Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Türkiye’ye F-16 verilmesinin önünde bir engel kaldı mı? ABD, İran’a saldırır mı? Erdoğan Mısır’a gidiyor

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’ye F-16 satışının uygun olduğuna dair resmî belgeyi Kongre’ye gönderdi. Artık top Kongre’de. Kongre’nin şimdi 15 gün süresi var. Bu süre içinde herhangi bir itiraz gelmezse Türkiye, uzun süredir istediği F-16’lara kavuşacak. Türkiye’nin 20 aylık ambargosunu kaldırması ve İsveç’in NATO üyeliğini onaylamasının ardından ABD Başkanı Joe Biden, F-16’ların Türkiye’ye satışı adına resmî bildirim sürecinin başlaması için Kongre üyelerine mektup göndermiş ve Kongre’yi “gecikmeksizin” onaylamaya çağırmıştı.

Ürdün’ün kuzeydoğusunda Suriye sınırı yakınlarındaki bir Tower 22 (Kule 22) adlı Amerikan üssüne insansız hava araçları ile düzenlenen saldırıda üç Amerikan askeri hayatını kaybetti, 34 asker yaralandı. Hamas-İsrail savaşından bu yana bölgede ilk kez bir Amerikan askerinin ölmesi dikkatleri yeniden Ortadoğu’ya çevirdi. Peki Biden’ın önündeki seçenekler neler?

7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e saldırısıyla başlayan, ardından Gazze’ye yönelik İsrail bombardımanıyla son yılların en büyük insani krizine dönüşen savaşta yeni bir ateşkes ihtimali var mı?

Ruşen Çakır ve Gönül Tol, Transatlantik’te değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”te karşınızdayız. Bu hafta Ömer Taşpınar yok. Washington’da Gönül Tol ile dünyayı ve Türkiye’yi konuşacağız. Gönül, merhaba.

Gönül Tol: Merhaba Ruşen.

Öncelikle bizi yakından ilgilendiren, artık birkaç günü kalan bir olay var: F-16’lar meselesi. Sonuçta Türkiye İsveç’in NATO üyeliğini onayladı. Her şey yapıldı. Resmî Gazete’de yayınlandı. Hattâ CHP Milletvekili Namık Tan’ın yazdığına göre ıslak imzâlı metin de yollanmış Washington’a ve Dışişleri Bakanlığı Kongre’ye yazdı ve bekleniyor. Ne bekliyoruz? Olumlu cevap gelecek mi? Bu arada Yunanistan’dan şöyle haberler geliyor: Türkiye F-16’ları alsa bile, Ege’de, Akdeniz’de uçuramayacak vs. gibi birtakım spekülasyonlar da var. 

Gönül Tol: Evet Ruşen, geçen cuma günü, geçen hafta Kongre’ye yolladı, resmî olarak Kongre’yi bilgilendirdi. Kongre’nin iki ayağına, yani hem Senato’da hem Temsilciler Meclisi’ndeki ilgili komisyonlara, dışişleri komisyonlarına bildirimde bulundu Dışişleri Bakanlığı. Ve bu iki komisyonun dört üyesi, yani hem Demokrat Parti’den hem Cumhuriyetçi Parti’den en tepedeki dört üye açıkladılar F-16 satışına olumlu baktıklarını. Yani çok çok büyük bir ihtimalle bu geçecek Kongre’den. Şimdi tabiî burada bence şu önemli: Birinci olarak, bu söylediğine, Namık Bey’in söylediğine de dikkat çekmek lâzım. Çünkü bu ıslak imzâ meselesi aslında şunu göstermesi açısından çok önemli. Yani ilişkilerde Kongre’nin ne kadar sıfır güveni olduğunu Erdoğan’a. Bu çok önemli bir şey. Çünkü şöyle bir şey oldu: Geçen hafta Dışişleri Bakanlığı’ndan insanlarla konuşurken, yani “Onaylanacak, Türkiye onayladı, Türkiye Parlamentosu onayladı vs.” diye konuşurken, “Şimdi ne olacak?” diye sorduğumuzda şunu dediler: Amerikan Dışişleri Bakanlığı çalışanı New York’a gidiyor; çünkü Washington’a uçak yok, yani hemen gelemiyor o ıslak imzâlı belge. New York’a gönderiliyor. New York’tan alıyor Dışişleri Bakanlığı ve Kongre üyelerinin, bu Senato ve Temsilciler Meclisi’ndeki ilgili komisyonların