Ruşen Çakır ve Mustafa Öztürk izleyicilerden gelen sorularla yorumladı: İslam ve siyaset

Ruşen Çakır ve ilahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk ile Türkiye’de İslam ve siyaseti, AKP’nin 22 yıllık iktidarını, din ile ilişkisini, izleyicilerden gelen soru ve yorumlarla değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Uzun zamandır düşündüğümüz bir yayını ancak gerçekleştirebiliyoruz. Prof. Mustafa Öztürk’le sizlerin de katılacağı bir yayında İslâm ve siyâset konuşuyoruz canlı yayında. Nasıl yapacağız? Benim ve Medyascope’un YouTube sayfalarında chat bölümlerine sorularınızı, yorumlarınızı, eleştirilerinizi yazabilirsiniz ve bunları ben aktaracağım, Mustafa Hoca da cevaplayacak. Hocam, merhaba.

Mustafa Öztürk: Merhabalar.

Şimdi, siz bir video yaptınız ve bu videoda 22 yıllık AKP iktidârının bilançosunu din üzerinden yorumladınız. Onu bir özetleyelim, ondan sonra izleyicilerimiz zâten çok sayıda soru ve yorum yolladılar, onlarla da devam edelim.

Mustafa Öztürk: Evet, ben o videoda, “Bu hareket kendisini sürekli din üzerinden tanımlayarak siyâsetin içerisinde var oldu” diye söyledim. Fakat 22 yıllık tecrübe bize şunu gösterdi: Bunlar dini sadece siyâsî iktidâra tutunmanın bir manivelası ve aparatı olarak, enstrümental olarak kullandılar. Dinle hiçbir zaman özsel/varoluşsal bir bağ kurmamışlar. Din, bunları Türkiye reel-politiğinde siyâsete taşıyan bir araç olarak kullanıldı ve o işlevini tamamladı. Bu bağlamda, burası birincisi. Dolayısıyla ortaya dinin tepeden tırnağa bir istismârı çıktı. İkincisi, din üzerinden tanımlayınca, ister istemez kendinizi dindar olarak da prezante ediyorsunuz. Fakat gördük ki bunların 22 yıllık yaşattıkları tecrübede, dindarlıkları, “kendilerine dindarlık” olarak tezâhür etti. “Kendilerine dindarlık” ne demek: Hak, hukuk, adâlet dediğin şey bizim kendi aramızda olursa mevzûubahis olan bir şey; bir başkasına haksızlık, hukuksuzluk, efendime söyleyeyim zulüm, bunlar câiz kabul edildi. Sebebi neydi? Kendine dindar olmalarının, kendine ahlâklı olmalarının sebebi de şuydu: İçinde bulundukları ülkeyi ve iktidarda bulunuş konumlarını, pozisyonlarını bir fetihçi mantığıyla algıladılar. Çünkü onlar, yüz yıllık açılan parantezi kapatmak için geldiklerine inanmışlardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsurlarıyla en baştan beri hesaplaşmaları vardı. Ve bu hesaplaşma ortamında kendi siyâsî hareketlerine destek vermeyen tüm kesimleri, fıkhın tâbiriyle söylersek, “Dârülharp vatandaşı” gibi, bir tür “zimmî” gibi gördüler. Kendileri de bu ülkeyi bir Müslüman’ın cihad rûhuyla fethettiklerine inanırcasına… Böyle olunca, fetih mantığı söz konusu olunca ne olur? Karşı tarafın imkânları ganîmet telakkî edilir. Dolayısıyla bugün bir tür talan, yağma gibi yapılan işleri… Hani hatırlarsınız değil mi, Şevki Yılmaz’ın, “Ya, Merkez Bankası’nı boşaltın, kime bırakacaksınız bunları?” derken tam bunu anlatmaya çalışıyordu adam. Yani: “Biz burayı fethe geldik, Allah bize bu ganîmeti helâl kıldı.” Kimin elinden alıyorsunuz? Kimden fethediyorsunuz? Dârülharp gibi bakıyorsunuz. Nitekim 31 Mart’ta değil de bir önceki seçimden önce karşı tarafı tanımlama kavramlarını bir hatırlayın: “Bunlar kitapsız, bunlar namazsız, bunlar seccâdesiz, bunlar abdestsiz.” Bu kategori kime benziyor sizce? Aynı dinin inananları olarak değil; kendileri mümin, Müslüman; karşı tarafı da bir nevi gayrimüslim gibi görüyorlar. Böyle olunca da onların hakkını, hukukunu çalmak; dolayısıyla bu ülkenin imkânlarını sâdece kendin için kullanmak. Bir kutsal dâvânın neferleri gibi algılıyor adam kendisini. FETÖ de böyle yapıyor. Yani o hırsızlık yaparken, soru çalarken günah işlediğini düşünmüyor. Hak dâvâsı uğruna gayrimüslimin, kâfirin elinden bir imkânı alıp Müslüman’ın kullanımına sunduğunu düşünüyor ve buradan da muhtemelen sevap kazandığını bile telakkî ediyor, bir de bu. Bir üçüncüsü de, bunların hani dindarlık, olmazsa olmazı olan takvâlılık, ihlâs, samîmiyet… bu söylemlerin hepsi, şimdiki son günlerde karşılaştığımız ve belediyeler devralındıktan sonra ortaya çıkan manzaraya baktığımızda, saat hâdiselerine falan baktığımızda, geçmiş zamanlardaki bu tür takvâ söylemleri meğer parasızlıktanmış. Yani parasızlık takvâ olarak dillerine vurmuş. Para sâhibi olunca, TOGG için dua edip Audi A8’e binen bir Diyânet İşleri Başkanı çıktı.

Tam onu soracaktım, Audi’yi soracaktım. Geçenlerde Karar gazetesi manşetten vermişti: “TOGG için dua etti, ama Audi’nin üst markasını istiyor” diye.

Mustafa Öztürk: Takvânın çulsuzluk, parasızlık olduğunu; imkân sâhibi olduğunda, hani biti kanlandığında nasıl bir takvâ pratiği ortaya çıktığını günbegün her gün görüyoruz.

Hocam, Batuhan Bey demiş ki: “Özlemiştik Mustafa Hocamızı” demiş. Ben de özledim vallahi, ne zamandır yayın yapamıyoruz. Bir izleyicimiz de, “Mustafa Hoca ile hâlâ uğraşıyorlar mı?” diye soruyor.

Mustafa Öztürk: Vallahi ben bağlantısızlar ülkesi gibiyim. Uğraşıp uğraşmadıklarından dahi haberim yok gerçekten. Yani siz beni şu canlı yayına bağlamadığınız sürece, biliyorsunuz, ben gazetede de yazmıyorum artık. Benim sosyal medya kanallarım da yok. Bir tek YouTube’a arada bir, o da çok da düzenli olmayan videolar aktarıyorum. Kim uğraşıyor, kim uğraşmıyor; bir savcılık beni çağırmadığı sürece kimin uğraşıp uğraşmadığından yana hiç haberim yok. Alâkadar da olmuyorum. Ben o dünyadan hakîkaten hicret ettim ya, çıktım gittim. Uğraşmaları da enterese etmiyor, beni hiçbir şey ilgilendirmiyor.

Şimdi bir izleyicimiz, Hanzade Beyza diyor ki: “Niye siyâsal İslâm diyorsunuz, İslâmcı diyorsunuz? İslâm zâten siyâsal bir şey” diyor. Böyle mi hakîkaten?

