Hamas lideri İsmail Haniye’nin İran’ın başkenti Tahran’da öldürülmesinin ardından gözler İran’a çevrildi.
İran, İsrail’e misilleme yapacak mı? Dünya bu sorunun yanıtını gergin bir şekilde bekliyor.
Ruşen Çakır, İran uzmanı Arif Keskin ile Keskin’in Fikir Turu için kaleme aldığı makalesinden hareketle, Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri, İran’ın cevabının ne olacağını ve Gazze savaşının bölgesel bir savaşa dönüşme riskini ele aldı.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. İran’ı konuşuyoruz. Daha doğrusu İran’ın ne cevap vereceği ve ne zaman vereceğini Arif Keskin’le konuşacağız. Arif Bey, merhaba.
Arif Keskin: Merhabalar, iyi yayınlar Ruşen Bey.
Şimdi, “İran cevâbını niye geciktirdi?” diye başlık verdim, ama hep de korkuyordum. Çünkü biliyorsunuz, hep söyleniyor; bu gece, yarın falan diye. Hattâ dün gece için bayağı bir spekülasyon yapıldı; İsrail tarafları özellikle beklediklerini söylediler. Pazar gecesini de atlattık. Şu anda ne durumdayız? Haniye sûikastına karşı bir cevap olacağı herhalde kesin, değil mi? Çok da gecikmeden olacak sanki, artık bayağı bir uzadı. Ne bekliyorsunuz?
Arif Keskin: Aslında İran’ın cevâbı olması gerekiyor. Yani İran rejiminin iç tartışmasına da bakıldığında, hem kendi içindeki tartışmalara hem de bu vekil güçleriyle olan irtibatları bağlamına bakıldığında bir yanıt vermesi gerekiyor. Özellikle de doğrudan bir yanıt vermesi gerekiyor. Ancak biz aslında zaman olarak da o zaman dilimi içerisindeyiz, yani her an her zaman bu bekleme çok da mantıksız değil. Ama biraz farklı bir evredeyiz ve aslında İran İslâm Cumhuriyeti’nin kendisini bu farklı evreye yeniden ayarladığının bir ara dönemi olarak görmek gerekiyor. Ne demek istiyorum? Birincisi, şu anda Mesud Pezeşkiyan’ın hükûmeti hâlâ tam anlamıyla kurulmuş değil. Yani dün isimleri meclise sundu, güven oylaması süreci başladı; ama hükûmet kurulmuş değil. Yani İran’da fiilî olarak bir hükûmet yok, bir iktidar boşluğu var ve bu aslında önemli bir faktör. Çünkü muhtemel bir doğrudan operasyon, İran’ın bu meclis işini de ciddî bir biçimde zorlaştırabilir. İran’ın ekonomiden tutun diğer konulara da işini zorlaştırabilir. O nedenden dolayı kanımca öncelikle bu hükûmet işini bir şekilde, en azından yürüyebilecek bir şeye dönüştürmek istiyorlar. Bu önemli onlar açısından. Çünkü meselâ diyelim ki doğrudan bir şey yaptılar, ortada diplomatik olarak bunu doğrudan yürütebilecek bir Dışişleri yok, bir grup yok. Bu anlamda bu önemli. İkinci ve en önemli husus, Ruşen Bey, aslında İran bu sûikastların İsrail tarafından sürdürülmesini beklemiyor. Yani İran’ın niyeti bir yönüyle de buydu: “Evet, 14 Nisan’da ben doğrudan bir saldırı düzenledim, bu burada bitti. İsrail de bunu daha fazla sürdürmez”. Ama İsrail’in yanıt vermesi, İran’ın güvenlik konseptiyle güvenlik mîmârisini de sorgulayan bir şeye dönüştürüyor. İran 14 Nisan’da caydırıcılık konsepti çerçevesinde bir yanıt verdi; “Gözlerini korkuttum, bir daha belki gelmezler” diye düşündü; ama İsrail yanıt verdi. Şimdi, İsrail’in yanıt vermesinin İran açısından anlamı şu: İran’ın vereceği yanıt daha caydırıcılık konsepti içerisinde olamaz. Yani “Bir kez vurdum, iş bitti” diyemeyeceği bir sürece dâhil olmuş.
