Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın konuğu Prof. İsmail Kara: Cumhuriyet tarihi boyunca devlet-cemaat ilişkileri  

Türkiye’de cemaatlerin görünürlüğü ne zaman arttı? Cemaatler geçmişten bugüne nasıl büyüdü? Cemaatler ve devlet ilişkisi hangi boyutta? Televizyon dizileri Türkiye’nin cemaat meselesine anlamasına yardımcı oluyor mu? Cemaatlerin kendi içindeki sorunlar nasıl kamuoyuna yansıyor, bunun sebebi ne?

Ruşen Çakır konuğu Prof. İsmail Kara ile Türkiye’deki cemaatleri konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba iyi günler. Prof. Dr. İsmail Kara ile Türkiye’de cemaatleri konuşacağız. Çok geniş bir konu olduğunun farkındayım, ama olabildiğince özet bir şekilde bunu ele alalım istiyoruz. İsmail, hoş geldin.

İsmail Kara: Hoş bulduk. 

Türkiye’de her vesîleyle, özellikle sosyal medya ve medya üzerinden cemaatler olgusu gündeme geliyor. Meselâ en son, Menzil Tarîkatı şeyhinin vefâtından sonra, tarîkat üç oğlu arasında bölündü. Bu olay günlerce konuşuldu. Oğullardan bir tânesinin Ankara’daki ziyârette çekilen lüks araç videoları bayağı konuşuldu. Ya da, Cübbeli Ahmet Hoca’nın her vesîleyle aradan çıkıp rol çalması, kendi cemaati içerisinde de tartışılıyor. Tarîkat ve cemaatlerle ilgili televizyon dizileri de gündeme geliyor. Bunların hepsini teker teker de ele alabiliriz tabiî; ama bu kadar görünür olmak, üzerinde bu kadar konuşulabilir olmak normal bir durum mu?

Kara: Cemaat meselesinin bugüne gelişi 12 Eylül’le başlayan bir durum. Daha öncesine gidersek, belki 1945 sonrasına bakmamız lâzım. Tabiî oraya kadar gitmeyelim; bence bizi hem olumlu hem olumsuz tarafıyla bugüne getiren süreç 12 Eylül’le başladı. Bu arka planı hesâba katmadan, bugün cemaat-toplum-siyâset ilişkilerinde neler olduğunu sıhhatli olarak konuşamayız. Burada birkaç husus var. Bunlardan biri hiç şüphesiz cemaatler. Fakat Türkiye’de 1924 sonrası îtibâriyle cemaatler hiçbir zaman müstakil varlık değiller. Burada siyâsî merkezin, yani devletin tutumu çok önemli. Hattâ Ankara’nın iktidarlar boyunca değişmeyen bir tutumu var. Bana sorarsanız esas sorumlu Ankara’dır, cemaatler değil. 

Yani esas aktör devlet diyorsunuz. 

Kara: Evet, esas aktör devlettir. Hattâ “devlet” çok kullanılıyor, ama ben “Cumhuriyet ideolojisi” demeyi tercih ederim. Çünkü 1924’te medreseler, 1925’te ise tekkeler kapatıldıktan sonra, biz, fiilen var olan fakat kabul edilmeyen büyük bir dindar grupla karşı karşıyayız. Fiilen varlar, fakat resmî olarak tanınmayan büyük gruplar bunlar. Gerçi bugün îtibâriyle bu büyüklük meselesi de çok değişti. İnsanlar, cemaatlerin bugünkü durumunu AK Parti’yle alâkalı zannediyorlar. Tabiî biraz da medya meseleyi böyle tartışıyor. Bu, benim durduğum yer îtibâriyle hiçbir şeyi anlamamak anlamına gelebilir. Halbuki burada Cumhuriyet ideolojisinin şöyle bir köklü tercihi var: Eğitim süreçlerinden geçmiş olan insanların “Yeni Selefî” bir din anlayışına sâhip olmasını, vatandaşın ise geleneksel din anlayışını sürdürmesini istiyor. Cumhuriyet ideolojisinin 1924-25 sonrası îtibâriyle hâlâ devam eden ana istikametini böyle özetleyebiliriz. Eğitimli insanlar Yeni Selefî…

Yani elitler. 

