Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) hakkında iki kez “hak ihlali” kararı vermesine rağmen tahliye edilmeyen TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesi istemi TBMM Genel Kurulu’na 30 Ocak 2024’te geldi. TBMM Genel Kurulu’nu yöneten Meclis Başkanvekili Bekir Bozdağ Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesi kararını okudu.
- OKUYUN – Söz Sizde | Sizce muhalefet Can Atalay konusunda ne yapmalı? – İşte cevaplarınız
- OKUYUN – Adım adım Can Atalay’ın yargılanma ve vekilliğinin düşürülme süreci
İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, partisinin grup toplantısında İstanbul, Ankara ve İzmir’de hazırladıkları afişlerin billboardlara asılmasının engellendiğini söyledi, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu suçladı, “Bizi engellemek isteyen Beştepe değil Saraçhane” diye konuştu. Bu açıklamayla ilgili Akşener’e yanıt veren İmamoğlu, herhangi bir engellenmenin olmadığını söyledi, “Bize atılan hiçbir taşın etkisi olmaz. Bize doğru gelirken havada güle dönüşür. Dikkat etsinler, bizim öyle bir endişemiz yok. İnsanlara karşı, demokrasiye karşı sorumluluk hissettik. Bu sorumluluğun dışında da hareket etmedik. Bunu en iyi Sayın Akşener bilir” dedi.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Merkez Yürütme Kurulu (MYK) 3 Şubat Cumartesi günü toplanacak. MYK’da yerel seçimlerin yanı sıra Başak Demirtaş’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi adaylığı önerisinin de görüşülüp bir karara varması bekleniyor.
Ruşen Çakır ve Kemal Can Haftaya Bakış’ın 200. bölümünde değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, İyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: Bugün200. programı yapıyoruz. Dört yıl olmuş, dile kolay.
Kemal Can: Evet. İkinci dalya.
Ruşen Çakır: Bakalım 300’ü bulacak mıyız?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kemal Can: Bakalım.
Ruşen Çakır: Eyvallah.
Kemal Can: Biraz önce 200. program için, arkadaşlar küçük bir video çekerken söylediğim gibi: “Konuşana değil konuşturana bak”. Memleket böyle olunca her hafta konuşacak bir şey çıkıyor. Gerçi sen her hafta programı, “Pek bir şey olmadı” diye açıyorsun; ama konuşacak bir sürü şey oluyor. Bâzen de aynı şeyler oluyor.
Ruşen Çakır: Evet, aynı şeyleri konuşuyoruz. Bu hafta gündemde Can Atalay olayı var; ama onu sona bırakalım, önce seçim üzerinden gidelim. Hâlâ belirsizlikler var. Yeniden Refah Partisi’nin ittifak yapıp yapmayacağı, AK Parti’yi destekleyip desteklemeyeceği henüz net değil. Tabiî en kritik yer İstanbul, o açıdan önemli. Fatih Erbakan bugün açıklama yapacaktı ancak açıklamasını yarına erteledi. Heyetler arasında bir sürpriz görüşme olmuş tekrar. Ama biraz önce, arkadaşımız ve meslektaşımız Sedat Bozkurt, yanılmıyorsam KRT’de, ittifak olmayacağını söyledi. Biliyorsun onun partiyle bayağı kontakları da vardır. Ama son âna kadar durum hâlâ belli değil. Bir diğer husus: DEM Parti’nin CHP ile ilişkisinin nasıl olacağı, nasıl biteceği meselesi. Öncelikle bunları biraz konuşalım. Sonra İYİ Parti-CHP meselesine bakalım. Akşener’in İmamoğlu’na savaş açmasına daha sonra geliriz.
Açıkçası ben Yeniden Refah Partisi’nin bir şekilde İstanbul’da AK Parti’ye resmen destek vereceğini düşünüyorum. Çünkü Erdoğan’ın böyle bir seçimi İstanbul’da kaybetmesinin sorumlusu olmak, sonra onlara çok büyük bir fatura getirebilir. O anlamda ürktüklerini düşünüyorum.
Kemal Can: Öyle olabilir, ama bir yandan da çok büyük bir prestij ve güç gösterisi anlamına da gelebilir.
Ruşen Çakır: Ama Erdoğan’ın hâlâ bu kadar güçlü olduğu bir durumda, cumhurbaşkanlığı seçimine dört yıl varken bu, fazla cesâret işi olur. Bir diğer husus da şu: Konuştuğum Yeniden Refah Partililer çok ilginç bir noktanın altını çiziyorlar: “Bizim seçmenimizin büyük kısmının AK Parti ile olumsuz bir hikâyesi var. İnsanlar oradan kopmuş, oraya kolay kolay oy vermezler. Biz söylesek bile vermeyebilirler” diye de vurguluyorlar.