Burada sözünüzü keseyim. Bugün Fikir Turu’nda olayın gerçekten bütün boyutlarını ele alan bir yazınız çıktı. Ve en önemli husus öngörü eksikliği diyorsunuz. Yani bunu hesaplayamadılar. Ama başka birçok şeyi de vurguluyorsunuz. Meselâ, istihbârat anlamında İran’a atfedilen çok büyük bir güç var, târihsel olarak böyle. İran’ın istihbârat anlamında çok güçlü olduğu yolunda bir kanaat olduğunu söylüyorsunuz. Onun da çöktüğünü belirtiyorsunuz. Aslında daha önce de birçok saldırıda, özellikle atom bombası yapımında çalışan bilim insanlarının ya da Devrim Muhâfızları komutanının öldürülmesi gibi olaylar, bunun çok kırılgan olduğunu gösterdi. Bu bir anlamda İran’ın şu hâliyle “kâğıttan kaplan” olduğunu düşündürüyor. Evet, yazınızda da böyle diyorsunuz. Bu aslında birçok şeyin, bu tereddütlerin açıklayıcısı oluyor herhalde, değil mi?
Arif Keskin: Evet, çok güzel bir şeyi vurguluyorsunuz. Aslında o nedenden dolayı söylemeye çalışıyorum ki İran, yeni bir evreye kendini ayarlıyor. Aslında İran, İsrail’le bu tür bir kavgaya; istihbârat anlamında, devlet anlamında, vekil güçleri anlamında, askerî ve güvenlik bürokrasisi anlamında hazır değil. Şimdi hazır olmaması nedeniyle, İran’ın yeniden kendisini bu çerçevede revize etmesi gerekiyor, hem istihbârat anlamında hem de diğer anlamlarda. Şöyle bir şey söyleyeyim: İran diyelim ki vurdu, yanıtını doğrudan verdi; şimdi İsrail’in yanıt vermeyeceği ne mâlûm? İsrail’in yeniden bir operasyon yapmayacağı ne mâlûm? Veya İsrail’le birlikte müttefiklerinin yanıt vermeyeceği ne mâlûm? İran bunu kestiremiyor. Ve doğal olarak İran açısından, doğrudan bir yanıt verecekse 14 Nisan’dan farklı bir hazırlık yapması gerekiyor. Yani o farklı hazırlık, aslında İran’ın güvenlik bürokrasisi ve güvenlik mîmârisi olarak hazır değil. İstihbârat olarak çöktüğünü zâten şu anda herkes kabul ediyor, bunu kimse de reddetmiyor. Güvenlik bürokrasisi, yani istihbârâtın dışında Devrim Muhâfızları’nın kendini koruma, yetkililerini koruma konusunda da ciddî bir sorun yaşadıkları ortada. Ayrıca vekil güçleri de yeterli değil. Veya savunma sistemleri… Örnek veriyorum: Şimdi 14 Nisan’da vurdu, ama şu anda vurduğu zaman belki İsrail aynı gece uçaklarla yanıt verecek. İran buna hazır mı? Yani bu anlamda bana göre İran, çok katmanlı bir hazırlığın içerisinde. Ve bu çok katmanlı hazırlığın yanında, hükûmet ve iktidar boşluğu da eklenince, işi biraz daha zorlaşıyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Şimdi isterseniz, adım adım birtakım şeyleri yazıdan da bakarak inceleyelim. Birçok faktörden bahsediyorsunuz. İran’ı bilmeyenlerin gözünde İran, devrimden bu yana ayakta kalabilmiş, bölgeyi dizayn etmiş bir güç olarak algılanıyor. Ama meselâ diyorsunuz ki: “Taşeron savaşı artık bitti” ya da “İflâs etti”. Bunu bilmeyenler için şöyle açıklayalım: Özellikle Hizbullah üzerinden Lübnan’da yaptığı ya da Husiler üzerinden Yemen’de yaptığı –ki siz bunun çok daha geniş bir coğrafyada olduğunu söylüyorsunuz; Afganistan’da da var, Pakistan’da da var–, özellikle Şiî nüfuslar üzerinden yürüttüğü vekâlet savaşları –ki Irak bir anlamda bunun çok önemli bir parçası– bunların artık tükendiğini söylüyorsunuz, burada büyük bir iflâs olduğunu belirtiyorsunuz. Buradaki kasıt nedir? Bu güçlerin zayıflaması mı, etkilerini yitirmeleri mi? Meselâ, Hizbullah İran’ın eskisi kadar işine yaramıyor mu?
