Eski HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile MYK üyelerinin de aralarında bulunduğu 18’i tutuklu 108 kişinin yargılandığı Kobani davasında karar açıklandı. Eski HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş’a 42 yıl, Figen Yüksekdağ’a 30 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Gültan Kışanak, Sabahat Tuncel ve Ayla Akat Ata’nın tutukluluk süreleri göz önüne alınarak tahliye edilmelerine hükmedildi. Sırrı Süreyya Önder hakkında ise beraat kararı verildi.
İktidarın suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan ve üyelerine yönelik sınavı devam ediyor. Kulislere göre AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ve MİT Başkanı İbrahim Kalın ile toplantı yaptı. Zirvede Ankara Emniyet Müdürlüğü’ndeki kumpas soruşturmasının görüşüldüğü iddia edildi. Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne yönelik soruşturmanın sebebi ise suç örgütü lideri olan ve şu anda cezaevinde tutuklu bulunan Ayhan Bora Kaplan.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla Resmî Gazete’ yayımlanan kararlara göre, 28 Şubat davası sanıklarının kalan cezaları sağlık sorunları nedeniyle kaldırıldı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesinin içeriğindeki başlıkların arasında hasta tutukluların durumu da vardı.
Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Kemal Can: Merhaba, iyi haftalar. Bu hafta Ruşen Çakır’ın yokluğunda bir “Haftaya Bakış” yapacağız. Kadir Gürsel’le beraber haftayı değerlendireceğiz. Hoş geldin Kadri.
Kadri Gürsel: Hoş bulduk.
Kemal Can: Kalabalık bir gündemi var bu haftanın. Zâten hareketli başladı hafta. Onu belki biraz sonra konuşuruz. Ankara Emniyeti’nde yaşananlar ve onun etrâfındaki tartışmalar önemli bir gündem başlığıydı. Daha sonra, zâten beklenen, târihi belli olan Kobani Dâvâsı karârı ve peşinden 28 Şubat hükümlüleriyle ilgili karar geldi. Dünün gündemi birdenbire haftanın bütün gündemi hâline geldi.
Kadri Gürsel: “Osman Kavala ve Gezi Dâvâsı tutuklularının yeniden yargılanmasına gerek olmadığı, reddedilmesi” konusunu da devâmında konuşmak lâzım.
Kemal Can: Evet, mahkeme tarafından reddedildi. Bu başlıklar, özellikle davâlâr şu açıdan da önemliydi: Çünkü bu dâvâlar, “normalleşme, yumuşama” –her neyse bunun adı– onun sembol dâvâları olarak gösteriliyordu. İstersen Kobani Dâvâsı karârından başlayalım. Aslında seçimden önce karar verilmesi gereken bir dâvâydı, verileceği söyleniyordu, fakat seçim bekletilerek ertelendi. Bu haftaya süre verilmişti ve bir değişim olup olmayacağının işâreti sayılacak önemli dâvâlardan biriydi. Çok sert bulunan bir karar çıktı. Önce onunla başlayalım.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kadri Gürsel: Evet, onunla başlayalım derken, aslında “Nereden başlasak?” diye bir soru geliyor aklıma benim. Çünkü bu konularımızın hepsi, yani 28 Şubat tahliyeleri, Kobani Dâvâsı, Ayhan Bora Kaplan hâdisesi etrâfında ortaya atılan tuhaf darbe iddiaları, gözaltına alınan polis müdürleri, ondan önce SinanAteş iddianâmesi –ki geçen haftanın konusuydu aslında–, Osman Kavala’nın yeniden yargılanma talebinin reddi… bunların hepsi aslında bir bütün. Ben bunları bir bütün olarak görüyorum. Parça parça tartışmak belki doğru olur; ama bir bütün olarak bakmak, büyük bir resim içindeki yerlerine yerleştirmek daha doğru olur. Tabiî ki parça parça konuşmamız lâzım; fakat bütün bu gelişmelerin aralarında bir politik illiyet bağı var. Beni gerçekten hayretler içinde bırakan şey, buradaki zamanlamanın bir hafta on gün içine sığdırılmış olması. Bu bir rastlantı mıdır? Bâzısı evet. Bâzısı bir pivot görevi görmüştür. Yani oradadır zâten o. Onun etrâfına başka olaylar da sarılmıştır. Ortaya bir siyâsî denklem tablosu çıkıyor. Kobani Dâvâsı seçim öncesi açıklanmış olsaydı, AKP’nin oy kaybına neden olacaktı. Seçim sonrasına bırakıldı. Aslında doğru ve basit bir bakış açısı. Fakat seçim sonrası, yani AKP’nin ve MHP’nin uğradığı seçim yenilgisi, Cumhur İttifâkı’nın uğradığı dramatik ve târihî seçim yenilgisinin sonrasında başka bir anlam kazanıyor artık Kobani. Kartlar yeniden karılır ve dağıtılırken nereye düşüyordu Kobani Dâvâsı? “Biz bunu seçim öncesi açıklamayalım. Oy kaybetmeyelim, sonraya bırakalım” dedikleri dâvânın, bugün bu kadar ağır hükümlerle sonuçlanması, bugünkü siyâsî denklem açısından bambaşka bir anlam taşıyor bence artık. Şöyle görüyorum ben bunu: Milliyetçi Hareket Partisi’nin ortaya kılıcını atarak, Erdoğan rejiminin kendisi ve MHP’nin ona verdiği destekle oluşan bu kendine özgü siyâsî koalisyonun, MHP’nin normları ve çizdiği çerçeve dâhilinde devam edeceğinin bir göstergesi olarak değerlendiriyorum. Burada Milliyetçi Hareket Partisi’nin, seçim yenilgisinden sonra iktidârın özellikle de ağırlaşan ekonomik şartlar karşısında ana muhâlefetin, CHP’nin sert muhâlefet yapma tehdidi ihtimâlini göğüslemek, bunu yumuşatmak için, “Artık yumuşayacağız, normalleşeceğiz…” — gerçi “normalleşme” ifadesini onlar kullanmıyor, çünkü o zaman “Biz anormaliz” demek oluyor o. Ama sertliği kabul edebilirler.
Kemal Can: Evet, ama Erdoğan hiç birinci tekil konuşmadı bu konuda. Yumuşamada birinci tekil kullanmadı.