Kemal Can: Hatırlıyorsan, geçen seçimde de yine böyle son anda döndü iş. Hattâ “Bizim tabanımız ve teşkîlâtlarımız bu konuda çok reaksiyon gösteriyor, istemiyorlar” açıklamasını yaptılar. Fatih Erbakan’ın kendisi de çıkıp bu minvalde açıklamalar yaptı.
Ruşen Çakır: Ama cumhurbaşkanlığı adaylığından çekildi.
Kemal Can: Sonra çekildi. Ama kendilerinin de açıktan söylediği bir şey bu.
Ruşen Çakır: Evet, o anlamda çok zor. Bir diğer husus DEM Parti meselesi. Bunu hep konuşuyoruz. Normalde bugün CHP’nin İstanbul’daki bütün ilçe adayları açıklanacaktı. Ama bâzı ilçelerin yine ertelendiğini öğrendik. Bakırköy ve Kadıköy var; ama o başka nedenlerle ertelendi. Esas olarak, DEM Parti ile konuşulduğu düşünülen Esenyurt ve Adalar’ı ertelemişler galiba; karârın bu gece çıkmayacağı söyleniyor. Yarın DEM Parti’nin toplantısı var, orada birtakım şeyler netleşecek. CHP, oradan çıkan karâra bakıp bir şeyler yapacak. Ama sonuçta her iki taraf da birbirini bekliyor. DEM Parti resmî bir açıklama yapmadı; ama anladığım kadarıyla CHP’nin İzmir tercihi onları çok memnun etmemiş. DEM Parti’nin, Tunç Soyer ile devam edilmesini istediğini çok farklı kaynaklardan duydum. Ama olmadı. Sırf Tunç Soyer olmadı diye CHP ile işbirliği yapmaktan vazgeçerler mi emin değilim.
Kemal Can: Bir yaklaşım göstermeleri açısından dikkate alacakları bir şey olur. Yani bu tek başına bir sebep olmaz, ama bir sürü yerdeki faktörler etkileyebilir.
Ruşen Çakır: Tabiî kolay bir iş değil Kemal. “Her şeyi şeffaf yapacağız” diyorlar. Diyelim ki “CHP şu şu ilçelerde DEM Parti lehine aday göstermiyor. Şuralarda da DEM Parti, CHP lehine aday göstermiyor” gibi bir açıklama çıkması durumunda, bu sefer de zâten, “Bunlar DEM’leniyor” diyen İYİ Parti, Memleket Partisi ve iktidar, terör meselesini, özellikle İstanbul seçimi için yine CHP üzerinden kuracaklar. Gerçekten zor bir hikâye. Yani bir taraftan “Açık ve şeffaf olacağız” diyorlar. Bir taraftan… Buna nasıl bir formül bulacaklar? Anlaşamazlarsa, iki parti de İstanbul’da tüm ilçelerde kendi adayını çıkarırsa, o zaman zâten bir sorun olmaz. Yine DEM Parti seçmeninden, CHP’ye, özellikle İstanbul Büyükşehir belediye başkanlığı için oy gidebilir; orada bir sorun olmaz. Ama bir şekilde anlaşmaları durumunda bunu nasıl anlatacaklar, nasıl açıklayacaklar, çok zor bir mesele. Yani, “Görüşüyoruz” diyorlar da… Hangi formülle sadece kazanacaksınız ya da kazancınız kaybınızdan fazla olacak?
Kemal Can: Evet. İki blokta da, yani CHP’nin ittifâkında da, AK Parti’nin ittifâkında da iki son nokta kaldı: Birinde Yeniden Refah Partisi, diğerinde DEM Parti meselesi. Onlar da netleştikten sonra, artık anketler, eğilimler üzerinden konuşulmaya başlanacak. Ama belirsizlik hâlâ o iki alanda.
Önce Yeniden Refah Partisi ile ilgili senin değerlendirmene birkaç noktada katkı için bir şeyler söyleyeyim. Senin söylediklerin büyük ölçüde doğru, katılıyorum. Ama şöyle bir denklem var: Yeniden Refah Partisi yeni bir parti. Ortaya çıkışından îtibâren, daha önce epeyce yatırım yapılmış, önemli isimleri toplamış, çok da beklenti yaratmış Gelecek Partisi, DEVA Partisi, uzun süre direnmiş Saadet Partisi’ni sollayarak bir varlık gösterdi. Yani yeni bir parti olarak, vitrini çok kuvvetli olmayan, bir tek Fatih Erbakan’ı ortaya koyarak, senin de söylediğin gibi Yeniden Refah Partisi tabanını oluşturan kesimlerin eğilimlerini iyi toparlayarak, onlara bir tür cevap üreterek bir varlık gösterdi. Bu çizgiden gidip biraz daha irileşmek için Yeniden Refah Partisi’nin önünde ne var? Genişleyebileceği iki tâne alan var. Bir tânesi, AK Parti’den birazcık daha kopartmak. Yeniden Refah Partisi yöneticilerinin söylediği, AK Parti ile problemli ilişkisi olanların bir kısmını daha, bir tepki oyu olarak kendi etrâfında toplamak.