Arif Keskin: Buradaki kasıt, İran vekil güçlerle amaçladığı hedefe şimdi ulaşamıyor. Şimdi diyelim ki vekil güçlerle istikrarsızlığı, çatışmayı hep kendi sınırlarının dışında tutmayı başarmıştı. Meselâ Lübnan’dan Irak’a kadar tüm çatışmaların içindeydi İran; ama bu çatışmalar İran’ın içerisine sıçramamıştı. Gelinen noktada, şimdi İran’ın bu vekil güçlerle içinde olduğu çatışmalar İran’ın içerisine sıçramış durumda. Bu ne anlama geliyor? Yani İran’ın bundan sonraki süreçte sâdece vekil güçlerle kendi güvenliğini koruması mümkün değil. Doğrudan kendisinin de alana girmesi gerekiyor ve doğrudan yanıt vermesi gerekiyor. Erbil’i vurdu, Pakistan’ı vurdu, Suriye’yi vurdu, en son İsrail’i vurdu ve şu anda da doğrudan müdâhale etmesi gerekiyor. Ve doğrudan müdâhale etmesi, farklı bir konsepti berâberinde getiriyor.Meselâ, İranlıların en fazla güvendikleri şey neydi İran iç tartışmasında? Siz de bunu tâkip ediyorsunuz. Ruşen Bey, şöyle bir şey söylüyorlar: “Sâha ve Diplomasi” ya da “Meydan ve Diplomasi”. Meydan neresi? Meydan, İran’ın vekil güçleridir. “Bizim aslında iki gücümüz var” diyorlardı; biri diplomasi, biri meydan ve bunlar birbirlerini besliyorlar. Onlar diyorlar ki: “Meydan aslında bizim güvenliğimizin garantisidir. Bizim güvencemizdir orası”. Meselâ, Dışişleri Bakanı Manuçehr Mutteki ve Hamaney’ye Ahmedinejad gidiyor diyor ki: “Bizim Suriye’de ne işimiz var? Suriye’de olmamız bize zarar veriyor”. Hamaney demiş ki: “Biz Suriye’de Suriye için çatışmıyoruz. Kendimiz için çatışıyoruz. Savaşı orada durdurmadığımız takdirde, çatışmayı orada durdurmadığımız takdirde, bu bizim sınırlarımızın içerisine girecektir”.Şimdi gelinen noktada, bu konseptin beklediklerini alamadıkları için çöktüğü anlamına geliyor ve doğal olarak kendileri de müdâhale etmeleri durumunda, bu da yeni bir aşama aslında.
Şimdi burada bir noktayı da vurgulamak istiyorum, benim özel ilgi alanım olduğu için. Çok fazla aslında üzerinde konuşulmadı, ama IŞİD gibi yapılar artık İran topraklarında çok etkili… Meselâ Süleymanî’nin cenâze anmasında yaptıkları saldırı çok çarpıcıydı.
Arif Keskin: Kirman’da.
Evet. Çok çarpıcıydı. Meselâ, o El-Kaide’nin en güçlü olduğu dönemlerde –ki İran topraklarını çok kullandıklarını biliyoruz– İran’a yönelik bir şey yaptıklarını, ciddî bir şey yaptıklarını ben hatırlamıyorum.
Arif Keskin: Yok, yapmadılar.
Evet, ama şimdi bir yandan IŞİD gibi yapılar, bir yandan o kadar etkili olmasa da Sünnî azınlıkların bâzı örgütlerinin yaptığı birtakım terör eylemlerine de tanık oluyor İran. Bunlar eskiden olabilecek şeyler değildi. Hele Kasım Süleymanî’nin ölüm yıldönümünde yapılan olay çok çarpıcı bir olaydı bence.
Arif Keskin: Söylediğiniz doğru; aslında benim söylediğim konseptin bir parçası
Evet, tam da ona katkıda bulunsun diye söylüyorum zâten.
Arif Keskin: Evet, evet. Tam anlamıyla çok çarpıcı bir örnek. Yani biz bunu meselâ Mahsa Amini protestolarında da bir yönüyle gördük. Mahsa Amini’nin protestolarında iki bölge en yoğun bölgeydi; birisi meselâ Zahidan, yani Belûcistan, bir de Kürdistan bölgesi. Şimdi özellikle de Belûcistan bölgesinde o zaman da tartışıldı. Aslında başka ülkelerin, başka devletlerin Belûcistan’da ne kadar aktif olduğu net olarak görüldü. Ve bu, bir yönüyle de sizin söylediğiniz o konsepti onaylıyor. Yani şudur: Aslında Ortadoğu’daki gerginlik, ya öyle ya böyle, İran’ın sınırlarının içine taşınıyor.Bunu İsrail farklı bir biçimde taşıyor, El-Kaide farklı bir biçimde taşıyor, Belûci grupları veya diğer gruplar ya da Araplar farklı taşıyor. Meselâ İranlı Araplar daha önce de birkaç tâne silâhlı eylem yaptılar; onlar da farklı bir biçimde İran’ın içerisine taşıyorlar bunu. Ve doğal olarak, şimdi İran’ın yeni bir konsepte ihtiyâcı var ve bu konseptte, bir taraftan vekil güçlerinin, ama diğer taraftan da doğrudan kendisinin girmesi gerekiyor. Pakistan’ı o nedenle bombaladılar. Şimdi bu da ciddî şekilde riskli, çok tehlikeli bir süreç İran açısından.