Kadri Gürsel: Evet. “Yumuşama dönemine girdik” dedi. Orada yumuşama tek taraflı değil, işteş. “Sen yumuşarsan ben de yumuşarım” gibi.
Kemal Can: Hatta “Ben yumuşarsam” kısmı bile muğlak.
Kadri Gürsel: Eğer biz siyâseti bu yumuşama ekseni başlığı altına inceliyorsak, Kobani karârı tam tersini, sertleşmeyi işâret ediyor. Kobani karârı aslında MHP-AKP ortaklığı, yani Cumhur İttifâkı açısından parametrelerin hiç değişmediğini ifâde ediyor. Parametreleri biraz değiştirmek, yeniden yorumlamak ve yeni döneme uygulamak ihtiyâcı içinde olan bir Erdoğan iktidârı var; ama MHP’nin hiç böyle bir ihtiyâcı yok. MHP, 2023 seçim sonuçlarında oluşan denklemin hiç değişmeden 2028’e kadar devam etmesini istiyor. Burada da bâzı setler var. O setlerden biri, Kürt hareketine karşı tutum. PKK demiyorum, genel olarak Kürt hareketine karşı tutum. Burada en ufak bir yumuşamanın olmaması. Bu, onun göstergesi. Bunun başarılı olduğunu gösteriyor. Ben, Erdoğan’ın Kobani Dâvâsı’nın sonucuna etki ederek bir yumuşama efekti sağlayacağı beklentisi içinde olanların, aşırı iyimser bir beklenti içinde olduklarını söylüyorum. Açıkçası ben hiçbir zaman Selahattin Demirtaş’ı bırakacaklarını beklemedim. En başından îtibâren; hattâ bu programlarda da “Erdoğan yumuşayamaz. Yumuşarsa kaybeder” dedim. Zâten kendisi de biliyor yumuşarsa kaybedeceğini. Ama belki bu kadar ağır olmayabilirdi.
Bu dönemde, genellikle ilk sıra mahkemelerin, “Burası olmazsa İstinaf var. İstinaf olmazsa Yargıtay var” diye bir argümanı vardır. Bize de söylenmiş lâftır bu mahkeme başkanı tarafından. Dolayısıyla Kobani Dâvâsı’nın içeriği hakkında birkaç cümle söyleyeyim. Bu önemli. Çünkü sâdece konjonktüre oturtup, bir bağlama oturtmak haksızlık olur. Kobani Dâvâsı, aslında parlamenter siyâsî oyunun içindeki barışçı Kürt siyâsetçileri tamâmen kriminalize etmek, onları tasfiye etmek, bu alanın kapalı olduğunu göstermek ve eğer bunlar olursa, aslında paradoksal şekilde barışçı sivil siyâsetin cezâlandırılacağını, barışçı sivil siyâseti yapamaz hâle getirileceklerini onlara göstermek amacını taşıyor. Bir tarafta toplu bir şiddet hareketi var: “Kobani Olayları” dediğimiz, Türkiye’de 6-8 Ekim târihlerinde üç gün süren bir olay.
Kemal Can: Fakat onların hepsinden beraat ettiler.
Kadri Gürsel: Ama bunlar ispatlanamıyor zâten. Ortada şiddet olayları var. Kundaklanan binâlar, yakılan araçlar… Bunlardan azmettirici olarak suçlanıyorlar. Azmettirme suçunu işledikleri de ispat edilemiyor. “Kobani düştü, düşecek” demenin protesto edilmesi bir siyâsî faaliyettir. “Yakın, yıkın öldürün” demediğin sürece, şiddeti doğrudan özendiren ifâdeler kullanmadığın sürece, bu bir siyâsî reaksiyondur. Son kertede, “Sınırın ötesinde kimi istiyorsun? IŞİD’i mi tercih ediyorsun, PYD’yi mi tercih ediyorsun?” ikilemi karşısında iktidârın verdiği reaksiyon, “Ben PYD’yi değil IŞİD’i tercih ederim” olduğu içindir. Bir de Kobani’de IŞİD’i tercih etmenin sonucunda, katledilmesi beklenen insanların da orada yarattığı bir infial var. Yani orada yaşanacak katliamın ve zulmün yarattığı bir infial var. Bu infial sonucunda, bu siyâsetçiler tabanlarının duygularına bir karşılık vermek zorunda kalmışlardır. Bu azmettirmek midir? Böyle bir neden-sonuç ilişkisi kurulamaz.
Kemal Can: Zâten mahkeme de kuramıyor.
Kadri Gürsel: Dolayısıyla bulamıyor. Kurulamamıştır, ama ne olmuştur? Toplumsal şiddet eylemleri yüzünden Kürt hareketinin “barışçı ve sivil kanadı” –bu ifâdeyi kullanmak zorundayım– cezâlandırılmıştır. Yine 90’larda olduğu gibi, 8 yıl 10 yıl hapiste tutulan siyâsetçiler söz konusudur. Bir dönem cezâlandırılmıştır aslında. O “Millî birlik ve berâberlik süreci” diye bahsettikleri bir dönemin belli başlı aktörleri cezâlandırılmıştır ve o dönem kriminalize edilmiştir.
Kemal Can: Senin, Kobani Dâvâsı’nda MHP’nin rolü ya da genel olarak iktidar icraatında MHP’nin ağırlığı ve bundan sonraki rota konusundaki belirleyicilik mücadelesiyle ilgili değerlendirmelerine katılmakla birlikte, Kobani özelinde şunun biraz dikkate daha fazla getirilmesi gerektiği kanaatindeyim: Kobani Dâvâsı, evet, MHP’nin genel olarak güvenlikçi politikalarının ve Kürt meselesindeki tavrının sahnelerinden biri; ama Kobani Dâvâsı, senin de bir miktar değindiğin gibi, Erdoğan’ın çözüm sürecine beklediği faydayla girip, aslında beklediğini alamadan çıkmasının, “Seni Başkan Yaptırmayacağız” iddiasıyla devam eden kişisel bir intikam operasyonunun parçası. MHP’nin rolünün dışında, bence çok ciddî olarak, bu dâvânın karar aşamasında değil, bu dâvânın inşâ edilme aşamasından îtibâren, doğrudan Erdoğan’ın dahli olan bir “siyâsî intikam” dâvâsı olduğunu düşünüyorum. Açıkçası Osman Kavala meselesinin de böyle olduğunu düşünüyorum.