İkincisi, diğer partileri, DEVA, Gelecek ve Saadet Partisi’nde hâlâ direnenleri kendi içine almak. Yoksa ne CHP tabanından ne MHP tabanından bir oy beklentisi yok. Böyle bir denklemin içerisinde, AK Parti bu kadar güçlüyken, Erdoğan böyle bir pozisyondayken, onunla açıktan rekabete girmek iyi bir fikir olmayabilir. Ama, siyâsî devam için de burada kendisini gösterme ihtiyâcı var. Geçen seçimde nazlandılar. Şunu yaptılar, bunu yaptılar, son düzlükte geldiler yine ittifâkı kabul ettiler. Ama bir kez daha böyle yaptıklarında, 2028’e kadar böyle bir boşluğa da düşecekler.
Şimdi bir yandan senin dediğin dinamik işliyor, bir yandan da bunu hesaplıyorlar. Şimdi bu tür bir politik akıl var mı? Öyle düşünüyorlar mı? Hangisi öncelik kazanacak? Hangisine göre karar verecekler, kestiremiyoruz. Bunu netleşince göreceğiz. Ama ben, “Biz şimdi AK Parti ile didişmeye girmeyelim” demenin de tek yol olmadığını, hâlâ bu seçeneğin olduğunu düşünüyorum. Senin dediklerine karşı olarak söylemiyorum. Bu opsiyonun da bir rasyoneli, bir siyâsî geçerliliği var.
Ruşen Çakır: Biraz “yürek yemiş” gibi bir şey oluyor.
Kemal Can: Ama bir yandan da eğer siyâsî varlığını devam ettirecekse, Has Parti gibi “Tamam” deyip AK Parti’ye katılmayacaksa, ayrı bir parti olarak, hani bugünlerin moda söylemiyle “müstakil” parti olarak devam edecekse, AK Parti ile bir yerde kaçınılmaz bir rekabete girecek. Biraz öyle bir tarafı var. Dediğin gibi AK Parti ile senelerdir problemli bir taban dinamiği var. DEVA ve Gelecek partileri onu getirmeyi vaat ediyordu muhâlefete, beceremediler. Saadet Partisi uzunca bir süre orada direndi. Hattâ CHP ile yan yana gelecek kadar, o kesimlerin ciddî alerjilerini ezerek bir çizgi yürütmeye çalıştı. Dolayısıyla orada, 2011’de tek başına %50’ler alan, sonra sürekli yamalanmış ittifaklarla, şu anda %40’ların üzerinde tutunmaya çalışan bir alanda, bir taban zaafı var. O eriyen, sorunlu tabana, AK Parti ile şu ya da bu bir nedenle ilişkisi problemli hâle gelmiş tabana siyâsî yatırım yapan partiler var. Bunlardan biri de Yeniden Refah Partisi olacaksa, bunun bir çıkış noktası olması gerekiyor. O bu seçim mi olacak bilmiyoruz. Ama bu bir opsiyondur. Bence kenarda durmalı.
Gelelim CHP- DEM Parti meselesine. Başak Demirtaş çıkışının en önemli etkisi bence, CHP çevrelerinde de çokça istenen “DEM Partisi aday göstersin, ama zayıf bir aday göstersin” meselesi. İster bunu İmamoğlu kendi İstanbul ittifâkı çerçevesinde almış olsun, isterse başka bir stratejik oy davranışı nedeniyle bu seçmen kazanacak adaya yönelmiş diye yorumlansın, sonuçta “DEM’lenme” söylemine bir set çekip, çok da kuvvetli olmayan bir adayla belirli bir kesimi tutup, diğerini bir destek olarak kullanır. Şimdi bunun önünü kesen bir şey oldu. Yani eğer aday göstereceksen, kuvvetli göstermek zorunda bırakan bir hamle oldu DEM Parti açısından.
