Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Navalni’yi Putin mi öldürttü? Münih Güvenlik Konferansı’nın ardından & Gazze’de ateşkes mümkün mü?

Tutuklu Rus muhalif Aleksey Navalni (47), cezaevinde hayatını kaybetti. Tutuklu muhalif siyasetçi İlya Yaşin, yolsuzluk karşıtı aktivist Aleksey Navalni’nin ardından kendi yaşamının da tehdit altında olduğunu söyledi. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) yönetimi, Navalni’nin ölümünün ardından Rusya’ya ek yaptırımlar uygulanacağını duyurdu. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Stratejik İletişim Koordinatörü John Kirby, yaptırımların 23 Şubat Cuma günü açıklanacağını duyurdu.

60. Münih Güvenlik Konferansı Almanya’da gerçekleşti. Yaklaşık 50 devlet ve hükümet başkanının katıldığı konferansta küresel krizler, Rusya-Ukrayna Savaşı ve İsrail-Hamas Savaşı ele alındı. Navalni’nin eşi Yulia Navalnaya konferansta konuştu. Ölüm haberini Almanya’da alan Navalnaya, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve tüm ekibinin “Rusya’ya, ailesine ve eşine yaptıklarından dolayı cezalandırılacaklarını” söyledi.

İsrail’in abluka altındaki Gazze’ye havadan ve karadan saldırıları sürüyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Gazze’deki Nasır Hastanesi’nin işlevini yitirdiğini açıkladı. İsrail Savaş Kabinesi Üyesi Benny Gantz, rehinelerin 10 Mart’a kadar iade edilmemesi halinde çatışmaların Refah’a da yayılacağının sinyalini verdi. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ise Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’ne “geçici ateşkes” içeren bir önerge verdi.

Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar Transatlantik’te değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”te karşınızdayız. Washington’da Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’la birlikte dünyayı konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.

Gönül Tol: Merhaba Ruşen.

Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen.

Gönül, seninle başlayalım. Meşhur Münih Güvenlik Konferansı yıllardır yapılır. Bu sene Türkiye’den de önemli isimler katıldı: Hakan Fidan katıldı, İbrahim Kalın katıldı. Ama Türkiye’nin medya ortamını biliyoruz, çok fazla yankı bulmadı. Ama biliyorum ki sen çok yakından tâkip ettin. Neydi bu sene en öne çıkan başlıklar?

