Almanya’nın Berlin Olimpiyat Stadı’nda oynanan EURO 2024 finalinde İspanya ile İngiltere karşı karşıya geldi. Karşılaşmaya iyi başlayan İspanya rakibine karşı baskı kursa da ilk yarıda aradığı golü bulamadı ve soyunma odasına 0-0’lık eşitlikle gidildi.
İkinci yarıda ise baskını artıran İspanya, 47. dakikada Nico Williams’ın golü ile 1-0 öne geçti. Golden sonra eşitlik sayısı için yüklenen İngiltere, 73. dakikada Cole Palmer’ın harika golüyle skoru 1-1’e getirdi. 86. dakikada ise İspanya’da bu kez sahneye çıkan Mikel Oyarzabal kaydettiği golle takımını 2-1 öne geçirdi. Son bölümde başka gol sesi çıkmazken, Boğalar karşılaşmadan 2-1’lik skorla galip ayrıldı ve şampiyonluğunu ilan etti.
İspanya bu şampiyonlukla birlikte tarihinde dördüncü kez Avrupa Futbol Şampiyonası şampiyonluğunu elde etti. EURO 2020’nin ardından bir kez daha finalde kaybeden İngiltere’nin ise kupa hasreti 58 yıla çıktı.
Türkiye ise turnuvaya çeyrek finalde Hollanda karşısında aldığı 2-1’lik yenilgiyle veda etti.
Euro 2024’ten futboldan başka geriye neler kaldı? Ruşen Çakır ve Özgehan Şenyuva tartışıyor.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Dün İspanya şampiyon oldu ve Euro 2024 sona erdi. Bunun futbol yönünü tartışanlar var; tartışılacak ne kadar şey var bilmiyorum, ama sonuçta tartışanlar var. Biz olayın futbol dışı yönünü biraz tartışalım istiyoruz; siyâsî yönünü, sosyolojik yönünü, biraz da finansal yönünü. İşte bunları Ortadoğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Özgehan Şenyuva ile yapacağız. Merhaba Özgehan.
Özgehan Şenyuva: Merhaba, iyi yayınlar.
Eyvallah. Çok yoğun oldu. Avrupa ve belki de dünyanın daha başka yerlerinden de insanlar büyük bir merakla izledi. Olayın futbol yönünü, girişte de söylediğim gibi, çok konuşmayalım. Herkesin desteklediği takımlar vardı, kazandı, kaybetti; yok işte, hakem hatâsı vardı falan. Biz işin başka bir yönüne bakalım; siyâsî yönüne bakalım. Siyâsî yönü, özellikle de şu Euro 2024’ün yapıldığı dönemde, Avrupa ciddî bir şekilde aşırı sağın yükselişiyle gündemde. Aşırı sağın yükselişi nedir? Milliyetçiliğin daha çok ülkeler bazında yükselmesi, göçmen karşıtlığı gibi hususlar var. Arada Fransa, İngiltere örneği gibi solun biraz kıpırdandığı yerler de var; ama genel havaya bakıldığı zaman böyle bir şey var. Şimdi bir turnuva yapılıyor; Avrupa’nın en önemli iki ülkesinden birisi olan Almanya’da yapılıyor. Almanya’nın birçok şehrinde yapılıyor ve Avrupa ülkelerinden insanlar oraya geliyor. Avrupa bunu izliyor. Bir bilanço yapacak olursak, Euro 2024’te yaşananlarla Avrupa’daki siyâsî gidişat arasında ne tür benzerlikler ve aykırılıklar gözlemledin?
Özgehan Şenyuva: Güzel bir turnuva oldu. İspanya kazandı, ama benim esas tuttuğum takım Arjantin’di ve Arjantin Amerika şampiyonu oldu — onu da kayda geçelim. Dün gerçekten yoğun bir gündü; önce Wimbledon finali, sonra Avrupa finali, bu sabah 3.00’te de Arjantin-Kolombiya; ama İspanya-İngiltere kadar zevkli bir maç olmadı. Ruşen Bey, “Futbol sâdece futbol değildir” sözüne karşı çıkanlar oldu; futbol sâdece futbol olsun gibi bir temennî var. Ama bu turnuva gösterdi ki bu çok kolay değil. Hele ulaştığı kitleler nezdinde futbol turnuvaları ve millî maçlar futbolun çok ötesine geçiyor — istesek de istemesek de. Çok basit bir önermem vardır benim: İşte, Curling ya da başka bir spor seçin, “Seviyor musun?” diye sorun, “Sevmiyorum” derler, konu kapanır. “Futbolu seviyor musun?” diye sorduğunda ise “Sevmiyorum” diyen bile bir 15 dakika niye sevmediğini anlatır ve bu siyâset bağlantısı da ortaya çıkar. Dediğiniz çok doğru. Daha rakamlar henüz çıkmadı, ama Dünya Kupası’ndan sonra en çok izlenen futbol organizasyonu olma yönünde ilerliyor. Maddî boyutu muazzam. Yani öncesinde konuşurken demin bahsediyordum: Maç başına 48 milyon avro gelir elde ettiği tahmin ediliyor UEFA’nın. Bu kadar muazzam bir paranın döndüğü bir yer. İzleyiciler açısından Dünya Kupası finalinden sonra en çok izlenen organizasyon olma yönünde ilerliyor. Bir de şeyi unutmayalım; meselâ Şampiyonlar Ligi daha çok para kazandırıyor ve daha çok izleniyor, ama Şampiyonlar Ligi 9 ay sürüyor. Bu bir ayda sâdece 51 maçta yaklaşık 2,5-3 milyar avro gelir elde ettiği tahmin ediliyor. 