Öbür tarafına geçtiğimizde, şimdi biliyoruz ki bu “DEM’lenme” hikâyesi iktidarla sınırlı değil; muhâlefetin de bir kısmı bu meseleye teşne. Dolayısıyla aslında iktidârın senelerdir istediği, Millet İttifâkı’nın 2019’da ve 2023’te, varlığı nedeniyle çok da gerçekçi olmayan ittifak dinamikleri sâyesinde biraz savunma geliştirebildiği, “Biz ittifak hâlinde değiliz” durumu ortadan kalkacak. Ne olacak? Eğer açıklıkla, dedikleri gibi şeffaf bir ilişki ortaya konursa, iktidârın senelerdir istediği şeyi, CHP ile HDP’yi ya da şimdiki adıyla DEM Parti’yi yapıştırmak ve sonuçta o alanı beraber kriminalize ederek, karşı bloku, üstelik muhâlefet içerisinde de destekçileri olan bir karşı bloku geliştirmek ve bu “50+1” meselesini daha kuvvetli bir sağ blok hâline çevirmek. Şimdi bunun yolu açılacak. O yüzden, DEM Parti ve CHP içerisinde bir kısım insanın, “Bunu aşacak, buna imkân vermeyecek bir ara yol, bir formül bulunabilir mi?” arayışları vardı. Şimdi bu, kısa vâdede, belki bir seçim sonucu için çok efektif bir siyâsî taktik çalışma olabilir. Ama sonuçta ortaya çıkacak siyâsî tablo açısından yeterince de elverişli ve doğru bir pozisyon da olmayabilir. Bu yüzden, aslında şeffaf olma iddiasında olup, arkada problemi çözme çabasındakiler zora girdiler. İki tarafta da şu anda daha açık davranmaya zorlanmakla karşı karşıyalar. Orada da senin dediğin ikilem var. Yani: “Bunu yaparsan bir oy karşılığı var, ama onu yaparsan ciddî bir politik reaksiyon karşılığı var”. O ne kadar etkili, öbürü ne kadar etkili, bunu nasıl tartıyorlar ve hangi ölçülere göre hesaplıyorlar tartışma götürür. Çünkü açıkçası, bu “DEM”lenme ekibi, diğer muhâlefet partileri de eklendiği için sayısal olarak biraz daha kalabalıklaşmış görünüyor. Ama bir yandan da çok kullanılmış bir argüman; öyle bir zayıflığı var. Dolayısıyla bu denklem çözüldüğünde, biz buradaki tercihlerin nasıl sonuçlar verdiğini göreceğiz memleket açısından.
Ama bu hâlâ kapalı biçimde cereyan ederse, bunu tam olarak anlamak zorlaşacak ve senin söylediğin gibi, “Kim ne kazandı?” sorusuna verilecek cevaplar da zorlaşacak. Meselâ dediğin gibi, birkaç ilçede CHP’li aday üzerinde etkili olmuş bir DEM Parti, bunu kendi tabanına çok önemli bir kazanç olarak anlatabilir mi? Ya da bu ittifâkın gerekçesi yapmaya yetecek bir politik güç elde eder mi? Bu, tartışma götürür bir şey. Dolayısıyla iş hâlâ asıl olarak DEM Parti tarafında.
Ruşen Çakır: Bu cumartesi konuşacaklar. Göreceğiz.
Kemal Can: Önümüzdeki hafta netleşecek, tabloyla ortaya çıkacak.
Ruşen Çakır: Bir de, fazla bir zaman da kalmadı.
Kemal Can: Yani böyle bir şeyle baş başa kalmış durumdalar.
Ruşen Çakır: Biraz da İYİ Parti’den konuşalım: Meral Akşener çarşamba günü, aslında bildiğimiz bir şeyi çok açık bir şekilde deklare etti. Billboard meselesinden bahsetti. Billboard şirketiyle anlaşma yapmalarına rağmen, seçim kampanyası için hazırlanan İYİ Parti afişlerinin, “Saraçhâne” tarafından İstanbul, Ankara ve İzmir’de asılmasına izin verilmediğini söyledi. Bu ne derece doğru? Mesele onun anlattığı gibi mi? CHP’liler bu suçlamayı kabul etmiyorlar. Öyle bir sorun varsa bile, düne kadar hep birlikte hareket eden insanlardı. Bunun birtakım mekanizmaları vardır diye tahmin ediyorum. Akşener’in konuşmasını izledin mi bilmiyorum. Konuşmanın ilk bölümü buna ayrılmıştı ve bunu çok sert, çok güçlü bir şekilde vurguladı. Bir de o billboard’lardaki eşbaşkan muhabbeti, sâdece DEM Parti’ye değil, CHP’ye, Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu’na da yönelik.
Kemal Can: Üstelik bu billboard’lar üzerinden yaptığı eleştiri hâfızada şunu canlandırıyor: Daha önce o billboard’lara, şimdi suçladığı belediye başkanlarının fotoğraflarıyla birlikte girmişti.