Gönül Tol: Konuşulan en önemli meseleler Rusya ve Gazze’ydi Ruşen; ama onun dışında da konferansın yeni güvenlik raporunda aslında dünyayı geleneksel olmayan tehditlerin de beklediğinin altı çizildi. İşte, bunun içerisinde göç var, iklim değişikliği var, siber saldırılar, yapay zekâ vs. bunlardan da bahsedildi. Fakat bence en ilginç tarafı, Rusya’nın önümüzdeki yıllarda nasıl hareket edeceğine, jeopolitik olarak nasıl hareket edeceğine dâir Batılı ülkelerin paylaştığı istihbârat bilgileriydi. NATO Genel Sekreteri de söyledi ve Danimarka da bunların içerisinde, birkaç katılan ülke başkanları da bunu söyledi. Dediler ki: Rusya 3-5 yıl içerisinde bir NATO ülkesini tehdit edecek. Yani NATO’nun, biliyorsun 5. Maddesi; “NATO ülkesine yapılan bir saldırı bütün NATO’ya yapılmış farz edilir” maddesi, bu maddeyi test ederek bir NATO ülkesine saldıracağını söylüyor ve bu muhtemelen NATO üyesi küçük Baltık ülkelerinden biri olacak. Tabiî bu çok endîşe yaratan bir durum. Bir diğeri de, Rus ordusunun Ukrayna’nın ardından, hani hep konuşuluyordu bu: “Aslında Rus ordusu çok yoruldu, çok kaynak kaybetti, yıprandı” tartışmaları vardı. Aslında şunu söylüyor bu Batılı istihbârat raporları: 10 yıla kadar Rusya’nın neredeyse Sovyet döneminde inşâ ettiği tarzdan bir ordusu olacak, güçlü bir ordusu olacak. Tabiî bütün bunlar şu tartışmayı gündeme getirdi: Bir süredir Macron’un başını çektiği bir ekol vardı Avrupa’da: Stratejik ekonomi ekolü. Yani “Mümkün olduğunca Amerika’dan bağımsız olarak, Avrupalı ülkeler olarak kendi askerî kapasitemizi Amerika yardımımıza gelmeyecek şekilde inşâ edelim” söylemi vardı. Bu Macron tarafından sık sık tekrarlanıyordu, fakat diğer Avrupa ülkeleri tarafından çok da alıcısı olmuyordu. Fakat Münih Güvenlik Konferansı’nda şu anlaşıldı: Gerçekten, özellikle de Trump’ın başkan seçilme ihtimâli göz önüne alındığında, Avrupa’nın kendi askerî kapasitesini inşâ etmesi gerekiyor. Bu bana çok önemli bir tartışma gibi geliyor. Çünkü bunun içerisinde Türkiye de var. Yani Türkiye’nin Avrupa’nın o güvenlik şemsiyesinde ne kadar, NATO içerisinde öneminin ne kadar artacağını da gösteriyor. Çünkü Avrupalı ülkeler şunu düşünüyor bu tartışma kapsamında, aslında 10 yıldır söyleniyor; işte, “Avrupa askerî kapasitesine daha fazla yatırım yapmalı” deniyor, fakat bir türlü olamıyor. Neden? Avrupalı ülkelerin özellikle askerî alanda farklı öncelikleri var, farklı kapasiteleri var ve bir türlü siyâsî bir irâde oluşamıyor, bir ortak irâde gösterilemiyor ve bu olamıyordu. Fakat bugün gerçekten bu konuda bir irâde oluştuğunu görüyorsunuz. Almanya da bunun altını çizdi, diğer NATO ülkeleri de bunun altını çizdi. Fakat mesele, “Gerçekten yeterince hızlı kapasiteyi, Amerika’dan bağımsız kapasiteyi inşâ edebilir miyiz?” sorusu var. İşte orada da, yani: “Evet, Ukrayna’nın işgâlinin ardından gayrisâfi millî hâsılamızın %2’sini artık savunmaya harcıyoruz, fakat bu yeterli değil. Gerçekten Amerika’dan bağımsız bir askerî güç olarak ortaya çıkmak istiyorsak, çok daha fazlasını, %4’ünü askerî harcamalara ayırmak zorundayız”. Bu noktada da: “Peki biz bunu halka nasıl açıklayacağız?” Yani meselâ Alman yetkililer bunu söylediler. Yani: “Biz en fazla %3’e çıkabiliriz. Bunu nasıl meşrûlaştıracağız? Çünkü o zaman başka yerlerden; eğitim, sağlık vs. gibi konulardan kaynak aktarmamız gerekecek. Bunu halka açıklayamayız” kaygısı var. İkinci problem de tabiî, güvenliğine, savunmasına ne kadar para harcarsa harcasın, aslında Avrupa ülkelerinin temel bir problemi var, o da insan kaynağı olmaması. Yani meselâ Almanya bir süre önce zorunlu askerlikten vazgeçti. Dolayısıyla insan kaynağı yok. İşte bu noktada da Türkiye ordusu kilit bir rol oynayabilir. Türkiye kaynaklarıyla, hem askerî kaynağıyla hem insan gücüyle Avrupa’nın o boşluğunu doldurabilir. Yani bu Münih Güvenlik Konferansı’nın bende düşündürdüğü en temel şey buydu. Avrupa, Amerika’dan bağımsız bir askerî yapı inşâ etmeye çalışıyor ve bu aslında Türkiye’nin NATO içindeki yerini daha önemli kılacak. Ve hani hep Türkiye de “stratejik otonomi” diyor ya; yani aslında çok da stratejik otonomisi olmayacak Türkiye’nin. Çünkü Batı güvenlik yapısına daha fazla entegre olacak ve ben bunu pozitif bir şey olarak görüyorum. Dolayısıyla bana Münih’te olanların düşündürdüğü temel şey buydu.

Ömer, burada şöyle bir husus var, Gönül’ün bıraktığı yerden devam edecek olursak: Türkiye, NATO içerisinde daha çok ABD ve kısmen İngiltere’yle daha iyi anlaşan, ama diğer ülkelerin hepsiyle birtakım –belki eski Merkel döneminin Almanya’sı hâriç– ama diğer Avrupa ülkeleriyle falan sorun yaşayan bir ülke. Şimdi Gönül’ün söylediği bağlamda baktığımız zaman, Avrupa’nın kendi güvenlik mîmârîsinin inşâsında Türkiye, evet, yani câzip bir partner olarak gözüküyor; ama siyâsî olarak da çok sorun olacak herhalde. Bir diğer yandan da Erdoğan yönetiminin Putin’le arasının iyi olması var. 