2024’ün rakamları daha hesaplanmadı. Ama bu UEFA’nın en çok para kazandığı organizasyon. Bu yüzden bunu çok ciddîye alıyorlar ve dikkate alıyorlar ve nerede organize edileceğinden ne tür koşullarda yapılacağına kadar muazzam bir iş: Siyâset ve sosyoloji işin içine giriyor. Euro 2020’yi hatırlarsanız, pandemi dönemine gelmesi nedeniyle büyük bir sıkıntı içerisinde olmuştu. Yani turnuva nerede düzenlendi sorusuna bile cevap veremiyoruz. Zâten en matrak kısmı da, Euro 2020 gene pandemi yüzünden 2021’de yapıldı, bir yıl sonra yapıldı. Bu, onun o bıraktığı kötü tadı silmek için dizayn edildi, çok yatırım yapıldı. Almanya’da olması önemliydi; çünkü Almanya futbol konusunda dünyanın gözbebeği. Sâdece Avrupa Birliği’nin ve dünya ekonomisinin önemli bir ülkesi değil, futbol endüstrisi konusunda da önemli bir ülke ve şu âna kadar başarılı olduğu varsayılıyor.Muazzam rakamlar söz konusu; yaklaşık 6 milyon kişinin Almanya içinde kurulan o “Fanzone” tâbir edilen taraftar bölgelerinde, “dev ekranda maç keyfi” –Türkçeye öyle çevrildi–, neredeyse 6 milyon kişinin buralarda maçları tâkip ettiği tahmin ediliyor. Televizyondan dünya çapında 5 milyar kişiye ulaştığını gösteriyor. Gerçekten, 4 yılda bir yapılmasına rağmen bütün dünyanın gözünü diktiği ve her açıdan dikkat edilen bir turnuva. Sorunuz özelinde: Bu Avrupa’nın yaşadığı siyâsî çalkantıları, Almanya Almanya olduğu için, futbol konusunda daha profesyonel ve daha düzgün yönetilen bir ülke olduğu için çok görmedik Euro 2024’te. Ben buradan bir spoiler vereyim: Esas bu meseleleri biz olimpiyatlarda göreceğiz. Çok yakın zamanda Fransa’da Paris Olimpiyatları başlayacak. Hem Fransa’nın iç meseleleri –ki siz de programlarınızda detaylı ve uzun bir şekilde tartıştınız, farklı konuklarla–, yapılan seçim, Le Pen’in muazzam çıkışı ve Fransa’nın içinde bulunduğu siyâsî çalkantıları korkarım olimpiyatlarda daha çok göreceğiz. Daha çok gösterilerle karşılaşacağız. Bence UEFA’nın düzenlediği Euro 2024, milliyetçiliğin çok ön planda olduğu, tartışmaların çok ön planda olduğu, çatışmaların çok ön planda olduğu bir turnuva olmadı. Bunu iyi yönettiler. Bunun istisnâları var. Bir tânesini de çok iyi bildiğimiz gibi…
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ona gelmeden şöyle bir şeyi sormak istiyorum, çok dikkatimi çekti, herkesin dikkatini çekiyordur herhalde: Şimdi, Avrupa takımlarının büyük bir kısmında çok sayıda Afrika kökenli siyah oyuncu var. Hele Fransa’da, İngiltere’de sayılar giderek artmış. Fransa’nın neredeyse üçte ikisi bile diyebiliriz, bilmiyorum, rakam elimde yok ama. Hollanda böyle, Belçika böyle, İspanya’da da var. İspanya’nın en parlak genç oyuncuları meselâ, genç oyuncular falan hep siyah. Ama tribünlere bakıyoruz, siyah izleyici yok denecek kadar az. Yani şimdi bunlar neyi temsil ediyor, bize ne gösteriyor bu olay? Yani sâhada siyah oyuncu çok fazla var, ama tribünde –ki biliyoruz, o ülkelerde siyah vatandaş sayısı da hayli yüksek– izleyenlerin büyük bir kısmı beyaz. Muhtemelen içlerinde yabancılar konusunda alerjisi olan çok sayıda insan da vardır — ki geçmişte, Fransa şampiyon olduğunda, o zaman siyah değildi ama, Kuzey Afrikalılar falan da olduğu zaman bayağı bir sorun çıkmıştı. Bu ne acâyip bir çelişki!
Özgehan Şenyuva: O çelişki nispeten aşıldı gibi geliyor bana. Çünkü Fransa ilk Dünya Kupası’nı kazandığında… İlk Dünya Kupası’nı kazandığı değil, bizim hatırladığımız, sizin bahsettiğiniz Zidane’ın muhteşem 98 döneminde Fransa’da ses çıkaranlar olmuştu: “Bu benim takımım değil, millî marşı bile doğru düzgün söyleyemiyorlar” şeklinde. Hattâ Almanya çok dayak yerdi bu konuda hatırlarsanız. Almanya da etnik göçmen nüfus açısından çok zengin bir ülke. Mehmet Scholl dışında doğru düzgün bir farklılık, zenginlik, çeşitlilik gösteren bir takım değildi. En beyaz takım olarak kabul edilirdi. Ama zaman içinde bu dönüştü ve Almanya da ciddî anlamda göçmen nüfusundan büyüyen birinci, ikinci nesil oyuncuları entegre etmeye başladı ve başarısı da arttı. Hattâ bu konularda en çok yazan yabancı uzmanlardan biri olan Simon Kuper’in Almanya’yı dünya futbolunun “Darth Vader”ı olarak nitelendirmesi var.Ama ne zaman ki Almanya bu kendi iç milliyetçiliğini ve sizin tâbirinizle beyazlığını atlatabildi, daha sempatik bir hâle geldi ve Almanya sevilen bir takım hâline geldi. Bu arada ten rengi çok kolay görüldüğü için bunun üstünden analiz yapılabiliyor; ama meselâ İsviçre’de de dikkatinizi çeksin; bizim Kosovalı bir arkadaş, “Kosova yok, Arnavutluk elendi, İsviçre ile yola devam edeceğiz” diyordu. İsviçre takımının kompozisyonuna bakın: Hakan Yakın zâten teknik direktörü ve çok sevilen, çok başarılı, iyi bir futbol oynatan bir teknik direktör. O yüzden sâdece ten renginin ötesinde bu kültürel çeşitliliğin, göçmenlerin en çok görüldüğü turnuvalardan biri oldu. Hattâ Fransa konusunda da bir şey vardır; Amerika’da yaşayan Güney Afrika kökenli komedyen Trevor Noah bir yorum yapmıştı Fransa son Dünya Kupası’nı