Mustafa Öztürk: Sonuna kadar katılıyorum. İslâm’ın fıtratında var siyâset. İslâm çok politik bir din. Tâ kurucu unsurda, kaynakta böyle. Peygamber hayâtında da böyle. Ama bizim bu tâbiri kullanmamız, galat-ı meşhur olarak kullanıyoruz. Yani böyle bir, atıyorum Oliver Roy’un kitaplarından ve genel olarak meselâ Türkiye’de muhâfazakârlık denen, ne idüğü belirsiz, çerçevesi nasıl tanımlanacağı, çerçevesinin nasıl çizileceği belli olmayan bir kavramın böyle biraz gevşek, gelişigüzel kullanılması gibi bu “siyâsal İslâm” tâbirini de onun için kullanıyoruz. Aslında AK Parti tecrübesine atıf yapmak için kullanıyoruz. Yoksa gerçekten İslâm özünde çok politik bir din. Bakın, Peygamber’in herhangi bir imkân sâhibi olmadığı, bir güç nüfuz elde edemediği, bireysel düzeyde tebliğ faaliyeti yürüttüğü dönemde, bir avuç Müslümanken Kur’an-ı Kerim’in hitap şekline, hitap ettiği konuların içeriğine bakın; bir de Medine’ye intikal ettikten sonraki diline, üslûbuna, ilgilendiği konulara ve Peygamber’in hal ve hareketlerine bakın. Bu, Türkiye’deki dindar ya da muhâfazakâr ya da “siyâsal” İslâmcıların iktidar öncesi yıllardaki söylemleri ve ilgilendikleri meselelerle şimdiki halleri kıyaslandığında biraz benzerlik kurulabilir.

Şimdi bir izleyicimiz şöyle bir şey söylemiş: “Türkiye’de kimlik siyâsetinde Türklük kimliği çoğunlukla Müslüman kimliğinin önüne geçmiş. Dolayısıyla bu coğrafyada yaşayan toplumun İslâm anlayışı diğer Müslüman ülkelere göre daha hafif diyebilir miyiz?” diyor.

Mustafa Öztürk: Yani Anadolu’daki halkın kendi doğal hayatları içerisinde özümsedikleri geleneksel, an’ane, büyük ölçüde de şifâhî yolla edindikleri dinî birikim ve tecrübe, daha serbest bir din anlayışı sunuyor diyebilirim. Ama özellikle bugünkü siyâsal iktidâra angaje olan, onlarla iş tutan, kamu iktisâdî teşekküllerine dönüşen bu cemaat ve tarîkat yapılanmalarının, örgütlü yapıların din anlayışı hiç de öyle toleranslı, Türk kimliğini öne geçiren bir İslâm anlayışı falan değil. Yani Türkiye’de kitâbî dindarlık, Arap nosyonu baskın bir İslâm sunuyor. Türkiye’nin orijinal, bu arkadaşın anlattığı rahat –öyle anladım, değil mi?– toleranslı, daha serbest İslâm, bence Anadolu topraklarına bu Sünnîliğin Osmanlı’dan sonra kök salmasından önceki dönemlerde Bektâşîlik dediğimiz yapıdır. Orijinal Türk İslâmı’nın karşılığı Bektâşîlik’tir benim için. Veyâhut bugün heretik kabul edilen ya da heretik demeyeyim, heterodoks kabul edilen Sûfî yapılardır. Meselâ Yesevîlik diyelim veyahut Kalenderîlik diyelim, Bektâşîlik diyelim. Türkler’in dokusuna uygun İslâm bu aslında. Çok daha insancıl, daha sivil bir İslâm diye düşünüyorum ben.

Çok soru yağıyor. Şimdi Kemal İslim çok güzel bir şey sormuş. Aslında en temel sorulardan birisi. O da aynı senin gibi diyor ki: “Evet, İslâm siyâsal bir din, eyvallah. Peki, İslâm’la demokrasi bağdaşır mı?” diye soruyor. En altın soru bu galiba. Ve hattâ şöyle demiş: “Avrupa’daki İslâmofobikler gibi görünmek istemem, ama bu bana biraz zor geliyor gibi” demiş.

Mustafa Öztürk: Arkadaşlar, ben geçenlerde bir lâf söyledim, çok tantana oldu peşinden: “Felsefe varsa İslâm diye bir şey olmaz, İslâm varsa felsefe olmaz” demiştim. Aynısını bugün demokrasi için söyleyeyim. İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’an’a ve Peygamber’in hayat tecrübesindeki uygulamalara sadâkat gibi bir hassâsiyetimiz varsa; yani Kur’an’ın önerdiği, önümüze koyduğu İslâm formasyonunu esas alacağız derseniz, öyle demokrasinin “d”si bile oralarda söz konusu olamaz. İslâm, öyle bir özgürlük alanı tanıyan bir din değil. Yok. Dolayısıyla, hem İslâm dediğimiz Kur’an’ın hükümleri ve nizâmı geçerli olsun hem de demokrasi olsun, o şuna benziyor: Hem pastam dursun hem de karnım doysun. Öyle bir şey yok, o mümkün değil. Şunu söyleyeyim: Demokrasinin, fikir özgürlüğünün, insan haklarının olabildiğince geniş çerçeveli uygulandığı bir toplumsal düzen talep ediyorsanız, o zaman İslâm’ın en azından şerîat kısmını kaldırıp rafa koyacaksınız. Târihsel bir mîras olarak kenara koymak zorundasınız. Yani hem onunla hem bununla gidemezsiniz. Ben açık söyleyeyim: İslâm’ın lafızcı, yani Kur’an’ın söylediğine uygun yorumu 2024’ün dünya gerçekliğinde neye tekabül ediyor ya da en çok neye benziyor derseniz, Taliban’a benziyor. Bana o adamların uygulamalarının hiçbir tânesinin Kur’an’daki âyetlere, hadislerin içeriğine veyâhut klasik Sünnî fıkıh müktesebâtına aykırı olan bir tek uygulama bulamazsınız. İslâm bu. Dolayısıyla ben bu modernist İslâmcı çabaları çok zorlama girişimler olarak buluyorum. Yani burada, ne yardan geçebiliyor ne serden geçebiliyor. Ne geleneksel İslâm formasyonunu kabullenebiliyor ne de çağdaş değerlerden vazgeçebiliyor. O zaman çağdaş değerler lehine İslâm’ı şöyle bir tıraşlayıp bir tür Protestanvâri yeni bir şey uygulayabilir miyiz? Olmuyor o zaman. O zaman İslâm diye bir şey yok. O zaman böyle bulaşıklık yapacağına, İslâm denen şeyin bu fıkıh, toplumsal düzen boyutunu kaldır koy bir kenara. Çünkü de ki: Bu din değildir. Din nedir? İnsanı iyileştiren, ahlâken olgunlaştıran, erdemli insan ve toplum üretmeyi hedefleyen bir öğretidir, değil mi? Bunu al eleği eline, Kur’an-ı Kerim âyetlerini de eleğin üstüne koy, şöyle salla. Altından buna dâir ne kalıyorsa onu uygula, gerisini bırak. Yapabiliyor musun? Var mı yüreğin? Böyle yap. Ben târihsellik teziyle tam da bunu teklif ettim. Yani öyle kalkıp Kur’an-ı Kerim’in birkaç tâne hukuk içerikli âyetlerinde ufak rötuşlar yaparak, yok “Kadını dövmek öyle değil, yok şöyledir, yok başörtüsü buradan geçti” diyerek veyâhut hırsızın elini kesmek değil, işte hapse atmak diyerek bir şey yapmış olmuyorsunuz. Hiçbir şeye benzemiyor ortaya çıkan şey. Böyle modifiye yorumlarla İslâm çağa uygulanamaz. Yani İslâm’ın şerîat kısmı mîâdını doldurmuştur. Hukuksa hukuk düzeninin genel müktesebâtının son geldiği aşamadaki o büyük müktesebâtı kullanarak yapacaksın üstâdım. Bu kadar basit yani. Bu kadar basit.

Hocam, biraz nefes alın. Biraz nefes alalım, çok soru var. Meselâ Ruken Hanım diyor ki: “Demokraside her şeyi sorgularsınız, eleştirirsiniz; İslâm’da bunu yapamazsınız.”

Mustafa Öztürk: İşte tam da onu diyorum ben, yapamazsınız. 

Bir izleyicimiz demiş ki: “Hocam, neden açıkça ‘İslâm’ı terk etmeliyiz’ demiyorsunuz? Yoksa, ‘Gerçek İslâm bu değil’ mi diyorsunuz?”