o en tepe isimleri, o dört Kongre üyesinin asistanları ıslak imzâlı belgeyi görmek istiyor. Şimdi bu ne demek oluyor? Bence bunun söylediği şey, çok ciddî bir güven eksikliği var. Yani Erdoğan’a hiç güvenmiyorlar. Türkiye’nin kurumlarına güvenmiyorlar. Zâten şu anda büyükelçi de yok. Dolayısıyla bunu göstermesi açısından çok ilginçti bence. Şimdi bir sonraki süreç, artık bunun resmî olarak Kongre tarafından onaylanması. Orada bir süreç yok, onaylanacak. Zâten bu Kongre üyeleri açıklamalarını yaptılar. Burada bence yeterince konuşulmayan –yani en azından Washington’da diyelim, Türkiye’yi tâkip etmedim–; ama Washington’da yeterince konuşulmayan bir mesele var. O da Türkiye’ye F-16’lar satılırken Yunanistan’a da F-35’ler satılıyor. Şimdi bu süreç nasıl oldu? Zâten hani hep söylüyorduk: “Erdoğan İsveç’in NATO üyeliğini eninde sonunda onaylayacak. Bu süreçte mümkün olduğu kadar…” –zâten Erdoğan’ın profili bu– “…ne kadar çok şey koparabilirse o kadar şey koparmaya çalışacak; ama nihâyetinde onaylayacak” diyorduk. Şimdi bu süreçte muhtemelen Erdoğan’ın elini en çok zorlayan şey şu oldu: Blinken’la bir görüşmesi olmuştu geçen yılın sonlarına doğru ve o zaman muhtemelen Blinken şunu söyledi: Yunanistan F-35’lerin alınması konusunda, yani Kongre’ye onayın gitmesi konusunda diretiyor. Ve Amerikan Kongresi’ndeki Yunanistan’a yakın üyeler, bu F-35 meselesinin daha fazla uzamasını istemiyordu. Dolayısıyla böyle bir baskı vardı. Yani “İkisini aynı pakette tutmayalım, F-35’i onaylayalım gitsin” diyen bir sürü Kongre üyesi vardı. Yunanistan da bunu istiyordu. Muhtemelen Blinken Erdoğan’a şunu söyledi: “İsveç’i en yakın zamanda onayladınız onayladınız; eğer onaylamazsanız biz bunu aynı paket içerisinde gönderemeyeceğiz Kongre’ye. Ayırmamız gerekecek. Yani F-35’leri ayrı bir paket olarak, Türkiye’ye F-16 satışı talebini ayrı bir talep olarak göndermemiz gerekecek. Bu durumda Kongre Türkiye’ye F-16 satışını onaylamayacak. O yüzden sizin hemen şimdi, mümkün olan en kısa zamanda İsveç’i onaylamanız gerekiyor ki biz aynı pakette gönderebilelim.” Bu aynı pakete koyma meselesi de Biden yönetiminin bulduğu çözümlerden bir tânesiydi. Çünkü hep söylediğimiz gibi, Kongre’de Erdoğan’a karşı çok güçlü bir cephe var ve bunlar hep şey diyorlardı: “İsveç meselesinde İsveç’i onaylasa dahi bizim Erdoğan’ın iç siyâsette ve dış siyâsette yaptıklarına dâir bir sürü çekincemiz var. O yüzden F-16 satışını istemiyoruz” diyorlardı. Biden yönetiminin bulduğu çözüm de F-35 ile F-16’ları aynı pakete koyarak Kongre’nin elini zorlamaktı. Dolayısıyla bir ültimatom verilmiş oldu aslında Erdoğan’a. Erdoğan da Viktor Orban’la görüştü. Çünkü biliyorsun Macaristan ve Türkiye İsveç’in NATO üyeliğini geciktiren iki NATO üyesiydi ve Viktor Orban hep şunu söylüyordu: “En son onaylayan ülke olmak istemiyorum ben” diyordu. Şimdi Macaristan Türkiye gibi değil, şart koşmamıştı. Yani “Şu şu şu şartları yerine getirirse İsveç’e ben onay veririm” demedi. Bugüne kadar İsveçliler’le de görüştüm ben bu çerçevede, “Ne talep ediyor Viktor Orban?” diye. “Hiçbir talebi yok, bize resmî olarak ya da gayriresmî olarak söylediği hiçbir talebi yok” dedi. “Şu olabilir” dedi İsveç Dışişleri Bakanlığı’nda bu işe bakan yetkili: “Erdoğan tek sorun çıkaran NATO üyesi olmak istemediği için Viktor Orban’ı iknâ etmiş olabilir. Dolayısıyla böyle aralarında bir anlaşma yapılmış olabilir ve her ikisi İsveç’in NATO üyeliğine karşı çıkıyor görünebilir ve nihâyetinde Amerika böyle bir ültimatom verdikten sonra, muhtemelen Erdoğan Viktor Orban’la konuştu ve şunu söyledi: ‘Bizim bir an evvel onaylamamız gerekiyor, çünkü diğer türlü F-16’ları alamayacağız. Hani kusura bakma, bir anlaşma yapmıştık seninle ama. En son sen olmak istemiyordun ama, sana haber vermek istedim.’ ” Şimdi Viktor Orban’ın da şöyle bir problemi var: Onun meclisi Şubat sonundan önce bu süreci başlatamayacak. Dolayısıyla Viktor Orban olmak istememişti, ama en son NATO üyesi olacak İsveç’in üyeliğini onaylayan. Yani Erdoğan’ın elini zorlamış oldu Amerika, bu bir. Şimdi bu neden önemli? Çünkü bence bir şey anladı Washington: Erdoğan’la nasıl başa çıkılırı anladı. Yani bugüne kadar Amerika her zaman mümkün olduğunca müzâkerelerde yapıcı olmaya çalışıyordu, Erdoğan’ın bâzı taleplerinin yerine getirebildiklerini yerine getirmeye çalışıyordu. Alttan alan taraftı hep. Ve söylem de şuydu burada, özellikle Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda: “Türkiye jeostratejik olarak çok önemli bir ülke, kaybetmek istemiyoruz. Türkiye ile mümkün olduğu kadar yapıcı bir diyalog içinde olalım” söylemi vardı. Şimdi bu İsveç meselesiyle şunu anladılar ve bu bana Obama’nın Erdoğan’la ilgili söylediği bir şeyi hatırlattı. Şunu anladılar: “Erdoğan sürekli masaya yeni taleplerle gelecek; biz frene basmak zorundayız ve bir noktada şunu söyleyeceğiz: ‘Hayır.’ Erdoğan’a hayır diyeceksin ve ayak direteceksin. Dolayısıyla ilk alttan alan tarafın o olmasını sağlayacaksın.” Şimdi bu müzâkerelerle bunu anladılar. Ancak bu şekilde Erdoğan’la çalışılabilir. Şimdi bunu da ben geçen hafta İsveç Dışişleri Bakanlığı’ndan biriyle konuştum. Benzer bir şey söyledi. Yani dedi ki: “Amerikalılar’la konuşmamızda, müzâkerelerimizde alâkasız talepler geliyordu masaya. Tamam, işte son dakika talepleri, ‘İsveç konusunda İsveç’i geçiririz, onaylarız ama şunu yapacaksınız önce, ama bunu yapacaksınız’ diye. Ve bir noktada Amerikalılar’a dedik ki: ‘Bu adamla bu şekilde başa çıkamayız. O yüzden hayır diyeceksin.’ “ Şimdi neden önemli? Çünkü ilerideki müzâkerelerde bence Batı şunu anlıyor; Erdoğan’a her istediğini vererek, sürekli alttan alarak bir şey yapamıyorsunuz. Bir noktada ‘hayır’ diyeceksiniz ve elini zorlayacaksınız. Ültimatom vereceksiniz. Meselâ Viktor Orban konusunda Avrupa Birliği şimdi bunu yapıyor. Viktor Orban Ukrayna’ya AB yardımlarını bloke ediyordu Ve şimdi Avrupa Birliği diyor ki, böyle bir plan üzerinde çalışıyormuş: “Eğer bloke etmeye devam edersen senin ekonomini yerle bir ederiz” diyor. Şimdi Macaristan’dan yumuşak açıklamalar geliyor. Yani otokratlarla nasıl mücâdele edilmesi gerektiğini, nasıl onların dilinden konuşulması gerektiğini anlıyor bence Batı. Bu da önümüzdeki müzâkereler için önemli olacak. Obama yıllar önce demişti; 2014’te PYD’ye Amerika silâh yardımı yaptığında, “Erdoğan bir bully”, yani “Erdoğan bir zorba” demişti. Ve “Bir zorbayla siz kibar bir insan olarak mücâdele edemezsiniz. Bâzen zorbaya zorbalıkla karşılık vermek zorundasınız ve bulunduğunuz pozisyondan tâviz vermemek zorundasınız” demişti. O yüzden bence Amerika’nın nasıl Erdoğan’ın elini zorlayarak istediğini almış olması anlamlı. İkinci olarak da –orada bitireyim– Türkiye’ye F-16’ların ve Yunanistan’a F-35’lerin verilmesinin bence şu