Evet, hazırlıklı olmadığı ya da şu âna kadar devrimden bu yana çok fazla başvurmadığı bir şeye başvuruyor diyorsunuz ki bu çok önemli. Meselâ Afganistan’da Hazaraları kullanıyordu, başka yerde başkalarını. Ama şimdi öyle bir duruma geliyor ki doğrudan Pakistan’a da saldırmak zorunda kalıyor. Bu da en kritik dönemlerde yapmadığı bir şeydi. Çok ciddî bir îtibar kaybından bahsediyorsunuz. Ama burada şunu da özellikle sormak istiyorum. Şimdi biz genellikle dış politika anlamında konuşuyoruz, bölge ülkeleriyle ilişkisi bağlamında konuşuyoruz ya da süper güçlerle ilişkisi bağlamında. Ama bir de İran’ın kendi toplumuyla, İran rejiminin kendi toplumuyla ilişkisinde çok ciddî sorunlar yok mu? Ya da o sorunlar, dış politikadaki ve bölgesel pozisyonlardaki durumunu iyice kırılganlaştırmıyor mu?
Arif Keskin: Tabiî ki. Aslında İran, devlet olarak, yani demokrasi dışı bir rejim olması nedeniyle içerideki beklentileri pek fazla önemsemiyor. Ama İran’daki toplumun dış politika anlayışı ve bakışıyla İran rejiminin bakışı kesinlikle örtüşmüyor. Bunu aslında sadece toplum olarak söylemek doğru değil; İran rejiminin içerisindeki siyasal seçkinler açısından da bu tartışma sürüyor. Meselâ Ruşen Bey, şu tartışılıyor aslında, temel mesele şudur: İran’ın, yani hem İran’ın toprak bütünlüğü olarak hem de rejimin güvenliği, istikrârı, ekonomik, siyâsal ve toplumsal kalkınması, gelişmişliği ve demokrasisi için, bütün bunlar için en doğru dış politika nedir? Tartışmanın özünü bu oluşturuyor. İran toplumunun ekseriyeti, bu rejimin reformcularını ve diğerlerini de dâhil ederek şöyle düşünüyor: İran’ın komşularla, Batılılarla, Amerika’yla ve İsrail’le yaşadığı gerginlik, İran’ın jeopolitik imkânlarını elinden alıyor, jeopolitik bütün yeteneklerini savuruyor ve ekonomik bütün yeteneklerini savuruyor. Ve kendi iç gelişmesini rehin alarak demokrasisini engelliyor, ekonomik kalkınmasını engelliyor. Dünyada fırsat aramak yerine, işini gücünü tehditleri engellemeye harcıyor. İran’daki dış politika, İran içindeki demokrasi ve ekonomik kalkınma için hiçbir fayda sağlamıyor. Şimdi temel tartışmanın özünü bu oluşturuyor ve toplum bu nedenden dolayı İsrail’le olan ilişkilerinde, Ortadoğu’yla, Amerika’yla olan ilişkilerinde farklı yerde duruyor. Bunu Türkiye’de söylediğimde bâzen tuhaf karşılıyorlar; ama bana göre meselâ en fazla Amerikan yanlısı topluluk şu anda İran topluluğu. Meselâ İsrail konusunda en az duygudaşlık, yani Gazze konusunda en az duygudaşlık şu anda İran toplumunda var. Bir sosyolog en son rejime karşı şöyle bir cümle kurdu: “Siz İran toplumunun Gazze konusunda duygudaşlık göstermediğinden rahatsızsınız. Ama şöyle bir durum var: Siz halka sırtınızı çevirdiniz, İran halkı da Filistin’e sırtını çevirdi”. Böyle bir durum var. 2009 Yeşil Hareketi’nden günümüze kadar bütün protestolarda şöyle bir slogan seslendiriliyor: “Ne Gazze ne Lübnan, canım İran’a fedâ”. Bu çok ciddî ve hâkim bir şeydir İran toplumu için. Ama İran İslâm Cumhuriyeti’nin yönetici kadrosu, başta Hamaney ve Devrim Muhâfızları ve onun çevresinde kümelenmiş radikal gruplar bunun tam tersini düşünüyorlar. Hem ideolojik nedenlerle hem de rejimin güvenliğinin garantisini almak için bu dış politikayı benimsiyorlar. Bu, İran içerisindeki rejimle toplum arasında ciddî bir ayrışmaya neden oluyor. Meselâ Ruşen Bey, hattâ İran’ın şu andaki tereddütlerinin bir nedeni de toplumdur. Çünkü muhtemel bir savaşta İran toplumunun duygudaşlık yapmayacağından eminler. 