kazandığında: “Afrika Dünya Kupası’nı kazandı” diye. Bu yüzden Washington’daki Fransa Büyükelçisi ile ciddî anlamda bir gerginlik yaşamışlardı. Fransız Büyükelçi her zamanki Fransız tavrıyla: “Niye böyle diyorsunuz? Diyemezsiniz, o Fransız takımıdır” gibisinden sert bir mesaj yazmıştı ve Trevor Noah bununla bayağı dalga geçen bir şey yapmıştı: “Özür dileriz, ben onları Afrikalı zannetmiştim” şeklinde.Oyuncular konusunda söylem şöyle değişti: Daha kabul ediliyorlar. Bunu ülkenin entegrasyon başarısı, ülkedeki vatandaşların eşitliği üzerinden kurgulamaya başladılar. Yani bunu bir başarı öyküsü hâline çevirmeye başladılar. “Bakın, biz o kadar ırkçı olmayan, kabul eden, zengin ve çeşitli bir toplumuz ki, biz bunları görmüyoruz; bizim için onların hepsi Fransız futbolcusudur ve Fransa Millî Takımı için oynamaktadır. Bu bizim başarı öykümüzdür” şeklinde sunmaya başladılar. Ama bu ne kadar cevap buluyor, ne kadar gerçekçi? Bu tartışılmalı. Seyirciler konusunda da UEFA’nın istatistiklerine baktım. Bilet alırken pasaport girmeniz gerekiyor: 190 ülke vatandaşı bilet almış toplamda. İşin biraz daha ekonomik ve sınıfsal boyutuyla da ilgili bir şey bu bence. Yani o bileti alıp bir maça gitmek pahalı bir şey ve o ülkedeki göçmen toplum bunu ne kadar alabiliyor, kaçı izleyebiliyor bilmiyoruz. Zâten bu konuda net istatistik tutamayız; ne kadarının renk konusunda olduğunu yakalayamayız, kameralar üzerinden gördüğümüzle yorum yapıyoruz.Ama bu tür turnuvalarda genellikle tartışılan bir konu: Ev sâhibi ülke vatandaşları bunu ne kadar tâkip edebiliyor? Almanya’nın ekonomik durumundan dolayı oldukça fazla Alman vatandaşının tâkip ettiğini biliyoruz. Ama bir şeyi kayda geçelim: Sâhada yaşanan zenginlik tribünlerde yaşanmaz. Bunun bir ekonomik sebebi var, bir de –bu da kayda geçsin– katılan ülkeler arasında vatandaşlarının vize alması gereken tek ülke Türkiye’ydi. Yani bu da bizim açımızdan Avrupa ile olan ilişkimiz çerçevesinde sorunlu bir mevzû. Yani 24 takım katıldı; 23 millî takımın vatandaşları takımlarını seyretmek için bir bilet alıp gidebiliyordu. Bir tek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının vizeye ihtiyâcı vardı — ki Türkiye’de şu anda vize konusunda yaşadığımız sıkıntı da mâlûm. Yani bizim için o kadar da açık kapı, o kadar da dâhil olabildiğimiz bir turnuva olmadı.
Tabiî şöyle bir şey var: Almanlardan sonra en kalabalık seyirci grubu da Türklerdi — Almanya’da ve Avrupa’da yaşayan Türkler nedeniyle. Şöyle bir gözlemim var, çok emin değilim ama, sanki millî takımların teknik direktörleri genellikle o ülkenin vatandaşları oluyor. Böyle bir eğilimi burada da gördüm sanki. Meselâ Portekiz’in başında İspanyol bir teknik direktör olması beni şaşırttı. Ama onun dışında, öne çıkan takımların hemen hemen hepsinin –meselâ İngiltere’nin, Almanya’nın ve Fransa’nın– teknik direktörleri kendi vatandaşları. Hattâ bizde de meselâ Montella olduğu için, özellikle o Portekiz’e yenilme olayından sonra insanlar, çok daha kolay ve çok küstahça saldırabiliyorlar sanki. Millî takım teknik direktörlerinin o ülke vatandaşı olması diye bir temâyülden bahsedebilir miyiz? Yani bir de tabiî ki bu şu anlama geliyor: O ülke vatandaşları millî takımlarının başında genellikle kendi ülkelerinden insanlar mı istiyorlar? Böyle bir şey var mı?
Özgehan Şenyuva: Şimdi bu ciddî anlamda bir dönüşüm içerisinde. Yani millî takım, millî duyguların en üst düzeye çıktığı, milliyetçiliğin en kolay sergilendiği, sembolizmin en üst seviyede olduğu bir seviyedir. Yani banal milliyetçiliğin, spontane, duygusal milliyetçiliğin en çok yaşandığı alan futbol. Bunun en çok yaşandığı futbol içindeki alan da millî maçlar. Çünkü bayrak var, üstte o var, reklâm yok; “Bizim çocuklar”, “Bizimkiler” tâbiri çok yüksek. Avrupa’nın bu göçmen futbolcular üzerinden yaşadığı tartışmayı biz Almanya’da doğup büyüyen ve Türkiye’de futbol oynayan, Türk Millî Takımı’nı tercih eden futbolcular üzerinden yaşadık; teknik direktörler üzerinden de yaşıyoruz. Türkiye’de teknik direktör mevzûu çok çetrefilli ve sıkıntılı bir konu. Yani o konuda Montella eleştirildi, ama o eleştirilerin Hamit Altıntop’a giden bir boyutu var; muhteşem “başarılı” bir sezon kapattıktan sonra seçimi bilerek ve isteyerek Avrupa Şampiyonası sonrasına koyan Futbol Federasyonu Başkanı var. Yaşadığımız en gergin, en sevimsiz, ne kazananın ne kaybedenin ağzında iyi bir his bırakan böyle bir sezonun üstüne gittik. Yani Montella’ya eleştiri, pasaportundan öte, Türkiye’deki futbol ortamının içinde bulunduğu sevimsiz ve tartışmalı ortamdı. Yani o yüzden daha derine gitmek