Mustafa Öztürk: Hocam, ben var ya, bu “Bizim oğlan binâ okur, döner döner gene okur” muhabbetinden sıkıldım. Ben “Gerçek İslâm bu değil” söylemine en illet olan, en gıcık olan adamların başındayım. Biri benim, biri Dücâne. Yani bu uygulama var, önümüze kötü bir uygulama geliyor, “Ya, gerçek İslâm o değil, bu”. Ya ne? Ben diyorum ki gerçek İslâm işte, bugün Taliban’ın uyguladığı şerîat gerçek bir İslâm. Hiç te’vile me’vile, yoruma gerek yok. Benim İslâm’a olan intisâbım ve mensubiyetim… bir kere bu kültürel iklimde doğmuşum; ama bu kültürel iklimin içerisinde bireysel olarak inanma ihtiyâcı, arzusu duymuşum. Her inanan insan gibi bir Tanrı fikri oluşturmuşum. Ama bu oluşturduğum fikir senin Sünnî yorumuna uyacak değil. Belki İbn Arabî’ye yakın düşüyor, belki Spinoza’nın panteizmine daha yakın düşüyor. Kimseye de ifâde vermek zorunda değilim. İslâm’la ilişkim bu düzeyde. Yani belki bu, kültürel iklimin çocuğu olmakla ilgili. Bu kadar basit.

İzleyicimiz Ahmet Elden diyor ki— tam bununla alâkalı bir şey aslında: “Ahlâklı olmak için din şart mı?”

Mustafa Öztürk: Değil, hiç değil. Bunu da çok konuştuk. Yani ahlâkın kaynağı, orijini din değil. Dini ben şuna benzetiyorum: Eczânelerden aldığınız magnezyum, bilmem ne, vitamin desteğine benziyor. Yani siz sağlıklı bir bünyeye sâhipsinizdir, bâzı vücuttaki vitamin eksikliklerini takviye edersiniz, daha sağlıklı hâle gelirsiniz. Yani kumaşınız, insanlık kumaşınız yapısal olarak düzgün olursa, pekâlâ erdemli, ahlâklı bir profil ortaya çıkarabilirsiniz. Din burada ahlâksızı ahlâklıya dönüştüren mûcizevî bir değnek değil. Yani sihir mârifetiyle bir şey yaptığı yok bence. Şöyle söyleyeyim üstâdım; din tenekeyi alıp bir simyacı mârifetiyle altına dönüştürmüyor. Tenekeden en nihâyet teneke çıkıyor; ama altın cevherinden de mücevherat oluşuyor. Din belki şudur: Hammadde olan altını bileziğe dönüştürür, kolyeye dönüştürür, estetik bir hâle getirir. Bu kadar bir etkisi var ve takviye unsurudur din. Ama aslî unsur kesinlikle değil. Şâyet öyle olsaydı, bugün bizim eleştirdiğimiz siyâsal İslâmcılar’ın bu kadar imkâna sâhip olunca, 22 seneden beri Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli diye, en son, baştan aşağı neredeyse din ve diyânetle örüntülenmiş bir müfredatla geliyoruz, ortalık imam-hatipten geçilmiyor, ortalık cemaatten, tarîkattan geçilmiyor; Türkiye nüfûsunun velî olması lâzımdı, evliyâ olması lâzımdı. Fakat Konda’nın yaptığı araştırma, İstanbul özelinde gösterdi ki arkadaşlar; millet modernleşmeye başlamış. İroniye bakın ya! 22 senelik bir iktidar siyâsal İslâmcılık yapıyor; millet modernleşmeye, sekülerleşmeye başlıyor.

Geçenlerde Diyânet’in bir raporu çıktı, görmüşsündür. Risk olarak sekülerleşmeyi koymuş. Ama yani deminki konuştuğumuz Audi olayı da gelince akla, kendine seküler ama diğerlerine başka bir şey veren bir örgütlü din var yani.

Mustafa Öztürk: Aynen öyle. Üstâdım, ben dedim ki: Yarın bir gün Diyânet İşleri Başkanı’nın, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diye bir cümlesini duyarsanız vereceğiniz tepki şu olsun: “Yav, he he he”. Bundan sonra bu adamların bütün dinî söylemlerine verilecek en ciddî tepki, “Yav, he he” tepkisidir. Hiçbirini ciddîye almayacaksın.

Hocam, hep sorulan bir soru yine geldi. Tabiî bu arada Gülay Hanım, “Hârikasınız” demiş. Teşekkür edelim kendisine.

Mustafa Öztürk: Teşekkür ederiz.

Sezai Bey diyor ki: “Hoca deist mi?” diyor. Bu da en sık sorulan sorulardan.

Mustafa Öztürk: Arkadaşlar, şöyle söyleyeyim: Bir binâ düşünün, şimdi bir binânın çatısı deizmdir; binânın altındaki bölmeler, yani evin içindeki salon teizmdir; çalışma odası agnostisizmdir; öbür tarafı başka bir …izmdir. Ama çatı, inanç deizmdir. Onu söyleyeyim. Deizm böyle lânetli bir şey gibi algılanıyor şu anda. Bir tanrı fikriniz var; fakat sizin tanrı fikrinizin içeriği İslâm teizmiyle bağdaşmayabilir. Olabilir. Ama ben deist değilim. Ben belki panteist, panenteistim. Ben açık söyleyeyim.

Emir Arıcı diyor ki: “İslâm-siyâset ilişkisi olumsal bir gerçek mi, zorunlu bir gerçek mi? Bireysel İslâm mümkün müdür?”

Mustafa Öztürk: Bireysel bir İslâm mümkündür, çok mümkündür. Meselâ hayâtınızda sivil, herhangi bir kurumsal angajmanınız olmadan bireysel tecrübe olarak İslâm’ı yaşayabilirsiniz. Söz gelimi gayrimüslim bir ülkede, Almanya’da veya Avusturya’da ben yaşadım. Müslümanlığımın hazzını daha fazla yaşadım bir mümin olarak. Târihsel tecrübede de sivil olarak tek başına bireysel planda mistik hayat tecrübeleri çok var. Sûfîler’de görüyoruz. Yani kendini illâ bir resmî kurumsal İslâm yorumuna, bir mezhebe âit hissetmeksizin, sırf bireysel planda algıladığı, yorumladığı İslâm anlayışını hayâtına taşıyıp bireysel planda Müslüman olma çabasıyla yaşayan milyonlarca insan gelmiş geçmiştir. Mümkündür, olasıdır. Ama biz burada aslında İslâm’ın içerisinden sivil, insancıl tarafı baskın, yoğun bir şeyi çekip alıyoruz. O da insanlık kumaşımızla, hassâsiyetimizle ilgili. Ama İslâm’ın kendi doğasını sorarsanız; resmî, statükosu olan, kurumsallaşmış olan, iktidar talebi olan, hükmetme arzusu olan bir din aslında İslâm. Öyle bireyselliğe çok elverişli değil. Onu biz üretiyoruz üstat. İslâm hükümranlık talep ediyor, egemenlik istiyor, hâkim olmak istiyor. Kur’an elinizde, meal var, okuyun işte biraz.

Şimdi Alparslan Bey demiş ki: “Ben sizden râzıyım, Allah da sizden râzı olsun hocam. Siz ve Mehmet Okuyan Hoca sâyesinde dinimi daha doğru ve güzel ahlâk üzerine anlayıp severek yaşamayı öğrendim. Çok teşekkür ederim” diyor.

Mustafa Öztürk: Ben teşekkür ederim.

Bir izleyicimiz şunu sormuş: “İslâmcılar Atatürk karşısında yenilgiye uğramaya mahkûmlar diyebilir miyiz?”

Mustafa Öztürk: Galiba öyle görünüyor, süreç öyle gidecek. Mahkûm mu mecburlar mı bilmiyorum, ama işlettikleri süreç öyle bir sonuca götürüyor. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’le özdeşleşmiş kurucu değerleri, Cumhuriyet kazanımları söz konusu olduğunda, bu iktidârın ortaya koyduğu ve topluma bir tür dayatmaya çalıştığı siyâset ve toplum modeli, mühendisliği, insanları tekrar geriden, “Cumhuriyet daha iyiymiş. Sekülerlik, Atatürk Türkiye’si daha iyiymiş” düşüncesine geri çevirdi, açık söyleyeyim. Dolayısıyla doğal işleyen kendi sürecinde Atatürk herhalde sembolik olarak bunlara galip gelecek. Galip gelecek, evet.