anlamda uzun vâdeli bir etkisi var. Bugüne kadar Amerika hep Yunanistan ve Türkiye arasında bir denge siyâseti izlemeye çalıştı. Askerî olarak da birinin diğerinden çok fazla üstün olmaması önemli oldu Amerika için; çünkü ancak bu şekilde Ege’de, Doğu Akdeniz’de stabiliteyi sağlayabileceğine inandı. Taraflar buna inanmamış olabilir. Vakti geldi, Yunanistan Amerika’nın Türkiye’yi tuttuğunu düşündü. Türkiye her zaman Amerika’nın Yunanistan’ı daha fazla savunduğuna inandı vs.. Ama Amerikalı yetkililerle konuştuğunuzda, onların resmî pozisyonu hep şu oldu: Türkiye ve Yunanistan’ın askerî olarak bir dengede olması gerekiyor. Ve bizim bu denge siyâsetini yöneten temel aktör olmamız gerekiyor. Hep siyâsetlerinin önemli bir parçasıydı bu. Bugün gelinen noktada bu siyâsetten vazgeçildiğini görüyoruz. Çünkü Yunanistan’a F-35 vermek, hemen belki yarın değil, zâten muhtemelen yıllar alacak Yunanistan’ın F-35 alması. Belki 2030’a kadar alamayacak. Ama uzun vâdede bu dengeyi artık gözetmediğini ve daha Yunanistan’a yakın bir siyâset izlediğini gösteriyor. Aslında biz bunun örneğini, biz bu trendi bir süredir görüyorduk. Ne zamandan beri görüyorduk; aslında en net olarak Trump yönetiminden beri. Yani Obama döneminde başlamıştı bunun tartışmaları, fakat Trump’la birlikte, Türkiye’deki darbeyle birlikte Türk-Amerikan ilişkileri gerilmeye başladığı andan îtibâren, Washington’da şöyle bir tartışma oldu: “Türkiye ile bizim yapıcı, bizim ulusal çıkarlarımızın gerektirdiği şekilde bir siyâset yürütmemiz çok zor olacak ve bir noktada imkânsız olacak. O yüzden bizim artık Ege ve Doğu Akdeniz meselesini farklı şekilde düşünmemiz lâzım.” O yüzden Yunanistan’a savunma alanında yatırım yapmak aslında Trump döneminden îtibâren önemli bir politika değişikliği olarak karşımıza çıktı. Ne oldu? Yunanistan’la savunma işbirliği derinleştirildi. 2021’de meselâ Senato’nun eski Dışişleri Komisyonu Başkanı Senatör Bob Menendez, savunma bütçesine bir madde ekleterek Amerika’nın Yunanistan’a verdiği savunma desteğini artımasını talep etti. Sonra, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra, Yunanistan ve Türkiye arasındaki bu savunma işbirliği çok daha derinleşti. Dolayısıyla bu bir trenddi zâten. Şimdi Yunanistan’a F-35 vererek bu trendin derinleştiğini görüyoruz. Ve bunun Ege ve Doğu Akdeniz’deki askerî denge açısından uzun vâdeli sonuçları olacak bence. Kesip atmak kolay değil, yani “Bundan sonra artık Yunanistan’ın F-35’i var Türkiye’nin yok, Yunanistan askerî alanda bir üstünlük elde etti” demek kolay değil. Çünkü belki havada bir üstünlüğü olacak, ama diğer taraftan, yani drone teknolojisinde Türkiye çok daha iyi. Meselâ denizaltında Yunanistan iyi, ama gemi teknolojisinde yani Türkiye’nin MİLGEM vs. gibi projeleri var, Yunanistan o konuda iyi değil falan. Fakat yine de Amerika’nın o denge siyâsetini bırakmış olduğunu göstermesi açısından bu son F-16 paketi önemli bence. 

Gönül, bölgeye bir bakalım. İran’da bir gerginlik var. Ürdün’deki Amerikan üssüne saldırıdan İran’ı sorumlu tutup misilleme yapma beklentisi var. Ve gördüğüm kadarıyla Amerika’da İran karşısında şâhin olanlar bunu bir fırsat olarak görüp bayağı İran’ın canının acıtılmasını istiyor. Ama şu âna kadar çok büyük bir şey görmedik. Görecek miyiz? Gelişmeler nasıl? Bir de tabiî İran’ın yaptırdığı kesin mi değil mi gibi bir tartışma da var işin içinde. 