lâzım. Ama Avrupa’da futbolun endüstrileşmesinden sonra bu milliyetçilik biraz sulandı — doğru kelime bu: Sulandı. Yani 1950’ler, 60’lar, Soğuk Savaş dönemi Avrupa şampiyonalarına bakıyoruz ve şimdiki ortama bakıyoruz: Milliyetçiliğin karikatürize edilmesi var. Yani bu “Portakallar”, “Matadorlar”, “Spagetticiler, Makarnacılar” gibi tâbirler kullanılmaya başlandı. Çünkü milliyetçiliği futbol üzerinde yaşamanın da belirli bir sınırı var. Oraya geri dönmeden Türkiye için örnek vereyim, ikimizin de yaşı tutuyor: Bizim için Avrupa kulüp ve millî takım maçları muazzam bir olaydı. Yani işte: “Bu gece hepimiz Beşiktaşlıyız, bu gece hepimiz Fenerbahçeliyiz, Millî Takım’la Avrupa kapılarına dayandık”. Ve burada herkesin hatırlayacağı çok önemli bir şey: “Avrupa! Avrupa! Duy sesimizi!” sloganı, en çok kullanılan. Ve yavaş yavaş sönümlendi bu. Bunun birçok farklı nedeni var, tartışabiliriz ânı gelince, bunu bayağı araştırdık yazdık biz. Ama özellikle Batı Avrupa’da bu daha da başka bir seviyeye geldi. Yani daha da gevşediler. Portakal kılığına girip gidebiliyor adam, yüzlerini turuncuya boyayıp gidebiliyor Hollandalılar. İspanyollar daha böylekastanyetlerle falan bunu bir karikatüre, folklorik bir hâle çevirdiler. Millî takımın teknik direktörü illâ bizden olmalı hissi veya öyle bir teamül yok; ama şöyle bir şey var: Ülkenin çıkardığı başarılı teknik direktör sayısına bakıyorsunuz, iç ortamına bakıyorsunuz: Yani Almanya Alman teknik direktörlerle ilerleyebiliyor, Portekiz ilerleyebiliyor ama en üst seviyeleri de alamıyorlar. Yani İngiltere’den çıkan en iyi teknik direktör istatistiksel olarak bence saygı duyulur, çok önemlidir, ama Southgate’ten daha meşhurları var. Portekiz’de Mourinho’nun hiçbir zaman işin başına geçme durumu olmadı, Almanya’da Nagelsmann mı olacak? İspanya meselâ çok akıllı bir şekilde yaptı bunu: Şampiyon İspanya’nın teknik direktörünün altyapıdan beri bu işin başında olduğunu unutmayalım. Yani taşıdığı pasaporttan öte, sistemin nasıl kurulduğu ve o sistemin içinde o teknik direktörlerin rolünün ne olduğu tartışılmalı. Ama cevap veriyorum yani; illâ, “Biz çok milliyetçiyiz, bu Hollanda’nın takımıdır, tabiî ki başında da Hollandalı olacak” gibi bir takıntıları yok. Böyle bir şey de yok. Başarıya odaklılar. Kim başarılı olacaksa ve düzen içinde sorunsuz çalışacaksa onu tercih etmeye meyilliler. Portekiz’in İspanyol teknik direktörünün Belçika’yı da yıllar içinde dünya 1 numarasına çıkartıp, ama bir kupa kazanmakta başarısız olduğunu da unutmayalım. Yani yeni biri değil, İspanya’dan sürpriz bir transfer değil o.
Şimdi bu turnuvanın en çarpıcı olayı herhalde bizim Merih Demiral’ın bozkurt işâreti yapması ve sonra cezâ alması ve buna Türkiye’den gelen tepkiler falan oldu. Buna yaklaşan herhangi bir büyük olay ben açıkçası görmedim. Bir de Hollandalı ve İngiliz seyirciler arasındaydı galiba; onların kavgasını gördüm. Onun dışında pek bir şey, böyle çok büyük bir olay görmedik. Sen yabancı medyayı da tâkip etmişsindir. Bu olayı sâdece biz mi abartıyoruz? Yoksa gerçekten Avrupa’da da bu turnuvaya gerçekten damga vuran olay bu mu oldu?
Özgehan Şenyuva: Biz işin direkt tarafı olduğumuz için tabiî ki biz daha çok tartıştık. Orada bahsi geçti ve devam edildi. Şimdi siz bu işâretin târihsel kökeni, Türk milliyetçiliği ve siyâsî kültüründeki yerini çok kapsamlı tartıştınız Kemal Can ve Kadri Gürsel ile berâber. Çok nokta tespitler yaptınız. Ben onun üstüne koyacak olursam iki şey söyleyebilirim: Zaman ve mekân. Yani hiçbir hareket ve eylem zamandan ve mekândan bağımsız değil. Bu hareketin 2024’te yapılması üzerine biraz kafa yormak lâzım. Ne anlama geliyor? Bu konuda milliyetçilik ve Türk sâhası çalışan hocalarımın iznine, affına sığınarak bir yorum yapacağım, çünkü benim o kadar uzman olduğum bir konu değil: Son dönemde Türkiye’de yükselen seküler milliyetçi dalgayla, Arap düşmanlığı ve karşıtlığıyla ve siyâsal İslâm’a karşı duyulan tepkiyle de bir bağlantısı var bu hareketin. Yani sizin kapsamlıca tartıştığınız târihsel boyutunda yeni bir sayfa açılıyor gibi geliyor bana nâçizâne. Bu Suriye karşıtı eylemler, işte, “Araplaşma” diye bir söylemden bahsediliyor, sosyal medyada muazzam bir şekilde Türk ve Türklük olgusu var; ama bu sâdece MHP’nin daralmış, kısalmış ve iktidarla işbirliği içerisindeki çerçevesinde değil. Enteresan bir şekilde Orta Asya’ya ciddî anlamda referanslar var, “Tengricilik” söylemi çok var. Ben buraya bir akademisyen olarak –araştırılması gereken konular listesi yapmayı severiz biz, gündemde ajandaya koyalım diye–, bence Türkiye’de yükselen Arap karşıtlığı ve