zâten içkin bir şekilde var olan Şiî alerjisinin kabarmasına yol açtı. Yani IŞİD’li değiller; ama orada açılan yeni dönemdeki mezhep perspektifli bakışı daha fazla benimser oldular. Ve bugün gelinen noktada artık çok daha açık bir şekilde bu dile getiriliyor. 

Daha yeni İran Cumhurbaşkanı Reisî Türkiye’deydi. Ayın 24’ünde, tam da Uğur Mumcu ve Gaffar Okkan’ın katledilişinin yıldönümünde — ki bu iki olayda da bir şekilde İran parmağı olduğu söylenegelmiştir ve doğrudan ya da dolaylı bir şekilde olduğu da açık. İran’la Türkiye arasındaki ilişkiler Erdoğan hükûmetiyle Reisî hükûmeti ya da Hamaney rejimi arasındaki ilişkiler birkaç yıl öncesine kadar kötüydü. Yani Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler Erdoğan’ın başbakan olduğu dönemlerde daha parlaktı. Fakat Suriye nedeniyle çok ciddî bir şekilde birtakım gerginlikler yaşandı. Sonra Rusya arabuluculuğuyla ortak birtakım yollar bulunmaya çalışıldı, ama eski tadında değil. Yine de Türkiye, İran’la çatışmak istemeyen bir pozisyonda. Kezâ aynı şekilde İran da Türkiye ile bir çatışma pozisyonunda olmayı tercih etmiyor. İki ülkenin de ilişkilerini muhâfaza etmekte karşılıklı çıkarları var. Fakat baktığımızda, bugün iktidâra yakın, hattâ onun sözcüsü gibi duran bâzı yayın organlarında, gazetelerde, televizyonlarda bâzı kişiler, meselâ Erdoğan’la birlikte fotoğrafı olan bâzı isimler açık açık İran düşmanlığı yapıyorlar. Ve son olarak Yemen’deki krizde İran destekli Husileri bir şekilde öven Saadet Partilileri de hedeflerine alıyorlar — çok ilginç. Eskiden olsa, kısa bir süre önce olsa, burada sırf Amerika’ya kafa tuttuğu için, İsrail’e kafa tuttuğu için Yemen’deki Husiler İran destekli ya da desteksiz, ne olduklarına bakılmadan bütün İslâmcılar tarafından baş tâcı edilirlerdi. Şimdi İran destekli oldukları için ona mesâfe konuluyor. Fakat bu arada Hamas’ın İran’la ilişkisi biliniyor; o çok fazla kurcalanmak istenmiyor. Şu hâliyle bakıldığı zaman Türkiye’de İslâmcılık ümmetçi çizgiden milliyetçi çizgiye doğru çok daha net bir şekilde savruluyor, oraya geldi. Belki de aslında hep böyleydi, bu ortaya çıkıyor. Ve burada İran bunu hızlandıran bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Sonuçta ortada İslâmcı bir perspektif falan yok. Benim hep söyleyegeldiğim ve söylemeye devam edeceğim gibi, birtakım İslâmî çevrelerdeki İran düşmanlığının bu kadar fütursuzca ve cüretkâr bir şekilde kendini gösteriyor olması, aslında Türkiye’de İslâmcılığın da mîâdının artık dolduğunu bize gösteriyor. Ama İslâmcılığın mîâdının dolması, kendini İslâm’la târif eden bu tür yapıların, kişilerin varlığını sürdürmeyeceği anlamına gelmiyor. Ama bugün İslâmcılık adı altında çıkan şeylere baktığımız zaman, bir zamanlar var olan daha kitâbî anlamda İslâmcılıktan çok uzak bir yerde olduklarını, millî meselelerin çok daha fazla öne çıktığını, toplumlardan ziyâde devletleri önemsediklerini görüyoruz. Şu hâliyle baktığımız zaman, tüm İslâm dünyasında adım adım yükselen bir mezhep gerginliği var ve bu, geçmişte olduğu gibi bugün de herhalde kimsenin hayrına bir şey değildir. Ama yapacak bir şey yok. Bildikleri gibi devam etsinler diyelim. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.