Gönül Tol: Yok, Amerikalı yetkililer söyledi, yani İran birebir kendisi yapmamış olabilir; ama İran’ın desteklediği grupların, onun silâhlandırdığı ve finanse ettiği grupların bunu yaptığına dâir bir şüphe yok Amerikan yönetimi içerisinde. Şimdi tabiî mesele, üç Amerikan askerinin kaybedilmiş olması. Ve 2024 Amerika’da seçim yılı. Biden’ın elini çok zorlayan bir gelişme bu. Ve nitekim bu saldırının ardından Cumhuriyetçi Parti’nin İran’a karşı şâhin kanadı, Biden üzerindeki baskıyı çok artırdı. Lindsey Graham gibi pek çok insan şunu söylüyor: “Direkt olarak İran’ı hedef almalı, direkt olarak İran’a saldırmalıyız” diyor. Şunu da söylemek lâzım: Yani bütün muhâfazakâr kanat böyle düşünmüyor. Şöyle diyenler de var: “İran’a saldırırsak Amerika yeniden…” –o çok söylenen– “…Ortadoğu bataklığına girecek. O yüzden yanıtımızda da temkinli olmalıyız” diyen muhâfazakârlar da var. Fakat genel olarak bir beklenti var Cumhuriyetçi Parti içerisinde: “Ciddî bir yanıt verilmeli buna” beklentisi var. Şimdi Biden’ın ikilemi de şu: Eğer siyâsette kendinden talep edilen şekilde çok ciddî bir yanıt verirse, meselâ İran’ın içerisine Devrim Muhâfızları’nı hedef alan bir saldırı gerçekleştirirse, bu çok riskli olacak. Çünkü seçim yılında yeniden bu bölge çatışmalarına birebir zâten müdahil olmuş durumdaki Amerika’nın daha fazla bu tansiyonu yükseltmesi Biden’ın elini daha da zorlayacak bir gelişme olur. Bunu istemiyor ve bunu çok açık da söyledi. “Ben bölgedeki çatışmaları körüklemek istemiyorum” dedi Biden. “Ben Amerika’nın Ortadoğu’da yeniden bir savaşın içerisine girmesini istemiyorum” dedi. Dolayısıyla bu birinci opsiyon, şâhin kanadın talep ettiği, “İran’ın içine direkt saldırı yapalım” opsiyonu bence çok olası değil. Fakat bir yanıt da vermek zorunda. Çünkü diğer taraftan çok zayıf bir yanıt verirse Biden, o zaman da hem çok zayıf olduğunu iç siyâsette teyit etmiş olacak rakiplerine –özellikle Trump gibi bir rakibe–, hem de İran’a bağlı milis güçler 7 Ekim’den bu yana 200’e yakın saldırı gerçekleştirmiş Amerikalı hedeflere. Bunların önü kesilmeyecek ve eğer Kasım’daki seçimlere kadar birkaç tâne daha Amerikan askeri ölürse, bu Biden için gerçekten çok zorlayıcı bir gelişme olacak. Çünkü Biden hep şunu söylüyordu: “Dış politika benim işim. Ben 40 yıllık Senato geçmişimde bütün enerjimi dış politikaya ayırdım. Ve Trump hiçbir şey bilmiyor dış politika konusuda. Dış politika benim işim.” Şimdi burada seçim kampanyası gereği güçlü görünmeye çalışıyor. Dolayısıyla çok zayıf bir yanıt da veremez. Şimdi o yüzden muhtemelen şöyle olacak: Bir kere, zamâna yayılmış bir yanıt. Yani tek bir askerî yanıttan çok, zamâna yayılmış çok katmanlı bir yanıt olacak. Şimdi bunların içinde alternatifler neler? Dediğim gibi, İran’ın içerisine bir saldırıyı ben olası görmüyorum. Ama İran dışındaki hedeflere ya da İran’ın liderlerine, meselâ Kasım Süleymanî’ye yapıldığı gibi –2020’de hatırlarsan Kasım Süleymanî Irak’ta öldürülmüştü Amerikalılar tarafından– bu tür bir saldırı olabilir. Alternatiflerden bir tânesi bu. Fakat bu da çok risksiz değil. Çünkü 2020’de Kasım Süleymanî öldürüldükten sonra İran’ın nasıl bir yanıt verdiğini hatırlayalım. İran, Irak’taki el-Esad Üssü’ne saldırı gerçekleştirmişti ve oradaki Amerikan askerlerinden yaralananlar olmuştu ve pek çoğunda da beyinle ilgili bir hasara sebep olmuştu İran’ın yaptığı saldırı Amerikan askerleri arasında. Ve bu çok burada konuşulmuştu. Haftalarca konuşuldu bu; “Askerlerimizin sağlığı tehlikede” vs. diye. Dolayısıyla o da bence çok risksiz bir saldırı değil. Yani Kasım Süleymanî’ye yapılan tarzda bir saldırı, yüksek profilli bir İran askerî yetkilisine yapılacak saldırı da risklidir. Fakat bunun yanında başka alternatifleri de var Amerika’nın. O da Suriye içerisinde İran’ın milyarlarca dolarlık askerî yatırım projeleri var. Meselâ balistik füze depoları var. Şimdi bunlara saldırılabilir. Bunlar stratejik hedefler ve daha önce de saldırdı zâten Amerika. Bunlara bir saldırı düzenlenebilir. Ya da Suriye ve Irak içerisindeki milislere saldırı yapılabilir. Bunlar nispeten riski daha az olan operasyonlar. Ve zâten bu Suriye ve Irak içerisindeki milisler 7 Ekim’den bu yana Amerikan askerlerine saldırı düzenliyor. Dolayısıyla onlara direkt bir saldırı yapılabilir. Ve bu askerî yanıtın yanında ekonomik yaptırımlar da gelebilir İran’a. Dolayısıyla ben bir paket bekliyorum. Yani çok dramatik bir saldırı yerine, hem Pentagon hem Hazine Bakanlığı vs. tarafından böyle bir paket hazırlandı muhtemelen ve Biden’a sunuldu. Ve bunun içerisinde hem bu tür, ne çok yüksek profilli ne çok düşük profilli saldırılar var; bunun yanında da muhtemelen ekonomik yaptırımlar da paketin parçası. Ve bu bir kerelik bir saldırı değil, zamâna yayılmış bir şey olacak muhtemelen. 