siyâsal İslâm’a duyulan tepkinin de bir yansıması bu; “Araplaşıyoruz” korkusuyla paralel bir hareket. Almanya’da yapılmasının da başka bir anlamı var. Siz de biliyorsunuz, yani Almanya’da Türkiye gibi gündem konusudur “Bozkurtlar” ve ülkücü hareket. Bunu kendi aşırı sağ ırkçı hareketleriyle bir tutmaktalar ve Alman İçişleri Bakanı’nın falan hemen internete gidip şikâyet etmesini biraz da o kapsamda okumak lâzım.Yani bu hareketi burada yaptığın zaman farklı bir anlama geliyor, Almanya’da yaptığın zaman onları biraz daha geriyor, iç politikalarının bir kısmına işâret ediyor. Ama bence Merih Demiral’a sâhip çıkılması; sosyal medyada, şurada burada birçok insanın da bunu neredeyse olumlar şekilde konuşması ve kutuplaşmanın farklı bir boyutunun yeniden üretilmesiyle ilgili çok kısa şunu söyleyebilirim: Türkiye siyâseten ciddî anlamda kutuplaşmış bir ülke. Her ne kadar son seçim sonuçları bunu biraz değiştiriyor gibi gözükse de, Türkiye kutuplaşmış bir ülke. Yapılan bütün çalışmalarda sosyal ve siyâsî mesâfe yüksek çıkıyor ülkenin iki toplumu arasında: İktidar seçmeni ve muhâlefet seçmeni arasında. Bilgi Üniversitesi’nden Emre Erdoğan’ın, Pınar Hoca’nın yaptığı çalışmada çok çarpıcı bir şey var bence. Yapılan deneylerde ve araştırmalarda , insanlar kendilerine bütün olumlu sıfatları seçip karşı tarafa olumsuz sıfatları aktarıyorlar. “Biz iyiyiz, onlar kötü” söylemi çok yüksek. Bu kutuplaşmanın aşıldığı çok az nokta var. Biz bunlara… yani literatürde bu şöyle geçiyor: Uzlaşı Adaları. Yani ayrı yerlerdeyiz; ama ortada bir adada buluşuyoruz, bu konuda hemfikiriz. Bu uzlaşı adaları Türk kamuoyunda negatif. Yani bir şeyi sevmemek konusunda birleşebiliyoruz biz. Ve bunların en güçlü çıktığı konulardan biri Batı şüpheciliği, Avrupa’ya karşı duyulan güvensizlik; bir diğeri de Türkiye’de son dönemde her partiden, her taraftan olanların uzlaşı içinde olduğu: Suriyeli göçmen karşıtlığı, Arap karşıtlığı. O yüzden Avrupa’da milliyetçi Türkçü bir jestin yapılması ve buna Avrupa’dan cezâ gelmesi, Türkiye’deki bu kutuplaşmada insanları kutuplaşmanın bir ötesine geçip ortada buluşturan bir konu olmaya başladı. Çünkü Avrupa’ya duyulan şüphe, sağ, sol, eğitim seviyesi, kültür, sosyal seviye fark etmiyor. Ciddî anlamda şu var: Bu Avrupa düşmanlığı veya Batı karşıtlığı diye basitlemiyorum, bir reddiye değil bu Ruşen Bey. Bu duyulan bir şüphe, bir güvensizlik; “Bize bir zarar gelir mi?” — ki bu oldukça da enteresandır, çünkü biz kolonileşmiş ve boyunduruk altında kalmış bir ülke değiliz. O yüzden bir târihî hesâbımız –aslında bakarsanız, yani Kurtuluş Savaşı dönemi ve Osmanlı’nın çöküş dönemiyle– bir rakip olarak Batı var; ama işgal ve yönetilme daha az. O açıdan Almanya’da Avrupa’ya karşı “Biz” hissini körükleyecek bir hareket olduğu için Türkiye’de farklı algılandı bu. Yani onu Yozgat’ta, Çorum’da, Sivas’ta yapmakla Berlin Olimpiyat Stadyumu’nda yapmak aynı şey değil ve farklı şekilde okundu. Benim yorumlamam bu.
Şimdi toparlarken şunu sormak istiyorum. Avrupa Kupası’nı Almanya düzenledi, şimdi olimpiyatları Fransa düzenliyor. Öteden beri bu hep tartışılıyor herhalde; tabiî ki böyle büyük organizasyonlarda işin ekonomik boyutu, siyâsî boyutu, güvenlik boyutu çok ciddî bir şekilde var. Hatâlar, her türlü hatâ çok ciddî sorunlar doğurabilir falan. Riskli şeyler bunlar; yani bir artısı var bir eksisi var. Bir olimpiyat yaptığınız zaman ya da Avrupa Kupası yaptığınız zaman, Almanya buradan ne umduysa fazlasıyla elde etti gibi geliyor bana; ama pekâlâ tersi de olabilirdi. Bilemiyoruz. Yani herhangi bir maçta çıkacak olan çok büyük bir kapışma vs. şu bu… arada çok sâhaya inenler oluyordu biliyorsun. Orada genellikle kameralar inenleri göstermiyordu meselâ. Böyle birtakım şeyleri çalışmışlar. Ama riskli bir şey. Hattâ şöyle şeyler de duyuyoruz ki: Bâzıları çok ciddî bir şekilde zarar ediyor, yani mâlî açıdan da zarar ediyor. Şimdi Fransa, olimpiyatları da üstlenecek. Türkiye yıllardan beri olimpiyatlara tâlip oluyor, değişik organizasyonlara tâlip oluyor. Bir ülke, bâzen de birkaç ülke birlikte yapıyor büyük organizasyonları. Buralarda ne tür motivasyonlar var? Yani üstüne para verilse yapmayacak ülkeler var. Kimileri ise her türlü zarârı gözeterek yapıyor. Burada da bir şey var herhalde… Şimdi açıkçası Avrupa’nın iki büyük, İngiltere’yi de sayarsak üç büyük ülkesinden ikisi peş peşe dev organizasyonlara imzâ atıyor. Aslında çok büyük bir meydan okuyuş, öyle değil mi? Yani böyle bir güç gösterisi var, ama riskli bir şey bu. Bu konuda çok ciddî tartışmalar olduğunu biliyorum. Bunları biraz özetler misin?