Ömer Taşpınar: Evet. Yani Türkiye stratejik kapasitesi olan bir ülke. Ordusu büyük bir ülke. Hep NATO’nun ikinci büyük ordusu olduğundan bahsediliyor. Tabiî kapasite olarak baktığımızda bir İngiltere ordusunun güç projeksiyonu, Fransa’nın güç projeksiyonu gibi şeyler yapabilecek konumda değil; ama savunma harcamalarını artıran bir ülke. O nedenle Avrupa’da, –yani Macron dâhil, Almanya dâhil– “Bizim Amerika’dan bağımsız nasıl bir askerî kapasitemiz olabilir?” sorusunu soruyorlarsa, burada Türkiye’yi bir potansiyel olarak görmeleri, yani bu kurulacak, eskiden Batı Avrupa Birliği denirdi, Avrupa Birliği’nin bir şekilde kendi askerî reaction force diye bir şey vardı; oralarda Türkiye’nin bir rolü olması gerektiğini İngiltere hep söylerdi. Yani İngiltere bu konularda anahtar ülke aslında. Çünkü İngiltere hem Amerika’yla organik, özel ilişkileri olan bir yer, hem de Avrupa Birliği’nin içinde olmasa da, Avrupa böyle bir savunma kimliğine, savunma kapasitesine kavuşacaksa, İngiltere’nin de bunun içinde olması gerek. İngiltere içine girdiği her toplantıya Türkiye’nin de girmesini söylüyor. Burada tabiî bir uzun dönemli planlamadan bahsediyoruz Ruşen. Yani bunlar bugünden yarına olacak şeyler değil. Yani bunların gerçekleşeceği dönemler muhtemelen 5-10 yıllık planlar. Yani “O dönemde Türkiye-Rusya ilişkileri ne olur?” sorusunun iki bilinmeyeni var. Rusya’nın nerede olacağını bilmek için de iki bilinmeyen var. Bir tânesi Ukrayna; Münih Konferansı Ukrayna’da Rusya’nın daha güçlendiği bir döneme denk geldi. Amerika’nın Ukrayna’ya yardımının kesildiği, yapılamadığı; Senato’da 90 milyar dolarlık bir yardım paketi var. Bunun bir kısmı, zannediyorum neredeyse 60 milyar dolarlık kısmı Ukrayna’y;. Bu Temsilciler Meclisi’nde tıkanmış durumda. Niye? Çünkü Trump’a yakın Cumhuriyetçiler bunu vetoluyorlar. Şimdi Ukrayna’ya bu askerî yardım gelmedikçe Rusya cephede başarı sağlıyor. Daha geçen hafta anahtar şehirlerden birini aldı ve bu, karşı taarruz hayalleri kuran Ukrayna için çok ciddî bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü artık bir bakıma Rusya’nın üstünlüğü ele geçireceği bir döneme girmiş olabiliriz. Bence Putin şu dönemde, önümüzdeki aylarda büyük bir taarruza girip Ukrayna’yı daha da zorlamayacak; çünkü Putin –konuşmak istediğim ikinci mesele–, Amerika’daki seçimleri bekleyecek ve Trump’ın kazanması için frene basabilir şu anda. Zîra önümüzdeki haftalarda eğer Rusya cephede büyük başarılar kazanmaya başlarsa, bu Amerika’da da bir panik hâli yaratacak, şu anda Avrupa’da olduğu gibi. O panik hâliyle de Ukrayna’ya daha fazla yardım gelecek. O yüzden Putin muhtemelen, şu anda askerî üstünlüğü ele geçirmiş olmasına rağmen, önümüzdeki aylarda frene basıp Trump’ın gelmesi için ve Ukrayna’nın da bir şekilde gündemden düşürülmesi için elinden geleni yapacak. Trump’ın gelmesi durumunda bu Gönül’ün bahsettiği Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konular çok daha elzem, çok daha acele; hattâ panik hâlinde konuşulması gereken konular olacak. Çünkü Trump’ın zâten bugün konferansın gündemine hemen ağırlığını koyan konuşması: “Ben Rusya’ya, NATO’ya doğru dürüst para ödemeyen, NATO zorunluluklarını yerine getirmeyen ülkeleri işgal etmesi için gerekirse destek bile veririm” demesi. Yani Rusya istediğini yapsın demekle kalmadı; “Hattâ ben Rusya’ya destek bile