Ruşen Çakır: Evet. Zâten, Fatih Sultan Mehmet’e benzetmişti Ekrem İmamoğlu’nu. Garip bir durum bu. Buraya adım adım geldi ve çıta sürekli yükseliyor, savaş âlenîleşti. Ama Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel daha alttan aldılar, belli ki rahatsız olmuşlar. Ekrem İmamoğlu, “Benim böyle bir şey yapmayacağımı en iyi Meral Akşener bilir” sözünü birkaç kere tekrarladı. Çünkü hatırlarsan seçim öncesinde, o Saraçhâne süreçlerinde, “Ekrem İmamoğlu CHP’li mi İYİ Parti’li mi?” sorusu çok sorulmuştu. Zâten Beştepe değil de “Saraçhâne” kelimesinin kullanılması da önemli. “Saraçhâne” deyince akla ne geliyor? İlk gün sâdece Meral Akşener’in Saraçhâne’de olması, ikinci gün herkesle birlikte olması; ama kürsüde, yanında Ekrem İmamoğlu’nu tutarak, konuşan tek kişi olması. Yani Ekrem İmamoğlu’yla olan ilişkisini acayip abartılı bir şekilde gösterdi.
Kemal Can: Akşener’in, İmamoğlu’nu kendi adayı olarak lanse ettiği bir performanstı o.
Ruşen Çakır: Evet. Sonuçta Kemal Kılıçdaroğlu’nun elinden almıştı adamı. Şimdi durum böyle bir yere geldi. Bu tür bir propagandanın, bu tür bir kampanyanın İYİ Parti’ye oy getireceğini sanmıyorum. Böyle bir öfkeyle oy kazanır mı bilmiyorum. Ama her hâlükârda iktidarın, “Bunlar birbirlerini yesinler” diyerek durumdan memnun olduğunu düşünüyorum. Çünkü bakıyorsun ortada muhâlefet olarak bildiğimiz partilerden birisi, diğer muhâlefet partisi ve adaylarıyla uğraşıyor. Pek tanık olmadım, ama İzmir’de de herhalde böyle yapıyorlar. Ankara’daki İYİ Parti adayı Cengiz Topel Yıldırım ne yapıyor çok fazla bilmiyorum.
Kemal Can: O da Mansur Yavaş’ı vizyonsuz olmakla suçlayarak girdi.
Ruşen Çakır: Eyvallah.
Kemal Can: Mesela Buğra Kavuncu da, “Ben bu polemiklere çok girmek istemiyorum” demiş. Benim anladığım kadarıyla, Turhan Çömez, Buğra Kavuncu, Cengiz Topel, mevzûyu çok sertleştirmeyecekler.
Ruşen Çakır: CHP ile kavga etmeyecekler.
Kemal Can: CHP ile kavgayı sertleştirmeyecekler. Hattâ mümkünse orada, CHP tabanının alerjik kesimlerinin kendileriyle birlikte davranması için daha açık kapı siyâseti yürütecekler; onu Meral Akşener’e bırakacaklar. Akşener de o açığı kapatmak için daha agresif tutumlara yönelebilir. Çünkü orada iki taraflı bir şey var.
Ama bu seçimde, CHP dışında neredeyse bütün partilerin, iktidar dışında birileriyle uğraşmaya mecbûriyeti var. Biraz önce Yeniden Refah Partisi’ni de konuştuk. Şimdi bütün aktörlerin, sâdece iktidarla değil, iktidar dışında birtakım aktörlerle de sert rekabeti var. İYİ Parti’nin, CHP’ye oy kaptırmaması, Zafer Partisi’ne oy kaptırmaması için onlarla bir gerilim üretmesi gerekiyor. Diğer partilerin de böyle bir şeyi var. CHP ise tam tersi, hiç kimseyle problem çıkartmadan, özel bir sertleşmeye girmeden yürütüyor. Özellikle adaylar nezdinde, bu böyle yürüyor. Bir tek belki Mansur Yavaş, “DEM Parti’ye benim çok da ihtiyâcım yok” havasında yürüyor. Zâten iki tarafın da öyle bir beklentisi yok. Ne onlarda onu desteklemek gibi, ne de onda onların oyunu talep etmek gibi bir şey yok. Ama onun dışındaki yerlerin hemen hepsinde, klasik CHP çizgisi mümkün olan en az muhâsîlefet içi gerilimle yürümeye çalışıyor. Bu ilginç bir tablo ortaya çıkartacak. Yani seçimin derinliğinde de bunun işâretlerini göreceğiz.