Özgehan Şenyuva: Şimdi literatürde bunların tâbiri “megaspor organizasyonları”: Dünya Kupası, Olimpiyat, Avrupa Şampiyonası önemli. Şimdi bunlar farklı açılardan çok tartışılan organizasyonlar. Ciddî bir faturası var ve gittikçe de ciddîleşiyor. Yani sporun güvenlik boyutundan başlayalım. Güvenlik harcamaları katlanarak artıyor. Çünkü terörizmin değişen boyutu, her an her yerin bir tehdit altında olması, teknolojik gelişmeler ciddî bir tehdit algısı oldu. Fransa’da konser sırasında yapılan saldırı, aynı zamanda millî maç sırasında da organize, koordine saldırılar yapılmıştı. Ve sportif organizasyonların terör tehdidi altında olduğu ve risk seviyesinin yükseldiği kabul edilen bir şey. Zâten Amerika’daki olimpiyatlarda patlayan bombayla başlayan bir şey, ama Münih Olimpiyatları’na kadar gidebilirsiniz bu risk analizinde. Ve bu risk daha fazla güvenlik demek, daha ciddî anlamda güvenlik demek. Londra Olimpiyatları sırasında her ne kadar, “Butik olimpiyat yapıyoruz, Çinliler kadar abartmayacağız, biz demokratik ve şeffaf bir toplumuz, basit yapacağız” deseler de, ciddî anlamdaki bir tartışma konusu, binâların üstüne konulan Patriot füzeleriydi. Ciddî anlamda güvenlik önlemi aldılar. Korkunç rakamlar harcanıyor ve hattâ olimpiyatlarda artık güvenlik harcamalarını gizlemeye de başladılar. Yani Japonya’da öngörülenin dört katına çıktığı an, güvenlik önlemleri bir tepki aldı. Şimdi o yüzden bunu demokratik, şeffaf olma iddiasını taşıyan ülkelerin bu tür mega organizasyonları; hele Olimpiyat ve Dünya Kupası gibi daha da büyük, daha da kalabalık organizasyonlara ev sâhibi olmaları kamuoyu tepkisi yaratabiliyor. Çünkü –Giorgio Agamben’e referansla– “olağanüstü hal” yaratıyorsunuz. Yani burada, “Biz olimpiyata ev sâhipliği yapacağız” dediğiniz an, orada olağanüstü hal îlân ediyorsunuz. Bu olağanüstü hâli îlân etmenin ekonomik boyutları var, ciddî anlamda sizin toplumunuza zarar verebilecek düzenlemeleri var. Çünkü gene Agamben’den devam edersek: “Her olağanüstü hal bâzı şeyleri olağanlaştırır. Kabul edilir hâle getirir” der. Avusturya ve İsviçre Avrupa Şampiyonası’na ev sâhipliği yaptığında –ki demokratik skorlara, endekslere bakarsanız Avusturya ve İsviçre’nin özgürlükler ülkesi, demokrasi ve insan hakları konusundaki karneleri yıldızlı pekiyi, tartışma konusu bile değil–, insan haklarının, temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığına şâhit olduk.Belirli güvenli sokak aralarında güvenli bölge ilân ettiler, problem çıkarabileceğini düşündükleri kişileri önceden tedbîren gözaltına aldılar. Haklarında hiçbir suçlama ve şüphe yokken, bunları maç bitene kadar o bölgelerde tuttular. Ve Avusturya’daki insan hakları örgütleri, barolar isyan etti: “Bu, insan kaçırmaktır, devletin insan kaçırmasıdır, bu hallere mi düştük?” diyerek tepki gösterdiler. Ama mevzûubahis megaspor organizasyonunda, “güvenlik, ülkemizin prestiji” dediğiniz an bunlar göz ardı edilmeye başlandı. Kezâ, tesâdüf değil; Katar, Rusya, Çin ve hattâ Brezilya gibi ülkelerin ısrarla bu tür megaorganizasyonlara ev sâhipliği yapmaları, çünkü ilân ettikleri bu olağanüstü hal çerçevesinde muhâlefeti de bastırmayı becerdiler. “Biz önemli bir şey ev sâhipliği yapacağız, ulusal onurumuz, prestijimiz söz konusu” bahânesiyle muhâlifleri de gözaltına alabildiler.Brezilya’da sokakta yaşayanlar derdest edildi, infaz edildiklerine dâir söylentiler var. Çin’de muhâliflere, sosyal medyaya bir sürü sansür getirildi. Rusya’da LGBT konusunda ciddî anlamda baskı uygulandı ev sâhipliği yaptıkları dönemde. Bu olağanüstü hal bu tür durumlar yaratıyor. Zarar etme konusuna gelince de yanı başımızda, Yunanistan işte, sevgili komşumuz, ciddî bir ekonomik krizle ev sâhipliği yaptıkları olimpiyat arasındaki bağ apaçık ortada. “Beyaz fil” deniyor buna literatürde. Çok bakması güzel bir şey olarak bakılsa da bu beyaz fili beslemeniz lâzım; verdiği zarar ve masrafı var ve koyduğunuz kadar kazanmıyorsunuz. Çünkü bunun şirketleşmesi, endüstriyelleşmesi var. Yani çok bilinen şeyler değil bunlar; ama o yaratılan olağanüstü halde şunlar yapıldı: “Bu Dünya Kupası’nın sponsoru kim? İşte, A içeceği. A içeceğinin rakîbi kim? B içeceği. Tamam, stadyumun bilmem kaç metre çapında B içeceği satılmayacak.” Adamlar sözleşme yaparken bunu koyuyorlar, sponsorluk. Oraya işte A içeceğinin rengi kırmızıysa siz rakîbin mavi formasıyla stadyuma giremiyorsunuz. Bunu ciddî çalışıyorlar. Ambush marketing deniyor. Hattâ bilerek de yapan var. Maddî boyut ciddî zarar yazabiliyor. O zaman nereye geliyor konu? İşte, benim de çok çalıştığım uluslararası ilişkiler, “yumuşak güç” kavramı, “prestij” kavramı, “propaganda” kavramı. Katar’ın yapmaya çalıştığı tam da buydu. Yani parasında, kârında değildi. Katar, “Ben bu işten para kazanacağım” diye girmedi bu işe. Katar, “Ben artık güçlü, büyük, işleyen bir ülkeyim. Tüm dünyaya da bunu göstereceğim” diye girdi. Bu Antik Yunan’dan beri devam eden bir şey. Savaş yapamayacakları zaman binâ yaparlardı; “Bakın bizde ne kadar çok para var ki ne büyük binâlar yapıyoruz” diye. Yani bu yeni bir şey değil. Ama Katar’ın hesâba katmadığı konu şu oldu: Durup dururken dikkati üstlerine çektiler. Gazeteciler oraya gitmeye başladı, incelemeye başladılar. Bir tartışmanın öznesi hâline getirdiler kendilerini ve umdukları, bekledikleri; “Vay be! Katar’a bak, çölde medeniyet yaratmış. Ne büyük teknolojiler var, sökülüp takılan portatif stadyum yapmışlar, stadyuma klima taktılar” deyip ilgi, artı prestij kazanacaklarını düşünüyorlardı. Ne oldu? Yıllarca oradaki insan haklarını tartıştık, ölen işçileri tartıştık, boykot edelim mi etmeyelim mi onu tartıştık. Hattâ bakın, seremonide Messi’nin üstüne böyle bir tülden giysi giydirdiler kupayı kaldırırken ve muazzam tepki aldılar. Yani kendi kültürlerine göre, işte o misâfire verilen bir onur nişânesi olduğu söylendi. Katar kültür ve geleneklerine hâkim değilim; ama bütün dünyanın izlediği, dünyada en çok izlenen anlardan birinde prestij kazanacaklarına, ciddî anlamda neredeyse nefret söylemine varan tepkiyle karşılaştılar. “Niye atıyorsunuz? Gecelik mi giydirdiniz? Bu ne? Şifonyer mi?” falan böyle tartışmaya koyuldular. Yani umduklarının tam tersi yönde gitti konu. Hâlâ tartışılıyor, analiz ediliyor, Katar bu işten ne kazandı diye. Özetle bu işin maddî boyutu çok yüksek, insan hakları boyutu çok yüksek. Yaşanan mevcut ekonomik krizde bu kadar paranın böyle bir organizasyona harcanması, şeffaf, demokratik olan toplumlarda mâliyet demektir. Bir de üstüne bunun artniyetle kullanılması da olabilir. Yani faraziyeden konuşuyorum: A ülkesinde inşaata çok meraklı, toprak yatırımı ve beton konusunda çok hevesli bir iktidar eğer olimpiyatlara evsâhipliği alırsa, olimpiyat için olağanüstü yasalar geçirip normalde kamuoyu tepkisi çekebilecek projeleri, kamulaştırmaları, mega projeleri aradan geçirebilir.