veririm, bunlar günlerini görsün biraz, neler geliyor başlarına” gibisinden bir şey söyledi. Onun üzerine zâten birden bir panik başladı ve bu Gönül’ün bahsettiği Baltıklar meselesi… gerçekten Rusya’nın böyle planları olabilir. Ukrayna’da başarı kazanan bir Rusya cesâretlenebilir Ukrayna sonrasında. Baltıklar ikinci aşama olabilir. Hele Trump’ın geldiği bir Amerika’da Rusya’nın bu tür agresif, saldırgan bir politika içine girmesi gayet beklenebilir. Yani “Biz bunu şu anda düşünmeliyiz” diyerek bir bakıma işte kamuoyuna, ülkelere tehdidin önemini anlatmaya çalışıyorlar. “Çok ciddî bir tehditle karşı karşıyayız. Rusya tehdidi hafife alınacak bir tehdit değil. Ukrayna’ya yardım ederken biz Ukrayna’yı kurtarmak için değil; aslında Doğu Avrupa’yı kurtarmak için, Batı’yı korumak için yapıyoruz bunu. Yani Ukrayna’ya sevâbına yapmıyoruz bunu. Kendi müdafaamız için yapıyoruz” mesajı. Eğer bir de Ukrayna’da başarılı olursa Rusya, arkasından Baltıklara saldırabilir. Bu panik havasını yaratmazsan, bu korku havasını yaratmazsan; kolay kolay Avrupa’daki gidişat, Avrupa’daki ekonomik gidişat, sivil toplumun bakışı, Avrupa’nın genelde savunma meselelerine bakışı, böyle “Amerika’yla berâber hareket edelim” dışına gitmez. Yani Amerika’da Trump geliyor, ayrıca Rusya da bu kadar güçleniyor; ancak o zaman büyük bir tehdit havası, büyük bir panik havası oluşacak ki bu bahsettiğimiz rakamlar ciddî rakamlar –ki artmış durumda şu anda savunma bütçeleri– harcansın. Tabiî Türkiye bu konuşmalarda, bu ortamın içinde yok. Yani Türkiye fazla konuşmuyor bunları; çünkü Türkiye’nin ilginç bir şekilde Rusya’dan kaynaklanan bir tehdit algılaması yok. Yani Rusya’nın dış politikasına baktığında, Türkiye, hani bizimle, Türkiye’yle ilgili bir tehdit gördüğünü zannetmiyorum. Kendini çok NATO ülkesi gibi de hissetmiyor Türkiye. Türkiye böyle stratejik bakış açısı olarak kendini neredeyse bağlantısızlar grubunda görmek istiyor. CHP’nin dış politikası ne olabilir diye düşündüğümüzde; yani tam bağımsızlık, Atatürkçü dış politikadan bahseden tam bağımsızlık söylemi var. Bu tam bağımsızlık stratejik otonomi dışında, yani kimden bağımsız Türkiye? Yani Türkiye bir NATO üyesi değil mi? Tam bağımsızlık olacaksa NATO’dan daha bağımsız olmalı. Yani sanki NATO’yla bir sorunu varmış gibi bir durumda Türkiye. NATO deyince de Amerika geliyor akla. Yani Amerika konusunda aslında Türkiye’nin bir tehdit algılaması var. Halk Amerika’yı Rusya’dan daha büyük bir tehdit olarak görüyor Türkiye için. Çünkü “Amerika’nın PKK ile ilişkisi var, Rusya’nın yok” diye düşünülüyor. “Amerika PKK’ya Suriye’de askerî stratejik destek veriyor; halbuki Rusya’nın PKK ile böyle bir ilişkisi yok” diye düşünüyor toplum. Halbuki aslında PKK’yı terör örgütü olarak tanımlamamış bir Moskova var karşımızda, PKK ile ilişkileri de var, târihî olarak da var, ideolojik olarak da var. Ama Rusya çok güzel bir şekilde, hem Türkiye’de dezenformasyon yaparak hem de Türkiye’deki anti-Amerikan havayı kamçılayarak Türkiye’nin tehdit algılamasının neredeyse daha çok Batı’ya, NATO’ya, Amerika’ya doğru kaymasının kredisini sağlıyor. Yani Putin’i daha ciddî bir ortak olarak görebiliyor Türkiye. Bütün bunlara bir de S-400’leri falan eklediğimizde, bahsettiğimiz konu, Türkiye’nin Avrupa savunma sistemi içindeki yeri çok büyük bir soru işâreti olarak karşımızda duruyor.