1980-1988 İran-Irak Savaşı’nda toplum o zaman duygudaşlık yaptı. İran toplumunu savaş çerçevesinde seferber ettiler. Ama bugün bunu yapamıyorlar. Çünkü toplum bu kavganın nedenini meşrû görmüyor. Burada sâdece toplumu kastetmiyorum; bakanlık yapmış kişiler ve milletvekilliği yapmış kişiler de aynı. Bu nedenden dolayı rejimin davranışlarını ciddî bir biçimde sınırlandırıyor.
Ben sizin kadar bilmiyorum, ama bir dönem, özellikle Hatemi döneminde İran’a çok gitmiştim. Orada İranlılarla konuşma imkânımız olmuştu ve o zaman bile –ki zamanla daha da derinleşti– insanlar Ortadoğu ülkesi olmaktan ziyâde Batılı bir ülke olmayı arzuluyorlardı. Tahran’da benim gördüklerim bu tabiî; ama bunun tüm İran’da yaygın olduğunu açıkçası tahmin ediyorum. Şimdi bir seçim yapıldı ve beklenmedik bir şekilde Pezeşkiyan seçildi. Çok büyük bir beklenti de olmadı. Yani reformcu deniyor; ama çok fazla bir şey yapamayacak gibi bir algı var. Daha önceki reformcu cumhurbaşkanları o kadar iddialı olmalarına rağmen hiçbir şey yapamadılar. Siz diyorsunuz ki: “Daha dakika 1, gol 1”; rehin alınan bir hükûmetten bahsediyorsunuz. Yani “Pezeşkiyan hükûmeti ne yapabilir acaba?” derken, zâten yemin töreni gecesinde bir kriz yaşandı. Yazıda da diyorsunuz: “İsrail, Pezeşkiyan’ı iyice etkisizleştirmek istiyor”. Yani İran’da bir şeyin değişebilmesi umûdunu dahi İsrail tolere etmiyor anladığım kadarıyla.
Arif Keskin: Doğru. Şimdi buradaki temel sorun şudur aslında: Mesud Pezeşkiyan, bilinen, yani bizim geleneksel olarak bildiğimiz bir reformcu karakteri değil. Reformcu sayılıyor; ama rejimin Hamaney ile daha yakın olan ve rejimin değerlerini gözeten ve Hamaney ile birçok konuda aynı düşünen bir kişidir. Doğal olarak aslında İran’da Mesud Pezeşkiyan’ı bir kurtarıcı olarak görmüyorlar. İran’da Mesud Pezeşkiyan’a oy verenler şunu söylüyorlardı: Ülke bundan daha kötüye gitmesin. Aslında kötüye gidişâtı durdurmak ve bir tür Said Celîlî gibi bir fundamentalistin, bir radikalin gelmemesi için, İbrahim Reisî’nin o radikal ve fundamentalist geleneğinin devam etmemesi için Mesud Pezeşkiyan’a oy verildi. Yani MesudPezeşkiyan’ı bir Muhammed Hatemî olarak görmüyorlar veya öyle bir noktada değil. Ama en azından kötü gidişi durdursun diye oy verildi ona. Ama sorun şudur ki; Mesud Pezeşkiyan yola çıktığı zaman, yani siyâsetini kurduğu zaman İsrail’i hesaba katmadı. Bütünüyle baktığımız zaman, Mesud Pezeşkiyan’ın kurgusu neydi? Mesud Pezeşkiyan, Hamaney’in gönlünü kazanmaya çalışan, Devrim Muhâfızları’nın gönlünü kazanmaya çalışan, rejimin yani o müesses nizam dediklerimizin gönlünü kazanmaya çalışan bir siyâset izliyordu. Ve aklında İsrail ile ilgili böyle bir şey yoktu. İsrail beklenmeyen bir unsur olarak dâhil oldu ve aslında hesâbı tamâmıyla yok etti.Bakın Ruşen Bey, orada ben dedim ya, bu dünkü isimleri verdi ya; şu anda Mesud Pezeşkiyan en fazla eleştirilen kişi. İran’da sosyal medyada Mesud Pezeşkiyan’ı yerden yere vuruyorlar. Düşünün, Cevad Zarif –ki onu yardımcısı olarak atamıştı, Hasan Ruhanî’nin Dışişleri Bakanı– Cevad Zarif istifâ etti, hükûmette yer almayacağını söyledi.