Kadri Gürsel: 28 Şubat’ı da onun içine koymak gerekiyor.
Kemal Can: Tabii. Gerek Osman Kavala gerek Selahattin Demirtaş meselesinde, MHP’nin bu herkes tarafından bilinen ve kolay kullanılan bir tetikleyici ya da itekleyici rolünün gölgesinde saklanan, doğrudan Erdoğan’ın taraf olduğu bir tutumu biraz perdeliğini düşünüyorum. Çünkü bu dâvâların her ikisi de; Gezi Dâvâsı da, Kavala özelinde yapılan bütün operasyonlar da, Selahattin Demirtaş’ı özel olarak hedefe koyan Kobani Dâvâsı’nın tasarımı da, Erdoğan’ın kişisel siyâsî intikam programının bir parçası. Dolayısıyla bu bâzen gölgede kalıyor. “Bunları MHP yaptırıyor” oluyor.
Kadri Gürsel: Elbette en başından îtibâren yaptıran MHP değil, ama MHP bunu sâhipleniyor. Araya girdim kusura bakma, ama MHP bunu Erdoğan’la arasındaki ittifak parametresinin olmazsa olmazı olarak görüyor ve kullanıyor.
Kemal Can: Evet, kullanıyor. Fakat bu kullanım, Erdoğan’ı, sanki bunda farklı bir pozisyondaymış ve daha az günah sâhibiymiş gibi bir yere yerleştiriyor. Daha ileri bir şey söyleyeyim: Bu üç dâvâ –aslında Kavala ile Gezi Dâvâsı sonra birleştirildi, ama Kavala için başka dâvâlar da açılmıştı, onun için ayrı ayrı zikrediyorum– Gezi Dâvâsı Erdoğan’ın kişisel meselesiydi. Sonrasındaki süreç de bu kişisel intikam programının ve onun politik alanı belirleme ve sınırlarını çizme operasyonunun kritik bir parçası hâlinde işledi. Osman Kavala ile ilgili kişisel bir meselesi vardı. Selahattin Demirtaş ile ilgili de kişisel bir meselesi var. Kobani, Kürt meselesiyle ilgili çözüm sürecindeki rolüyle ilgili de, bence çok önemli biçimde Erdoğan’ın sembol hâline getirdiği ve kişisel bir siyâsî dâvâ niteliği kazandırdığı bir mesele. Kobani Dâvâsı’nda çıkan karârı sâdece –sen öyle yaptın diye söylemiyorum, ama böyle değerlendirmeler çok olduğu için söylüyorum– MHP penceresinden, MHP’nin neyi istediği ve neyi aldığı penceresinden okumakla iktifâ edilmemesi gerektiğini, burada Erdoğan’ın tavrının son derece belirleyici olduğunu düşünüyorum.
Yine senin de değindiğin bir başka nokta: Bu dâvâya –zâten genel olarak bölücülük, Kürt meselesi, güvenlik sorunları… MHP’nin temel söyleminin içerisinde çok başat hâdiseler bunlar– propaganda etme açısından baktığımızda, Kobani hâdiselerini Yasin Börü teması üzerinden… Hattâ yerel seçimlerin hemen öncesinde, Erdoğan çıkıp, “Selahattin Demirtaş’ı ve Osman Kavala’yı bıraktırmak istiyorlar. Bunlar Yasin Börü’nün katilleri değil mi Selo?” diye yaptığı bir konuşması var. Meydanlarda sürekli olarak isnat ettiği, ağır biçimde Selahattin Demirtaş’ı hedef göstererek suçladığı yüzlerce konuşması var. Dolayısıyla propaganda etme anlamında en çok bu malzemeyi kullanan ve bugün bu dâvâyla birlikte, aslında bütün iddiası çökmüş, tıpkı, “PKK yöneticileri Kılıçdaroğlu için video çektiler” diye meydanlarda gösterip, sonra da “Montajsa ne olmuş” demesi gibi, “Dolmabahçe’de benim başörtülü bacılarıma saldırdılar” ya da “Câmiye ayakkabılarıyla girdiler” gibi, herkesin doğru olmadığını gayet iyi bildiği şeyleri propaganda olarak kullanması gibi, bu hâdiseyi de senelerce böyle kullandı. Bu meselenin, dikkatli biçimde altının özellikle çizilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Kobani meselesindeki bu tutumu, karârın çıktığı aynı gece, 28 Şubat hükümlülerine af hamlesiyle beraber düşünmek gerektiğini de düşünüyorum. Bu paralelliğin de sâdece MHP’nin talebinden ibâret olmadığı kanaatindeyim. Çünkü Erdoğan 31 Mart seçimlerini yorumlarken de, “Biz yine birinci partiyiz” derken, MHP + AKP gibi bir toplamdan söz ediyordu. Son grup toplantısında da küçük değinmelerde bulunduğu Ankara’daki Emniyet içindeki gerilimlere göndermede bulunduğu konuşmasında, “Cumhur İttifâkı’na düşmanlık yapanlar ve onu yıkmaya çabalayanlar” bahsiyle, aslında herkesin ayrı ayrı dinamikler gibi değerlendirmeye yatkın göründüğü şeyin, Erdoğan’ın kafasında hâlâ o şekilde ayrışmamış olduğunu bana düşündürüyor. Onun için, ben Kobani Dâvâsı’na bakarken, Kobani Dâvâsı’nın karârının değil, oluşturulma sürecinin dikkate alınmasını ve burada Erdoğan’ın dahlinin MHP’nin tazyikinden daha az olmadığı kanaatimi paylaşmak istiyorum.