Şimdi Rusya’dan o kadar çok bahsetmişken, Navalni konusunu da hemen konuşalım isterim. Şimdi zâten yıllardır cezâevinde olan, çok da etkili olmayan; yani ender muhâliflerinden Putin’in, ama cezâevinde çok da güçlü bir muhâlif olduğu söylenemez, buna rağmen öldü ve herhalde herkes onun Rus rejimi nedeniyle öldüğünü düşünüyor. Resmî bir açıklama yok, âilesine teslim edilmedi; ama herkesin aklına ilk gelen… Daha önce de çok örnek oldu zâten; değişik yerlerde zehirlemeler vs. Ve Biden da açık açık Putin’i sorumlu tuttu, değil mi Gönül? Peki sonra?

Gönül Tol: Yaptırım açıklayacaklarını söylüyorlar, cuma günü Biden yaptırım açıklayacak. Sadece Navalni’yle ilgili değil, genel olarak Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin 2. yıldönümü ve bu yıldönümünde yeni yaptırımlar açıklanacak. Ondan önce, Ömer’in söylediğiyle ilgili bir şey söylemek istiyorum. Türkiye’nin bu tam bağımsızlık, stratejik otonomi kaygısı var. Stratejik otonomi peşinde koşan sâdece Türkiye değil. Fakat şöyle bir problem var; hani middle power denilen orta ölçekteki güçler; Türkiye yükselen bir middle power ve bu ülkeler stratejik otonomi arayışı içindeler. Bunun içerisinde Suudî Arabistan var, Brezilya var, Güney Afrika var. Ama şimdi bu ülkelerden farklı olarak Türkiye, Batı güvenlik ve ekonomik yapısına çok entegre olmuş durumda. Şimdi böyle bir durumda siz ne kadar Batı’dan… Ömer’in söylediğine katılıyorum, Türkiye context’inde… her context de farklı; Hindistan stratejik otonomiden bahsettiğinde başka bir şey kastediyor, Türkiye context’inde stratejik otonomi Batı’dan bağımsızlık. Fakat siz bu kadar Batı ile entegreyseniz; ekonominiz, güvenlik sisteminiz bu kadar Batı’yla entegre iken ne kadar stratejik otonominiz olabilir Batı’dan? Bunu bence en net gördüğümüz, yani Türkiye’nin bütünüyle stratejik otonomisinin olamayacağını en net gördüğümüz yerlerden bir tânesi Karadeniz. Yani Karadeniz’de meselâ 2014 yılında îtibâren, işte Kırım’ın işgâliyle vs. başlayan süreçte oradaki askerî dengeler Rusya’yla yine değişti ve Türkiye bundan çok rahatsız oldu. O nedenle NATO’ya çok daha yakın bir politika izlemeye başladı. Çünkü Karadeniz’de kendisini savunmak, o dengenin daha fazla Türkiye aleyhinde değişmesini engellemek için NATO’ya ihtiyaç duydu. NATO’suz hareket edemez Karadeniz gibi yerlerde. Daha bağımsız hareket edeceği yerler vardır, bölgeler vardır; fakat bütünüyle Türkiye’nin NATO’dan bağımsız hareket etmesine imkân yok. Meselâ bir açıklama yapıldı, sâdece Türkiye değil Yunanistan da… bu Avrupa’nın Ukrayna işgalinden bu yana oluşturduğu, Almanya’nın başını çektiği bir inisiyatif var. O da Avrupa’nın Ortak Hava Savunma Programı. Buna “Gökyüzü Kalkanı” deniyor. Türkiye buna katıldı. Böylece o 21 ülkenin parçası oldu. Dolayısıyla bence, hani Ömer diyor ya bağlantısızlar grubu; tam olarak bağlantısızlar grubunun öyle bir şeyle hareket ettiğini düşünmüyorum. Hani o çok farklıydı, ideolojik bir rûhu vardı o bağlantısızlar grubunda. Türkiye’nin durumunda ise bu yok. “Rusya’ya da gidebilirim, Batı’ya da gidebilirim.” Stratejik otonomiden anladığı o. Fakat görüyoruz ki Rusya çok daha ciddî bir tehdit olmaya başladıkça… ki Münih Konferansı’nda bunu gördük, yani 3-5 yıla kadar başka bir NATO ülkesine saldıracak deniyor. Şimdi Rusya bu kadar ciddî bir revizyonist güç olarak karşımıza çıkarken, Türkiye gibi middle power bir ülke gerçekten stratejik otonomi sâhibi olabilir mi? Batı’dan kopabilir mi? Yani tamam, askerî savunma, yerli savunma üretiminde çok ilerledi Türkiye; fakat henüz tam da orada değil. O nedenle bu stratejik otonomi kavramını düşünmek lâzım. Navalni konusunda… Yani Navalni’nin kendisi de bekliyordu, öldürülme ihtimâlini tahmin ediyordu. 2021’de ona rağmen Rusya’ya dönme karârı aldı. Bence zamanlaması çok önemliydi. Münih Güvenlik Konferansı sırasında bunu yapmak istedi Putin. Putin sembolizme çok önem veren bir lider. Bir mesaj da vermek istedi. Çünkü Münih Güvenlik Konferansı 1960’lı yıllardan beri yapılıyor. Fakat Putin açısından şöyle bir sembolizmi var: 2007 yılında bir konuşma yaptı. Ve bu konuşma aslında Rusya’yı yakından izleyenler tarafından şöyle değerlendirildi: Putin’in NATO’ya ve Batı’ya meydan okuması. Putin her zaman Batı karşıtı değildi. 2000’li yılların başında seçildiğinde, ülkenin başına geçtiğinde aslında Erdoğan gibi Avrupa’yla entegrasyonu destekliyordu. Fakat 2007 yılında artık o bakış açısından bir kopuşu gördük. Ve “NATO’nun doğuya doğru genişlemesi Rusya’yı tehdit eder” dedi o konuşmasında. Şimdi böyle bir sembolizmi var Münih Güvenlik Konfernası’nın Putin açısından ve Navalni’nin öldürülmesi aslında bence Batı’ya yeni bir başkaldırı. Yani: “Siz bana yaptırım da uygulasanız Ukrayna yüzünden, izole etmeye de çalışsanız, ben buradayım ve güçlüyüm. Bakın sâhada…” –Ömer’in bahsettiği gibi– “…askerî olarak bir yıldır hiçbir şey elde edemezken şimdi ettim. Niye ettim? Çünkü Amerikan Kongresi Ukrayna’ya yardımı onaylamıyor. Ukrayna’nın elinde yeterince silâhı yok, kapasitesi yok ve Navalni’yi de öldürüyorum. Korkmuyorum. Sizin yaptırımlarınızdan da korkmuyorum.” Nitekim cuma günü Biden yeni yaptırımlar açıklayacak. Herkesin kafasındaki soru şu: “Nasıl bir yaptırım açıklayabilir? Zâten elindeki bütün yaptırım araçlarını kullandı Amerika; ama hâlâ Rus ekonomisi büyümeye devam ediyor”. O yüzden Navalni olayını bence o çerçeveden görmek lâzım. Bir de son olarak şunu ekleyeyim: Hani önemsiz dedin, ama Navalni aslında önemli bir muhâlif aktör. Yani kendi ekibi o hapishânedeyken de yolsuzluklara dâir, Putin’in yolsuzluklarına dâir bir sürü rapor yayınladı ve bu bir sürü insanı sokağa da çekti. Aslında halkı mobilize etme potansiyeli vardı ve bu nedenle de öldürüldü aslında. Seçimler geliyor Rusya’da, Mart ayında zannediyorum. Şimdi Navalni’nin öldürülmesiyle zâten çok dağınık ve zayıf olan Rus muhâlefeti açısından önemli bir lider artık yok. Putin muhâliflerinin önemli bir kısmı ülke dışında. Ülke içinde olanlar çok dağınık ve zayıf. O yüzden Navalni’nin öldürülmesi Putin’in Batı’ya göndermek istediği bir mesaj olduğu kadar, bence bundan sonra yeni bir döneme girildiğini de gösteriyor Putin’in gücünü konsolide etme sürecinde. Bu artık yeni bir safha diye düşünüyorum ben.