Şu anda ciddî şekilde bir gerginlik var ve ciddî şekilde bir pişmanlık var. Mesud Pezeşkiyan’a oy verenler şu anda birçok hashtag açıp pişmanlıklarını belirtiyorlar. Nedeni de şuydu: Çünkü beklemiyorlardı, şu andaki o sunulan listeyi beklemiyorlardı, daha farklı isimler bekliyorlardı. Ama Mesud Pezeşkiyan’ın hükûmet yapısı güvenlik ve askerî zihniyet çerçevesinde şekillendi. Bunu böyle şekillendirilmesi de sûikastla ilgilidir. Düşünün, ne diyorlardı meselâ? Mesud Pezeşkiyan ve diğerlerinin îtirâzı buydu: İçişleri Bakanı bir asker olamaz. Ama İçişleri Bakanı Devrim Muhâfızları’ndan getirildi, güvenlik güçlerinden getirildi. Ve şu anda meclise sundukları İçişleri Bakanı radikal bir isim, eski istihbârat bakanı. Düşünün, sürekli istihbârâtı yerden yere vuruyorlardı, “Böyle istihbârat bakanlığı olur mu?” diyorlardı. İsmail Hatib’i, Reisî’nin istihbârat bakanını yeniden meclise güvenoyu alması için sundu Pezeşkiyan. Devrim Muhâfızları istihbârat sorumlusunun kardeşini Millî Eğitim Bakanı yaptı. Bir sürü bu gibi tipleri bakan yaptılar. Yani aslında bir yönüyle de Mesud Pezeşkiyan’ı çok farklı krizler yaşayabileceği bir alana ittiler. Şu anda gelinen nokta bu. Bu farklı bir tartışmanın konusu. Ruşen Bey, Mesud Pezeşkiyan’ın sunduğu isimler, İran’da reform hareketinin bile, reformcuların îtibarını bile –zâten sınırlı olan itibarları ciddî bir biçimde düşmüştür– yerle bir edecek bir süreci başlattı. Ve burada kanımca, Mesud Pezeşkiyan’ın şu andaki hükûmeti İsrail’e doğrudan müdâhale ve arkasındaki muhtemel sonuçları hesaba katarak bir şey yaptı. Ve o nedenden dolayı Mesud Pezeşkiyan’ın önerdiği bakanların birçoğu reddedildi, birçoğunu kabul etmediler. Ve bir yönüyle de aslında hem Mesud Pezeşkiyan’ın söylemleri, dünyayla farklı bir ilişki kurma arayışı, nükleer anlaşması, komşularla iyi ilişki, içerideki yumuşama mesajları ve bunun yanı sıra ekonomiyi iyileştirme sözlerinin hepsi rehin alınmış durumda şu ân îtibâriyle. Şu anda zâten İran’daki sosyal medyada bunlar tartışılıyor. Burada ben sâdece İsrail’e indirgeyerek yorumlamıyorum, sûikasta indirgeyerek yorumlamıyorum; ama bunun da önemli bir unsur olarak oraya dâhil edilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Yani bir anlamda, “Öyle bir şeye denk geldi ki, hükûmet aslında ölü doğdu” diyorsunuz. Şimdi tekrar başa dönelim, konumuza dönelim. Eli kulağında bir cevap var. Ve siz ısrarla Nisan’daki saldırıya dikkat çekiyorsunuz. Onu bilmeyenlere hatırlatalım; Şam’daki konsolosluğa İsrail saldırısına cevâben yapılmıştı. Çok sayıda füze İsrail’e fırlatıldı; ama Batı ülkelerinin desteğiyle İsrail bunları büyük ölçüde etkisizleştirdi. Ama bayağı ciddî bir misilleme girişimi ya da misilleme yapılmıştı. Şimdi o olayın yetmediğini anlamış bir İran yönetimi var. Hükûmet değişmiş olsa bile devlet, yani İran’ın o meşhur derin devleti elinde tutuyor her şeyi, Hamaney ve yakın çevresi. Ve biz bir cevap bekliyoruz. Bu cevap öyle bir cevap olacak ki hem İran’ın îtibarını kurtaracak hem de İran’ı çok zora sokmayacak. Öyle değil mi? Yani İran savaş istemiyor İsrail’le anladığım kadarıyla. Bu çok zor bir şey. Yani öyle bir husus ki, ya bir şey yapacak ve “İran yine bir şey yapamadı” diyeceğiz ya da –“elinin ayarını tutturabilmek” diye bir lâf var ya– İran ummadığı kadar etkili bir saldırı yaparak bölgeyi iyice bir savaş alanına döndürecek. İyi özetledim mi?