Kara: Elitler veya eğitim kademelerinden geçmiş olanlar. Bunların hepsi elit. 

Burada eğitimden kastın, daha çok imam-hatipler, ilâhiyat fakültesi eğitimi almış olanlar mı? 

Kara: Hayır, bütün eğitim süreçlerini kastediyorum. 

Yani üniversiteler, normal liseler de bunun içinde. 

Kara: Evet, çünkü Cumhuriyet ideolojisinin de kendi dindarlık anlayışı var. Dolayısıyla, cemaat ve tarîkat yapıları aslında bütün Cumhuriyet târihi boyunca böyle bir statüye yerleştirilmiş. Burada bâzı değişiklikler var. İlk değişiklik 1945’te oluyor. Yani son Cumhuriyet Halk Partisi iktidârı, bugün bizim geldiğimiz yere doğru hareketi süratlendiriyor. Demokrat Parti geldikten sonra, bu genişliyor, açılıyor. Ama başta söylediğimiz şeyi tekrar edelim: 12 Eylül’le birlikte, siyâsî merkezin, dolayısıyla cemaatlerin konumu son defa olarak ciddi bir tashihe tâbi tutuluyor. Çok kısa olarak şöyle özetleyebilirim: 12 Eylül’e kadar devletin ve Diyânet İşleri Başkanlığı’nın cemaatlerle ve tarîkatlarla olan münâsebetleri gayri resmîydi. 12 Eylül’den sonra bu münâsebetler resmîleşiyor. 

Şöyle bir şey anlatıyorum ben. Meselenin anlaşılması için bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Aslında, devlet ve Diyânet, cemaatlerin, tarîkatların din anlayışından memnun değildir. Fakat onların kendi içinde olmasını ister. Bu sâdece Diyânet’le sınırlı da değil. Mareşal Fevzi Çakmak’ın Nakşî olduğunu herkes bilir. 1971 muhtırası sırasında 1. Ordu Komutanı olan Faik Türün bir Nakşî idi. Yani bu sâdece Diyânet’le alâkalı bir şey değil. Meselâ İran Devrimi olduğu zaman, Bülent Ecevit hükûmetindeki Dışişleri Bakanı bir tarîkat mensûbuydu. Yani bu iş tahmin edilenden çok daha geniş bir karaktere sâhiptir. 

Devlet ve Diyânet, cemaat ve tarîkatların din anlayışından memnun değildir, bunu değiştirmek ister, fakat kendi içinde tutar. Tersi de böyledir. Cemaat ve tarîkatlar, devletin ve Diyânet’in onlara dayattığı din anlayışını benimsemez, fakat Diyânet’in ve devletin çatısı içerisinde olmak ister. 

Ben şöyle bir şey hatırlıyorum: Nurcular’ın önde gelen isimlerinden birisi Mehmet Kırkıncı Hoca Erzurum’daydı, değil mi?  Nurcular, 12 Eylül’de Anayasa’ya çok karşı çıkmıştır. Yeni Asyacılar diyelim. Kırkıncı Hoca’nın 12 Eylül’le işbirliği yaptığı söylenirdi hep. Ben Kırkıncı Hoca’yla, yıllar sonra İstanbul’a bir geldiğinde konuşma şansı yakaladım. Tavrı gayet rahattı. Ben ona, “Sizin hakkınızda şöyle şeyler söyleniyor” diye soru sorduğumda, o da gayet rahat bir şekilde bunu övünerek anlattı. Sanki, “Gizli kapaklı bir iş yaptım da keşke unutulsa” gibi değil, doğru tavır olarak savunuyordu bunu. 

Kara: Tabiî. Zaten hâtırâtında da bunu savunuyor. Birçokları savunuyor. Kendilerine göre güzel gerekçeleri de var. Buradaki problem şu: Hem devlet açısından hem cemaatler açısından, özellikle dinî görüşlerini benimsemediğiniz bir yapıyla sıkı münâsebetiniz var. Bu sâdece 12 Eylül Anayasası ile alâkalı olan bir şey değil. Cumhuriyet Halk Partisi ile başlıyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin içerisinde şeyh milletvekilleri var. Bu, bildiğimiz bir şey. Bunların bir kısmı sonradan Demokrat Parti’ye geçiyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin içerisinde çokça şeyh var. Şeyh âilelerinde milletvekili zâten fazlasıyla var. Bir yazımda Kâmran İnan’dan bahsetmiştim. Kâmran İnan’ın babası bir şeyhti biliyorsunuz. Aslında Kâmran İnan da şeyhti. Bitlis’ten Bursa’ya sürülüyorlar. Fakat devletle olan münâsebetleri devam ediyor. Babası Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili. Sonra Demokrat Parti’ye geçiyor. Demokrat Parti’ye geçmek, cemaat ve tarîkat yapıları için aslında devlete geçmek mânâsına geliyor. Sonradan bunlar Süleyman Demirel’i destekleyecek. 

Burada bir de özellikle 70’li yıllardaki Milliyetçi Cephe hükûmetleri için söylenen kadrolaşma meselesi var. Aslında daha çok ülkücü kadrolaşma olduğu söylenirdi o târihlerde. Ama yine de Millî Selâmet Partisi’nin elindeki bakanlıklarda, o zamânın tâbiriyle “irticâî kadrolaşma” olduğu konuşulurdu. Sonra Fethullahçılıkla berâber, bu, paralel devlete kadar gitti. Fethullahçılığın tasfiyesinden sonra da şimdi özellikle Menzil için ve adı uzun zamandır pek geçmeyen Nurcular’ın Yazıcı kolu için söyleniyor. Bunların devlet içinde Sağlık Bakanlığı, Emniyet gibi yerlerde kadrolaştığı söyleniyor. Bu olayı nasıl okumak lâzım? 

Burada da benzer bir şey var. Bunlar mı devlete sızıyor yoksa devlet mi bunları içine alıyor? Genellikle bunlar devletin içine sızıyor görüşü öne çıkıyor. Ben bu kanaatte değilim. Ayrıca Türkiye’de herkes devletin içine sızmak ister. Türkiye’de devletin içine sızmak istemeyen herhangi bir grup görmedim. Siz gördünüz mü? Devletin içine sızanlara solcular dâhil değil mi? 

Biz daha çok, yıkmak istedik

Kara: Ama sızarak yıkmak istediniz. Herkes belki yıkmak için değil, devleti değiştireceğini düşünüyor. Cemaatler de böyle düşünüyor.

Kaleyi içten fethetmek. Bence genellikle kale onları fethediyor. 

Kara: Karşılıklı bu. Yapı böyle kurulmuş. Onun için cümlelerime böyle başladım. Yani burada birbirini çeken, fakat birbirinden memnun olmayan ve karşısındakini tehlike gören, ama onun içinde yer almak isteyen daha karmaşık bir ilişki var. Bu ilişkiyi basite indirgediğimiz zaman bence meselenin genişliğini ve derinliğini anlamaktan uzaklaşıyoruz. Türkiye son yıllarda bence bunu çok yapıyor maalesef. Aydınlar, üniversiteler, hattâ ilâhiyat fakülteleri de yapıyor. 

Peki, biraz daha popüler alana geçelim. Meselâ diziler var. Şu sıralarda en popüler olanı “Kızıl Goncalar”. Üzerine çok konuşuldu, RTÜK yasak getirdi. İzledin mi o diziyi?

Kara: Üç bölümünü de izledim.

Zâten şu âna kadar üç bölüm yapıldı. İddiaya göre –ki öyle olduğu anlaşılıyor–, birtakım tarîkatlar şikâyet etmiş belli ki. Bir kampanya yapmışlar, yasak getirilmiş. Ama Mustafa Öztürk yaptığı yorumda bunu sanki tarîkatlar yaptırmış gibi, “Ne alâka?” diyor. İzlediğim bölümlerde iyi tarîkatçı var, kötü tarîkatçı var. Hattâ şu âna kadar gördüğüm bölümlerde Şeyh de tercihini iyiden yana yapıyor. Yani artılar eksiler var, ama artılar sanki daha baskın. Hattâ seküler tiplemeler daha karikatürize. Meselâ kadın ve kızında tarîkatçılar daha bir işlenmiş sanki; ama sekülerler daha kaba saba, önyargılı. Oradaki tasvir, yani tarîkat görüntülerinin olması, sarıklar, cübbeler, görünmeyen şeyh, şu bu, ne derece Türkiye realitesi? Bir de böyle bir dizi Türkiye’nin cemaat meselesini anlamasına yardımcı oluyor mu?

Kara: Bugün merkezli olarak değerlendirirsek, cemaatlerin aleyhinde bir dizi gibi gözüküyor. Fakat ben uzun vâdede, bu dizinin cemaatlerin de lehinde olduğunu düşünüyorum. Bu dizinin iyi çalışılmış olduğunu zannediyorum. Ben sinema, dizi değerlendirecek biri değilim; ama seyrettiğim zaman, bir sanatın mübâlağa kısmını olumlu yorumlarsak, aslında çalışılmış bir dizi olduğunu ve Türk sinemasından, din meselelerine temas eden kısımları bakımından bir mesâfe olduğunu bile söyleyebilirim.

Pozitif anlamda? 

Kara: Evet. Dizinin senaristini, rejisörünü tanımıyorum tabiî. Fakat aktüel olarak cemaatlerin bundan çok tedirgin ve rahatsız olmaları kendileri açısından çok haklı. Çünkü çok canlı bir şekilde çocuk evlilikleri tartışılıyor, çok açık bir şekilde bunların mal varlıkları vs. tartışılıyor. Böyle bir ortamda onların kendilerine saldırı yapıldığını düşünmeleri şaşırtıcı değil. Ama uzun vâdeli bakarsak, Türk sinemasının din meselelerine bakışı açısından da, cemaatlere bakış açısından da, hattâ laik kesimi temsil eden oradaki insanların yaklaşımları bakımından da müspet taraflarının olduğunu düşünüyorum. Uzun vâdede de böyle bir fonksiyon icrâ edecek, târihe böyle geçecek diye düşünüyorum.

Orada söylediğin para pul meseleleri de ayrı bir olay. Başta girişte de söyledim, meselâ birtakım cemaatlerin kendi içlerindeki meseleler de artık alenen ortaya çıkıyor. Eskiden kol kırılır yen içinde kalırdı. Halbuki birçok cemaatte çekişmeler, iktidar kavgaları olur ama üstü örtülürdü. Şu anda cemaatler o kadar açıldı ve normalize oldu ki her şey gözümüzün önünde oluyor.

Kara: Hayat açıldı.

Evet. Ben Âyet ve Slogan kitabını yazarken en az bildiğim yapıydı Menzil Tarîkatı. Sonra en iyi bildiğim yapılardan birisi oldu. Köye gittim insanlarla da konuştum. Ben bildiğimi sanıyorum, şaşırdım. Üç kardeşin ayrılması. Normalde kardeşler üç ayrı merkeze yerleşecekti ve tek bir çatı olacaktı. Ama hiç kimse köyü bırakmak istemediği için hepsi köyde kaldı. Bunlar aslında olağanüstü şeyler.

Kara: Hayır. Tarîkatlaraçısından bunlar olağanüstü değil.

Yani bizim gözümüzün önünde olması belki olağanüstü. 

Kara: Gözümüzün önünde olması, biraz her şeyin gözümüzün önünde olmasıyla alâkalı bir şey. Bugün îtibâriyle artık birçok şeyi gizlemeniz mümkün değil. Ayrıca cemaatler ve tarîkatlar uzun zamandır uyarılmış bir bölge; herkes oraya bakıyor. Onun için Şeyh Efendi’nin cenâzesi de herkesin dikkat ettiği bir şey. Aslında Şeyh Efendi’nin vefâtından sonra, tarîkatın, cemaatin tek vücut olarak devam etmesi de normal, ayrılması da normal. Yani târih olarak da böyledir. Umumî olarak, yeni gelen zat, müritlerin hepsi tarafından kabul edilmez. Dolayısıyla o, zaman içerisinde bir hâle yol girer, inişler çıkışlar olur. Fakat burada basının gözü hâdisenin üzerinde olduğu için bir müddet konuşuldu. Bakın şimdi konuşulmuyor. O üç evlât, posta oturan o üç kişi şimdi nerede kimsenin umurunda değil. 

Bir tânesinin Ankara’ya büyük bir kalabalıkla girişi bayağı gündem oldu. 

Kara: Evet, o kadar olur artık. 

Peki, sosyal medyada cemaatle bağlantılı bâzı isimlerin öne çıkması nasıl oluyor? Gerçi hepsi doğrudan cemaat bağlantılı değil belki, ama olanlar da var. Meselâ Cübbeli Ahmet Hoca kendisinden YouTuber diye bahsediyor. Tamam, çağ değişti, ama biliyoruz ki İsmailağa Cemaati öteden beri kendi içine kapalı. Meselâ yıllar önce ben gittiğimde içeri girememiştim. Bir tâne yetkiliyle röportaj yaptık, fotoğraf için de kendi çektikleri fotoğrafı vermişlerdi. Ama şimdi fotoğraf çekmemize gerek yok. Onların videoları var, kendi servis ettikleri görseller var. Her şey ortada. Tabiî bu arada şöyle bir şey de var: Sürekli kendi aralarında çekişiyor ve bunu hepimizin gözü önünde yapıyorlar.

Kara: Cemaat ve tarîkatların bugünkü konuma gelmelerinin sebeplerinden biri süratli büyümeleri. Bu da sâdece kendi tercihleri değil. Bu, 12 Eylül’le birlikte başlayan ve gittikçe yükselen bir durum. Hepsi için yükselen diyemeyiz. 1980’lerde, yani sen gazeteciliğe başladığın zamanlarda, Türkiye’nin en popüler ve sayısal olarak, imkân olarak en güçlü cemaati İskenderpaşa Cemaati’ydi. O yılların şartlarında dergileri (İslâm Dergisi) 100 binin üzerinde satıyordu. En güçlü cemaat ve tarîkat grubu onlardı. Ama bugün öyle değil. Bugün İskenderpaşa Cemaati müzâkerelere bile girmiyor.

Devlette belli bir gücü olduğu söyleniyor; ama bir Menzil gibi, İsmailağa Cemaati gibi konuşulmuyor. Meselâ benim kitabımın ilk bölümü İskenderpaşa Cemaati’ydi. Çünkü o dönemde en güçlü oydu. Bir de şöyle bir şey vardı orada: Esad Coşan, kendi adıyla olmasa bile Halil Necatioğlu imzâsıyla ve Fethullah Gülen, Abdülfettah Şahin olarak doğrudan cemaat adına bir çerçeve tanımlıyorlardı. Diğerlerinde böyle bir şey yoktu. Diğerleri daha tasavvufî şeylerle yetinen, doğrudan bugünün dünyasıyla ilgili bir şey söylemekten imtinâ ederlerken, Fethullah Gülen de Esad Coşan da açık açık bugünle ilgili siyâset ve başka şeyleri konuşuyorlardı.

Kara: Bu, büyümeleri ile alâkalı işte. Büyüyenlerin hepsi, diyelim ki basında yer almak istiyor. Bu biraz da işin tabiatından geliyor. Çünkü kendisini anlatmak zorunda. Kapalı bir yapı değil artık. Bu da 80’den sonra başladı. 12 Eylül’den önce, bir cemaatin veya tarîkat grubunun yayını olarak ortaya çıkan ve büyük satışlara ulaşan hiçbir yayın organı yoktu bildiğin gibi. Burada da sürekli olarak yükseliş istikametine doğru giden bir çizgi yok. Bunu anlayabilmek için belki İskenderpaşa örneğine bakmak lâzım. Fakat burada şöyle bir şey var: Cemaat yapıları sadece siyâsî ve sosyal bir organizasyondan ibâret değil. Cemaat ve tarîkat yapıları esas îtibâriyle dinî gruplardır. Hiç şüphesiz kendi dinî görüşleri, kendilerine mahsus dinî yorumları var. Fakat aslında bizim şimdi siyâsî ve sosyal olarak, iktisâdî olarak gördüğümüz faaliyetlerinin arkasında, onların, dini anlama, dini savunma ve yaygınlaştırma refleksleri var. Arka planda duran esas şey budur. Genel olarak İslâm’ı yaymak ve kuvvetlendirmek diyebiliriz buna belki, ama kendilerine mahsus bir dinî görüşleri de var. Dolayısıyla siyâsete ve sosyal faaliyetlere katılmalarının arkasında birinci sırada bu sebep vardır, bunu görmek lâzım.

İkincisi, belki bizim gözden kaçırdığımız bir şey, cemaat ve tarîkat yapıları kendilerini korumak zorundadırlar. Çünkü tekrar edeceğim: Fiilen varlar, resmî olarak yoklar. Bu, Türkiye’nin tercih ettiği ve ısrarla bugün de sürdürdüğü bir politikadır. Kendisini nasıl koruyacak? Cemaatlerin psikolojisini ve davranış biçimlerini anlamaya çalışmak lâzım. Türkiye’de, anlamaktan ziyâde, bir kutunun içine koymak, hapsetmek, hattâ mahkûm etmek öne çıkıyor. Bence bu yaklaşım, sâdece cemaatler için değil, hepimiz için aşağıya çekici bir şeydir. Çünkü benim yorumuma göre Türkiye’de din meselesi çok önemli bir meseledir. Dinin hangi tarafında yer alırsanız alın, hangi seviyesinde yer alırsanız alın, Türkiye’de din meselesi, başka meseleleri anlamak ve konuşmak için de merkezî bir konuma sâhiptir. 

Onun için zâten son kitabın (Resimli Cumhuriyet Din Kitabı) bin küsur sayfa; aslında Cumhuriyet’i din üzerinden okumak. Son olarak şunu söylemek istiyorum: “Süleymancılık” diye bir olgu var. Kendileri “Süleymanlı” diyorlar, biz “Süleymancılık” diyoruz. Meselâ ben bunca zamandır bu konuda çalışan birisi olarak, en kapalı yapı olarak bunları gördüm. Bugün hâlâ öyleler. Yakın bir zamanda, “Hani artık ölüp gideceğiz, bir Süleymancı yöneticiyle bir sohbet edelim” dedim, yine kapı duvar. Tabiî kendilerince gerekçeleri var. Bu yapı çok ilginç bir şekilde Erdoğan’la barışık değil. Ona rağmen varlığını sürdürüyor. Yani hep Erdoğan karşıtlarına yatırım yaptılar. Ama siyâsetin de hep içindeler biliyorsun. Bir ara liderleri milletvekiliydi. Niye bu kadar esrarengiz bir yapı. Bir taraftan da bayağı kitleseller. Hâlâ çok sayıda pansiyonlarında çocuklar okuyor. Böyle kuşak kuşak giden herhalde binlerce insan vardır. Diğerlerinin yanında belki çok kapalı olabilirler, ama varlıklarını sürdürüyorlar. Nedir bunun sebebi? 

Kara: Süleymancılık dediğimiz, yarı-tarîkat yarı-cemaat yapısıyla,diğer tarîkat ve cemaat yapıları arasında esasta bir fark olduğunudüşünmüyorum. Siyâsî davranışları hareketleri de böyledir. Biz cemaat ve tarîkatların siyâsî hareketlerini rahat bir şekilde tâkip edebiliriz. Süleymancılık için hususî bir şey konuşacaksak, bu belki yine bizi 12 Eylül’e götürecektir. Hatırlarsanız, kendileri hakkında hususî mahkeme açılmış tek tarîkat ve cemaat yapısı Süleymancılardır. Hattâ Kenan Evren’in bununla ilgili, “Ben bunlar kapatılsın, dağıtılsın diye emir verdim, fakat mahkeme beraat ettirdi. Ben ne yapayım?” şeklinde bir açıklaması var. Avukatlarını hatırlıyor musun?

Hayır. 

Kara: Yaa. İşte bu, Türkiye’de çok önemli bir meseledir. Avukatları Muammer Aksoy’dur. 

Doğru, evet şimdi hatırladım. 

Kara: Peki ne diyorsun buna?

Bir şey demiyorum. 

Kara: Bir şey demiyorsun tabiî. Bir şey demeden bir şey diyorsun. 12 Eylül’le birlikte, haklarında büyük bir dâvâ açılan, bir dâvâ açılan tek cemaat ve tarîkat yapısı Süleymancılardır. 1983-84’ten îtibâren, bu cemaat, daha bir îtina gösteren bir karaktere büründü. Çünkü bu mahkeme önemli bir hâdiseydi. Bu mahkemenin dosyalarının ikisi yayınlandı, maalesef gerisini yayınlamadılar. O ikisi de özel yayındır. Çok merak ettiğim bir konuydu, ben edinmiştim o dosyaları. Bu hususî kısmı kapatırsak, Süleymancılarla diğer tarîkat ve cemaat yapıları arasında esas îtibâriyle bir farklılığın olduğunu düşünmüyorum. Bu konjonktürel iniş çıkışlar ayrı şeyler. 

Bitirirken, geçenlerde başıma gelen bir olayı anlatmak istiyorum. Sen mutlaka biliyorsundur. Çünkü bu konuların bütün detaylarına hâkimsin. Bir târihçi, araştırmacı, sosyal medyadan bana bir makalesini yolladı. Osmanlı’nın son dönemlerinde bir askerî telgrafçının günlüğü üzerine yazılmış bir makale. Gönderen kişi makaleyi baştan sona okumamı ricâ etti. Çünkü uzun ve akademik bir makale; askerdeki birisinin hayâtını anlatıyor. I. Dünya Savaşı’nda askere çağrılıyor. Uzun yıllar askerlik yapıyor. Arap topraklarında telef oluyorlar, şu oluyor bu oluyor. Acılar, korkular, kaygılar… Sonra İstanbul’a dönüyor, işgal altındaki İstanbul’a. Küçük bir aşk hikâyesi de var galiba, ama isim yok. Gelmeyen mektuplar var filan. Okuyorum, okuyorum, sonu ne olacak diye merakla bekliyorum. Sonunda kim çıktı?

Kara: Zâhid Efendi. 

Evet. Mehmet Zâhid Kotku. Makalede, Âyet ve Slogan kitabıma da referans var. Mehmet Zâhid Kotku, benim o târihlerde çok önem verdiğim bir kişiydi. Biz Zâhid Kotku’yu hep bir şeyh olarak gördük. Ama o da senin benim gibi biriymiş. Askerlik günleri filan… Bisiklet tutkunuymuş meselâ. Sürekli bisikletle gidip gelirmiş. 

Kara: Keşke günlüğün devâmı gelseydi, askerlikle kalmasaydı.  

Evet. Okumuşsundur sen de. 

Kara: Evet, okudum. 

Bilmediğim için beni çok sarstı, hakîkaten çok etkilendim.  

Kara: Ben de ortalarında anladım Zâhid Efendi olduğunu. Çünkü Gümüşhânevî Tekkesi’nden bahsediyordu. 

Evet, onu ben de gördüm; ama yine de Zâhid Kotku gelmedi aklıma. Çünkü Zâhid Kotku’ya çizdiğim çerçeveyle orada yaşananlar çok farklı. Yaşadığı korkular, endîşeler… Meselâ kaçıyorlar, zar zor, itiş kakış trene biniyorlar. Acayip olaylar, trajediler var. Arkadaşları ölüyor. Kendisini anlatıyor Zâhid Kotku. En önemlisi de o.  Kendisini anlatan bir şeyh. Biz şeyhlerin kendisini anlattıklarını hiç görmedik.

Kara: Ama şeyh değil o zamanlar. Belki mürit.

Biliyorum, sonradan şeyh oldu. Ama o anlatılanlara bakınca… Tabiî Türkiye’nin târihinde bayağı önemli bir rol oynamış birisi sonuçta, değil mi? 

Kara: Elbette. Özellikle 70’li yıllardan sonra. Biraz önce de konuştuk; İskenderpaşa Cemaati, Esad Hoca ile Erbakan arasındaki münâkaşaya kadar, Türkiye’nin en önemli cemaat ve tarîkat yapılarından biriydi. Ben o münâkaşayı da çok önemserim, ama bugün onu konuşacak durumumuz yok. Programın sonuna geldik sanıyorum, ama şunu söylemek isterim: Cemaat ve tarîkat yapılarının Türkiye’de müspet rollerinin olduğunu hatırlamak lâzım. Çünkü gidişat, cemaat ve tarîkat yapılarının bütünüyle olumsuz bir yapı olarak anlatılmasına doğru gidiyor. Ben bunu Türkiye için çok ciddî bir problem ve biraz da uyarılmış bir problem olarak görüyorum. Burada cemaat ve tarîkat yapılarının pîrüpâk olduğunu söylemek istemiyorum; ama bu yapılar, Türkiye’de yerli Müslümanlık damarının devam etmesi açısından önemli bir fonksiyona sâhiptir. Bu yapıların da aslında sıhhatli bir karaktere kavuşması lâzım. Mevzûat îtibâriyle bu mümkün değil. Çünkü konuşmamız boyunca söyledik; fiilen varlar, resmî olarak yoklar ve bu problemin çözülmesi de çok zor gözüküyor. Alevîlikle irtibatlı olarak sanki bu problem biraz daha yumuşayacak gibi gözüktü, ama olmadı. Türkiye’nin entelektüel ve siyâsî kapasitesi bu problemleri çözmeye yetmiyor. Alevîlik probleminin çözülemeyişinin sebeplerinden biri de budur. Bence Türkçe açısından çok kötü bir ifâde olan “kanaat önderi” adlandırmasının ortaya çıkışının sebebi de budur. 12 Eylül’ün getirdiği şeylerden biridir. Şeyhleri ve hocaefendileri muhatap alacaksınız, ama kanûnen şeyh yasak. Hoca, hocaefendi yasak. “Kanaat önderi” diye, Türkçe açısından da problemli ve uydurma bir şey çıkarttılar ortaya.

Bir de tarîkatlar ve cemaatler sivil toplum kuruluşu oldu — ki değiller. 

Kara: Ben bunu baştan beri söylüyorum. Türkiye’de sivil toplum kuruluşu olmaz. Cemaat ve tarîkatlar da değil, başkaları da değil. Türkiye’de yarı-resmî sivil toplum kuruluşları olabileceğini varsayıyorum ve bunu yıllardır dile getiriyorum. Türkiye’nin birçok problemi var. Fakat bizim alışkanlığımız, problemleri çözmek yerine büyüterek çürütüyoruz; çözme istikametinde bir çabamız olmuyor. Cemaat ve tarîkat yapılarını da böyle görüyorum ve gidişâtın hiç de iyi olmadığı kanaatindeyim. Elbette cemaat ve tarîkatların da yanlış ve hatâları var, bunda şüphe yok. Fakat sâdece onları günah keçisi olarak görmek çok yanıltıcı ve Türkiye’nin aleyhinde.

Evet, burada noktayı koyalım. Prof. Dr. İsmail Kara ile Türkiye’de tarîkat ve cemaatleri konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.