Akşener meselesinde bana garip gelen şeylerden biri, şimdi çokça görülen, CHP tabanında, sosyal medyasında ya da genel olarak muhâlefet kamuoyunda, “hayal kırıklığı” diye târif edilen şey. Parti sözcüleri böyle ifâdeler kullanmıyorlar tabiî. Meral Akşener’in bütün taarruzlarına rağmen ihtiyatlı bir şey yürütüyorlar. Ama kimse o kırıklığa neden olan hayaldeki probleme bakmıyor.
Ruşen Çakır: Yani Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilme meselesi.
Kemal Can: Ama demek ki Meral Akşener’le ilgili bir hayal kurmuşlardı ki şimdi kırıklığını yaşıyorlar. Seçim kaybının hayal kırıklığından bahsetmiyorum, Akşener’e özel hayal kırıklığından bahsediyorum. Buradaki sorun şu: Daha önceki seçimde de yaşanan, bence seçimin veya siyâsetin biçimlenişinin problemlerinin kaynağı olan birtakım noktalar vardı. Birincisi, başta ekonomi olmak üzere devlet kapasitesinde ortaya çıkan bâzı sorunların varlığının, iktidârın kaybetmesi için yeterli olacağına inanmak. “Sorunlar varsa, sorunların sebebini seçmen görür. Boş tencere iktidar götürür” gibi. Yani sorunların var olmasının bir değişiklik için yeterli olduğuna inanılması. En önemli problemlerden biri buydu. İkincisi; kazanma garantisi olarak muhâlefetin birlik olması. Bu sâdece Türkiye’de değil bütün dünyada böyle sunuldu.
Ruşen Çakır: En büyük fiyasko Macaristan’dı değil mi?
Kemal Can: Çünkü bu yeni tür otoriter, popülist iktidarlar, muhâlefetin birliğiyle yenilir diye sunuldu. İsrail örneği gibi. Bunun başarılı olduğu neredeyse hiçbir örnek önümüze gelmedi. Tam tersi sonuçlar doğurdu. Çünkü bunların gerçek bir birlik ve tam olarak neye, neden ve birlikte karşı olduklarının cevâbı kurulamadı. Bu, Türkiye’de, seçim yenilgisinden sonra daha âşikâr hâle geldi. Şimdi her şeyi daha açık, alenî olarak görüyoruz. Aslında burada ortaya çıkan tuhaflıkların hepsi seçimden önce de vardı. Asıl problem, onlar yokmuş gibi davranılıyor olmasıydı.
Üçüncüsü de, her şeyi seçime endekslemek. Yani bu iktidârı geriletmek ya da değiştirmenin tek aracının, başka her şeyi önemsizleştiren, sokağı tehlikeli hâle getiren, protestoyu anlamsız hâle getiren, toplumsal alanı boşaltan, “Seçimi bekleyin. Seçimi alacağız. Hallolacak” söylemleri… Hattâ 2019 İstanbul seçimi şunu sağlamıştı: “Bak aldık, alabiliyoruz. Almışsak, İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” söylemleri.
Ruşen Çakır: “Sıkın dişinizi!”
Kemal Can: Şimdi bunların hiçbirinin böyle bir kesinlik içermediğini gördük. Bu seçimde, bütün bu taktik şeylerin bir kısmı, bu varsayılan problemleri taşıyarak yapılan işler. Bunların dışına çıkan, yani biraz önce söylediğim gibi, bu iktidar bundan 10 sene önce, tek başına %50’lerin üzerinde kalabilen bir iktidardı. Bugün iki üç yamasıyla, %40’ların üzerinde kalmayı büyük bir zafer, muhâlefetin de yenilgisi olarak sunabiliyor. Asıl problemin burada olduğunu gören bir yaklaşıma ihtiyaç var.
Ruşen Çakır: Son söylediğin, her şeyi seçimi endeksleme meselesinin, “Arkadaşlar, sâkin olun! Nasıl olsa seçimde iktidar değişecek. Hukuk devletine kavuşacağız” stratejisinin sonuçlarını şimdi Can Atalay olayında çok net görüyoruz. Göz göre göre Anayasa ihlâl edildi. Göz göre göre Meclis’in meşrûiyeti tamâmen çöpe atıldı. Ve yine yapılan, Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak — ki oradan bir sonuç çıkmayacağı anlaşılıyor. Anayasa Mahkemesi yine lehte karar verse de bunun bir şeyi değiştireceğinin işâreti yok. Bugün meselâ hem Can Atalay’ın avukatları hem Erkan Baş’ın avukatları hem CHP, ayrı ayrı başvurdular. Tamam. Anayasa Mahkemesi de onu kopyala yapıştır yapıp, tekrar aynı cevapları da verebilir. Ama ne olacak yani? Ne diyecekler şimdi? 2028’i mi bekleyelim? Bekleyelim de ne olacak? Ama bu arada insanların bütün protesto enerjileri, bilgileri, deneyimleri, perspektifleri hepsi uçtu gitti.
