Erdoğan AKP’yi eski günlerine geri götürebilir mi?
-Hayır.
Yeniden Refah AKP’nin tahtına oturabilir mi?
-Hayır. Adı üstünde, Yeniden Refah, en fazla Refah kadar ilgi görebilir.
İYİP toparlanır mı?
-Hayır. Hiçbir zaman kemik kitlesi olmadı. Liderinin kendi yol haritası olmadı. Tıpkı yola çıkarken gelen emanet vekiller gibi seçmeni de yüzergezer seçmendi ve şansını boşa harcadı. İYİP artık sadece, diğer partileri besleyecek bir insan kaynağı. Ekip dağıldıktan sonra işlevi sona erecek.
Bu soruların kısa cevaplarını uzun uzun tartışmaktansa asıl odağı tartışmaya geçelim mi? Türkiye’de bir şey oldu. Sağ sosuyla makulleştirilmeden toplumda kabul görmeyeceği zannedilen CHP, birinci parti oldu. Bu imkânsız zannedilen başarı, CHP’nin, halkın kemiğine kadar işlemiş CHP kibrinden sıyrılmaya başlamasıyla mümkün oldu. Halkı ayağına beklemektense, halkın ayağına giderek teveccühünü kazandı. Demek ki halktan bu kadar kopulmasa, daha önce de başarılabilirdi.
Ya sonra?
Şimdi ne yapacağız? Ne yapmalıyız?
Kültür savaşları
AKP’nin kuruluşundan itibaren Erdoğan hep sanatçıları yanında görmek istedi. Kurulur kurulmaz ses sanatçılarıyla verdiği fotoğrafları unutmayın. Çünkü biliyordu, Atatürk yeni Türkiye’yi yaratırken kültür sanata çok önem vermişti. Öyleyse eski Türkiye için de ilk hedeflerinden biri kültür sanat olmalıydı. Ama öyle birden bire değil, yavaş yavaş. Çünkü o da kabul ediyordu, kültür endüstrisi denilen şeyin dönüştürücü gücünü. Sanatçılar ondan yana olursa, o sussa onlar eserleriyle konuşurdu. Onun kanunla yapamadığını, kültür endüstrisi ılık ılık kana işleyerek, sevdirerek sağlardı. Sorun şuydu ki, kendi camiasında sanatı üreten figürler yoktu. Aman canım, her devirde iktidardan yana tavır alan sanatçılar yok mudur? Endişeye mahal yok, derhal belediyecilikten öğrendiği ihale usulü üzerinden hazır üretilmişini parasını verip satın alarak, kültürel hegemonyasını kurmaya girişti usulca.
Onun düşünce sistemine göre, Atatürk’le bu ülkeye gelen Batı tarzı kültür sanat ve modern yaşam biçimi halkı değiştirmiş, “yozlaştırmış”, eski kimliğinden ve mütedeyyin yaşam biçiminden uzaklaştırmıştı.
AKP iktidarının ilk on yılında hayalini kurduğu yıkımın temellerini attıktan sonra, yıkım makinesi ilk ürünlerini vermeye başlarken esas savaş alanına yöneldi. Kültür savaşları. Kültürel dönüşümü sağlayamadığı müddetçe yaptığı hiçbir şeyin kalıcı olmayacağını biliyordu. Son on yıldır, iktidarı kuvvetlendikçe yeni savaş alanları açtı kendine. Akademide, eğitimde, sanayide, tarımda yürüttüğü savaşa ek olarak, etnik kimliklerde ve gündelik yaşam tarzında kendinden olmayan herkesle savaşa girişti. Farklı cephelerde aynı anda çatışmaya başladı herkesle, her şeyle. Normal olan onlardı ve hepimiz o kalın kafalarımıza sokmalıydık bunu. Ancak işler umduğu gibi gitmiyordu. İktidarı güçlendikçe yeni nesil onun arzuladığı gibi yetişmiyordu.
Torunlarının değişimine şahit oldukça kahrolan ve onlara söz geçiremeyeceğini gördüğü için çözümü çatık kaşıyla katı kurallar koymakta bulan despot bir dedeye dönüştü Erdoğan. İktidarını kendisini sevdirerek koruyamadığı için zorla korumak zorundaydı. Bastonuyla yere vura vura Türkiye’yi dev bir muhafazakâr evine dönüştürmeye başladı. Festivaller yasaklanmaya, sanatçılar korkutulup kaçırılmaya başladıkça, çoktan başka bir hayata alışmış olan ev halkı bu mutsuz evden kaçmaya başladı. TRT’de yayımlanan Abdülhamit dizisi bu hayal kırıklığını görünür kılıyordu örneğin, hüzünlü müzikleriyle yakarıyordu, bırakmayın beni. Kendisiyle eş tuttuğu, ajanlarla ve hainlerle mücadele eden Abdülhamit gibi düşüyordu.
Sosyal medya diye Allah’ın belası bir şey vardı mesela ve sürekli onun muhteşem işleriyle alay ediliyordu. Misyonu ifşa ediliyordu. Tam ana akım medyanın ağzını bağladım derken, yolsuzluklar sosyal medyada konuşuluyordu. Gezi’yle anladı ki, seçmeni ne kadar çok olursa olsun, asla ondan yana olmayanlar da çokmuş. Anladı ki, tebaa zihniyetiyle meşhur seçmeninin devamı gençlikte yokmuş. Gezi’den sonra ağırlık verdi kültür savaşlarına.
Ekrem İmamoğlu’nun ilk İstanbul zaferi sonrası başarısına çökmeye çalışıldığında isyanla kurduğu cümleler eminim kâbusu olmuştur Erdoğan’ın.
“Yolumuz uzun, heyecanımız yüksek, gençliğimiz var, gençliğimiz var. Biz, adalete susamış, demokrasiye inancı tam, Türk gençliğiyiz. Ve de asla vazgeçmeyeceğiz.”
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Oh my goodness!! Bi insanın üzerine bu kadar da gidilmez ama insaf!!
Erdoğan zaten gençliğinin eriyip gittiğinin farkındaydı. Bu yüzden Milli Eğitim Bakanlığı’ndan çok Diyanet’e bütçe ayırıyordu. Bu yüzden TÜGVA’yı kurduruyor, Okçuluk Vakfı’nı destekliyor, cemaat vakıflarını Gençlik Spor Bakanlığı’yla, Milli Eğitim Bakanlığı’yla işbirliğine davet ediyordu. Kültür endüstrisini de muhafazakâr camianın hâkimiyetine almak, onlara has bir kültür inşa etmek hevesiyle taarruza geçiyordu. Arzu ettiği yaşam biçimini kanıksatacak diziler yazdırdı, kendisini övdürecek sanatçıları istihdam etti. Gençler sosyal medyada ondan yana olmuyor mu? Troll orduları kurdurdu. Muhalif sanatçılar parasıyla dahi olsa yanına gelmiyor mu? Çıktıkları sahneleri yasaklattı. Sosyal medyada festivalleri yasaklatmakla gurur duyan takkeli bir tim kurdu ve bu tim yasaklatmayı başardıkları festivalleri sayfa sayfa yayımlayarak kendileriyle gurur duydu. Yasaklanan özgür festivallerin yerine, devletimizin gövde gösterisi yaptığı -kim ne yapsın- Teknofest düzenlenmeye başlandı.
Bir dakika, bir tuhaflık var burada. Kültür öyle inşa edilmez ki? Öyle tuğlaları diz, harcı yapıştır, sonra fazla harcı topla, böyle bir şey değil. Kültür inşa edilir edilmeye de öyle aynı boyutta tuğlalarla olmaz o iş. Her gelen kendi harcıyla kendi seçtiği taşı koyar duvara, gel zaman, git zaman güneş ısıtır, yağmur ıslatır, rüzgâr kumunu alır götürür, öyle öyle yüzyıllar içerisinde oluşur. Yani talimatla değil. Tensipleriyle hiç değil, ne münasebet? Kendiliğinden. Batı’da özgür düşünce ortamı sağlandıkça ortaya çıkan kültür endüstrisi Doğu topraklarında yeşermiyor bir türlü. Bu ülkede de Batı tarzı kültür sanat Erdoğan’ın yıkmaya çalıştığı mihenkle kendini bulmaya başlamıştı ya, özgür düşünceyle. Erdoğan can düşmanı özgür düşünceye müsaade etmeyeceğine göre kendi kültürel hegemonyasını kurabilir mi gerçekten? Öyleyse şu soruyla devam edelim;
Yaratıldığına inanan biri, yaratabilir mi?
Taklitten çıkıp, teşbihten çıkıp, boynunu bükmeden, izahata girişmeden, mazeret bildirmeden, sıfırdan bir fikir yahut sanat eseri yaratılabilir mi?