Arif Keskin: Çok güzel ve çok doğru bir özetleme. Şimdi şöyle bir şey söyleyelim; meselâ İran’ın önünde dört senaryo var. Bu senaryoları söyleyelim, yani yanıt olarak. Doğrudan nasıl bir yanıt nasıl verebilir, dört senaryoda bunu söyleyebiliriz. Birincisi, topyekûn bir savaş senaryosu.Yani İran gözünü karartıyor, nereye giderse gitsin diyor ve İsrail’e savaş açıyor. Bu birinci senaryo — ki bunun ihtimâli çok düşük. İkinci senaryo ise, 14 Nisan’da yaptığı gibi hem yanıt veriyor hem de kontrol ediyor; çünkü savaş da istemiyor. Hem yanıt verecek hem de savaşa kapı aralamayacak. Bu da kontrollü bir doğrudan müdâhale. 14 Nisan’da bunu yaptı ve şu an îtibâriyle bu ikinci senaryo da kullanıldığı için elverişli değil. Üçüncü senaryo ne olabilir meselâ Ruşen Bey? Bizi şaşırtabilir diyelim. Şaşırtma nedir? Meselâ İsrail, Haniye’yi Tahran’da vurdu ve Tahran’da çok korunaklı bir yerde vurdu. İran’ın istihbârat ve güvenlik bürokrasisinin zaafını açığa çıkarıp tartışmaya açtı.Şimdi İran’ın da buna benzer zekâ, bilgi ve istihbârat ağına sâhip olduğunu göstererek, İsrail’in içinde istediğini yapabilen bir ülke olabileceğini ispatlayıp bizi şaşırtması gerekiyor değil mi? Yani ona karşılık olarak. Yani bir tür istihbârat operasyonu, bir tür sûikast. Şimdi İran’ın böyle bir olanağı var mı İsrail’de? Bunu yapabilecek bir gücü var mı? Bu da önemli bir nokta. Dördüncüsü ise şu anda sürdürdüğü tavır: Yani vuruluyor, vuruluyor, ama bir türlü yanıt vermediği bir durum — ki bu da ciddî bir itibar kaybı. Hattâ Ruşen Bey, biraz vulgarize edeceğim ama, meselâ sizin yayına başlamadan önce bana bir arkadaş sosyal medyada gezen bâzı şeyler gönderdi. Meselâ “İran sendromu” diye bir şey başlamış. İran sendromu ne? “Vuruyorum, vuruyorum diyor, ama vurmuyor.” Yani bir yönüyle de, “Geliyorum, geliyorum” deyip gelmemek, “Vuruyorum, vuruyorum” deyip, ama vurmamak. Yani bir yönüyle de bu ciddî bir îtibar kaybı anlamına geliyor.Şimdi bu dördüncü senaryodaki gibi hiçbir şey yapmadığı takdirde, hem içeride hem dışarıda ciddî bir îtibar kaybıyla karşı karşıya kalacak. O nedenden dolayı benim kanımca hibrit bir şeyin üzerinde çalışıyorlar. İlk sözümün en başında söylediğim; bütün o şey çerçevede, hibritten kastım bu. Bu dört senaryonun dışında başka bir model. Nedir o model? Doğrudan 14 Nisan’dan daha etkin bir vuruş olabilir, bu bir. İkincisi, sâdece İran’ın değil… 14 Nisan’da İran vurduğu zaman Hizbullah devrede değildi, Husiler devrede değildi; ama bu kez Hizbullah’ın da, Husilerin ve diğer vekil güçlerin de devrede olması düşünülüyor. Yani bunun nasıl olacağı çalışılıyor olabilir. Meselâ önce Hizbullah başlar, sonra İran vurur ya da önce eşzamanlı başlarlar; İran vurur, arkasından Hizbullah gelir gibi bir senaryo olabilir. Şimdi, bunu başlattığı zaman, İsrail’in ve Amerika’nın muhtemel yanıtlarını da hesâba katabileceği, yani muhtemel bir karşı cevâbı da önleyebileceği ve bir yönüyle de hem etkin, caydırıcı, o güçlü devlet îtibarını koruyabileceği hem de elindeki imkânları doğru