Gönül, diğer yandan Filistin meselesi, Gazze meselesi sürüyor; ama dünyanın ilgisi bayağı bir azaldı. En son yine bir ateşkes ya da çatışmalara ara verme meselesi gündeme geldi. Yine hâlâ rehîneler var Hamas’ın elinde. Orada çok somut bir gelişme bekleniyor mu? Amerika Birleşik Devletleri de bu tür şeyler için çabalıyor, bunu biliyoruz. Başka yerler de çabalıyor. Bir gelişme bekleniyor mu bu konuda?

Gönül Tol: Hafta sonu Ruşen, Katar’ın arabuluculuğunda bir toplantı yapıldı. Bu arada Katar Başbakanı da burada bir düşünce kuruluşunda konuşma yaptı. Ben de dinledim o konuşmayı. Orada söylediklerine istinâden, bir anlaşmaya varılabilir. Paris’te bir toplantı oldu. Paris’teki toplantıya Mısır, İsrail ve Amerika’nın istihbârat yetkilileri katıldı ve orada bir plan üzerinde anlaştılar, bir teklif sundular Hamas’a. Şimdi o anlaştıkları teklifi Hamas’a sundular dün ve Hamas’ın siyâsî kolunun lideri İsmail Haniye dün bir açıklama yaptı ve dedi ki: “Biz bu teklifi değerlendiriyoruz”. Yani Paris’te varılan uzlaşının sonucu olan bu teklifi değerlendirdiğini söyledi. Anladığımız kadarıyla, yani Katar’ın da söylediği ve İsmail Haniye’nin söylediklerinden anladığımız kadarıyla, üç aşamalı bir teklif bu. Birinci aşamasında çatışma duracak, yani her iki taraf da saldırılarını durduracak ve bu arada işte yaşlılar, kadınlar ve çocuklar salıverilecek ve bir taraftan da Gazze’ye gıda ve ilaç yardımı başlayacak. İkinci aşamada Hamas’ın elindeki kadın İsrail askerleri salıverilecek ve Gazze’ye daha fazla yardım girmesi sağlanacak. Ve elektrik, su gibi çok hayâtî önem taşıyan hizmetlerin yeniden verilmesi sağlanacak Gazze’de. Üçüncü aşama da Hamas’ın elindeki İsrail askerlerinin cenâzeleri İsrail’e teslim edilecek ve karşılığında da İsrail kendi elindeki Filistinli mahkûmları bırakacak. Binlerce mahkûmun bırakılmasından söz ediliyor. Şimdi Katar Başbakanı şunu söyledi: “Ben bu konuda ümitliyim” dedi. Çünkü daha önce Hamas diyordu ki: “Hayır, öncelikle ateşkes olsun. Yani benim herhangi bir şeyi müzûkere etmem için bile öncelikle ateşkesin olması gerekiyor” diyordu. Artık bu şartı öne sürmediği, dayatmadığı anlaşılıyor Hamas’ın. Bundan da Katar tarafı şunu anlamış: Aslında Hamas bugün müzâkere etmeye daha yakın. O yüzden de Katar Başbakanı bir müzâkerenin, bir ateşkesin olası olduğunu söylüyor. Şimdi ben de aslında bunu olası görüyorum, ama çok da kolay olmayacak, süreci komplike hâle getiren birkaç şey var. Bunlardan bir tânesi Netanyahu’nun kendisi. Hep söylüyorduk, bu savaşın devam etmesi, yani Netanyahu’nun siyâsî kariyeri aslında bu savaşın devam etmesi ve genişlemesine bağlı. Dolayısıyla Netanyahu bir ateşkese evet der mi? Nitekim geçen gün kendisi bir açıklama yaptı ve dedi ki: “Bizim elimizdeki Filistinli mahkûmları, hele de binlercesini bırakmamız söz konusu bile değil. Ve ayrıca bu savaş ancak Hamas bütünüyle Gazze’den temizlendiğinde bitecek” dedi. Ve diğer kabine üyeleri de benzer çok şâhin açıklamalar