Muharrem Bey güzel bir soru sormuş, diyor ki: “Hocam, Tanrı mı Ortadoğu’yu yarattı, Ortadoğu mu Tanrı’yı yarattı? Neredeyse bütün dinler Ortadoğu’dan çıkma” demiş.

Mustafa Öztürk: Hocam, bu antropolojide ve dinler târihinde hâlâ çözümlenememiş bir sorun. Yani bizimki, yani İslâm’a bakarsanız, Tanrı bizi yarattı; fakat başka yerden bakarsanız Ortadoğulular Tanrı’yı yarattı. O konuda ben bir fikir söylemeyeyim.

Şimdi birbirine benzer iki soru var. Fevzi Bey’le Uluç Bey’in soruları. Birisi: “Antikapitalist Müslümanlar’la ilgili düşünceniz nedir?” diyor. Bir diğeri de: “Yeryüzü Sofraları hakkında ne düşünüyorsunuz?” Bunlar zâten birbirine benzer yapılanmalar.

Mustafa Öztürk: Yani iyi niyetli, sivil, çok ama çok romantik çabalar olarak görüyorum. İnsânî olarak, yani manipüle edilmedikleri, belli ideolojik yapılanmaların istismârına kendilerini peşkeş çektirmedikleri sürece, ne bileyim, değerli kıymetli buluyorum yani. İnsâniyet ve insanlık değerlerine hassâsiyetlerini gösteren her hareketi seviyorum. Yani Güney Amerika’daki özgürlük teolojisinden tutun, buradaki antikapitalist Müslümanlar’a varıncaya kadar. Üstâdım, ben açık söyleyeyim, bunu hemen vulgarize etmeyelim; ama sol dediğimiz kavram ve o kavramın içerdiği içerik bana daha sempatik, daha sıcak, daha samîmî geliyor sol.

Erdem Bey demiş ki: “Mustafa hocam, ilâhiyat çalıştığına pişman oldu mu?” Bu da güzel bir soru ya.

Mustafa Öztürk: Üstâdım, ben dünyaya yeniden gelseydim, bu reenkarne sistemi eğer çalışıyor olur da ben bir daha kendimin farkında olarak gelirsem ilâhiyat okumam. Yani bu alana girmem. Cübbeli falan, cübbesiz, sarıklı, bu insanlarla herhangi bir yerde, insânî olarak bile yolumun kesişmesini istemem. Selâm alıp verme bâbında bile görmek dahi istemezdim. Bu alandan bu kadar tiksintim var. Ama şunu söyleyeyim: Kant’ın o deontolojik ahlâkı vardır ya? Bir işin keyfini veya sana sağladığı çıkarını, elde edeceğin sonucu, netîceyi dikkate almadan bir görev ve ödev ahlâkı, bir iş yapıyorsan bu işi en iyi şekilde nasıl yapmalıyım maksimini merkeze alıp çalışarak yaptığım için yaptığımdan da gerçekten mutmain oldum. İsteyerek mi girdin değil; fakat içinde nasıl kalabildiğimi sorunca, ödev ahlâkı mantığıyla kaldım. “Mustafacığım, sen bu işi yapıyorsan, nasıl yapılıyorsa bunun hakkını ver.” Dolayısıyla ama bakın, bu mantık, bir dinin savunusunu yapmak, onu bir ideolojiye dönüştürüp bir tür tebliğci gibi insanlara aktarmak gibi misyonlar yüklemedi bana. Tâbir-i câizse ben bir araştırmacı, belki bir müsteşrik, bir oryantalist gibi de olabilirdim. Niye? Ya arkadaş, bu bilgi varsa kaynakta, “Ya, bunu paylaşırsam sıkıntı olur” diye bakmadım ben olaya. Neyse o yani. Bilgi beni nereye götürdüyse oraya kadar gittim, saklamadım, açık ettim, konuştum. Oysa bizim Türkiye’de ilâhiyat bir bilim alanı değil; bir îtikadı, bir dinî inancı topluma aşılama alanı, bir tür tebliğci yetiştiriliyor. Orada doçent unvanı taşıdığına bakma. Onun bir istisnâsı belki Ankara İlâhiyat’ın kuruluş felsefesinde vardı. Fakat AK Parti iktidârından sonra ilâhiyat fakülteleri şudur: Tıpkı nasıl Millî Eğitim Bakanlığı şu anda ortaöğretimdeki okulları insan kotarma, devşirme adresleri gibi görüyorsa; Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinde Sünnî İslâm’a ve dolayısıyla onun siyâsî temsilcisi gibi bulunan iktidâra destekçi yetiştiren, sözcü yetiştiren, akademik birikimlerini bu yönde kullanan ve bunun karşılığında da irili ufaklı makamlar elde eden bir alan gibi şu anda ilâhiyat. Yani tebliğci yetiştiriyor hocam. Yani İlâhiyat mücâhit yetiştiriyor şu anda. İlim filan yapılmıyor.

Şu âna kadar çok soru var, atlaya atlaya gidiyorum; ama şunu sormak istiyorum. Son seçimler çok sürpriz oldu, ben açıkçası çok şaşırdım. İlk defa Adalet ve Kalkınma Partisi birinci olamadı. Bayağı bir oy kaybetti ve Cumhuriyet Halk Partisi oylarını epey bir arttırdı. Şimdi, iktidar yanlıları şunu söylüyor:”Evet, biz seçimi kaybettik; ama Cumhuriyet Halk Partisi kazanmadı. Bizim seçmenimiz sandığa gitmedi”. Ama benim yaptığım birtakım görüşmeler, yayınlarda birtakım genç araştırmacılar bayağı bir AK Parti tabanından da, hattâ MHP tabanından da Cumhuriyet Halk Partisi’ne geçiş olduğunu söylüyorlar. Bu, “Muhâfazakârlar, dindarlar CHP’ye oy vermez” anlayışı sizce kırıldı mı?

Mustafa Öztürk: Bence kırıldı hocam, kırıldı. Bunun kırılmasında CHP’nin aşırı başarısından ziyâde, AK Parti siyâsetinin ikrah ettirici, yani gayri ahlâkî veyâhut işte bugün şatafat denen, görgüsüzlük denen, kibirlilik denen, kendini beğenmişlik denen, halkla ilişkinin kesilmesi denen hâlin artık dayanılmaz noktaya gelişinden dolayı bir ikrah etmişlik, bir bezmişlik, bir tiksinmişlik hâlinin etkisi var. Bunda tabiî ki bir önceki seçimde bu sonuç alınacaktı; ama rivâyet o ki, biliyorsunuz, Aytun Çıray’ın bir cümlesi var. Dışarıdan görünen manzara onu gösteriyordu da o da dillendirdi. Meral Akşener’in, “Devlete son olarak borcumu ödedim masadan kalkarak” diyerek orada manipüle edildi. Bir de EYT’siydi, bilmem nesiydi, son kurşunu meteliklere harcadı ve orayı kotardı. Aslında o gün de kopacaktı bu iş. Ama bu sefer koptu. Yani, “Elim kırılır da ben CHP’ye vermem” şeyi kırıldı şu an. AK Partililer elbette ki “Yenilmez Armada” gibi 22 senedir, “Ne halt edersek edelim biz kazanıyoruz”un ardından bunu yaşayınca, bu mağlûbiyeti elbette ki bir şekilde te’vil ederek kendilerini kandırma, iknâ etme yoluna gidecekler. Fakat bu argümanlarına kendileri dahi inanmıyor. O Beştepe’nin çevresindeki, işte, istişâre kurulundaki ak saçlı insanların söylemleri hiç böyle olduğunu söylemiyor ama. Bakmayın o televizyonlara çıkan, böyle Cem Küçük kılığındaki adamların ürettikleri te’villere. Kendileri de inanmıyor üstâdım. Asıl CHP’liler daha fazla gitmedi seçime. Çünkü o kadar ümitvardılar ki bir önceki seçimde. Orada bir yıkıldılar. “Ya, bir şeyin değişeceği yok arkadaş” dediler ve gitmediler yani. Ve sonuçlar da öyle çıkmadı mı? Seçimden sonra birkaç tâne kamuoyu araştırmasında AK Partililer’den daha fazla CHP’lilerin seçim sandığına gitmediği çıktı ortaya üstâdım. Bir 3-4 sene beklemeyeceğiz de, birkaç sene sonra o kırmızılığın Türkiye’ye daha da fazla yayıldığını göreceksiniz.

Şimdi, bir izleyicimiz diyor ki: “Benim târihsel okumalarım her dönem reel-politiğin dinlere galebe çaldığı ve onu biçimlendirdiği şeklinde. Katılıyor musunuz?”

Mustafa Öztürk: Katılıyorum. Yani din bunları biçimlendirmiyor veyâhut bunların üzerinden İslâm toplumu biçimlendirmiyor. Bunlar İslâm’ı biçimlendiriyor, dini biçimlendiriyor. Ve istedikleri gibi yorumlayarak, eğerek, bükerek, te’vil ederek, istismâra konu ederek, reel-politik İslâm’ı biçimlendiriyor. Yani reel-politik denen irâde, Diyânet İşleri Başkanı’na ve onun ilgili birimlerine ne söylemeyi emrediyorsa onu söylüyor. Cemaatler, destek oldukları siyâsî iktidar neyi gerektiriyorsa, neye ihtiyaç duyuyorsa cemaatler İslâm adına onu söylüyor.

Hocam, bu arada saati gösterip duruyorsunuz. Saat Rolex mi yoksa? Milletin ta kendisi…

Mustafa Öztürk: Saat bugün herhalde birkaç bin lira ya eder ya etmez. Hocam, vaktizamânında ben hani televizyonlara çıkıyordum, sık sık program yapıyordum ya? O zamanlar birisi bana akıl verdi. Dedi ki: “Hocam, sürekli Adana’dan İstanbul’a uçakla gelip gidiyorsun. Miles diye bir kart var. Oraya gir de böyle VİP’de oturursun, bir çay kahve içersin.” Derken, puanım birikmiş. Sonra bir mesaj geldi: “Bu puanınızla şu saati bile alabilirsiniz” diye. Ya, puan hediyesiyle saat almıştım. Bir şey söyleyeyim hocam, bak: “Din mi belirliyor, siyâset mi dini belirliyor?” Hayrettin Karaman’ın meşhur bir cümlesi var, geçen ben videomda söyledim: “Arkadaşlar, ortada bir yanlışlık var, haksızlık var, hukuksuzluk var, hırsızlık var. Olabilir, tamam, bu sâbit. Ama bunun dillendirilmesi, bunun açığa vurulması iktidârımıza dokunacaksa, bunu konuşun diyemem, bu câiz değil” diyor. Gördünüz mü, gördünüz mü? Kur’an ne diyordu? Kur’an diyordu ki: “Kendi aleyhine, anne babanın aleyhine de olsa, hak neyse, hukuk neyse, adalet neyse onu dillendireceksin”, Nisâ Suresi. Adam ne diyor? “Eğer iktidârıma dokunuyorsa, dilsiz şeytan olmayı yeğlerim”. Bak bakalım din mi toplumu belirliyormuş, siyâset mi toplumu belirliyor? Gördünüz mü hocam? Dini belirliyor. Bence reel-politik dini belirliyor, her zaman.

Şimdi, bu câiz deyince, senin en “sevdiğin” hoca, Cübbeli’nin seçim öncesi fetvâsı geldi aklıma.

Mustafa Öztürk: Evet, evet, evet. “Bunlar kâfir…” Tabiî.

Şöyle söyledi: “Hem Cumhur İttifâkı’na oy vermek vâciptiri hem de kazanamayacağı yerlerde Saadet ve Yeniden Refah’a oy vermek câiz değildir” dedi. Ama sonunda o da kaybetti.

Mustafa Öztürk: Üstâdım, o cemaatten tardedilince, oraya buraya asılmaya çalıştı. En iyi asılacağı yer de iktidâra tutunmaya çalıştı; ama iktidar onu sattı. Çünkü son vefat olayında da, geldi Cumhurbaşkanı orada resmî İsmailağa’nın şeyhlik pozisyonundaki kişilerle bir arada bulundu, sattı. Ya, o arkadaşın âkıbeti iyi olmayacak, onu söyleyeyim, bu kadar. İyi olmayacak.

Kayseri’den dostum, bizim iyi tâkipçimiz Özkan Başat diyor ki — o da İslâmcılıktan gelmedir: “Geleneksel İslâm yorumuna sıkıca bağlanarak ahlâklı ve erdemli kalmak mümkün mü?”

Mustafa Öztürk: Ya, geleneksel İslâm yorumundan ne anladığınızı bilmiyorum üstâdım. Ama, ben bir şey söyleyeyim mi? İster Katolik Hıristiyan olsun, ister İslâm’ın en sığ Sünnî yorumuna, ister Budizme, neye yaslanırsanız yaslanın, bütün bunlara âidiyetinize, mensûbiyetinize rağmen, insan olmak gibi bir derdiniz, bir çabanız, bir özveriniz varsa olunuyor üstâdım. Herhangi bir İslâm yorumu üzerinden bir insan şekillenmiyor. İnsanın erdemli ve ahlâklı olası varsa; hangi dine, hangi dinin hangi yorumu olursa olsun hiç fark etmez. Yani Hâricî olup da, bizim gelenekteki Hâricî olup da, efendime söyleyeyim, dört dörtlük erdemli, fazîletli, müşfik, şefkatli, adâlet duygusu tavan yapmış, böyle nasıl söyleyeyim, hâzâ insan evlâdı gibi insan çıkabiliyor. Mûtezile’sinden de çıkıyor, Şiî’sinden de çıkıyor, Sünnî’sinden de çıkıyor. Yani böyle kalıp Müslümanlıklar, kalıp isimlendirmeler çok anlam ifâde etmiyor benim hayâtımda artık. Yani geleneksel İslâm’a mensup olursan böyle olur mu, yok modernist İslâm olursa… Ya, bunlarla olmuyor hocam. Bunların dışında bir şey insan olmaklık ya! Artık bu çabayı sürekli bir din referansı üzerinden tanımlamayın ya!

Şimdi Havva Hanım demiş ki: “Ateist olup Mustafa Hoca’nın tâkipçisi olmak hârika bir şey” demiş.

Mahir Bey: “Çok yaşa Hocam” demiş. Arada böyle tezâhüratlar var. Arada aktarayım, şey olsun.

Mustafa Öztürk: Üstâdım, ateist olup olmamak tercihinin, o arkadaşın tercihinin benim hayâtımda zerre kadar anlamlı bir karşılığı yok. “Ben Müslümanım” deseydi de karşılığı yoktu. Ben artık insanlık dediğimiz değer üzerinden yapıyorum. “Hocam, insanlık çok da amorf bir kavram; biçimi yok, şekli yok, kalıbı yok.” Neyi yok ya, neyi yok? İnsanlık deyince herkes o kavramın içeriğini şak diye anlıyor zihninde aslında. Benim için artık geçerli olan, kıymetli ve değerli olan şey; insanlık ortak paydasındaki paydaşlık. Başka da bir şey değil. Dindaşlık değil, mezhepdaşlık değil, bunlar değil hocam. Yurttaşlık değil; insanlık paydaşı, paydası.

“Yedi büyük günah arasında kul hakkı yoksa, o dinden ahlâk beklenebilir mi?” demiş Ahmet Bey.