kullanacağı, ayrıca sürekli kendisini bir çatışmanın ve savaşın içine itmeyeceği bir formül arıyor. İşin zor tarafı da bu; İsrail’in gösterdiği kararlılık nedeniyle İran, bu formülün yürüyemeyeceğini düşünüyor. O nedenle, İran eğer yanıt verecekse, başka hesapları da içine katabilecek şekilde hazırlığını yapıyor. Bunun için ekonomiden iç savunmaya kadar, İran’daki iç rejim muhâliflerinin faaliyetlerine kadar, sabotaj ve casusluk faaliyetlerini durdurabilmeye kadar, içerideki istihbârat sabotajlarını da durdurabilecek kadar topyekûn bir hazırlığın içindedir. Son kertede devletin içinde de ihtilâf var. Meselâ şu andaki yönetimin önemli bir bölümü şöyle bir düşünceye sâhip: Aslında İsrail bizi kışkırtarak bu alana çekiyor. Ben yazıda da onu yazdım. Sonuç îtibârıyla inisiyatif İsrail’in elinde şu anda. Oyunu İsrail kuruyor ve sen İsrail’in istediği alana çekiliyorsun. Yani oyunun kurallarını, alanını ve şartlarını İsrail’in belirlediği bir alana giriyorsun ve buradan senin çıkman mümkün değil.Bu nedenle, bâzıları daha temkinli ve sabırlı. Belki de yanıt vermemenin veya bu durumu, örneğin 7 Ekim Hamas saldırısındaki gibi –ki orada da meselâ İsrail ciddî bir istihbârat ve îtibar kaybına uğradı–, belki ona benzer, daha farklı zamâna yaymış gibi… Bütün bunlar da tartışılıyor. Ama benim kişisel olarak bütün bu söylediklerimin içerisinde, ben İran’ın doğrudan bir yanıt verme karârında olduğu kanısındayım.
Evet, bu oyun kuruculuk meselesi gerçekten çok önemli bir perspektif. İran uzun bir süre bölgede oyun kurucu rolündeydi; Lübnan’da, Filistin’de, Suriye’de, Irak’ta, hattâ Afganistan’da bir dönem özellikle çok ciddî bir şekilde oyun kurucuydu. Ama şimdi kurulan oyunlara dâhil olmaya ve cevap vermeye çalışan bir rejime dönüşmüş durumda. Gerçekten bu çok önemli bir gelişme. Arif Bey, o zaman sizden bir söz alayım. Bu beklediğimiz cevap herhalde gelecek. Ondan sonra da bakalım nasıl bir cevap oldu, sonuçları ne oldu, o zaman da onu konuşalım. Size çok teşekkür ediyorum. Tekrar bu Fikir Turu’ndaki yazınızı izleyicilerimize de önereyim. Burada konuştuklarımızın hepsini çok derli toplu bir şekilde; “İran-İsrail Nereye? Haniye Sûikastı İran İçin Yeni Bir Dönemin Başlangıcı mı?” başlıklı yazınızda anlatmışsınız. Hem yazı için teşekkürler, hem de bu yayın için çok teşekkürler. İyi günler.
Arif Keskin: Ben teşekkür ediyorum Ruşen Bey. Memnûniyetle gelirim. Özellikle de Medyascope’a kişisel olarak bir vefâ borcum da var. Aslında İran pek fazla tartışılmadığında ben çok verimli ve uzun Medyascope yayınları yaptım ve Medyascope o zaman bana kapısını açtığı için, misâfir ettiği için özel bir teşekkür ve borcum var size. Bu şekilde de bildirmiş olayım.
Estağfurullah, çok sağ olun bütün katkılarınız için. Ve bundan sonra yapacağınız katkılar için de şimdiden teşekkürler.
Evet, Arif Keskin’le konuştuk; İran’ın geciken cevâbını, bunun neden geciktiğini ve ne yapabileceğini ele aldık. Çok verimli bir söyleşi oldu. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.