Meselâ Can Atalay ile ilgili yaptığımız, yazdığımız, söylediğimiz şeylerin reytingine baktığımız zaman, insanların çok da fazla dinlemediklerini görüyorum. Çünkü şöyle bir şey var: “Anayasa Mahkemesi hak ihlâli kararı veriyor, Erdoğan da dinlemiyor”. Buraya kitlenmiş bir durum. Kurumsal muhâlefet, burayı açma ihtimâli olan herhangi bir şeyi üretemiyor. Öte yandan, kurumsal muhâlefetin, o senin demin söylediğin, yıllarca yaptığı, “Arkadaşlar sâkin olun! Sıkın dişinizi!” muhabbetiyle berâber iyice dağılmış olan, var olan az buçuk örgütlenmesini de yitirmiş olan toplumsal muhâlefet de yok. Ve iktidar da, nasıl olsa bunun bir faturası olmadığını düşünerek her türlü şeyi yapabiliyor.
Şimdi böyle bir durumda, yerel seçime bakıp, kayyum seçeneğinin daha ilk günden masada olduğu insanın aklına geliyor. Yine kayyum atansa ne olacak Kemal?
Kemal Can: Daha önce iki kere yapıldı zâten.
Ruşen Çakır: Evet. Ne olacak? Sanki işin kuralı buymuş gibi. “Seçim yapılır, sonra kayyum atanır” gibi bir olay olacak. Ne bir mercii var, ne şu var ne bu var. İnsanların bunu iktidâra değiştirtebilme gücü var mı yok mu bilmiyorum. Ama bunu denemiyor bile insanlar. Meselâ şu anda DEM Parti’nin de desteklediği “Büyük Özgürlük Yürüyüşü” var. O yürüyüş Öcalan’ın tecrîdinin ortadan kaldırılması ve Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi için yapılıyor. Meselâ Selahattin Demirtaş için ya da bir başkası için ne yapıldı bu zamâna kadar? “Nasıl olsa bir şey olmayacak” gibi bir düşünceye kapıldı insanlar. Kayyumla ilgili de bir şey olmadı. En son bildiğimiz, Enis Berberoğlu ile ilgili olarak yapılan “Adâlet Yürüyüşü”ydü. O bir anlamda sonuç aldı. Ama Can Atalay için TİP’in yaptığı yürüyüşe ne dışarıdan doğru dürüst katılım oldu ne doğru dürüst bir yankı uyandırdı. Böyle acayip bir yerde kitlendik kaldık. Sonuçta, iktidâra olan şikâyetini dile getiremiyorsun. “Niye böyleyiz? Niye böyle bir şey yapamıyoruz? Niye her yapılan yanına kâr kalıyor?”u söyleyecek mekanizmalar da yok.
Kemal Can: Aslında şöyle bir şey: Son zamanlarda post truth meselesi çok konuşuluyor ya. Sözün bir değerinin kalmadığı, gerçeğin bir anlamı kalmadığı, hakîkat sonrası meselesi konuşuluyor. Sözün değerini düşüren büyük yalanlar, bunu değersizleştiren tutumlar filan… bir sürü şey işliyor, ama bir yandan da kendi yüklediğin anlamla ve onunla kurduğun ilişkiyle ya o değeri korumayı becerebilirsin ya da ona bir değer katabilirsin. Şimdi çok kabaca, bu memlekette muhâlefet var — ki bir yandan baktığında hakîkaten var, bilmem kaç seçimdir bir şeyin üstünde tutunmaya çalışan, tutunabilen ve pek çok yere göre… Mesela hep iddia edildiği gibi Putin’le benzetilen bir tablo yok Türkiye’de — en azından seçmen oyu seviyesinde. Evet, bir yere kilitlenmiş durumda, ama bir yandan da o kilitlenmenin karşı tarafında da bir direnç var. Ama senin dediğin gibi bir deneme imkânı, “Böyle bir şey yapılamaz. Yapılırsa gökyüzünü başlarına indiririz” lâfının altını dolduran bir tutum olmuyor:
Ruşen Çakır: Bir ara ediliyordu. Artık edilmiyor.