Mustafa Öztürk: Hocam, oraya gelmeyin. Şöyle, şuradan başlayın: Yani hitap edilen kitleye iyilik yaparsan havuç veririm, ödül; kötülük yaparsan sopa, seni döverim şeklinde cezâlandırma ve ödüllendirme tekniği üzerinden teleolojik bir ahlâk modeli sunan bir yapıdan ahlâk çıkmaz. Bence oradan bak. Daha kul hakkına gelme hiç. Dolayısıyla, ben açık söyleyeyim, filozoflar da öyle söylüyorlar; Kur’an’ın hitap ettiği algı düzeyi ve dindarlık düzeyi, avam katmanındaki avam seviyesiyle ilgilidir. Bizim insanımız, entelektüeller de, yani okumuş, daha ince düşünen, rafine düşünen insanlar da kendilerine hedef tahtası, hedef çıtası olarak Kur’an’ın söylediklerini baz alıyorlar. Bence o Kur’an’ın hitap ettiği kitle avam, aşağıdaki kitle. Bir tık üstüne çıkayım. Çünkü oradaki hitap şu: Yani sözümü dinlerseniz size cennet vereceğim, dinlemezseniz sizi ateşe atacağım. Ama İbn Rüşd oradan bakmıyor hocam. İbn Sînâ hiç oradan bakmamış. İbn Arabî oradan bakmamış. Dolayısıyla ben İslâm’ın söyleminin avam söylemi olduğuna inanıyorum. Daha yukarı bir çıtaya çekmemiz lâzım. Oraya çıktığınızda, ahlâkın kaynağının ödül, cezâ, mükâfat, cennet, cehennem olmadığını, erdemin gerekçesinin o olmadığını anlıyorsunuz. Erdem, bizâtihi değerli olduğu için sâhip olunası bir değerdir, diye anlıyorsunuz. Yani “Tanrı beni bunun karşılığında ödüllendirecek”ten ziyâde; “Ya kardeşim, erdemli olmak insana yaraşır bir şey” noktasına geliyorsunuz. Ama Kur’an’ın hitap ettiği söylem düzeni içinde, buraya gelemiyorsunuz. Buraya gelebilmek için konuya, İbn Sînâ, Fârâbî gözüyle bakmanız lâzım. Ama bizim millet seviyeyi Kur’an’ın seviyesi olarak algılıyor. Orası bence ideal bir çıta değil, o çıta aşılmalı bence. Orası avam çıtası üstâdım. Bugün avamı da ufak bir emekli ikrâmiyesine tav ediyorsun.

Şimdi bir izleyicimizin teşekkürünü ileteyim. Diyor ki: “Ömrümün en büyük insanlık sıçramasını sizin katkılarınızla yaptım, iyi ki sizi tanıdım” demiş.

Mustafa Öztürk: Eyvallah, çok teşekkür ederim.

Şimdi, çok soru var. Tarîkatları soruyorlar tabiî. Tarîkatların bölünmesini soruyorlar, holdingleşmesini soruyorlar. Onları daha önce çok konuştuk, ama bu peş peşe geldi. Biliyorsun, önce Menzil bölündü üç kardeş arasında. Sonra İsmailağa’da Hasan Kılıç da öldükten sonra Cübbeli erken davranıp, biliyorsun, YouTube canlı yayınında bağlandıkları şeyhi îlân ettiler. Ama sonra ikindi vakti namazda, cenâze namazında yeni şeyh îlân edildi vs.. Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bir anlamı var mı daha doğrusu?

Mustafa Öztürk: Üstâdım, ben bunlara girmeyeceğim. Bunların sosyolojisi her yerde böyle artık, yani bulvar gazetelerindeki gibi bilgiler uçuşuyor her taraftan. YouTube’da dünya kadar video var. Cevheri Güven bile video çekiyor artık yani. Anladınız mı? Ama ben ezoterik, bâtınî, mistik bir cümle söyleyeceğim: Üstâdım, niyetiniz neyse, neyi hedefliyorsanız, neyin peşinde uğraşıyorsanız, o niyet, o amaç sizi sonunda gelir bulur, niyetinize uygun bir son, bir âkıbetle karşılaşırsınız. Eğer sizin niyetiniz gerçekten insanoğluna bir değer katmak, bir erdem yarışında bir nefer olmak idiyse, it dalaşı gibi böyle, cemaatin bölündüğünde, parçalandığında bugünkü durumları yaşamazdınız. Demek ki oradaki niyetler, çabalar; orada biriken kazanımı kaptırmamak, yani o pastanın en büyük payını kendisine almak. Dolayısıyla, amaç neydi, yolda nelerle meşgul olundu? Sonucu da öyle olacak. Aynı âkıbeti, yani niyetlerinin içerdiği şey neyse o âkıbeti yaşayacaklar. Âkıbetleri berbat olacak, söyleyeyim. Çünkü niyetleri pis, niyetleri sahih değil, niyetleri pislik. Biliyorum, biliyorum hocam. Cemaat artık sizde şöyle bir duygu, şöyle bir fikir yaratıyor mu? Cemaatlere giren insanlar oraya girdikten sonra, tâbir-i câizse arınmış, yunmuş, yıkanmış, tertemiz olmuş, bambaşka bir insana dönüşmüş, karşımıza melekleşmiş gibi çıkıp geliyor gibi. Cemaatler böyle bir iş ve işlev görüyor diye bir fikir var mı sizin zihninizde? Var mı, böyle bir tecrübe görüyor musunuz? Yok, bitti ya, bitti ya hocam. Kamu iktisâdî teşekkülü bunlar. Birer ticârî yapılanma, holding bunlar, biliyorsunuz. Dolayısıyla ne kurdularsa, onun altında kalacaklar.

“Diyânet Başkanı’nın Arapça bilmemesi normal mi?” diye bir soru var.

Mustafa Öztürk: Normal.

Bence de normal; ama özgeçmişine, CV’sine “İyi derecede Arapça biliyor” diye yazıp konuşamamak. Fransızca için de yazmış, bir videosunu gördüm. Fransızca yazılı metni okurken de bayağı zorlanıyordu.

Mustafa Öztürk: Evet, yani hocam Türkiye’de normal. Türkiye’de bütün anormaller normal oldu. Bütün anormallikler normal. Türkiye’nin normali bu hocam. Başka türlü olsaydı şaşardım. Türkiye’de normal bu. Niye normal biliyor musun? Bu kadar defekti olan, geçmiş hikâyede bu kadar şâibeli bir geçmişi olan, onlarla giriş çıkışları, irtibat, iltisâkı olan, akademik zeminlerde, Abant toplantılarında, şurada burada, 85 milyonun içerisinde başka bir adam bulunamadı, bunu bulduk. Normal, normal abi, normal. Her şey normal. Ama rezil rüsvâ oldular yani. Çok ilginç. Ben bu tecrübeyi yaşadıktan sonra kapıya bacaya çıkamazdım. Ya o makamda bulunmazdım, ya o pozisyonun içinde yer almazdım. Yani şöyle yap ya: “Soru almıyoruz” de. Danışmanına dön de ki, “Soru almıyorum”. Hem o rezilliği yaşıyorsun, hem de böyle sırıtkan bir suratla hâlâ oralarda arz-ı endam ediyorsun. Normal hocam. Bakın, bu meşhur cümleyi tekrar edebilir miyim? “Türkiye’de her şey olabilirsin, ama rezil olmazsın.”

Evet, Murathan’ın lâfıydı değil mi o?

Mustafa Öztürk: Evet, Murathan Mungan’ın lâfıdır. Türkiye’de her şey olabiliyorsun, ama bir tek rezil olmuyorsun.

Şimdi, bu soruya sanki cevap verdin, ama yine sorayım. Harun Küçük diyor ki: “Modernist İslâm’ın tutup tutmayacağı konusunda ne düşünüyorsunuz?”

Mustafa Öztürk: Tutmaz, tutmadı, tutmayacak. Çünkü modernist İslâm hiçbir şeye benzemiyor. Ne İslâm ne modern. Üstü kaval altı şeşhane denen şeye benziyor. Yok, modernist İslâm tutmaz.

“Fanatiklikten bıkmış olduğunuzu görüyorum” diyor Emin Bey. “Bu fanatiklikle nasıl başa çıkılır?” diye sormuş.