Ömer, sen ne dersin? Sen de Gönül kadar önem atfediyor musun, hem içeriye hem dışarıya mesaj olmasına Navalni’nin… Bir kere öldürüldüğünü varsayıyoruz herhalde, değil mi, başka bir ihtimal var mı Ömer?

Ömer Taşpınar: Yok. Yani son aylarda Kuzey Sibirya’da bir yere yollanmıştı, kutuba yakın ve yani oradaki şartların çok daha kötü olduğu biliniyordu hapishânedeki. Yani bu aslında bir siyâsî cinâyet. Bu arada Navalni’yi 2-3 kez öldürmeye çalıştı zâten Putin. Kimyasal silâh kullanılarak zehirlendi, Almanya’ya uçarken uçakta zorunlu iniş yaptılar ve zar zor kurtarıldı. Ve kendisini zehirleyen istihbârat ajanlarıyla, Navalni Bellingcat isimli bir örgütle kurduğu ortaklıkla telefonla konuştu. Yani Rus istihbâratının şefi olarak kendini tanıttı, telefonda işletti bu kişileri ve: “Neden öldüremediniz? Ne oldu? Bu operasyon neden kötü gitti?” diye kendisi –YouTube’de var bunlar– konuştu ve adamlar dediler ki: “Ya işte, biz uçağı indireceklerini düşünmedik. Uçağı indirmeselerdi ölmüştü” diye îtiraf ettiler. Yani kendi cellâtlarıyla telefonda konuşartu, bunu da YouTube’a koydu… Bunun dışında Putin’in ne kadar yolsuzluklara bulaşmış bir lider olduğunu, Putin’in mal varlığı, Putin’in sarayları; yani sistemin kokuşmuşluğunu gözler önüne sosyal medyayı çok iyi kullanarak sermiş bir lider. O nedenle etkili de bir liderdi. Yani toplumsal karşılığı vardı Rusya’da, gençler arasında, muhâlifler arasında. En büyük başarısı da bence cesâretiydi. Yani çok rahat, ne bileyim, bir Fethullah Gülen’in yaptığı gibi Amerika’da kalabilirdi veya Amerika’ya gidebilirdi, Almanya’da kalabilirdi. Yani toplumsal muhâlefetini Rusya’ya karşı Batı’dan devam ettirebilirdi. Belki etkili de olurdu. Ama Rusya çok milliyetçi bir ülke Ruşen, Türkiye gibi milliyetçi bir ülke ve komplo teorilerine de çok yatkın bir ülke. Benziyoruz siyâsî kültür olarak Ruslar ve Türkler birbirimize. Eğer bunları yapsaydı, Batı’nın adamı olarak kalacaktı Navalni. Yani Batı’nın elindeki bir piyon olarak kalacaktı. Nasıl bugün bir sürü kişi Fethullah Gülen’e Batı’nın yarattığı birisi olarak bakıyor ve Fethullah Gülen Türkiye’ye gelmeyerek, Türkiye’de hapse girmeyerek, hattâ belki de ölümü göze alamayarak bir siyâsî cesâretsizlik gösteriyor; aslında Navalni bunun tam tersi. “Geliyorum” dedi, geldi. Hapishâneye gireceğini bilerek; belki de öldürüleceğini, bu şartlar altında olacağını bilerek geldi ve o cesâretiyle de topluma bir mesaj verdi, moral de verdi, “Ben buradayım” dedi. Bâzı açılardan hiçbir benzetme, hiçbir analoji birbirine benzemez; ama yani Selahattin Demirtaş’ın Türkiye’de kalmayı tercih etmesi gibi. Selahattin Demirtaş da çıkabilirdi Türkiye’den. Ama o hapse girdi, hapisten mücâdelesine devam ediyor ve ne kadar etkili olduğunu görüyoruz. Bence Selahattin Demirtaş ne kadar etkiliyse Türk siyâseti üzerinde Navalni de o kadar etkiliydi. Yani konuşuyordu, mesajlar veriyordu, avukatlarıyla ilişkisi vardı. Vladimir Kara-Murza diye bunun bir tâne yardımcısı var. Washington Post’ta o sürekli Navalni’yi anlatan yazılar yazıyor düzenli olarak. O da hapiste. Kara-Murza da hapisten yazıyor. Bunlar önemli isimler ve Rusya toplumuna bir bakıma moral veren insanlar; yani ülkede bir otoriterlik var, rekabetçi otoriter bile değil Rusya, tam otoriter bir ülke. Yani Putin’in seçimleri kaybetme ihtimâli yok. Erdoğan’ın var, Putin’in yok. Türkiye’de rekabetçi otoriter sistem var, Rusya’da tam bir otoriter sistem var. Ama o, karanlık ülkede bir ümitti insanlar için. Yani, “Tünelin sonunda acaba bir ışık olabilir mi? Bir gün bu insanlar çıkar da ciddî muhâlefet yapabilirler mi?” sorusuna belki de olumlu cevap vermemize neden olacak birisiydi. Putin Navalni’den kurtularak, Navalni’yi öldürerek aslında bir bakıma Gönül’ün verdiği mesajları veriyor, işte Gönül’ün söylediği, yani: “Benim karşımda hiç kimse duramaz. Hiç heveslenmeyin”. Batı’ya da bu mesajı veriyor, içeriye de bu mesajı veriyor. Çok daha sert bir otoriter döneme sokuyor Rusya’yı ve önümüzdeki 5-10 yıl içeride insanların bir bakıma kendisinden başka hiçbir alternatif görmeyeceği bir Rusya tasarlıyor. Bu konuda da maalesef başarılı oldu diyebiliriz. Navalni’nin bu trajik sonu bence târihte aslında çok büyük bir cesâret örneği olarak hatırlanacak.