Kadri Gürsel: “Burada esas olan kuruluştur” diyorsun. Ya da sen öyle demiyorsun ama ben öyle anlıyorum. Yani esas olan “temel kuruluş dinamikleri”dir. Ama şunu unutmamak lâzım: Bir siyâsî dâvâ, siyâsî silâh ve araç olarak dizayn edildiğinde, siyâsî süreçler içinde farklılaşır; farklı kullanım fırsatlarına açık hâle gelir. Bu iktidar her zaman şöyle davranıyor: Bir tutuklama müessesesi var; soruşturma, kovuşturma süreçleri ve tutuklama müessesesi. Bir kişiyi veya bir grup insanı hapse koyarlarken, arzu ettikleri siyâsî sonuçlar bir türlü olabiliyor. Onları hapiste tutmaktaki amaçları zaman içinde farklılaşabiliyor. Onların siyâsî takas değerleri farklılaşabiliyor. Aynı zamanda da, günü geldiğinde onların cezâevinden çıkarılmalarının da onlara sağlayacağı fayda, yani içeri atanlara sağlayacağı fayda farklılaşabiliyor. “Bir insan hangi faydayı arzu ederek içeri atılmışsa, o fayda tahakkuk ettiğinde çıkar” ya da “Daha fazla tahakkuk etsin diye kalır” gibi bir mantık yok. Senin dediğin çok doğru. Bu hatırlatılmalı ve her zaman altı çizilerek vurgulanmalıdır. Burada siyâsî kişisel kin unsuru var. Neden? Çünkü yapabiliyor. “Bir insan, bir muktedir, bir otokrat, Osman Kavala konusunda olduğu gibi, Demirtaş konusunda olduğu gibi ve Can Atalay konusunda olduğu gibi, bu kadar hukuku ve anayasayı da ihlâl ederek nasıl içeride tutar kardeşim?” diye sorduğunda: Çünkü tutabiliyor. Niye? Haklısın, kişisel siyâsî kini var.
Kemal Can: Fıtrat meselesi değil bu. Bunun siyâsî bir sonucu da var.
Kadri Gürsel: Var, ama zaman geçtikçe, bu dâvâların ve bu insanların içeride tutulmalarının kullanım vasıfları farklılaşıyor. Eğer kendisine bir siyâsî fayda sağlamayacaksa dışarı da çıkarmaz, siyâsî fayda sağlayacağı güne kadar tutar. 28 Şubat olayında görüldüğü gibi. Nihâyet 28 Şubat generallerinin dışarı salınmaları gibi. Bir yıldır masasında bekleyen raporlarda, “Bu insanların sağlık durumları ve yaşları, demans nedeniyle içeride tutulmaya müsâit değildir” denmesine rağmen; modern anlamda, yani hapiste tutulmaları toplumsal menfaat açısından hapiste tutulmaktan istenen fayda ne ise mümkün olmamasına rağmen. Oraya ayrıca geliriz, ama bir faktörle açıklayamayız. Ben onu güncel bir bağlama oturtup anlatmaya çalıştım, ama yanlış anlaşılmak istemem. MHP, bunların mümkün olan en ağır cezâya çarpmalarını arzularken, Saray’daki bir fraksiyon, bunların daha az, daha hafif cezâlar almalarını istermiş gibi oldu. Ama böyle bir ayrım yok.
Kemal Can: Böyle bir görüntü ne işe yarıyor biliyor musun? “Yapıyor, çünkü yapabiliyor” meselesi var ya? Yapmadığı zaman da bunun sorumluluğunu başkasının üstüne bırakabiliyor. MHP’yi senelerdir konuşuyoruz. İktidar sorumluluğunu almadan, iktidârın imkânlarını kullanabilme lüksü var.
Kadri Gürsel: Evet, elini taşın altına koymuyor.
Kemal Can: Ama bunun karşılığı olarak, iktidâra ve Erdoğan’a şunu sağlıyor…
Kadri Gürsel: …günah keçisi olmayı…
Kemal Can: Bir şey yapmadığında, “Bahçeli yaptırmamış” oluyor.
Kadri Gürsel: Doğru, Erdoğan yaptırmış olmuyor, Bahçeli yaptırmamış oluyor.
Kemal Can: Erdoğan bir şey yaptığı zaman kendi yapmış oluyor. “Yaparsa o yapar” deniyor. Yapmadığı zaman da bir başkası ona engel olmuş oluyor. Bu, sâdece kişiselleştirilmiş intikamlarla hareket eden bir personayı değil, aslında çok konforlu bir iktidar terkibini, iyi bir işbölümünü anlatıyor. Bu birçok olayda karşımıza geliyor. Bu, bir şablon açıklama yöntemi olarak Erdoğan’ı koruyan bir işlev kazanıyor. Şimdi bu kararlar sürecinde de çok hızlı biçimde –dikkatimi çeken bir şey olduğu için bunun altını çizmek istiyorum– “Bahçeli’nin dediği oldu; Erdoğan yapmak istediklerini yapamadı; çünkü Bahçeli sert kartlarla girdi olaya…” Hattâ şimdi konuşacağız, darbe marbe işlerine kadar varan birtakım suçlamalara neden oldu. Ama aslında başka bir şey hâlâ yürürlükte. Bu, bir türlü ikimizin de inanmadığı “normalleşme”nin hâlâ cârî olduğunu, hâlâ yürürlükte olduğu iddiasını besleyen bir şeye dönüşüyor. Bunu dikkate almak için bunun altını çizmek istedim. Şu zamanlama meselesine değindin, oradan devam et istersen. 28 Şubat aflarını bu kararla nasıl ilişkilendirerek aynı akşama yerleştirdi Erdoğan? Bu da mı bir kurgu?
Kadri Gürsel: Bence evet. Tek başına Kobani karârıyla gündemin monopolize olmasını istemedi. Onun yanına 28 Şubatçıları koydu. Yani bir yerde, “Bunu yapıyoruz, karar veriliyor”, ama diğer tarafta, “Bakın imzâladım, bu insanlar da çıkıyor”. Aynı zamanda şunu da yaptı — çıkan haberden okuyorum: “2019 Mahallî İdâreler seçiminde, Malatya’nın Pütürge İlçesi’nde Saadet Partisi’nin iki müşâhidini öldürenlerden AKP’li Pütürge Belediye Başkanı Mikail Sülük’ün babası 67 yaşındaki Hacı Sülük’ün müebbet hapis cezâsını affetti.” Sâdece bir değil üç edim var aynı güne denk gelen. Bunlar da hep dengeliyor.