Mustafa Öztürk: Hiçbir fikrim yok. Türkiye’deki fanatizmin… Fikrim var da, o başa çıkma yolları, süreçleri bu memlekette bu insan malzemesine işler mi, bu ülke böyle bir tecrübeden geçebilir mi? Yani bir aydınlanma hikâyesi bizde mümkün mü? Bunlara dâir benim bir şeyim yok, yani bir ümidim yok. Bunu çok söyledim. Bu fanatizm aşılabilir bir şey değil.

Daha önce konuşmuş olduğumuz çok sayıda hususu soranlar var. Gençlerde dine mesâfe, deizm, ateizm eğilimlerinin güçlenmesi… Bunu daha önce konuşmuştuk. Hattâ birisi demiş ki: “Bu iktidar giderse, şükür namazı kılıp ibâdete başlayacağım diyen gençler var” diyor.

Mustafa Öztürk: Bir de böyleleri de var. Evet, evet var.

“Gençlerin dinle bağı nasıl onarılabilir?” diyor.

Mustafa Öztürk: Üstâdım, su bulandı, kendi doğal sürecinde tekrar durulacak. Yani dibe vurmamız gerekiyordu ki yeniden ayağa kalkılsın. Bir dip görmemiz gerekiyordu. Yani bir şey söyleyeyim üstâdım; neredeyse Said Nursi’lerden, Birinci Meclis’ten beri bu İslâmcılar’ın bir dâvâsı, bir iddiası, bir talebi var. Ikındılar sıkındılar ve en nihâyet geldiler. Yani vaatleri vardı, sözleri vardı, söyleyecekleri vardı; görüldü, yaşandı. Ne oldu? Tecrübe edildi. Artık sonuçlarını görüyoruz. Ve bir şeyler kapandı, devri bitti. Artık daha bir merak konusu değil. İslâmcılar gelirse ülke ne olur, ne biter? O merak kapandı. Ama bu bir hasara da yol açtı. İnanma duygusu üzerinde, dinin üzerinde, dinî değerler üzerinde bir ciddî aşınma, yıpranmaya yol açtı. Bu süreç kendiliğinden iyileşecek üstâdım. Kendiliğinden tekrar iyileşecek. Ama bu iyileşme dönemi, din denen şeyin kurumsal yapısından, politik angajmanlarından çok uzak bir şekilde, insanlar böyle sivil, kendi hallerinde, daha çok bir sükût hâlinde bir dindarlığı sessiz sedâsız yaşayacaklar. Bir tür sekülerliğin daha egemen olduğu bir dönem yaşanacak. Bu bize sağaltıcı bir etki yapacak. Üstâdım, şöyle düşün: Kışın toprak ölüyor, kuruyor. Bu AK Parti’nin yarattığı dönem kupkuru şu anda. Bir gün bahar gelecek, yağmur yağınca ufak ufak filizler çıkacak. O filizler şöyle: Bu toprağın insanının bir inanma arzusu, ihtiyacı varsa, o kendi doğal eğiliminde çıkacak. Ama bundan sonra muhtemelen en az bir asır Sünnîlik, bilmem ne, şu bu gibi lâfların daha artık bir alıcısı olmayacak. Bu iktidar gittikten sonra, bu cemaatler de toplumda böyle ne bileyim, hani kapılarına çarpı atılmış gibi bir algıya, bir muameleye tâbi tutulacak.

Şimdi Hocam, Spinoza videosuna çok övgüler düzen izleyicilerimiz var. Devâmı gelir diyorlar.

Mustafa Öztürk: Abi, getireceğime söz verdim de, bu aralar vitaminsizlikten mi ne, sürekli bir gözümden öbürüne böyle arpacık çıkıyor, rahatsızlıklar yaşıyorum, o yüzden çekemiyorum. Yani çevre kirliliği, görüntü kirliliği yaratmayayım diye. Spinoza ile ilgili birkaç video daha çekeceğim ben.

Şimdi bir izleyicimiz şunu soruyor: “Müslümanların engizisyonu bugün hâlâ devam ediyor mu?”

Mustafa Öztürk: Ediyor. Mehmet Azimli Hoca’nın editörlüğünde Mana Yayınları’ndan bir kitap çıktı, üç cilt, Müslümanların Engizisyonu diye. Yani tâ ilk dönemlerden başlıyor, 2024 Türkiye’sine kadar geliyor. Hâlâ devam ediyor hocam Müslümanların engizisyonu. Hâlâ devam ediyor.

Muhiddin Bey demiş ki: “Cuma hutbelerindeki propagandadan sıkıldım, bunlar gitsin, cumaya gideceğim” demiş.

Mustafa Öztürk: Olabilir. Ben şöyle yapıyorum, ben cumaya gidiyorum. Artık cumada ne okuyor, ne propagandası yapıyor, onunla ilgilenmiyorum. Şöyle bir şey yapın, ona önereyim ben: Meselâ burada köy câmisi var, 9 kişi oluyoruz. Namazdan önce ve sonra alt katta çay demleyip içiyoruz. İmam tabiî kendine gelen propaganda metnini okuyor. Ama ben orayla ilgilenmiyorum. Ben müezzin mahfilinde şöyle sırtımı, efendime söyleyeyim, yaslıyorum. Güzelce böyle tefekkür hâlinde oluyorum. Namazı kılıyorum. Oranın ambiyansı bana iyi geliyor. Yani bir sağaltıcı etki hocam. Nasıl söyleyeyim, bir meditasyon gibi giriyorum, mutlu olup çıkıyorum. İrite dahi olmuyorum, rahatsız olmuyorum. Kaale almıyorum çünkü anlatılan şeyi. Ali Erbaş’ın gönderdiği hutbenin bende hiçbir karşılığı yok yani. Varlık değeri yok. Ne konuşursa konuşsun. Ya, böyle bakın; câminin ambiyansı, o konu komşuyla, dostlarla bir arada bulunmanın ve namaza durduğunuzda da huzurda durmanın, o meditasyon sağaltıcı etkisini yaşayın çıkın ya. Bir mistik havayla girin, çıkın. Sana ne hutbesinden ya? Ne anlatırsa anlatsın, ne konuşursa konuşsun.

Yani şey oldu bu: “Günümüzde sorunsuz cuma nasıl kılınır?” rehberi gibi bir şey oldu.

Mustafa Öztürk: Aynen öyle hocam.

Alparslan Bey’in sorusu güzel bir soru: “Bu yüzyıla bir peygamber gelmiş olsaydı nasıl bir profilde olurdu ve Kur’an revize edilmeye gerek duyulur muydu?”

Mustafa Öztürk: Yani varsayımsal konuşuyoruz; Kur’an şerîat oyuyla %95 revize edilirdi. Ayrıca güncele dâir konuştuğu için, anbean yaşananlara dâir konuştuğu için; meselâ Kur’an’ın tevhid ilkesi, çoktanrıcılık, politeizm gibi ilkesel beyanları olurdu, ama güncelliğe dâir. İşte, “Ey Peygamber, şu kadın geldi, kocası hakkında şikâyette bulundu” âyetinin yerine başka bir şey, misal çocuk tâciziyle ilgili bir âyet olurdu. Efendim, ihâle yasasıyla ilgili, yolsuzlukla ilgili başka bir şey olurdu. Konular başka başka olurdu. Kur’an revize edilirdi. Ya, 23 yılda kendi kendini revize etmiş, 1444 senede etmez mi ya Allah aşkına? Kendi içinde bir yığın revizyon âyeti var. Orayı geçelim de… Peygamber artık gelmez. Yani peygamber devri kapandı. Peygamber devri o çağın bir prosedürü bence. Yani 7,5 milyarlık dünyanın bu iletişim sistematiği içerisinde peygamberlik dediğimiz, konvansiyonel peygamberlik, yani dağın başında bir yerde inzivâ hâli yaşayıp, oradan, “Bana Tanrı misyon yükledi” diye sokağın içerisine inen bir peygamberliğin bugünkü karşılığı –bakın, hafiflettiğim, dalga geçtiğim için değil– hakîkaten benzer nasıl bir algıya konu olur derseniz; Hasan Mezarcı’nın gördüğü muameleye benzer bir muamele görür. O konvansiyonel şekilde bir peygamberlik iddiasında birisi çıksın şu an. Bursa’dan bir adam çıktı; “Bana Uludağ’da vahiy geldi” diye Bursa’ya indi, Çekirge semtinde tebliğe başladı. Abi, emniyet güçleri alır onu içeri. Böyle olur. Bugün peygamberlik misyonu o konvansiyonel anlamda bitti, o defter kapandı. O Sâmî geleneğin Ortaçağ’da ürettiği bir kurumdu bence. O târihsel bir kurum.

Hocam, bir saati yakaladık. Yavaş yavaş toparlayalım. Mahmut Bey demiş ki: “İki Karadenizli yakışıyorsunuz” demiş. Ama ben Karadenizli olmanın ötesinde, aynı zamanda Laz’ım tabiî. Öyle de bir fark var. Bir izleyicimizin sorusu şu: “Cennet cehennem olmasaydı, bu kadar inanan olur muydu?” diyor.

Mustafa Öztürk: Olmazdı, olmazdı. Ödül-cezâ olmasaydı bu kadar inanan olmazdı. Ama inanan az olurdu; çok sağlam olurdu. İşte benim bir 15-20 dakika önce anlattığım, hani avam düzeyine hitap eden, ödül-cezâ sistematiği üzerine kurulu din ve bunun ürettiği ahlâk, teolojik, teleolojik, amaç, o sonuç odaklı ahlâk iyi bir insan pratiği yaratmıyor dedim ya? Bunu aşmış seviyeden bakan… Hani Yunus Emre’nin o meşhur bir beyti vardır: “Cennet cennet dedikleri üç beş hûri” falan. O perspektiften bakan insan olurdu, o da bir avuç olurdu; ama mıh gibi olurdu.

Hocam, bir izleyicimiz akıl soruyor, diyor ki: “Yurtdışında teoloji okunur mu? Okumak için önce Türkiye’de ilâhiyat okumanın faydası olur mu veya orada doktora mı yapılmalı?” diye sormuş.

Mustafa Öztürk: Türkiye’deki bugünkü ilâhiyatı okursanız ve bu ilâhiyâtın müfredâtını kanıksayarak, kendinizi teslim ederek giderseniz, 4 sene sonra zihninizin iğdiş olduğunu, artık Batı’da doktora bile yapılıp yapılmayacağına dâir bir kanaat sâhibi olmaktan bile uzaklaşırsınız. Perîşan olursunuz yani. Bugünkü ilâhiyat formasyonu… Ama bu ilâhiyat formasyonuna karşı teyakkuz hâlinde gider, yani bir sorgulayıcı, denetleyici, bir gözetleyici, âdeta bir ajan, casus gibi ilâhiyatın içinde yer alırsanız, her şeyde ne oluyor, etrafı kolaçan ederek; Türkiye’de ilâhiyat okumak, sonrasında doktora yapmak Batı’da daha iyi. Ama “Türkiye’de ben bir eşik, bir birikim yapayım da Batı’ya gideyim”e hiç gerek yok. Üstâdım, Frankfurt Goethe’ye gidin veya Berlin’de Serdar Kurnaz Hoca’nın yanına gidin, gidin doktorayı ilâhiyatı orada okuyun. Bakın bakalım. Bence oradaki seviye, oradaki fikir, oradaki bilgi, oradaki bilimsellik nosyonu çok daha zengin üstâdım. Yani herkes orada eteğindeki taşını dökebiliyor, bu bir din-îman konusu olarak algılanmıyor, bir çeşni, bir çeşitlilik olarak algılanıyor. Kimse iddiası üzerinden adamın inancını, îtikadını bir yere kodlamıyor hocam. Yani adam orada Ebû Zekeriyyâ er-Râzî gibi fikirler öne sürüyor; “Ya arkadaş, adam dün neler konuştu, ya bu dinsiz ya!” falan diye bir algıya konu olmuyor. “Akademik, bilimsel olarak bir görüş sundu” diyor, adamın îtikadıyla kimse ilgilenmiyor. Böyle bir şey var üstâdım Batı’da. Böyle bir kültür oluşmuş, böyle bir seviye oluşmuş. Dolayısıyla Batı’ya gidin, Türkiye’de hiç zaman kaybetmeyin. Şu anda 3-5 seneyi bunlarda harcamayın.

Son soru da tam böyle bir soru, çok güzel bir soru. Mehmet Rasim İnceoğlu sormuş, bununla bitirelim: “Batı ülkelerine gidip orada şerîat rejimi isteyen insanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?” Bununla kapatalım.

Mustafa Öztürk: Üstâdım, şöyle düşünüyorum; Osmanlı retoriği yapıp, ama retoriğini yaptığı Osmanlı olsaydı bugün sarayın önünden geçemeyeceğini unutup, bugün Türkiye’nin idâresinin en yüksek makamlarında bulunmayı Atatürk’ün getirdiği Cumhuriyet’e borçlu olup, bu nîmete küfârn-ı nîmette bulunup, o ecdat edebiyâtı yapanlar neye benziyorlarsa; Avrupa’nın sağladığı özgürlük ve demokrasinin imkânları içinde bulunup orada şerîat tepinmesi yapmak aynı şeye denk. Bilmem anlatabildim mi hocam? Anlatabildim mi abi? Bakın, bugün ecdat-Osmanlı edebiyâtı yapanlar, ataları gelse de o saltanatı kursalar, bugün bulundukları makamın hayâlini bile kuramazlardı. Çünkü orada saltanattan, hânedandan birisi olurdu. Bunlar Feriye Sarayı’nın önünden bile geçemezlerdi. Ama bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin en tepelerinde yer alıyorlar. Bu yer alışı Anadolu’nun en ücrâ yerlerinden gelen, sıradan insanların evlâtları olarak bu şansı yakalıyorlar. Bu şansı yakaladıkları rejime borçlu olduklarını unutup ona küfrediyorlar, onun parantezini kapatmaya çalışıyorlar. Arzusunu duydukları, dâvet ettikleri, özlem çektikleri rejim gelse, bulundukları yerden o gün, o sâniye kovulacaklarını biliyorlar. Ben bu şeyi var ya… Buna ne denir? Yani buna nasıl bir zihin hâli denir? Bunlar neyse, Batı’da da, Batı’nın sağladığı insan haklarından, demokrasiden, hukuklardan, bilmem ne, tâ Magna Carta’sından gelen nîmetin içinde tepiniyorlar hocam.

Hocam, noktayı koyalım. Çok keyifli oldu. Ama bir dahaki sefere stüdyoda yapalım. Çok soru var, çok yorum var. Bunların hepsini aktaramadım, izleyicilerimiz kusura bakmasın. Ama yorulduk değil mi hep berâber?

Mustafa Öztürk: Evet. Bir dahakine inşallah denk düşersek stüdyoda yapalım.

Ben bile yorulduğuma göre sen haydi haydi yoruldun. Ama çok keyifli oldu, çok güzel oldu. Devâmını getiririz, şimdiden sözünü verelim. İzleyicilerimize çok teşekkür ederim. Hocam, çok sağ ol.

Mustafa Öztürk: Ben de izleyici dostlara, arkadaşlara, tanımadığım tüm seven insanlara çok arz-ı hürmet ederim. Hepsine sağlık sıhhat diliyorum. Cân u gönülden hepsine çok teşekkür ediyorum. Sizlere de çok teşekkür ediyorum.

Çok sağ olun hocam, eksik olmayın.

Mustafa Öztürk: Sizler de sağ olun.

Evet, Prof. Mustafa Öztürk’le, sizin sorularınızla, yorumlarınızla bir yayın yaptık. İslâm ve siyâset konuştuk. Çok iyi bir yayın oldu. Hoca’ya ve bu yayına katkıda bulunan tüm izleyicilere teşekkürler. Sorularını, yorumlarını aktaramadıklarım kusura bakmasınlar. Öyle tesâdüfen, yani seçerek yaptım. Bâzılarını atlamış olduğum için ben de üzgünüm, ama yapacak bir şey yok. Çok sağ olun. Hepinize çok teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.