Şimdi, Rusya konuşurken şu günlerde okuduğum bir kitap var. İlk defa okuyorum, Vladimir Sorokin diye bir yazar, çok çarpıcı. Çok ünlüymüş, ama ben ilk defa okuyorum; Opriçnik’in Bir Günü (çev: Eyüp Karakuş, Can Yay., 2024) diye. Tam da bugünün Rusya’sını, bir distopyayı anlatmış. Biraz daha eskiden yazılmış bir kitap. Çok eski değil ama… Ama okurken biraz Türkiye de geliyor insanın aklına açıkçası. Çok acayip, otoriterlik, baskı, her şeyi kontrol eden tek adam; o ve âilesi ve güvendiği isimler. Çok çarpıcı. Öyle de bir kitap duyurusu yapmış olalım.

Gönül, hızlı bir şekilde Gazze’de ateşkese gelelim… En son ABD yine Birleşmiş Milletler’de veto hakkını kullandı. Olmayacak gibi, değil mi?

Gönül Tol: Yani aslında bir değişiklik var. Tabiî oradaki çocukların, sivillerin, Filistin halkının öldürülmesini önemseyen biz gibi insanlar için yeterince hızlı olmuyor bu değişim, Biden yönetimindeki değişim; ama aslında söyleminde bir değişiklik var. Çünkü ilk kez ateşkes lâfını kullanıyor. Yani ateşkes lâfını Biden yönetimi Ekim’den bu yana hiç kullanmamıştı neredeyse. Şimdi, evet, bu pazartesi Cezayir’in Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sunduğu bir karar tasarısı vardı ve Gazze’de hemen şartsız bir ateşkesi talep ediyordu. Buna veto koydu ve aslında veto eden tek ülke, yani diğer ülkeler… galiba İngiltere çekimser kaldı, ama onun dışında Amerika tek veto eden ülke. Tabiî bu korkunç zarar veriyor Amerika’ya ve genel olarak Batı’ya, yani o liberal düzene. Mustafa Akyol çok güzel bir yazı yazdı Forum Policy için bu konuda. Yani Amerika’nın durduğu bu prensipsiz yer nasıl aslında Batı’nın demokrasi, insan hakları söylemini ve o alanda durduğu yerin altını çok hızlı bir şekilde oyuyor, onu anlatıyor. Dolayısıyla şimdi Biden yönetimi bir baskı altında aslında. Yani seçimler yaklaşıyor, işte Michigan gibi Arap seçmenin çok olduğu yerler, salıncak eyâletlerde artık insanlar oy vermeyeceğiz diyor, Trump önde görünüyor vs.. Şimdi ciddî bir baskı var. İkinci bir baskı unsuru da, Netanyahu diyor ki: “Refah’a gireceğiz”. O tabiî çok daha fazla çocuğun ve sivilin ölmesi anlamına geliyor. Bunu durdurmak için Biden yönetimi bir şey yürütüyor. Yani sürekli Netanyahu ile görüşülüyor. Zâten kapalı kapılar ardında bu söyleniyordu; Refah’a girme, ateşkes meselesi gündeme getiriliyordu, fakat ilk kez kameralar önünde Biden bunu söylüyor. Diyor ki: “Bir ateşkes olmak zorunda”. Daha önce “Çatışmaya ara” deniyordu ateşkes yerine ve ateşkes olmak zorunda. Buna geçici ateşkes diyorlar. İşte 5-6 haftalık bir ateşkes olsun; ama şartsız bir ateşkese hayır diyorlar. Yani Amerika’nın Birleşmiş Milletler nezdindeki temsilcisi dedi ki: “Biz Cezayir’in karar tasarısına veto kullandık, çünkü biz ateşkesin şartsız olmasını kabul etmiyoruz. Hamas’ın elindeki rehîneleri bırakması şartı olmak zorunda” dedi. Şimdi bu yeni söylemsel farklılıkla, ateşkes kelimesini daha fazla kullanarak Netanyahu’nun üzerinde de bir baskı oluşturmaya çalışıyor Biden yönetimi ve şu mesajı vermeye çalışıyor: “Refah’a sakın girme”. Tabiî bunu hep konuşuyoruz, Netanyahu bir varoluş mücâdelesi veriyor siyâsî olarak. İşe yarar mı yaramaz mı bilemiyoruz, ama böyle ufak bir değişiklik var Biden yönetiminde. Eğer Netanyahu Refah’a girerse –tabiî Allah korusun, çünkü orada 1 buçuk milyon insan var şu anda– o tabiî ateşkes konusunda çok daha net, radikal bir tutum takınmaya zorlayabilir Biden yönetimini.