yaptı. Dolayısıyla Netanyahu’nun bu tutumu meseleleri komplike hâle getiren bir şey. Fakat ben şöyle düşünüyorum: Netanyahu üzerinde de çok ciddî baskı var. Yani sâdece Amerikan tarafının kurduğu baskı değil, aynı zamanda Hamas’ın elinde tuttuğu o esirlerin âileleri çok ciddî baskı yapıyor ve İsrail’deki muhâlefet partileri Netanyahu’ya çok baskı yapıyor. Dolayısıyla Netanyahu bir yerde esirlerin salıverilmesi karşılığında bu ateşkese evet demek zorunda kalabilir. Müzâkereleri komplike hâle getiren ikinci mesele; Hamas Kuzey Gazze’de yeniden aslında operasyonlarına başladı. Hatırlayalım, ilk Kuzey Gazze vurulmaya başlamıştı ve İsrail Kuzey Gazze’yi temizlediğini söylemişti. Hamas’ın milisleri ve halkın büyük bir kısmı güneye inmişti. Fakat şimdi görüyoruz ki yeniden Hamas Gazze’nin kuzeyinde operasyonlarına başladı. Dolayısıyla Hamas aslında hem kendisine Filistin halkı arasında ve uluslararası kamuoyunda verilen desteğin arttığını görüyor, hem de askerî olarak operasyonlarına devam edebileceğini düşünüyor. Dolayısıyla kendisini güçlü bir pozisyonda gördüğü için çok daha fazla şey talep edebilirHamas. Bir de tabiî Hamas şunu da düşünüyor: Biden çok zor bir durumda, seçim yılı olduğu için mümkün olduğu kadar İsrail’in Gazze’deki bu operasyonu bir an evvel bitirmesini istiyor aslında Biden yönetimi. Ve Hamas da o yüzden şuna bel bağlamış durumda: “Biden o kadar ümitsiz bir durumda ki, İsrail’e daha fazla tâviz vermesi için mümkün olduğunca baskı yapacak. O yüzden biz hemen bir ateşkese evet demeyelim” düşüncesi de var Hamas’ta. Müzâkereleri komplike hâle getiren bir diğer faktör; aslında Filistin tarafında iknâ edilmesi gereken sâdece Hamas değil, aynı zamanda Filistin İslâmî Cihad Örgütü gibi çok daha radikal gruplar da var. Ve meselâ Filistin İslâmî Cihad Örgütü şunu söyledi: “İsrail tamâmen Gazze’den çekilmediği sürece biz hiçbir müzâkereye yanaşmayacağız” dedi. Bunlar müzâkereleri güçleştiren faktörler. Fakat bence yine de bir ateşkes tamâmen imkânsız değil, yani ben hâlâ olası görüyorum bir ateşkesi. Şu anda bence İsrail tarafı, dediğim gibi Netanyahu ne kadar ayak direse de, bu Katar’ın Hamas’a ilettiği teklife bence “evet” dedi Netanyahu kabinesi ve şu anda top aslında Hamas’ın tarafında, Hamas karar verecek. Eğer Hamas bu şartlara okey derse bir ateşkes söz konusu olacaktır diye düşünüyorum. 

Bitirirken, “Her savaşın bir barış aşaması vardır” sözüne bir örnek; 14 Şubat’ta Erdoğan Kahire’ye gidiyor ve Sisi’ye orada resmî bir ziyâret yapacak, bugün belli oldu. Zâten daha önce birlikte fotoğraf da çektirdiler. Bayağı bir iyileşme, yakınlaşma oldu. Ama çok sert geçmişti biliyorsun, çok sert bir savaştı. Biz en azından Türkiye’deki kısmını çok gördük; Râbia işâretleri vs.. En son 5 yıl önceki seçimde, “Sisi’ye mi oy vereceksiniz Binali’ye mi?” diye propaganda yapmıştı. Şimdi bu yerel seçim öncesinde ise onunla görüşüyor. Artık şaşırmıyoruz, ama yine de çok önemli olacak, değil mi?