28 Şubat tahliyelerine MHP’nin bir îtirâzı tabiî ki yok. Ama onu da en uygun kullanım değerine ulaşacağı anda yapmak üzere saklıyordu. Onun karârını aldırmıştı. Bütün siyâsî tasarruf hakkını üstüne almıştı. “Bunlar cezâevinde kalamaz” diye kararlar çıktı. Evet, kin var, ama şöyle de bir durum var orada: 28 Şubatçıların bir bölümü, Balyoz Dâvâsı’ndan zâten üçer dörder beşer yıl yatmışlardı. Ama o FETÖ kumpası olarak aklandı. Halbuki ona da kendi siyâsî oluru vardı. Orada da hâdise, bütünüyle başından sonuna, organizasyonu, dizayn edilmesi Fethullahçıların sırtına yüklendi. Evet, taşeron olarak onlar kullanıldı. Onlar da büyük ölçüde mühendisliğini yaptılar bunun. Ama Erdoğan’dan aldıkları siyâsî destek ve cevaz sayesinde oldu; yoksa Erdoğan’a rağmen olmadı Balyoz. 2021’de, bu sefer 28 Şubat Dâvâsı’nı üreterek, onları bir daha içeri attırdı. Epey bir zamanaşımına da uğramış olsa, bunu yaptırdı ve anayasal hakkın hukukun hiçbirini göz etmediğini de göstermiş oldu. 28 Şubat tahliyelerini de, aslında Cumhuriyet Halk Partisi’ni ve yeni genel başkanını yakın bir mesâfede tutmak, onunla sanki bir işbirliği yapılabiliyormuş gibi bir izlenim yaratmak ve diğer taraftan, ona da bir siyâsî jest yapmış gibi görünmek amacıyla bunu yaptı. Özgür Özel’i Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’nde iâde-i ziyârette bulunacağı zaman, taleplerinden birini karşılamış olarak gitmiş olacak. Yani “Özgür Özel talep etti, 28 Şubat generalleri serbest bırakıldı” ve o da yüce gönüllü olduğu için merhamet gösterdi.
Kemal Can: Yani “kabul edilebilir ricâlar” dosyasına aldı.
Kadri Gürsel: Bir de ayrıca, özellikle Kürt sorunu konusunda ve dış politikada bayağı kuvvetli bir dirsek teması içinde olduğu ulusalcı kesimlerle de bu şekilde hukukunu devam ettirmek gibi bir yol buldu. Bu, aynı zamanda, bazı muhâlefet kanatlarını teskin etmeye de yarıyor. Zâten çoktan amacına ulaşmış. Yaşları 80’i aşmış bu insanları içeride tutmak, sâdece ve sâdece zulümdür. Modern anlamda, cezâevi müessesesinin, özgürlük hakları ellerinden alınmış insanların orada kalmalarından, toplumun arzu edeceği, bekleyeceği menfaati sağlamakla bir alâkası yoktur. Sen orada çok isâbetli ifâde ettin: Bu, kişisel kin dâvâsıdır. Bence kinini çoktan tatmin etmişti zâten. Ama kinin yanında, “Bunları bırakacaksam bana da bir faydası olması lâzım” düşüncesi. Bıraktığı ânın, târihinin bir faydası olması, bir getirisi olması lâzımdı. Bir politik sermâye olarak kullandı 28 Şubat generallerini. Politik sermâyeye dönüştürdü ve bıraktı. Bunu dengelemiş oldu. Özgür Özel hâlâ o ifâdeyi kullanmaya devam edecekse, “Normalleşme için umutlar kaybedilmiş değil sanki; ama zâten PKK, Kobani… onun da cezâsız kalmaması lâzımdı” gibi bir şey bu.
Kemal Can: Aslında daha önce de haksızlık ve hukuksuzluk karşısında herkesin aynı tehdit ve saldırı altında olduğu hissini bozmaya yarayacak şeyler yaptı. Bu da zamanlama açısından böyle bir şeye hizmet etti.
Kadri Gürsel: Osman Kavala’nın yargılanmasının tekrârı konusunda yapılan başvurunun reddi, tamamen prosedürel bir şey. Osman Kavala konusundaki talebi, haberi yazan meslektaşlarımızdan duyduğumu aktarayım. Talep Özgür Özel tarafından dile getirildiğinde, Cumhurbaşkanı’nın reaksiyonu, “Ama siz onun yaptıklarını bilmiyorsunuz” olmuş.
Kemal Can: Bu da benim kişisel fikrimi doğrulayan bir şey.
Kadri Gürsel: O zaman anlatsın Osman Kavala’nın ne yaptığını da öğrenelim. Osman Kavala neredeyse 7 yıldır cezâevinde. Hiçbirimizin bilmediği, kendisinin bildiği, ama söylemek de istemediği bir nedenden dolayı içeride tutuyormuş. Bunun nedenini öğrenelim. Kendisi söylesin en azından. “Siz onun ne yaptığını bilmiyorsunuz” demekle, bütün iddianâmenin, bütün dâvâ sürecinin fos ve fasarya olduğu da îtiraf etmiş oluyor — eğer doğruysa yazılanlar.
Kemal Can: Zâten, “Bu normalleşmenin işâreti” diye yazılan köşe yazılarında, bunların hepsinin siyâsî dâvâlar olduğu ikrar edildi. Yani formül arıyor olmak ve yine siyâsî irâdeyle bunları çözecek olmak, zâten bunların kuruluşu îtibâriyle siyâsî dâvâlar olduğunu, böyle kurgulandığını gösteriyor. Hukukî bir sürece müdâhale etmeksizin siyâsî kararla bir süreci değiştirebiliyorsan, zâten bu iş, başından îtibâren siyâsîdir. Ama “Osman Kavala neler yaptı” demesi, öbürünün “Yapmadığı şeylerden dolayı meydanlarda suçlandı” meselesi, “Ekonomiyi” ya da “şimdiki sıkıntıları dış güçler yaptı. Biz ağır bir saldırı altında kaldık” iddiasını, dış güçlerin kim olduğunu hiçbir zaman açıklama ihtiyâcı duymadan sürdürebilmesi ile aynı şey aslında. Erdoğan, biraz önce söylediğim gibi, yaptıkları ya da yapmadıklarıyla ilgili kendine artı çıkartmak, senin söylediğin gibi siyâsî sermâye temin etmekle, yaptıkları ya da yapmadıkları için suçlu işâret etmek konusunda ya da müsebbip işâret etmek konusunda da büyük bir rahatlığa sâhip. Bu, bâzen Cemaat oluyor, bâzen onu aldatmış olan Avrupa Birliği ülkeleri oluyor, bâzen de onu kandırmış olan Kürt siyâsetçiler oluyor.
Kadri Gürsel: Bir yansıtma ustası.