Din zaten buna izin vermiyor biliyorsunuz. Resim yaparken suret çizmek günah, müzikte yaylı enstrümanlar yasak, def gibi vurmalı çalgılar serbest. Kadının, dans etmesi, şarkı söylemesi şöyle dursun, sesi bile haram. Bazı fikirleri konuşmak, tartışmak yasak, yapabilseler düşünmeyi bile yasaklamak isterlerdi. Hâlbuki fikir dünyası, kültür, sanat; yana yakıla, aşkla, tutkuyla, isyanla çıkmaz mı ortaya? Düşündüğünü söylemenin dahi yasak olduğu bir dünyada sanat üretilemez, üretilemedi.
Korkutup kaçırdığı, alanlarını kapatıp sindirdiği sanatçılar piyasadan el çektirilince vasata kaldı ortalık. Sesleriyle oynanmış fikirsiz şarkıcılar türedi, bayılamayan oyuncular. Tıpkı bir muhafazakâr evinde olduğu gibi ebeveyne rağmen yapılır oldu sanat, iktidara rağmen, bedel ödeyerek. 90’ları bile özler olduk ya hu!! Hâlbuki gelişim silsilemizde milenyumdan önceki sıçrama tahtası olmalıydı 90’lar sadece. Sıçradık ama dalamadık, havuzun suyu çekilmiş, betona çakıldık…
Peki, kültür sanatın öneminin farkında olan yalnızca Erdoğan mı?
Değil, neyse ki değil. Bakınız, İBB en az sosyal destek kadar kültür sanat alanında da bir savaş veriyor. Covid 19 pandemisi bahane edilerek elinde avucunda ne varsa alınan sanatçılara sahnelerini açıyor. Vatandaşa “Sakın param yok diye bahane etme, al biletin benden. Haydi, konsere, tiyatroya” diyor. Dünyaca ünlü sanatçıların eserlerini başta Feshane olmak üzere birçok alanda sergiliyor. Çocuklara resme, heykele, müziğe, oyunculuğa merak salacakları sanat aşkını aşılayacak atölyeler açıyor. İBB Miras’la yok olmaya yüz tutmuş tarihi eserleri yeniden işlevlendirerek İstanbullulara üzerinde yaşadıkları mirası hatırlatıyor.
Aslında hayatımızı şekle büründüren mimari ne kadar önemli değil mi?
Bu ülkede mimari bir yaşam biçimi değil, barınma ihtiyacını karşılıyor uzun zamandır. İnşaat ya Resul Allah diyenler, çok aceleleri olduğundan ne sağlamlığa baktılar, ne zarafete. İBB, üzerinde yaşadığımız mimari mirası halkın erişimine açarak yaşam deneyimini zenginleştiriyor bir yandan da. Çok üzülüyorum hiçbir kimliği olmayan apartmanları gördükçe. Sanki hiçbir görgüsü, kültürü olmayan, sanki hiç bu topraklarda yaşamamış biri karton kutuları yan yana dizmiş, üzerine pencere diye delikler açmış, balkon diye demir çubuklar dizmiş.
Bu ruhsuz binalar, ruhumuzu kurutuyor. Bizler o evlerde yaşamıyor, başımızı yağmurdan, güneşten koruyoruz, o kadar. Ruhsuz bir apartmanda yaşayan insan demir parmaklıklardan ibaret balkonuna porselen yahut seramik bir saksı koymaz da yoğurt kabına dikiverir sardunyayı. Ama şöyle işlemeli parmaklıklar olsa, yakışır mı o yoğurt kabı oraya? Değil mi? Mekânların zenginliği önceliyor yaşam kalitemizi.
İşte bu betona boğulmuş şehirde İBB Miras ekibinin yeniden işlevlendirdiği mekânlarla o eski şaşalı, ihtişamlı mimariye yeniden dokunma şansı buluyor, vitraylardan süzülen ışığın üzerimizde gezindiği merdivenlerden çıkmayı deneyimleme şansı buluyor, daha renkli düşünmeye davet ediliyoruz. Aslında zengin bir kültürel mirasın üzerinde oturduğumuzu hatırlıyoruz yeniden, tüm tek tipleştirme çabalarına rağmen. Ve barışıyoruz kavga etmemiz istenen mahallelerle. Kaçırılan ruhları çağırma seansları düzenleyelim mi? Batı’ya özenmeyelim, Doğu’dan utanmayalım, eski-yeni ne varsa bu topraklardan yolu geçen, sahip çıkalım.
Kültür ve sanatı doyasıya tadalım ki, içimizde baskılanan çok boyutlu insan kendini bulsun artık. Biz, bu ülkede, bir prizma gibi sahip olduğumuz çok renkli mirasın kesikleriyle ışıldayalım artık.