Gönül Tol: Evet, evet. Şaşırmıyoruz kısmı doğru. Ne kadar önemli olacak ben ondan emin değilim. Yani aslında tabiî ben o resme baktığımda, Erdoğan Sisi’yle yeniden el sıkışırken, o fotoğrafa baktığımda ilk düşündüğüm şey şu: İslâmcı ideolojinin Erdoğan’ın iç siyâsetteki emellerine hizmet ettiği bir dönem vardı. 2011’den sonraki dönem bu. 2011’e kadar hâlâ kendisini muhâfazakâr-demokrat olarak, partisini muhâfazakâr-demokrat olarak nitelendiriyordu. Ve o nitelendirme de aslında iç siyâsette gücü konsolide etmek için kullandığı bir araçtı. Fakat pek çok insan, ben de dâhil o nitelemeye inandık… Yani ilk yıllarında bir reformist olacağını düşündük. Fakat 2011’den îtibâren –ki 2011’e gelindiğinde medyayı, mahkemeleri, yargıyı bütünüyle kendi kontrolüne aldığı bir dönemden bahsediyoruz–, artık 2011’e geldiğinde yeni bir amacı vardı. Askeri, seküler yapıyı neredeyse diskalifiye ettikten ya da etkisiz hâle getirdikten sonra yeni bir amacı vardı. O amacı da Başkanlık Sistemi’ni getirmekti. Ve bu amacı gerçekleştirmek için daha önce kurduğu koalisyona ihtiyâcı yoktu. Daha önce kurduğu koalisyon bu projeyi desteklemeyecekti. Yeni bir koalisyona ihtiyâcı vardı ve bence 2011’den îtibâren Erdoğan’ın stratejisinin bir parçası Kürtler’le ve muhâfazakâr kesimle ve İslâmcılar’la bir koalisyon kurmaktı. Ve o nedenle 2011’den îtibâren aslında, hatırlayalım 2011 seçimlerini kazandıktan sonraki yaptığı konuşmayı. Daha önce yaptığı balkon konuşmalarına benzemiyordu. Yani İslâm dünyasına selâm çakıyordu, Türkiye’nin ümmetin lideri olacağından bahsediyordu vs.. Bütün bunlar bana şunu gösterdi; 2011’den îtibâren kendisini yeniden İslâmcı olarak tanımlamaya başladı. Arap ayaklanmaları da tam bu döneme denk geldi. Dolayısıyla hem içeride hem dışarıda İslâmcı ideoloji Erdoğan’ın Başkanlık Sistemi’ne geçmek için ihtiyaç duyduğu kimliğin bir parçası hâline geldi. İşte o dönemde biz Suriye’deki Müslüman Kardeşler’e, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e destek verdiğini gördük. Bütün bunlar o stratejinin bir parçasıydı. Ya da 2013’te meselâ Muhammed Mursi’ye o yüzden bu kadar destek verildi. Şöyle bir söylem geliştirdi Erdoğan: “Araplar kendi CHP’lerinden kurtuluyorlar ve bir İslâmcı dalga yükseliyor”. Erdoğan da işte o İslâmcı dalganın lideri olacaktı. Fakat o ittifak içeride işe yaramadı. Yani Gülencilerle olanlar, Kürtler’in Erdoğan’ın otokrasi projesine destek vermemesi, 2015’te Demirtaş’ın, onu hapse gönderen “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı vs. gösterdi ki Erdoğan’ın Kürtler’le ve İslâmcılar’la yapmaya çalıştığı, kurmaya çalıştığı o koalisyon ona Başkanlık Sistemi’ni getirmeyecekti. O nedenle 2015’e kadar dış politikada da sürdürdüğü bu ağır İslâmcı kimlik devam etti. Fakat sonra milliyetçiliğe kaydı ve bir süre sonra o herkesle, her şeyle kavga eden ağır milliyetçi söylemin de kendi rejimine bir tehdit oluşturduğunu düşündü. Çünkü bölgede herkesle artık ilişkiler gerilmişti, Batı’yla gerilmişti. Ve 2019’dan îtibâren de bir U dönüşü gördük; hem Amerika’yla ilişkileri toparlamaya çalışan, Batı’yla ilişkileri toparlayan bir dönüş. Eskiden, “Darbeyi de destekledi, finanse etti” dediği Birleşik Arap Emirlikleri’yle, “barbar” dediği Muhammed Bin Selman’la el sıkıştı. Gayrimeşrû bulduğu Sisi’yle şimdi el sıkışıyor. İşte bütün bunlar şunu gösteriyor: Yani o bir zamanlar hem iç siyâsette hem de dış politikada işine yarayacağını düşündüğü o İslâmcı kimlik istediğini vermedi Erdoğan’a ve bir U dönüşü yaptı. Aslında bu tipik bir Erdoğan. Yani hiçbir ideolojiye bütünüyle kalpten bağlı değil, bütünüyle her şey içeride kendi gücünü konsolide etmeye yarayan bir araç. 

Evet Gönül, çok teşekkürler. Ömer’e de buradan selâm yollayalım. Bu haftaya da böyle nokta koyalım. “Transatlantik”i bitiriyoruz. Bitirmeden sizlerin Medyascope’a desteğini ricâ ediyoruz. İzlediğiniz için teşekkürler. Tekrar Gönül Tol’a çok teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.