Böyle ülkeler var mı dünyada ya?
Özgehan Şenyuva: Var diyorlar Ruşen Bey. Yapabilirler. Yani o zaman da karşı çıkamazsın. Çünkü, “Sen ülkemize düşman mısın, olimpiyat yapmamızı istemiyor musun? Bu bizim prestijimiz için” diyecekler; ama o yüzden de bunları çok dikkatli okumak lâzım. Benim bir ara iddiam şuydu: UEFA’nın, FIFA’nın, Dünya Olimpiyat Komitesi’nin… Bu arada onların hiçbir temiz yanı yok. Yani burada biz işin bu boyutuna odaklandık da, UEFA’nın, FIFA’nın yolsuzlukları, çıkar ilişkileri, rüşveti… Bunlar ayrı bir program olur. Olimpiyatlardaki rezillikler, ülkelerin nasıl seçildiği falan. Ama bu kadar büyük paranın, bütün dünyanın; 5 milyar insanın, 6 milyar insanın gözünü dikip izlediği, televizyondan canlı yayında izlediği organizasyonları yapmanın mâliyeti giderek arttı ve buna da demokratik, hesap verir ve şeffaf olma iddiasındaki toplumların ev sâhipliği yapması giderek zorlaşıyor. O yüzden, demin söylediğiniz gibi, iki üç ülkeye bölmeye başladılar; çünkü bir ülkenin kaldıramayacağı kadar büyük bir faturası var bu işin. Sâdece ekonomik faturası değil; siyâsî, sosyal faturası da var. O yüzden de Rusya, Çin, Katar gibi ülkelere gitmesi… Şimdi Hindistan ciddî niyetle radara girdi, “Biz de yapmak istiyoruz” diye. Latin Amerika’da da tâlipler var. Ama meselâ –daha önce söz konusu bile olmayacak bir mevzû– şehirler olimpiyatlara aday oluyor; şehirde öyle bir baskı, öyle bir tepki oluyor ki, referandum veya kamuoyu yoklaması ile adaylıktan çekilenler oldu. Yani düşünün, alalım diye kendini yırtmanın ötesinde, halk: “İstemiyoruz” diyor. Meselâ şu an ben iddia ediyorum: Barcelona’da bir olimpiyat falan yapamazsınız. Barcelona halkı sokaklara dökülür; çünkü zâten turizmden dolayı canları yanmış durumda.
Bayağı yükselen bir turizm karşıtlığı furyası var. Özellikle turizm anlamında albenisi yüksek olan yerlerde çok ciddî bir şekilde turizm karşıtı hareket var. Bunlar bir yerlerde birbirlerine kavuşacak herhalde.
Özgehan Şenyuva: Duymuşsunuzdur, Barcelona’da turistlere su tabancaları ile saldırdılar, ıslattılar turistleri. Çünkü otobüse binip işe gidemiyor adam, öğrenciler ev bulamıyor. Ciddî bir konut krizi var dünyada devam eden. Airbnb örneği var. Meselâ Japonya bu konuda bir örnek. Çünkü Airbnb gibi kirâlamaları muazzam regüle etmiş durumda; belirli târihlerde açamıyorsunuz. İşte, okul açıkken, belirli okul bölgelerindeki evleri Airbnb’ye veremiyorsunuz; çocuklar sokakta yabancılarla karşılaşıp ürkmesinler diye. Japonya bu konuda çok ileri. Daha çok bizde ve Avrupa’da tepki olarak yasaklama eğilimine de gidildi. Ama gençlere, üniversite öğrencilerine veya yaşlılara yaşam alanı kalmıyor bu tür muazzam turizm hareketleri netîcesinde. Yani söylüyorum size, neredeyse kaç milyon kişi şehirlerdeki o taraftar bölgelerinde izlemişler maçları. Yani kaç kişinin geldiğini çok tâkip edemiyoruz Schengen’den; ama 6 milyon kişi dev ekranlarda, Fanzone’larda maç seyretmiş ve bunun sosyal, güvenlik ve diğer açıları var. Her yerde Almanya kadar rahat geçmeyecektir. Yani yürüyüşler yapıyorlardı, bu yeni bir îcat oldu diyorlar. “Fan walk” diyorlar. Gördünüz, yani sokak kapatılıyor, bütün Hollandalılar oradan yürüyerek geçiyor. Orada her türlü risk var. Almanya ciddî anlamda bir risk aldı. Sâhaya atlayanları gördük, çok da beceremediler, Allah korudu diyelim artık. Çünkü onlardan birinin yapacağı bir saldırı, dünya târihine geçecek bir başka rezâlet olurdu. Olimpiyatları o yüzden daha da dikkatli izleyeceğiz. Çünkü Fransa’nın bu tür radikalleşme ve terör saldırıları sicili daha kabarık Almanya’dan. Bu İslâmî cihadcıların penetrasyonu daha yüksek, göçmen nüfus daha kızgın ve daha az entegre. Fransa’nın kendi siyâseti zâten darmaduman. O yüzden bizim eski öğrencimiz, yeni meslektaşımız Yavuz Yavuz çok güzel bir analiz yazdı: Olimpiyatlarda Fransa’da siyâsî açıdan neler bekleniyor diye. Yani muazzam güvenlik önlemleri göreceğiz, gene insan haklarının ihlâlini göreceğiz. Fransız insan hakları örgütleri buna tepki gösterecek, belirli partiler tepki gösterecek. Yani sportif açıdan çok başarılı geçebilir; ama siyâsî ve sosyal açıdan, inşallah yanılıyorumdur, ben Fransa için oldukça gerginim.
Evet, burada noktayı koyalım Özgehan. Gerçekten çok keyifli bir sohbet oldu. “Euro 24’ten geriye ne kaldı? Futbol hâriç?” dedik. Futboldan ne kaldı bilmiyorum ama olayın ekonomik yönü, birçok sosyal yönü, özellikle milliyetçilik bağlamındaki ve endüstriyel futbolun yansımaları üzerine çok keyifli bir söyleşi oldu. Çok teşekkür ediyorum.