Kemal Can: Evet, sürekli bu şekilde çalışıyor. 28 Şubat denkliği meselesinde, söylediğin gibi kendisi açısından tatmin olunmuş bir taraf var. Ama 28 Şubat diğer olaylardan biraz daha farklı olarak, bir çevrenin, kendi siyâsî mahallesinin beklentisinin karşılığında bir şeydi. Oradaki rövanşist tatmin de yerini bulduğu için, artık muhâfazakârlar öyle bir “eziklik”, bir “mağdûriyet” değil, tam tersine, artık bir “mağrûriyet” hattına geçtikleri için… Bu, 2010 Referandumu’ndaki “12 Eylül’ü yargılayacağız” meselesinde de yaşandı. O da sembolik bir şeyle kapatılıp gitti. Bunlar araçsal şeyler. O anlamda, 28 Şubat o kadar kişisel meselesi olmayabilir Erdoğan’ın. Çünkü o kullandığı bir şeydi.
Kadri Gürsel: Bunu sonuna kadar kullanır. Kendisini belediye başkanlığından indirdiler ve 4 ay kadar hapis yatırdılar.
Kemal Can: Ama bu onun 20 yıllık iktidârının önünü açtı.
Kadri Gürsel: Önünü açtı, ama o öyle düşünmez. Onu her zaman bir siyâsî sermâye olarak ömrünün sonuna kadar kullanacaktır.
Kadri Gürsel: Evet. Şimdi buradan polislere geçelim mi?
Kemal Can: Polislere geçeceğiz, çünkü o da tam bu meseleyle ilgili. Erdoğan, iktidârını pekiştirmek, iktidârını yaymak, iktidârının bâzı kural dışı hamlelerini yürütmek için birtakım kesimleri, birtakım çevreleri, grupları kullanıyor. Bunun en büyüğünü Cemaat’le yaşadı. Sonra bunlar bir vâdede kendisi için tehdit oluşturmaya başlıyor ya da kendileri bağımsız olarak problem odağı hâline geliyorlar. Birdenbire başka bilek güreşleri başka kapışmaların adresi hâline geliyor. Bunlardan bir benzerini bu hafta yaşadık. Vaka yeni değil, ama vakanın geldiği safha yeni. Çünkü birtakım polisler gözaltına alındı, bâzıları görevden el çektirildi. Daha önemlisi, bu iktidar içi gerilimler de, yine Erdoğan’a karşı bir darbe girişimi, bir kumpas faaliyeti olarak yorumlandı.
Kadri Gürsel: Üç Meksikalı bir araya gelince ne yapardı? Darbe yapardı, değil mi? Ama Türkiye’de üç polis bir araya gelince darbe yapamaz. Polislerin darbe yapması için yanına 3 tâne asker ve 3 tâne yargı mensubu gerekiyor. Böyle bir şey yok, böyle bir şey görmedik. Bu hâdise gerçekten çok gülünç. Cumhur İttifâkı’nı ayakta tutacak –zâten ben kalacağından emin değilim– kartların yeniden karılması ve parametrelerin teyit edilmesi açısından, merkezî önemde olan olay bu. Ne Kobani Dâvâsı ne Osman Kavala. Sinan Ateş iddianâmesi de ikinci düzeyde. Ama asıl bu.
Kemal Can: Çünkü bununla da bir ilişkisi var.
Kadri Gürsel: Var tabiî. İlkini hatırlamak gerekiyor. Ben hatırlatanlardan bahsedeceğim. İktidar medyasının çok cevval, çok ateşli bir kanalını izliyordum. Orada yine en gayretkeş elemanlar program yapıyorlar. Ayhan Bora Kaplan’ın gözaltına alınma sahnelerini tekrar tekrar gösterdiler ve sonra dediler ki: “Bu görüntüler hiç A Haber’de çıkmadı, ATV’de çıkmadı, Sabah’ta çıkmadı. Nerede çıktı? T24’te çıktı.” Yani: “T24’te çıktığına göre, bu bizim iktidârın yaptığı bir şey değildi” demeye getirdiler. Bu polisler darbeci ya; iktidar medyasına getirmemişler konuyu, direkt T24’e vermişler. Bu hareket iktidârı bağlamıyor. İktidâra karşı yapılmış hareket olduğu için T24’e verilmiş. Kendi seyircilerini bilemem ama, dışarıdan onlara takılanları aptal sanmak kadar büyük bir gafletin içine düştüklerini görüyorum ve çok gülüyorum. Zâten iktidar bu olayda kartvizitini bırakmak istemiyor, yani hâdiseyi sâhiplenmek istemiyor. Ama hâdise tamâmen doğrudan, kendi ortaklarının yakın çevresinde, yakın çalışma arkadaşlarına ve kendi ortaklarının etki alanına yönelik. Onu sınırlamaya, onu güçten düşürmeye ve zayıflatmaya yönelik bir eylem. Kendilerinden geldiği bilinsin istemiyorlar, “Biz üstlenmiyoruz” diyorlar.
Ayhan Bora Kaplan’ın elebaşı olduğu suç örgütünde, Kaplan’ı gözaltına alan üç polis şefinin gözaltına alınmasını ise üstleniyorlar. Hem de nasıl üstleniyorlar. Ayhan Bora Kaplan’ın gözaltına alınması sırasında olayı üstlenmezlerken, Ali Yerlikaya’yı İçişleri Bakanı yapmakla istedikleri şey, ne istiyorlarsa o. Süleyman Soylu’yu tasfiye ettikten sonra, Süleyman Soylu’nun 7 yıl gibi uzun bir süre boyunca MHP ile çok yakın işbirliği içinde oluşturduğu network’ü ortadan kaldırmak. Çünkü bunun kendileri için bir baş ağrısı ve ayak bağı, kontrol edilemez bir güç hâline geldiğini görmüşlerdi. Süleyman Soylu’ya Bahçeli’nin kaç kez bizzat sâhip çıktığını biliyoruz. Pandemi sırasında bir kez onu istifânın eşiğinden dönüp aldığını biliyoruz. Süleyman Soylu, âdeta, AK’li olmaktan ziyâde, MHP’nin sâhip çıktığı, MHP’nin koltuğunda tuttuğu bir figüre dönüşmüştü. Burada tabiî acıklı olan şey şu: Erdoğan, İstanbul Vâlisi Ali Yerlikaya’yı İçişleri Bakanı yaptı. Kendi siyâsî tercihidir. Misyonu vardı. O misyonu yerine getirip getirmediği bilinmez; ama şu an Erdoğan, kendi tasarrufu sonucunda İçişleri Bakanı yaptığı kişiyi harcıyor, harcadığını da gösteriyor. Göstere göstere harcıyor. Bence, üç polis şefi de orada kurban ediliyor. Çünkü kartlar yeniden dağıtılıyor. Çetenin ikinci adamı, gizli tanık Serdar Sertçelik’e…
Kemal Can: Evet, gizli tanık; ama gizliliği kalmamış.
Kadri Gürsel: Güya polisler Serdar Sertçelik’e iktidar âileleri hakkında birtakım ifâdeler verdirtmeye zorlamış. Burada 17-25 Aralık refleksi uyandırmak için, ne olduğu belli olmayan ve bence de mesnetsiz bir tevâtürü yaydılar. Sertçelik’in videolarına bakıyorsun, o da yok, bu da yok; bir şey yok ortada. Burada yapılan, tamâmen filmi geriye sarmakla alâkalı. Ali Yerlikaya vâsıtasıyla varılan noktadan bu iktidârı geriye çekmek, MHP’nin takdir edeceği veya en azından râzı olacağı bir sınıra çekmek, daha fazla ilerlememesini sağlamak. Ali Yerlikaya’yı burada enterne etmeye çalışıyorlar. Hanefi Avcı ile Medyascope’ta yapılan söyleşiyi izledim. Hanefi Avcı, “Suç örgütü devlete operasyon çekiyor” dedi. Hiç iknâ edici değil. Bir suç örgütü Türkiye’de hiçbir zaman devlete operasyon çekemez. O suç örgütünün devletin içinde hâmileri, uzantıları, işbirlikçileri, ortakları olması lâzım. Fethullahçılar da bir suç örgütüydü. Onlar devlete operasyon çektiler, ama zâten devletin içindeydiler. Bir suç örgütü iktidârın ve devletin dışındaysa, devlete bu mânâda operasyon çekemez. Terör örgütlerinden bahsetmiyorum, o başka bir realite. Burada kriminal ve politik bir vakadan bahsediyoruz. Dolayısıyla Ayhan Bora Kaplan olayında ve Sinan Ateş iddianâmesinde, iktidâra tam bir tornistan manevrası yaptırılıyor. Böylece de bence Cumhur İttifâkı’nın bu parametrelerde… Aslında eski parametreler belki bir daha oluşmayacak, çünkü Süleyman Soylu tasfiye edildi. Onun tekrar İçişleri Bakanı olmasını beklemiyorum. Bilemiyoruz tabiî hayat ne gösterir, ama böyle bir beklenti içinde değilim. Ama en azından bir denge oluşacak ve artık daha ileri gidilmeyecek diye düşünüyorum açıkçası.
Özellikle yayın faaliyetinde, bu konuların haberleştirilmesine seçilen mecrâların da niye seçildikleri iyot gibi açığa çıktı. Kartvizitini birinde bırakıyor, birinde bırakmıyor. Şimdi bırakma ihtiyâcı duydu; operasyonu sâhiplendi. O yüzden, Sabah, ATV ve A Haber olayın üzerine büyük bir iştiyak ve coşkuyla atladılar. O, aslında MHP’ye verilen mesaj. “Bakın, biz yapıyoruz. Biz hallediyoruz, düzeltiyoruz” demeye getirdiler. Adâlet Bakanı, İstihbârat Teşkîlâtı’nın Başkanı ve Erdoğan arasında yapılan toplantıyla da verilen mesaj, Ali Yerlikaya’yı dışarıda tutuyor. O toplantıda da verilen mesaj belli. Ama grup toplantısında, “Burada durulmamalıdır. Daha ileri gidilmelidir” diyerek, irâdeyi tesis eden Bahçeli oldu.
Kemal Can: Ben de bu konuyla ilgili senin söylediklerin dışında, gözden kaçan başka bir noktanın altını çizerek katkı vereyim ve öyle bitirelim. Burada ilginç olan şu: Bu iktidar içerisinde, aslında siyâsî her türlü iktidârın içerisinde, yani tek parti iktidarlarında da, şimdi yaşadığımız gibi ittifaklı iktidarlarda da görünen ya da görünmeyen çok sayıda aktör var ve bunların içerisinde güç ve etkinlik mücâdelesi, zaman zaman sertleşen biçimde her zaman yaşanıyor, bunu biliyoruz. Daha önce de yaşadığımız örnekler var. Ama bu AKP döneminin özellikle son 10 yılındaki ittifaklı süreç, birtakım meşrû ve doğal siyâsî ilişkilerin içerisinde olmayan, siyâset dışı ve bâzıları kriminal olan pek çok aktörün doğrudan siyâsî operasyonlarda çok aktif kullanıldığı süreçler yaşadığımızı bize gösteriyor. İşin ilginç tarafı, bu çatışma süreçlerinde, sıradan insanlar, belirli bir tarafın doğru olduğunu, problemi oluşturan tarafın diğeri olduğunu algılamaya yönelik ağır bir enformasyon taarruzuna uğruyor. Ama çok ilginç paralellikler de görüyoruz. Bu güç çatışmalarının içerisinde, aynı aktörlerin farklı amaçlar için, farklı taraflar tarafından değişik zamanlarda kullanıldığını görüyoruz. Bunların en çarpıcılarından biri Sedat Peker olayı. Hatırla: Sedat Peker, “Kanla duş alma” meselesinde, “O zaman toplumu ürkütmek gerekiyordu ve ben de o işi yaptım” diyerek AKP adına îtiraflarını yapmıştı. Daha sonra da bambaşka bir şeyin parçası oldu. Şu anda devre dışında.
Yine meselâ cinâyete kurban giden Sinan Ateş. Sinan Ateş’in eşinin bir televizyon programında söylediklerinden anlıyoruz ki, Sinan Ateş daha önce Ülkü Ocakları Başkanlığı görevindeyken, MHP’li bir yöneticinin danışmanı olarak, 15 Temmuz sonrasında KHK ile görevden alınacakların ya da yargılanıp hapse gönderileceklerin listeleri üzerinde özel çalışmalar yapıp bu bilgileri paylaşıyormuş. Daha sonra bir başka süreç yaşanıyor ve herkesin bildiği cinâyet yaşanıyor. Şimdi Ayhan Bora Kaplan hâdisesinde görüyoruz ki, o gizli tanık, önce bir tarafın tanığı olarak diğer tarafa suçlamalar yapıyor, sonra yurtdışına çıkıyor. Bu sefer ifâdesini değiştirerek karşı tarafı suçlayan başka bir ifâde veriyor.
Kadri Gürsel: Araya gireyim. Bir taraf bir hamle yapıyor Sertçelik’e karşı. Sertçelik’i kendi tarafına çekiyor ve onu yurtdışına kaçırıyor. Bir insan iki ayağı kırık ve kurşunlanmış halde yurtdışına çıkamaz. Onu kurşunlayanlar da bu olayın içindeler. Yani bir şekilde, iki taraf arasında bir kapmaca yaşanıyor. Biri kapıyor onu.
Kemal Can: Buradan şuna varmak istiyorum. Bu, “Tencere dibin kara” durumu. Kapışan tarafların, neredeyse aynı enstrümanları, bâzen aynı elemanları kullanarak çok benzer yöntemlerle, birbirleriyle bir etkinlik ve nüfuz mücâdelesi yaptıklarını görüyoruz. Bu olay özelinde söylemiyorum, ama pek çok vakada bunu gördüğümüz için, aslında çok güçlü gibi görünen, her şeye muktedir ve karşısında çok direnecek kimsenin bulunmadığı, bütün kurumsal yapıları geriletmiş görünen iktidârın, onun yerine koyduğu şeylerin ne kadar çürük, ne kadar kapasitesi düşük, çok dar ve kendisi içinde riskler oluşturan bir ilişkiler ağıyla karşılandığını gösteriyor. Bir rejim değişikliği inşâ etmeye kalktığınızda, o yeni rejimi kurumsal ayaklarıyla inşâ edemezseniz, böyle tuhaf güç ilişkileri olan, çok riskli, kontrolü zor ve her zaman başınıza belâ olacak gayrimeşrû bir zemin yaratırsınız. Bu iktidârın bunun komplikasyonlarını yaşadığını da unutmamak lâzım.
Kadri Gürsel: Şimdi Sedat Peker’den söz açtın. Sedat Peker’i cezâevine tıkan Fethullahçı şebekeydi. Niye bunu yaptılar? Niye Alaattin Çakıcı tıkıldı cezâevine? Ortada başkalarının işine yarayacak bir mafya bırakmamak için. Çünkü çok iyi biliyorlardı ki, Türkiye’de bu tür suç örgütleri, siyâsetin işine yarar bir şekilde siyâseti bulurlar. Siyâset onları bulur ve birtakım kirli işler yaparlar. Ortada kirli iş yapacak sâdece kendileri olsun istiyorlardı. Sedat Peker’in cezâevinden çıktığı târih Ocak 2014’tü yanılmıyorsam. Niye çıkartıldı? Tamâmen “Denize düşen yılana sarılır” hesâbı, birileri “Fethullahçıların tasfiye edilmesinde bizim de böyle bir gücümüz olsun” diye düşündü herhalde. Onu dışarı çıkarttılar. Sedat Peker hapisten çıkarken de kendisini dışarı çıkaranlara selâm verdi, hizmette bulunacağını îmâ etti ve bulundu da. Ama bunlar kriminal tipler oldukları için ilelebet aynı cenâha hizmet etmezler. Şartlar değişir, başka taraflar bulurlar kendilerine; başkalarının gücü ve etkisi altına girerler. Bir de kendi aralarında şöyle bir şey yaşandı. Alaattin Çakıcı “in”, Sedat Peker “out” oldu. Sedat Peker’in yurtdışına çıkması, Alaattin Çakıcı’nın hapisten çıkmasıyla ardışıktır.
Kemal Can: Ben bu sürekliliğe dikkat çekmek istiyorum.
Kadri Gürsel: Evet, dediğin gibi, kurumları yıkmak bir andan sonra çok kolaydır, ama kurum inşâ etme kapasitesi bulunmayanların işi çok zordur. Kurum inşâ etmek için yasallık, hukuk, aynı zamanda kurumsal işleyişe saygı duymak için her şeyi kontrol etme, her konuda karar verme ve yasaları, anayasayı ve tüm mevzûatı ve yönetmeliği canı istediği gibi uygulama ve uygulatma gibi bir politik saplantıdan, bir kişisel saplantıdan da uzak olmak lâzım. Bunun için de erdemli olmak gerekiyor. Erdemi olmayan insanlar, kurum inşâ edemezler. Bu iktidârın erdemi yok. Erdemi olmadığı için de kurum inşâ edemiyor. Bir açıklaması bu değil sâdece, ama aynı zamanda Türkiye’yi kurumsuz yönetmek istiyor.
Kemal Can: İşte o boşluğu doldurabilmek için böyle kontrolsüz şeylere ihtiyâcı var.
Kadri Gürsel: O zaman da böyle saçma sapan şeyleri tartışıyoruz.
Kemal Can: Ayhan Bora Kaplan hâdisesi, bir iki senede oluşmuş bir hikâye değil. Senelerdir süren bir hikâye. Orada ne tür kullanımlar cereyan ettiğinin çok küçük bir kısmını biliyoruz.
Kadri Gürsel: Çok hassas bir noktaya doğru gidebilir konu. Muhâlefetin, bâzı uluslararası yasadışı ticâret konularında Türkiye’nin bir lojistik merkez hâline geldiği ile ilgili bâzı iddiaları var. Konu oraya kadar gidebilir. O yüzden buna bir sınır çekmek istiyor olabilirler. Bir de, bâzı siyâsî güçlere terk edilen alanlar var. O alanların emniyeti açısından ve o alanlarda yer alan insanların esenliği açısından da düşünülmüş olabilir.
Kemal Can: Tamam, artık daha fazla uzatmayalım. Bu haftayı da böylece noktalayalım.
Kadri Gürsel: Bir saati geçtik galiba.
Kemal Can: Bir saate yakın bir zaman oldu sanıyorum. Herkese tekrar iyi haftalar diliyoruz. Umarız, önümüzdeki hafta tam kadro yine burada oluruz. Hoşça kalın.