Evet, Ömer seninle koyalım noktayı. Ateşkes bekliyor musun?

Ömer Taşpınar: Beklemiyorum. İstihbârat şefleri arasında devam eden bu görüşmelere 10 Mart’a kadar bir süre verdi İsrail. 10 Mart’a kadar. Savunma Bakanı dedi ki: “Hamas’ın elindeki bütün rehîneleri bırakmasını bekliyoruz. Aksi takdirde Refah’a gireceğiz”. Ve Amerika’nın derdi de 10 Mart’a kadar bir çözüme ulaştırmak bunu. Ateşkesi Amerika da aslında istiyor, ilk defa istiyor Gönül’ün anlattığı gibi; ama hemen bunun gelmesinden çok, “mümkün olduğunca çabuk ve diplomatik görüşmeleri de göz önüne alarak” demek istedi. Yani dilde tam anlaşamadılar. Fakat tabiî ki Amerika’nın imajına yine darbe vurdu bu; ateşkesi hemen istemeyen bir ülke olarak. Halbuki mümkün olduğu kadar çabuk; as soon as possible, artı, siyâsî görüşmeleri de göz önüne alarak bir ateşkes; yani ateşkes şartlı olacak. Ateşkesin olması rehînelerin salıverilmesine bağlı olacak… Şu anda öyle bir diplomasi yönetiyor Amerika. O yüzden Birleşmiş Milletler de gene burada kontrpiyedekaldı. Aslında bir değişiklik var Amerikan pozisyonunda. Amerika daha sert bir konumda artık İsrail’e karşı. Bu Biden için seçimleri de etkileyebilecek bir mesele. Sâdece Yahudi lobisi değil; Amerika’daki bütün gençleri, demokratların tabanını, aktivistleri kaybetme riskiyle karşı karşıya. O nedenle aslında bir U dönüşü yapıyor. Fakat öte yandan da bu Kahire’de devam eden görüşmeleri, müzâkereleri de göz önüne alarak bir diplomasi yönetmek istiyor. 10 Mart’a kadar bu iş çözüldü çözüldü; 10 Mart’tan sonra benim tahminim maalesef o Gönül’ün bahsettiği kötü senaryo, yani Netanyahu’nun Refah’a girmesi senaryosu olacak. O da bütün rehînelerin ölmesi anlamına gelir. Zîra yerle bir edilirse Refah, yani şu anda Gazze’nin diğer alanlarına yaptıklarını yapıp bombalamaya başlarlarsa ve orada binlerce ölü olursa, ortada konuşacağımız rehîne de kalmayacak. Yani çok kötü bir döneme doğru gidiyoruz. Önümüzde çok kritik bir 10-15 gün var. Bakalım ne olacak?

Evet, noktayı koyalım. Gönül, sen haftaya buralardasın. Sana bir müjde, bize tabiî ki kötü haber. Dolar 31 lira oldu artık bugün îtibâriyle. Sizin gibi dolar kazananlar için iyi, bizim gibi TL kazananlar için kötü bir haber. Bakalım ne olacak? Allah sonumuzu hayır etsin diyelim.

Gönül Tol: Yani “Yemeği sen ısmarla” mı diyorsun Ruşen?

Ismarlarım yine, gönlümüz zengin.

Gönül Tol: Teşekkür ederim.

Evet, çok teşekkürler Gönül Tol, Ömer Taşpınar. İzleyicilerimize de teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.