Özgehan Şenyuva: Olimpiyatlardan sonra devâm etmek ümidiyle. Bu konu sürer. Ama genç Semih oynatılmalıydı. Ben de pozisyonumu belirterek kapatayım, rengimiz belli olsun yani.
Ha, Beşiktaşlı olarak diyorsun. Evet, tamam, çok sağ ol. Ama Barış Alper Yılmaz daha fazla dikkat çekti Ferdi ile berâber.
Özgehan Şenyuva: İşte konu oraya geldi. Yani Milli Takım da eskisi kadar milli mi, onu tartışıyoruz. Yani o oynatılmadı diye ‘‘Keşke yenilsin’’ diye dua edenler vardı sosyal medyada. Ben taraftarla ilgileniyorum, saha içi gerçekten bilmem. Hattâ benimle dalga geçerler, “Ulan hiç anlamıyorsun bu konudan” diye. Çünkü yani benim iyi dediğim oyuncu, maşallah dediğim, 40 gün 40 adım atamıyor zâten. Yani teknik ve taktik açıdan çok tartışan, çok bilgili insanlar var Türkiye’de. Ben taraftar boyutuna bakıyorum. Taraftar açısından Milli Takım’da bile bölündük, Ruşen Bey. Yani, “O oynayacaksa yenilelim, daha iyi” diyen var. İşte ‘‘Mehmet Büyükekşi’yi sevinirken görmeyeyim yeter ki’’ diyen var. Biliyorsunuz, yıllarca Milli Takım İstanbul’da maç yapamadı protesto korkusundan.Yani gidip Gürcistan’la Trabzon’da oynadık. Adamlarımıza deseydik ki: “Nerede oynamak istersiniz?” diye, “Sizin oralarda yağmur, çamur. Orada oynayalım. Biz burada daha iyiyiz” diyordu. Ama protesto olacak korkusundan veya endişeden veya siyâsî kaygılardan Milli Takım bile milliliğini kaybetti. Şimdi, güya kapatıyorduk, kusura bakmayın da, şeyi hatırlatalım; ‘‘Bu gece hepimiz Fenerbahçeliyiz, Galatasaraylıyız, Trabzonsporluyuz’’dan: ‘‘İnşallah 8 yersiniz’’e, maçtan önce rakip takımın bayrağını açmalara, işte yaşanan… Almanların da lâfı çok güzel: “schadenfreude”, başkasının acısından zevk alma, o noktaya geldi. Yani futbol eskisi kadar milli ve bizi birleştirici bir şey olmamaya başladı. Bu kötü bir şey değil bu arada. Bence her maçı varoluş ve kurtuluş savaşı gibi oynamak yorucu ve gergin bir şey. Yani her maça böyle “Onlara karşı biz” diye çıkmak gergin bir şey. Ama maalesef ülkenin her alanında yaşadığımız bölünme, kurumlara karşı duyulan güvensizlik en çok futbolda kendini gösteriyor. Yani benim zamânında söylediğim bir şey vardı: “Biz mahkemede hâkime güvenmiyoruz ki, sahada hakeme güvenelim.” O yüzden de Avrupa’da ‘‘Avrupa’da Melih’e karşı, bize karşı bir dümen mi döndü? Hollanda’ya karşı en güçlü silahımızdan şey mi çıktı, takıma karşı bir tuzak mı kuruluyor? Sahada kazandığımızı, masada mı kaybedeceğiz?’’ hisleri yaygın. Çünkü bizim gündelik hayâtımızda da çok yaygın. Yani biz Türkiye’de de hiçbir şeyin masa başında, hiçbir şeyin sahada kazanıldığına inanmıyoruz artık. O yüzden de sürekli bir arkada çapanoğlu derdindeyiz; futbol olunca daha da derdindeyiz. Yani bakın, bitti lig, tebrikler Galatasaray şampiyon oldu; ama hâlâ bu konuda kavga, dövüş, her türlü pislik var. “Kaybedenlerin rızası” diye bir terim vardır, seçimler için kullanılır. Eğer kurumlara güven varsa, demokrasiye güven varsa, işleyişe güven varsa, kaybeden taraf der ki… İşte Rishi Sunak’ın İngiltere’de parlamentoda kaybettikten sonra yeni hükümeti tebrik ettiği konuşması çokça paylaşıldı, insanlar imrenerek baktı; çünkü kurumlara, demokrasiye ve işleyişe bir güven var. Kaybeden de diyor ki: “Siz kazandınız, gelecek sefer daha çok çalışacağım, ben kazanacağım.” Futbola yansıtalım bunu. Fenerbahçeliler; “Galatasaray bu sene daha iyi oynadı, daha güzel transferler yaptı, teknik direktörü daha iyiydi, o yüzden kazandı. Biz eksiklerimizi gidereceğiz, daha çok çalışacağız ve biz kazanacağız bu sene” demiyorlar. Yani ciddî anlamda çirkin bir ortam var.
Yine olay karakola doğru gidebilir.
Özgehan Şenyuva: Yok, karakolda bitmez. Bir memnuniyetsizlik var, adını koyalım. Yani tebrik edemedik, şampiyonu alkışlayamadık. Onun üzüntüsü içerisindeyim ben.
Evet. Meselâ ama ben Southgate’in açıklamasını gördüm. O gâyet sâkin bir şekilde, hani ‘‘İkinci gol aslında ofsayttı’’ falan diyip bir yerden de gidebilirdi, çok bildiğimiz şeyler. Ama herkes sonucu bir şekilde kabullenme açısından…
Özgehan Şenyuva: Rızasını verdi. Kaybeden rızasını verdi; ama Southgate çok müstesna bir şahsiyet. ‘‘İngiltere’ye mektup’’ diye bir şey vardır, Türkçe’de var. Hoca olunca tabiî ödev veriyorum: ‘‘Ders sonunda şunu da okuyun’’ diye. Kusura bakmayın ama. Southgate’in İngiltere’ye yazdığı bir mektup vardır, o Türkçe’de de çok güzel paylaşıldı, tavsiye ederim. Yani Southgate ciddî anlamda derinliği olan, futbolla olan ilişkisini kafasında kurmuş, İngiltere gibi futbolu çirkin yaşamaya namzet bir ülkede, aslında parlak bir değer. O mektup bence bu hareketinin nedenini, niçini çok güzel açıklıyor.
Evet Özgehan, çok teşekkürler tekrâr. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Özgehan Şenyuva ile “Euro 24’ten geriye ne kaldı, futbol hariç?” dedik, ama futbolu da konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.