Kemal Can: Meselâ bu lâfın, söyleyen için de, “Bunu yapmanız gerekir” diyen için de, bu yüzden muhâlefet aktörlerini eleştiren toplumsal aktörlerin de, hiçbirinin nezdinde bir karşılığı yok. Yani bilmem kaç seçimdir aslında bir düşüş trendine girmiş, ancak 2015’ten îtibâren yeni ittifaklarla iktidarda kalabilmenin yollarını bulmuş bir iktidar, bu süreçte pek çok krizin içine girerken, aslında kendi içinde çatışmalar üreten yeni ittifaklara mecbur kalırken, gücünü ve yapabilirlik kabiliyetini yitirmedi. Tam tersine, hukuk başta olmak üzere pek çok alanda, karşısındaki her şeyi gerileten, hattâ başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere, Anayasa’yı, kurumsal siyâseti, Meclis’i anlamsız hâle getiren, her şeyi önünden çeken, düzleyen, bir genişlemeye yöneldi. Ve bunun karşısında durabilen bir şey olmadığını görerek bunu yapmaya devam etti. Asıl problem buydu. Çünkü karşısında olan şey şu telkinle hareket diyordu: “Bekleyin! Az kaldı! Şu seçim, olmadı öbür seçim. İstanbul’u aldık. Tamam! Türkiye!yi de verecekler”. İşin böyle işlemediği, sonuçta problem teşkil eden, demokrasiyi, hattâ anayasayı, hattâ bir yasa devleti hâlinde yürüyebilen bir sistemi bile tahrip ederek ilerleyen bir iktidar gücüne karşı, onu geriletmeye değil, herkes kendi pozisyonu için önünü açmaya çalışan bir çaba içerisinde.
Ruşen Çakır: Kemal, şöyle bir şey var. Mesela CHP’de en sona bırakılan ilçelere bakıyorsun, en garanti ilçeler. Buradaki sorun ne olabilir?
Kemal Can: İşte, tamam, yani kimseyi geriletmek, kimseyi kaybettirmek meselesi değil. Kimin önünün açılacağı meselesi. Yani asıl dert bu.
Ruşen Çakır: Evet. Var olan iktidar alanını koruma meselesi. Sonuçta iktidar, alanını genişletiyor, ama kurumsal muhâlefetin de iyi kötü bir alanı var. Hazîne yardımı olsun, belli belediyelerin rantları olsun. Böyle bir durum. Meselâ şimdi Hatay’ı ve Antalya’yı muhâfaza eden bir CHP’nin, İzmir’de Tunç Soyer’in yerine başka birisini göstermesinde nasıl bir mantık var? Özgür Özel “değişim” demişti ya? Değişimi İzmir’de gördük. Niye Hatay’da ve Antalya’da görmedik de İzmir’de gördük? İzmir’i konuşuyorum, Tunç Soyer’i yıllardır tanıdığım için. İnsanlar “Arkadaşını kolluyor” diyebilirler. Ama bu, kollama kollamama meselesi değil. Pekâlâ İzmir de değişir. Ama en çok konuşulan yerlerdeki değişimin önünü niye tıkıyorsun meselâ? Böyle hususlar var. Çok acayip bir durum.
Kemal Can: Meselâ Özgür Özel kurultaydaki konuşmasında, değişimi, siyâsetin değiştirilmesi üzerine bir perspektif olarak kurgulamıştı. Ama sonuçta, şimdi belediye başkanlığı seviyesinden diğer değişikliklere, aktör değişimi sınırının –üstelik o aktör değişiminin kendi sorunlarını bir kenara bırakıyorum–, bunların hepsi çok isâbetli yapılmış olsa bile siyâseti değiştirmeye yetmediğini, siyâset yapmayı değiştirmeye yetmediğini, örnek olayda, Can Atalay olayında görüyoruz. Meselâ “Anayasaya sâhip çıkıyoruz” mitingi düzenlenecekti, Irak’ın kuzeyinde 9 askerimiz şehit oldu. Birçok vakada olduğu gibi, “İktidar bunu kullanır” deyip mitingi iptal ettiler.
Ruşen Çakır: Sonra bir daha yapmadılar.
Kemal Can: Yapmadılar. Yapmıyorsan başka bir araç geliştirmen lâzım; bir şey yapman lâzım. Hakîkaten bu “Siyâseti değiştirmek, siyâseti başka türlü yapmak” lâfını da biraz…
Ruşen Çakır: …değiştirmek lâzım.
Kemal Can: Hayır, demin söylediğim gibi değersizleştirmemek lâzım.
Ruşen Çakır: Kemal 200. programın noktasını koyalım artık. Evet, “Haftaya Bakış”ın 200. bölümüydü. Bizi izlemeye devam ettiğiniz için çok teşekkürler. Medyascope’a YouTube ve Patreon üzerinden destek olabilirsiniz. Çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler.