Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış’ta izleyicilerin sorularını yanıtladı (227): Meclis’te kavga, Fatih Altaylı-Kılıçdaroğlu polemiği, Medyascope’un 9. yılı

Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ın bu haftaki bölümünde Can Atalay için olağanüstü toplanan TBMM’de AKP’lilerin TİP Milletvekili Ahmet Şık’a saldırmasını, gazeteci Fatih Altaylı ile eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu arasında yaşanan polemiği ve 9 yıldır Medyascope’un Türkiye’de basın özgürlüğü için ne faydalar sağladığını konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can ve Kadri Gürsel’le bu hafta, daha çok sizlerden gelecek soru ve yorumları değerlendireceğiz. Dün Medyascope 9. yılını doldurdu, biraz Medyascope’u konuşalım istiyorum. Arkadaşlar, merhaba. Kadri, Medyascope’un ilk yayınını 15 Ağustos 2015’te, sen ve Levent Gültekin’le, benim Habertürk’teki odamda, “Açık Oturum”la yapmıştık biliyorsun. 

Kadri Gürsel: Evet.

Ruşen Çakır: O zamandan bu zamâna bayağı yol kat ettik. Önce Sanayi Mahallesi’ndeki stüdyoda başladık. Merhum Manuel Çıtak’ın yeriydi. Daha sonra Maslak’a geldik. Sen baştan îtibâren vardın, Kemal de ilk “Açık Oturum”da olmasa da Medyascope’u sırtlayanlardansınız. Sağ olun. Önce kısaca giriş yapalım, biraz gazetecilik konuşalım diyordum, ama bizim gazeteci milletvekili arkadaşımız yine bugün gündem oldu, onu ve Meclis’i konuşmamız lâzım. Başka şeyleri de konuşmamız lâzım. İzleyicilerden gelen sorular da gördüğüm kadarıyla daha çok siyâsî. Geçen bu 9 yıl için ne diyorsun Kadri? Nasıl geçti? Sen bu 9 yılda çok şeyler yaşadın değil mi? Gittin, geldin.

Kadri Gürsel: Evet. Son 9 yıl bizim için de Türkiye için de çok zor geçti. Önümüzde daha da zor yıllar olduğunu düşünüyorum; umarım yanılıyorumdur. O ilk yayın gününü hatırlıyorum. Habertürk’teki o geniş odanda, masanın üzerinde kalın kitaplar destek yapılarak yükseltilmiş bir iPad kamerasıyla yapılan yayın. Rejide Semih Sakallı vardı, değil mi?

Ruşen Çakır: Evet.

Kadri Gürsel: Orada 3 kişi bir yayın yaptık. Periscope üzerinden yapmıştık o zaman o yayını. Bence içerik olarak da çok kaliteli bir yayındı. Kendi adıma pay çıkarmak açısından söylemiyorum bunu. Genel olarak kaliteli bir yayındı. Daha sonra bu kalite hep artarak devam etti. Teknik altyapı gelişti. Sen ve arkadaşlarının gazeteci olarak kalma ve gazeteciliği sürdürme ısrârı ve kararlılığını bu şekilde bir teknik altyapıyla da desteklemiş oldunuz. Bugün Maslak’taki stüdyolarda da gayet gelişmiş bir teknik altyapı ve profesyonel bir yatırım görüyorum, Türkiye’de ana akım medyanın ortadan kaldırıldığı, medyanın televizyona indirgendiği, güdümlü internet sitelerine indirgendiği bu dönemde. Çünkü iktidar medyası dediğimiz zaman sâdece televizyon yok bunun içinde. İnternet siteleri, gazeteler, bütün bir medya endüstrisine de el koydu iktidar. Kalanda yer bulmaya yetinmek doğru değil, yeni bir yer açmak lâzımdı. Aslında sen tam da bunu yaptın; yeni bir yer açtın. Kartacalı Komutan Hannibal’in, “Ya bir yol bulacağız ya bir yol açacağız” dediği gibi, sen de bir yol açtın ve o yolda 9 yıldır devam ediyorsun. Bu yolda da aslında 9 yıl yeterince uzun bir süre. Hem bizler açısından hem de izleyici ve okur açısından yeterince uzun bir süre. 

2015 şartlarının Türkiye’sinde, “Eğer siz bana yazdırmazsanız, siz bana kürsü vermezsiniz, ben kendi kürsümü kurarım. Ben oradan yine de konuşurum, haber de izlerim, olay da izlerim, konuk da ağırlarım, soru da sorarım” diyerek Periscope’ta yayına başladın. İki kötüyü karşılaştırmak gerekirse; o zamanki Türkiye, medya özgürlüğü açısından bugünkü Türkiye’den daha az kötüydü. 2015 Türkiye’sini bugün bana verseler, çalışma koşulları olarak ben 2015 Türkiye’sine dönmeyi isterim açıkçası. Tabiî “Hangisini tercih edersiniz?” sorusu farazî bir soru. Türkiye çok daha kötüye doğru giderken, bir darbe girişimi ve bu darbe girişimini fırsat olarak kullanan, bunu fırsata çeviren ve bu fırsatı da anayasal bir otoriter rejim inşâ etmek için kullanan, bunu yaparken de gazetecileri içeri dolduran, hapse atan, ana akım medyanın son büyük parçasına satın alma görünümünde el koyan, mutlakçı bir siyâsî irâdeyle karşı karşıyayken, onunla, gazetecilik yaparak mücâdele etmeyi, bu zor yolu seçmiş oldun. 

Bir gazeteci açısından gazetecilik yapmak zâten demokrasiyi savunmaktır. Basın özgürlüğünü, temel hak ve hürriyetleri, okurun hakkını savunmaktır. Ben buradan sözü, okura ve izleyiciye getiriyorum. Okur ve izleyicinin de bunca yaşanan belâdan ve atlatılan bâdireden sonra artık yüksek bir şuura ulaşmış olması gerektiğini savunuyorum. Olmayabilir, ama en azından Medyascope’u ayakta tutacak kadar yüksek bir şuura sâhip olması gerektiğini düşünüyorum. Okur, Medyascope’u kendisine havadan indirilmiş, zembille bahşedilmiş bir nîmet olarak görmemeli. Türkiye’de bir demokrasi kurulacaksa, bunun ön şartının bağımsız gazetecilik ve basın özgürlüğünden geçtiğini, bağımsız gazetecilerin ancak özgürlük alanını genişleteceğini ve bu alanda da bağımlı olabilecekleri yegâne gücün de izleyicileri ve okurlarının olması gerektiğini bilmelerini arzu ediyorum. Kendilerinin ne kadar büyük bir güce sâhip olduklarını anlasınlar artık. Medyascope’a yön veren, onu ayakta tutan, aslında izleyici ve okur olmalıdır. Bunu da Patreon ve YouTube üzerinden yardımlarıyla yapabilir. Patreon’u hâlâ kullanıyorsunuz sanıyorum. Eskisi kadar anons yapmıyorsun, ama kullanıyorsunuz. Artık yayıncılık YouTube’un sunduğu iş modeline evrildi; pratik olarak bu yönde gelişti. Birkaç yıl önce iş modeli tartışmaları yapıyorduk. Artık iş modeli kendiliğinden ortaya çıktı. Bireysel YouTube yayıncıları, Youtuber’lara dönüştü. Gazeteciliği YouTube üzerinden kurumsal bir çizgide devam ettirmekte kararlı olanlar da YouTube üzerinden gazetecilik yapıyorlar. Bu iki ayrım önemli benim açımdan.

Ruşen Çakır: İzleyicilerimize hatırlatayım: Benim ve Medyascope’un, YouTube sayfalarında chat bölümünden sorularınızı, yorumlarınızı, eleştirilerinizi dile getirebilirsiniz. İzleyicilerimizden Zafer Kazan, “Meclis’te kan aktı. Siz Medyascope’un kuruluşunu kutluyorsunuz. Gerçekten inanılmaz” yorumunu yapmış. Asıl inanılmaz olan, bu tür yaklaşımlar gerçekten. Tabiî ki konuşacağız. Zâten sosyal medyada da ben bu konuda söyleyeceğimi söyledim. Başta da değindik zâten, birazdan konuşacağız bunu. Bu tür yorumlar da insanı hakîkaten üzüyor. Dokuz yıldır bir şey yapıyoruz. Elbette yanlışlarımız da oluyor. Ama bâzı şeyleri doğru değerlendirmekte yarar var. Kadri, sözünü bitirmediysen tamamla. Bittiyse Kemal’le devam edelim.

Kadri Gürsel: Bir iki cümle ile bitirmek istiyorum. İzleyicilerin ve okurların, Medyascope’u suçlamak yerine, Medyascope’a destek vermelerini isterim. Bağımsız gazetecilerin çaba ve emekleriyle, büyük fedâkârlıklarıyla ayakta duran Medyacope gibi bağımsız medya mecrâları, ancak okur ve izleyicinin desteğiyle gelişir ve ayakta durabilir. Yoksa lüks bir ilişki oluyor bu. Bu ilişkinin mâliyetine hiç katlanmazsanız, bedâvacılık yaparsanız, sonunda eleştirme hakkınız da olmaz. Bunu söylemek istiyorum. Eleştirme hakkına sâhip olmanız için öncelikle bağımsız medyayı desteklemeniz lâzım. Değerini de artık anladığınızı düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Tam da şu anda Doğan Bey ve Ruken Hanım katkıda bulundular. Kemal İstim de 20 Medyascope üyeliği hediye etti. Böyle bir şey var biliyorsunuz: YouTube’da “katıl” butonundan üye olunabiliyor, destek verilebiliyor. Üyelik hediye edebiliyorsunuz. Kemal Bey de bunu yaptı. Kemal Bey’den Kemal Can’a geçelim. Kemal, sen ilk “Açık Oturum”da yoktun, ama ondan sonra başından îtibâren vardın. Şunu çok iyi hatırlıyorum. Bu olaya giriştiğimiz zaman, birçok meslektaşıma, “Gelin burada birlikte bir şeyler yapalım” diye çağrı yaptım. Birçoğu inanmadı. Siz de biliyorsunuzdur. Hâlâ o konvansiyonel medyanın sınırları içinde düşünüyorlardı. Çok anlamadılar, anlam da veremediler. Ama sonra büyük bir kısmı, özellikle YouTube olayından sonra bu olaya balıklama atladılar. Ama sizler, ilk inananlar ve bizim yanımızda duranlardansınız. Kemal, ne diyorsun? Nasıl bir 9 yıl geçti?

Kemal Can: Yayıncılık işine âşina olanlar 9 sene gibi bir zamanda bir şeyi var etmenin, sürdürmenin, üstelik sürdürürken biraz daha ilerleyerek, biraz daha iyileştirerek, sürükleyerek değil de büyüterek sürdürmenin ne kadar zahmetli, ne kadar zor bir şey olduğunu ve bu açıdan bakıldığında bu sürenin ne kadar uzun olduğunu idrak edebilirler. Üstelik bu 9 yıl, kuruluş sürecini de önden alırsan, Türkiye’nin yaşadığı 10 yıl, herhangi bir 10 yıl gibi değil. Bu 10 yıl içerisinde bu 9 yılı sürdürebilmek daha da zahmetliydi. Medyascope bunu becerdi. Bunu becerirken, sâdece bağımsız ve belirli bir kalite çıtasının altına düşmeden bir yayın faaliyeti sürdürmekten daha fazlasını da yaptı: Küçük çapta bir okul işlevi gördü. Medyascope’ta pek çok genç yetişti. Bugün başka mecrâlarda görüyoruz onları. Ama ilk kez Medyascope’ta görmüşlerdi. Buradan yetişip, çeşitli yerlere gittiler. Çok uzun süre meslekten uzak kalmış insanları burada tekrar karşılarında gördüler. Mesleklerini yaparken, tekrar onlarla buluşabildiler. Pek çok yorumcuyu, bildik, ana akımda hattâ sonradan ana akıma fena biçimde benzeyen ve kendisine “muhâlif medya” diyen televizyonlardaki genelgeçer yorumların dışında, biraz daha derinlemesine düşünen, bu düşündüklerini paylaşan insanlarla tanıştılar. Onların yorumlarını dinlediler. Onlarla tanıştılar. Onlar burada tanınıp, bilindikleri için tekrar başka mecrâlarda onların görüşlerinden…

Ruşen Çakır: Tam bunu söyleyecektim Kemal. Bugün genç bir akademisyenle kayıt yaptım, program yarın yayınlanacak. Çok parlak bir genç, Boğaziçi Üniversitesi’nden, ekonomist. Bayağı hazırlandı. Çok heyecanlıydı. Yayın kayıt olduğu için daha rahat yaptık. Ekrana ilk kez çıkıyordu. Ona, “Sen hiç merak etme. Biz böyle çok kişiyi ekranla tanıştırdık” dedim. Biliyorsunuz, birçok akademisyen, yurtdışında yaşayanlar Medyascope’ta ekrana çıktı. Ana akım medyadan insanlar, sürekli bizden Ali’nin, Ayşe’nin telefonunu ya da e-mail’ini istiyorlar. Mesela Arif Keskin’i biliyorsunuzdur, kendisi İran uzmanı. Arif Bey hep bizde çıkardı. Şimdi İran krizi çıkınca hemen atladılar. Ama o ana akımda nasıl yapıyorlar? Biz Arif Keskin’le ya da İran’ı bilen başka başka birisiyle teke tek konuşuyoruz İran’ı. Ama o diğer tarafa gittiğinde, yanında 4 konuk daha var. Bunların hepsi İran’ı bilmiyor, ama İran’ı belki de ondan daha çok biliyor gibi konuşuyorlar. 

Kemal Can: Evet, bir de sopaları var. 

Ruşen Çakır: Evet, evet.  

Kemal Can: Altı saat program, 8 tâne başlık ve birbiriyle alâkası olmayan 6 tâne konukla, her konuda konuşulan programlar yapıyorlar. O yorumcuların bir kısmına yazık oluyor orada. Belki senin de bunda bir günâhın var. Oralara atıyorsun bu insanları, onların radarlarına sokuyorsun. Medyascope’un böyle bir işlevi oldu. Kendi yaptığı yayın kadar, diğer yayın mecrâları üzerinde de hem okul işlevi görerek hem başka düşünme biçimlerine alışkanlık ya da kulak kabartma refleksi geliştirmek gibi bir işlevi oldu. Tabiî ki eksik gedikleri oldu. Hem habercilik yapmak, hem bu sıkıntılı dönemde ayakta kalmak, hem de belirli bir popülariteyi gözetmek gibi birkaç şeyi bir arada yapmaya çalıştı. Burada yüzüne söylediğim için söylemiyorum ama, senin, bende pek olmayan bu organik gazetecilik ısrârın, Medyascope’un önemli sürükleyicilerinden biri oldu. O yüzden seni de Medyascope’un 9. yılı vesîlesiyle kutlamış olayım. 

Dediğim gibi, Medyascope, kritik bir zamanda, bu dijital yayıncılığın emekleme çağında, herkesin henüz şüpheyle baktığı, nasıl yapılacağına ilişkin kafasının karışık olduğu bir dönemde ortaya çıktı. O karışıklık hâlâ devam ediyor, İnsanların bununla ilgili düşünceleri farklı olabilir; ama kendi üslûbunu, bir çizgiyi, bir çeşitliliği gözeterek yürümeye çalıştı. Bu kolay bir şey değildi. Bence 9 yılı tamamlamış olmak, 10. yaşına basıyor olmak ve bu tür vasıfları hâiz bir yapı oluşturmak, sana da, kuruma da bir yükümlülük. Çünkü bundan sonra o çıtanın altına inemeyeceksiniz. Çoğu zaman, bir dönem popüler olmuş birtakım dijital mecrâlar görüyoruz. Bir yerin amigoluğuna yaslanıp rahat rahat devam eden çizgiler görüyoruz. Ama burada bu çizgiyi bozmadan ve daha iyiyi yaratmaya çalışarak devam etmek daha zahmetli bir uğraş olacak. 

Burada Kadri’nin söylediğine geliyoruz. Evet, bizler destek verebiliriz, senin inadın devam eder, genç arkadaşların, burada çalışan ekibin gayreti ve özverisi sürer. Ama bunlardan çok daha önemli olan, izleyicinin desteği. İzleyicinin ticârî medyayla, eski ana akımla, Kadri’nin özlediği zamanların ana akımı da dâhil olmak üzere, al-verli bir müşteri ilişkisi kurup, verilenin kalitesiyle yetinen, ama verilenin derinliğiyle fazla ilgisi olmayan bir bakış açısından çıkması gerekiyor. Yani, interaktivitenin iki taraflı işlediği, “Biz de sizin yayınlarınıza katılalım. Bizim de orada görüşlerimiz yer alsın. Gazeteci cesur olsun. Gazeteci bunu da dile getirsin” lâflarının içerisinde, haber alma hakkının ve basın özgürlüğünün, sâdece gazetecilerle ilgili bir mesele olmadığının, özgür habercilik hakkının sâdece gazetecilere sağlanmış bir hak değil, tam tersine, okuyucunun ve izleyicilerin savunması ve desteklemesi gereken bir hak olduğunun bilincinde davranmaları gerekiyor.

Aynı şekilde, basın özgürlüğünün, fikir ve ifâde özgürlüğünün de gazetecilerin yükümlülüğü ya da gazetecilerin cesâretine ve fazîletine veya özel liyâkatlarına bağlı bir konu olmadığını söylemek gerekiyor. Sonuçta onların işlerini yapabilecekleri zeminlerin var olmasının, onların bağımsız kalabilmesinin mümkün olmasının yolu, izleyicilerin doğrudan bu kuruluşların varlık sürecine de interaktif olarak katılmaları gerekiyor. Bugünün teknolojisi buna çok fazla imkân tanıyor. Sen biraz önce anlattın. Ben teknik detaylarını çok bilmiyorum, ama envâî çeşit yol var. Bir yayın kuruluşunu desteklemeye niyet ederseniz, yolunu bulmak çok zahmetsiz. Eskisi gibi bâyiye gidip satın almak yerine, abone olmak gibi, işlerin birkaç parmak hareketiyle yapılabildiği bir teknolojide yaşıyoruz. Umarız, destek verenleri, çalışanları, kendi yapısı dışında, izleyicileriyle de büyüyen ve nice yıllar bu çizgisini koruyarak daha da ileriye taşıyacak bir Medyascope var olur. Bunun artık gerekli olduğu, Medyascope’un bulunduğu 10 yılın en önemli çıktılarından biriydi. Herkes bunun lâfını çok etti, ama bunun zahmetine katlanan o kadar çok insan olmadı. Hattâ yapısal bozulma, sâdece iktidârın baskısı ve birtakım hukuksuz uygulamalar ya da ticârî medyanın el değiştirmesiyle sınırlı kalmayan bir zihniyet erozyonuna uğradı. Bu da artık ciddî bir problem olarak önümüzde duruyor. 

Eskiden bir “yandaş medya” vardı, bir de “diğer medya” vardı. Şimdi diğer medya da bir başka yandaş medya. Artık genel bir zihniyet bulanıklığından bahsetmek mümkün. O yüzden doğru çizgideki zeminleri desteklemek ve o çizgide kalabilmeleri için onlara katkı vermek çok daha hayâtî önem taşıyor.

Ruşen Çakır: Yavaş yavaş sorulara geçelim. Muharrem Bey, “Sizden yetişen kişiler diğer medyalarda çok başarılı işler yapıyorlar. Ne diyorsunuz?” diye sormuş bana. Bâzen kızıyorum, çünkü bâzen kötü iş yapıyorlar. Burada da kötü yaptıkları zaman kızardım. Medyascope’tan birçok arkadaş gitti ve şimdi farklı mecrâlarda çalışıyorlar. Helâl olsun diyorum.

Bir diğer izleyicimiz; “Kürtçe bülten kalktı. Ne olacak?” diye sormuş. Onun kalkmasının nedeni, yapan arkadaşın ayrılmasıydı. Şimdi yeni bir editör arkadaşımız başladı: Mehmet Tatlı. Kürtçeye çok hâkim. Kürtçe yazılı haberlerle başladık. Günde en aşağı 5-6 tâne içerik giriyoruz. Var olan haberlerin Kürtçeleri. İleride belki tekrar haftalık program yaparız. 

Ben bir yandan, sosyal medyada bana saldıran kişileri başımdan defetmekle meşgulüm. Meclis’teki mâlûm konuya gelelim: Can Atalay’ın vekilliğiyle ilgili durumu görüşmek üzere Meclis olağanüstü toplandı. Ahmet Şık kürsüde konuşma yaparken, Alpay Özalan yerinden kalktı, hiç şaşırtmayan bir hareketle, arkadan geldi ve Ahmet Şık’a saldırdı. Ama detaylı izlerseniz görüyorsunuz: O kadar beceriksiz ki, ilk yumruğu Ahmet Şık çakıyor. Kendisine saldırılıyor, ama Ahmet ânında refleks veriyor. Ahmet’i susturmaya çalıştılar. DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Koçyiğit’in kaşı yarılmış, kanları gördünüz. Şu anda ne durumda bilmiyorum, ama bir ihtimal, oturum iptal edilmiş bile olabilir.

Ahmet bir kere daha gündem belirledi. Bu bize birçok şeyi de gösteriyor. Bu arada tekrar sine-i millet sesleri geliyor. “Bu Meclis artık sizi konuşturmuyor. Kana bulandı” gibi. Ne diyorsun Kadri? Bugün Meclis’teki bu olay bizim yayına denk geldi. Can Atalay görüşmesi olacağını biliyorduk. AKP’nin MHP ile berâber hareket edeceğini ve Can’ın hakkını gasp etmeye devam edeceklerini biliyorduk. Ama suratlarına bir şeyler söylenince bu kadar saldırgan bir tavır içerisine girmeleri, işin rengini biraz daha değiştirdi. 

Kadri Gürsel: Ahmet Şık’ın söyledikleri ağır olabilir gerçekten. Bana da biri böyle şeyler söylese çok sert tepki gösteririm. Ama burası Meclis ve Meclis’te gösterilecek olan tepkinin bir yolu var. Meclis Başkanlığı bunun tedbirini alır; eğer böyle şeyler söylüyorsa mikrofonu kesilebilir meselâ. Çünkü söylediği şeyler gerçekten ağır. Buna da bir şekilde yine sözlü cevap verilir, o ayrı. Söyledikleri “yanlıştır” demiyorum, “ağır” diyorum. Ağır şeyler söylemiştir. Bu, ayrı mesele. 

Ama bir de Meclis’te Alpay Özalan diye bir vaka var. Bu vaka, yani Alpay Özalan, siyâsetçi değil. Kesinlikle değil. Meclis’te, en başından îtibâren, kürsü dokunulmazlığını ortadan kaldırsın, kürsüde muhâlefeti serbestçe konuşmaktan alıkoysun, kürsüye fiziksel olarak, kaba güçle tecâvüz etsin, kürsüde konuşanların hakkına tecâvüz etsin diye özel olarak tâlîmat almış veyâhut bu konuda bir kez başarılı olduktan sonra görevlendirilmiş, bu işleri iyi yapıyor diye önü açılmış, marazî, patolojik bir tiple karşı karşıyayız. Meclis; adı üstünde Fransızca’da “parlemon” kelimesinden, “konuşmak”tan gelir. Konuşulan yerdir. Konuşulan yerde, konuşan ne derse desin –hakaret de edebilir– bunu kaba güçle bastırma hakkı kimsenin elinde değildir. Böyle bir şey yok. Ahmet Şık’ın sözleri size dokunduysa, size ağır geliyorsa, Ahmet Şık’ın oturuma girmesini yasaklarsanız ya da buna benzer disiplin tedbirleri alırsınız, olur biter. Ama Alpay Özalan her zaman olduğu gibi bir saldırıya geçiyor. Alpay Özalan önde, diğerleri onun arkasında ve ortalık karışıyor. Kan akıyor, yumruklar konuşuyor. 

Alpay Özalan, burada olmayı hak eden biri değil. Kaslı bir vücuda sâhip olup adam dövme yeteneği dışında hangi hizmeti, hangi kapasitesi, hangi niteliği dolayısıyla oraya konmuş? İki kelimeyi yan yana getirip konuşabilen bir insan değil bir kere. İrticâlen Meclis kürsüsünden konuştursanız adamı, konuşamıyor. Câhil bir adam. Geldiği yerde kitleleri peşinden sürükleyen biri de değil. Trol özellikleri var. AKP’nin trol örgütlenmesinde de belli bir yeri var gördüğüm kadarıyla. Şimdi böyle bir problemi var bu Meclis’in. Bu siyâsî kültür besliyor Alpay Özalan’ı. Orada saldırgan bir işlev görmesine izin veren şey, iktidârın siyâsî kültürü. Dışarıdaki kaba güç, şiddet, insanları konuşturmama, yasaklama eğilimi neyse, Meclis’e polis sokamadıkları için, kürsüye polisle müdâhale edemedikleri için veya konuşanı yaka paça götüremedikleri için, Meclis’te İdâre Âmiri sıfatıyla, kendilerince nispeten uzun boylu, iri yapılı, eski sporcu, güçlü kuvvetli bir adam olsun da bu adamı salalım kürsüde konuşanın üstüne, kavgada ilk yumruğu bu adam atsın. “Baskın basanındır” mantığıyla giden, Türkiye’yi yöneten, yönettiğini sanan o otoriter, baskıcı, yasakçı ve kendi sorunlarını çözmek için de siyâsal şiddete, kaba güce başvurmaktan çekinmeyen, bunu olumlayan, bunu meşrû gösteren bir siyâsî kültürün uzantısı. İşte, İmamoğlu’nu Erzurum’da konuşturmadılar; bu, siyâsal şiddet örneğiydi. Bunu kastediyorum, daha fazlasını söylemiyorum. Bunu meşrû gösteren siyâsî uzantının bir parçası. Böyle bir sorun var. 

Peki ne yapacağız? Alpay Özalan sorununu Meclis nasıl çözecek? Alpay Özalan’ın konuştuğu dilden mi konuşmak lâzım Alpay Özalan’la? Böyle bir şey olabilir mi? Alpay Özalan’a Meclis’te pusu kurup, 2 ay iş göremez hâle mi getirmesi gerekiyor Meclis’in, bu tehlikeli adamın salona girmemesi için? Böyle bir şey olabilir mi? Nerede görülmüş bu? Meclis, “Alpay Özalan” diye bir gündem maddesiyle toplanmalıdır. Yeterli çoğunluk sağlanmalıdır. Muhâlefet anlaşsın, Türkiye Büyük Millet Meclisi, “Alpay Özalan tehdidi” hakkında bir özel gündemle toplansın. Muhâlefet bunu gündemine almalıdır, bu konuda bir şey yapılmalıdır. İki dönemdir bu adam, önüne gelene saldırıyor. Alpay Özalan bunu dışarıda yapsa, bu patolojik, marazî şiddet eğilimini dışarıda gösterse, ya hapse girer ya da kendisinden daha manyak biri tarafından vurulur, sakat bırakılır. Tekrar ediyorum: Alpay Özalan adlı tehlikeli tip, Meclis’te değil de dışarıda böyle davransa, başına gelmedik kalmaz bu adamın. Alpay Özalan biraz da bu açıdan kendine baksın. “Ben ne yapıyorum? Benim hayattaki anlamım nedir? Ben niye yaşıyorum? Benim işim Meclis’te milletvekili dövmek mi?” desin. İyi kötü bir futbolcu geçmişi vardı. Beğenirsin, beğenmezsin. Futbolcu geçmişini de bitirdi, silip attı. Hayat boyu, “Meclis’te milletvekili döven adam” olarak anılacak. 

Ruşen Çakır: Pek dövemedi de Kadri. Beceremedi.

Kadri Gürsel: Suratında kızgın, öfkeli bir ifâdeyle yumruğu havada. Kaç tâne böyle fotoğrafı var işte.

Ruşen Çakır: Sonra kaçtı biliyorsun. Kavgayı başlatıp en arkaya kaçtı.

Kadri Gürsel: Meclis’in, bu adama karşı hukukî bir tedbir alması lâzım. Ya da bu adamı Türkiye’nin meselesi hâline getirmeleri lâzım. Bu adam şu anda Meclis’te kürsü dokunulmazlığına karşı en büyük tehdittir.

Ruşen Çakır: Kemal, Kadri böyle diyor ama, ben çok gecikmeden Erdoğan’ın bir şekilde doğrudan olmasa bile dolaylı bir şekilde Alpay Özalan’a sâhip çıkmasını, Ahmet Şık’ı terörist olarak îlân etmesini bekliyorum. Ne dersin?

Kemal Can: Şaşırmam. Erdoğan böyle yapar mı yapmaz mı bilmiyorum. Sessiz kalıp, onun adına bunu üstlenecek insanlara da bırakabilir. Ama senin dediğin de pekâlâ mümkün. Sabahtan beri yayınları izlediğim için, görüntüleri de zorunlu olarak defalarca izledim. Çeşitli açılardan ve yavaşlatılmış çekimlerini de gördüm. Sâdece olayın gerçekleştiği alan değil, onun öncesi, sonrası ve arkasında olup bitenlere baktığımızda, hâdisenin, “Öfkeye kapılıp kürsüye doğru saldıran bir Alpay Özalan vakası” olmadığı çok net. Bugün pek çok kriminal meselede MOBESE kameraları ve diğer gözetleme unsurlarıyla kolayca hâdisenin çeşitli boyutlardan görüntüleri elde edilip, suçun nasıl işlendiği ortaya çıkartılıyorsa, aslında burada da çok net biçimde bir tablo görüyoruz. Bir kere çok organize. Kürsüye, arkasına da dört beş kişiyi alarak, tam saldırı pozisyonuna hazırlanan, daha sonra işâret verip, olayı başlatıp, geriye çekilen, sonra, bir kısmı yanındaki bir kısmı karşı tarafta olan kişilerin devreye girdiği organize bir saldırı. Sonradan Meclis muhâbiri arkadaşların anlattıklarını da dinledim. Zâten daha önce bir kez oturuma ara veriliyor. O ara verildikten sonra başka tartışmalar yaşanıyor. Muhtemelen, orada senin bu söylediğin şeyin olmasını mümkün kılacak biçimde bir karar veriliyor. 

Aslında bu işin ilk aşamasını MHP oturuma katılmayarak yaptı. Bu oturumu açma karârı, bu oturumun kendisini terörize ederek işin bu hâle getirilmesini ve Meclis’e bunu getirebilmiş olmalarının hiçbir sonuç getirmeyeceğini, bakanlar, iktidar tarafının parti sözcüleri, günlerdir, açıkça, Anayasa Mahkemesi karârı dolayısıyla yapılan bu oturumun bir anlamı olmadığını anlatıyorlar. Hattâ, kendisi atanmış olan bir Adalet Bakanı, bu konuda Meclis irâdesini aşarak, “Meclis’in burada yapabileceği bir şey yok” cümlesini bile kurabildi. Alpay Özalan yumruğuyla saldırıyor, ama bu ülkenin Adalet Bakanı, Meclis’in irâdesine, “Yapabilecekleri bir şey yok” diyerek zâten saldırmıştır. Daha öncesinde, başka bir mahkeme, başka bir partinin yöneticileri, bu ülkenin anayasasına “Yok hükmünde” diyerek zâten saldırmıştı. Dolayısıyla hukuksuzluğun açıkça îlân edildiği, bir gösteri meselesine dönüştürüldüğü bir durum var. Burada böyle elden kaçmış, kazayla olmuş, kontrolden çıkmış bir şey yok. Kaçınılmaz olarak konuyu gündeme getirmek zorundayız; ama bu “normalleşme” hikâyelerinin arasında, hattâ bu oturumun açılmasını bile bir iyimserlik vesîlesi olarak yorumlama gayretlerinin karşısında, verilen bir net cevap var. Çünkü bu hikâyelerin hemen öncesinde yine aynı şeyler konuşulmuştu. “MHP baskı yapıyor” yorumları yapılıyordu. Ama bugün MHP Meclis’te yoktu. Yaşanan tablo, tamâmen AKP’liler tarafından ve organize biçimde sahnelendi. 

Buradan baktığımız zaman, formül ne olur bilmiyorum. Meclis bugün Can Atalay için olağanüstü oturuma çağrıldı. Ama Alpay Özalan için çağrılırsa Meclis’ten başka bir resim çıkar mı çok emin değilim. Ama sonuçta bunun, “Kabul edilemez. Kınıyoruz” sözlerinden başka bir karşılığının olması lâzım. Birtakım hâdiselerde Anayasa Mahkemesi gibi ya da yasalar gibi ya da devletin kurumsal kapasitesi gibi veya başka birtakım kurumsal direnç noktaları gibi engeller yoksa, birileri hukuksuzluğu, fütursuzluğu engelleyemiyorsa, bunun karşısında yer alanların hep birlikte bir inisiyatif alması ve çeşitli mercileri bu duruma müdâhale etmeye çağırmaktan daha fazla bir şeyi; onları müdâhale etmek zorunda bırakacak bir şeyleri akıl etmesi ve zorlaması gerekir. Meclis Başkanı’nı zorlamak için önce biraz kendilerini zorlamaları gerekecek diye düşünüyorum. Kendinizi hiç zorlamadan kimseyi zorlamanız mümkün değil.

Ruşen Çakır: Kemal, konuşacağımız başka konular da var, olabildiğince hızlı gitmeye çalışalım. İzleyicilerden epeyce soru geliyor. Vedat Zengin; “15 yaş altı ve 50 yaş üstü Iraklı vatandaşlar için vize serbesti uygulamasından murâd edilen nedir? Kadri Bey’den bir açıklama isteyebilir miyiz?” diyor.

Kadri Gürsel: Türkiye tarafının –“Türkiye tarafı” derken, Irak ve Türkiye ikili ilişkileri açısından Türkiye tarafını kastediyorum– durup dururken böyle bir formül geliştirdiğini zannetmiyorum. Buna ihtiyâcı yok Türkiye tarafının. Yanılmıyorsam dün, Türkiye ve Irak arasında güvenlikle alâkalı bir askerî mutâbakat zaptı imzâlandı. Onun detaylarına girmeyeceğim. Irak Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Fuat Hüseyin, Hakan Fidan’ı ziyâret etti, orada konuştular. Arkasından, yapılan ortak basın toplantısında, 15 yaş altı ve 50 yaş üstü vize serbestisi kamuoyuna duyuruldu. Çünkü Irak’tan Türkiye’ye yönelik çok ciddî bir vize talebi var. Vize kolaylığı sağlanması konusunda bir ricâda bulunulmuştur diye düşünüyorum. Bunu Dışişleri kaynaklarından öğrenme ve doğrulatma imkânım yok. İmkânı olan gazeteci arkadaşlarımız bu konuda çalışabilirler. Bunun bir al-ver sürecinin sonucunda, bir şeylerin karşılığı olarak Irak tarafına verildiğini düşünüyorum. Böyle bir yorumum var benim. Mâdem böyle bir soru soruldu, ben de böyle bir cevap vermiş olayım.

Ruşen Çakır: Zehra Hanım’a ve “Yakışıklı Borsacı Nominal Reis” isimli tâkipçimize teşekkür ediyoruz destekleri için. Eksik olmasınlar. Bir izleyicimiz demiş ki: “Sizin gibi adamlar olmasa interneti kapatır başka bir şeyle de ilgilenmezdim. Kuzey Kore’nin İslâmî modeline dönüşmesinin önünde özgür gazetecilik tek engeldir” demiş. Şu âna kadar birkaç farklı yerden gelen soru var. Son günlerin meşhur polemiği –“polemik” demek biraz hafif kaçabilir– Kemal Kılıçdaroğlu-Fatih Altaylı olayı. Kemal, sen girmek ister misin bu konuya? “Ne düşünüyorsunuz?” diye soranlar var.

Kemal Can: Sizin girmeniz lâzım. Taraflardan biri mektepliniz. Siz anlatın bakalım.

Ruşen Çakır: Bizden bir dönem küçük. 

Kemal Can: İsimler üzerinden bir tartışma olmanın ötesinde, zâten bu yeni bir durum değil. Yaklaşık 2-3 senedir, biraz önce de bahsettiğim gibi gûya alternatif medya, gûya kimi kurumsal, kimi kişisel yayın yapan alternatif ve muhâlefet tarafında yer aldığını iddia eden birtakım yorumcu, gazeteci isimlerin, yaptıkları işin gazetecilik, kimi zaman araştırmacılık, akademisyenlik olduğu iddiasıyla, iddia ettikleri şeyle hiç bağ kurulamayacak sıfatlar, nitelemeler, öngörüler, tehditler, kişiselleşmiş düello davetlerine kadar vardı iş. İşin bu kadar çığırından çıkması, üstelik siyâsetçilerin de tam da bu tür bir karşılıkla cevap vermeye başlamalarının yarattığı atmosferin çok sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Bu hâdise de bunun ilk örneği değil. Bunun çok fazla sayıda örneği oldu daha önce, başka isimlerle de oldu. 

Şu anda gelinen noktada, iddia sâhiplerinin varsayımsal, yaygın tâbiriyle “iddia ediyorum ama kanıtlayamam” meselesinin, bütün siyâsî tartışmaların hepsinin ana malzemesi hâline gelmesi, neredeyse her siyâsetçi için her siyâsetçinin, her gazetecinin her siyâsetçi için, her siyâsetçinin her gazeteci için bir etiketi, bir sıfatı, bir nitelemesi olduğu bir zeminin, üstelik muhâlefet iddiasında, bütün bu seneler süren bozulmanın alternatifi olacağı iddiasındaki zeminde bunun çok belirleyici hâle gelmesinin çok sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Bunun, iktidar nifaklarıyla açıklanamayacak tarafları olduğunu da düşünüyorum. Onun için ben daha fazla kişisel taraflarına girmeden bunları söylemiş olayım.

Ruşen Çakır: Evet. Mektepli Kadri Bey, siz ne diyorsunuz?

Kadri Gürsel: Sen mektepli değil misin? 

Ruşen Çakır: Ben de mektepliyim tabiî.

Kadri Gürsel: Kemal’in değindiği bir husustan devam edeyim. Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyâsî tutumları eleştiriden vareste değil elbette. Hattâ hakaret etmemek koşuluyla sert eleştiriden de vareste değil. Ama siyâsetçilere hakarete yaklaşan ağır eleştiriler de yapılabilir pekâlâ. Meselâ kimi siyâsetçi var ki… misal: Meral Akşener, kendisine ajan denildiği için dâvâ açacağını söyledi, değil mi? Ümit Özdağ’a dâvâ açacak. Kemal Kılıçdaroğlu’na da dâvâ açacakmış. “Bu bir siyâsî eleştiridir” derseniz anlarım. Çok ağır bir siyâsî eleştiridir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyâsî tutumu ve yaptıkları, kendisini objektif olarak iktidârın ajanı pozisyonuna oturtuyor. Çünkü yaptıkları doğrudan iktidâra hizmet ediyor. “Bu tutum nedeniyle iktidâın objektif ajanıdır” derseniz, çok ağır bir cevâbı hak edersiniz. Ağır cevap ne kadar tatminkâr olur? Bu suçlamadan ötürü izleyicinizi ne kadar tatmin edersiniz, o ayrı mesele. Burada kimseye mesleğini öğretme iddiasında değilim. Mâdem soru geldi, düşüncelerimi paylaşıyorum. 

İster YouTuber olun ister gazeteci olun ister yorumcu olun şunu söylemeye hakkınız yok: “Bilerek ve bilmeyerek iktidârın ajanıdır” gibi bir şey söylemişti Fatih Altaylı. Şimdi tam sözleri bulamadım, ama buna benzer bir şey söylemişti. “Bilerek ve bilmeyerek” dedikten sonra, “Muhtemelen bilerek” diyor. “Muhtemelen bilerek” deme hakkın yok senin bir kere. “Muhtemelen bilerek” diyemezsin. Burada ihtimâli dışarıda bırakacaksın. “Muhtemelen bilerek” ne demek? Hiçbir anlamı yok bunun. Sorumlu bir yayıncı ve sorumlu bir YouTuber olmanın gereği, böyle bir şey söylememektir. 

Fatih Portakal’ın 8 Mart 2024 tarihli yayınında da aynı şey olmuştu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun çok sert tepkisine yol açmıştı. Afyon Belediye Başkanı Burcu Köksal’ın, seçim çalışmaları sırasındaki bir konuşmasında, “Seçildiğimde belediyenin kapıları DEM Parti hâriç her siyâsî partiye açık olacak” şeklindeki, haklı olarak çok tepki toplayan çıkışının, Kılıçdaroğlu tarafından, herhalde CHP’nin yeni yönetimini, Genel Merkez’i sabote etmek için olsa gerek, tâlîmatla yapılmış açıklamalar olduğunu iddia etmişti Fatih Portakal. “İspatlayamam ama…” demişti. Böyle gazetecilik yapılmaz. Böyle bir yayıncılık yapılmaz. Böyle bir yorumculuk yapılmaz. Bunun üzerine de Kemal Bey’den yine çok sert bir tepki geldi. Aynı ifâdeleri, “çukur” ifadesini Fatih Portakal için de kullanmıştı. Şimdi Fatih Altaylı için kullandığı çok sayıda korkunç ağır ifâdenin içinde bu ifâde de var. Kemal Kılıçdaroğlu’nun da bu kadar ağır konuşmaya hakkı yok. Kesinlikle kınanmalıdır. Evet, öfkeli olabilir. Neden öfkeli olduğunu da hepimiz anlıyoruz. Anlayış göstermiyoruz, ama anlıyoruz. Çünkü hazmedemediği bir seçim yenilgisi yaşadı. Türkiye’nin, AKP iktidâra geldiğinden bu yana en hayâtî seçimdi ve bu hayâtî seçimi kaybetti. Kendisinin sırtından hançerlendiğini düşünüyor, bunda haklı da olabilir. Ama kaybetmesinde rol oynayan kendi ciddî hatâları da vardır. Bunlar ayrı mesele. Sonra, genel başkanlığı da kaybetti. Ama genel başkanlığı bırakmak istemedi, bunu da anlamak mümkün değil. Bir taraftan onu genel başkanlıkta tutmak için kolundan çekenler vardı. Hâlâ aynı dinamikler rol oynuyor sanıyorum. Kemal Bey’in hazımsızlığı, Kemal Bey’in seçimleri kaybetmesine ve CHP genel başkanlığından gitmesine neden olan parti içindeki birtakım politik figürlere ve dinamiklere karşı duyduğu tepki, nefret, öfke, intikam duygusu –ne derseniz deyin–, bu tür sert öfke patlamalarına, genel başkanken, daha sorumlu bir mevkideyken, hiç görmediğimiz çok ağır ithamlara yol açıyor. Bir medyası da yok Kemal Bey’in. Başkalarının medyaları var, ama Kemal Bey’in yok. Cumhuriyet Halk Partisi’nde medyaları olanlar var. Kemal Bey sosyal medyayı kullanıyor. Anladığım kadarıyla Kemal Bey o kadar yalnız ki, yalnızlığını da belli etmek istemiyor. Onu destekleyen, onun partide güç kazanmasını isteyen bir taban var elbette. Kemal Bey, bu öfkesini kimseye hissettirmeden, dolaylı yoldan adrese teslim mesajlarla etki yaratacak “ajanlar”dan mahrum, dolayısıyla iş başa düşüyor. İş başa düşünce de bunu böyle yapıyor. 

Bir taraftan da Kurultay yaklaşıyor. Aslında bütün bu hâdiselerin Kurultay’la da alâkası var. Kurultay öncesi el-ense çekiliyor. Ama bu el-enselerde, el-enseyi çeken kişi Kemal Bey’in kendisi. Kemal Bey’e el-ense çekenler ise aslında aracı kullanıyorlar bir yerde. Böyle bir tablo var gördüğüm kadarıyla. Kemal Bey’in Fatih Altaylı’ya verdiği cevâbın bu kadar ağır, bu kadar keskin, hakaret içeren bir cevap olmasının bir nedeni de –onu da söylemeden geçemeyeceğim– Fatih Altaylı’nın siciliyle alâkalı. Fatih Altaylı’nın, bütün kamuoyunun bildiği, kısmen unuttuğu, ama aslında hiçbirimizin unutmadığı –kendi adıma ben unutmuyorum– sicili nedeniyle Kemal Bey bunu da hazmedemiyor. Fatih Altaylı değil de bu sözleri başkası etse diyeceğim, başkası da etmez. “Bilerek ya da bilmeyerek, ama muhtemelen bilerek..” diye bir cümleyi sorumlu bir gazeteci kurmaz. Zâten Fatih Altaylı kurar bu cümleyi. Türkiye’de siyâsetin geldiği nokta bu. 2023 seçimlerinden sonra yaşananlar, Meral Akşener vakası, diğer vakalar, Kemal Bey’in kendisini bir vakaya dönüştürmesi, bütün bunlar aslında halkı siyâsetten soğutmaya hizmet ediyor. Ben de bunu söyleyeyim: Bilerek veya bilmeyerek, istemeden böyle oluyor.

Ruşen Çakır: Kemal orada “mektepliniz” diye lâf etti ya? Bizim Galatasaray Lisesi hakkında birtakım efsâneler var. Bizim birbirimizi kollayıp kayırdığımız gibi. Tabiî ki her okulun böyle bir şeyi var diye bilinir. 

Kadri Gürsel: Kollarız.Ben kolluyorum meselâ. 

Ruşen Çakır: Evet, ama en büyük kazıkları okul arkadaşlarımızdan yediğimiz de bir gerçektir, değil mi?

Kadri Gürsel: Doğrudur.

Ruşen Çakır: Aslında ben bu konuyu bayağı düşündüm. Yani bununla ilgili bir şey yazayım mı, yorum yapayım mı diye epeyce düşündüm. Hâlâ tereddütlüyüm. Eğer bugün Meclis’teki kavga olmasaydı belki yapacaktım, belki yine yaparım. Şöyle bir husus var: “Kılıçdaroğlu, ofisinde çalışıyor” diyorlar ya; ne yapıyor? Sosyologlarla, felsefecilerle buluştuğu söyleniyor. Kendisi de öyle anlatıyor. En son yapılmış bir röportajda görmüştüm. Allah için, ben Fatih Altaylı’nın ne dediğini bilmiyordum. Kılıçdaroğlu’nun o uzun paylaşımını görünce öğrendim. Onu okuyunca gerçekten çok şaşırdım. Bir gazeteci olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nu yıllardır tanıdığımı sanıyorum. Bayağı röportaj yaptım, kaç kere kendisiyle sohbet ettim. O metnin Kemal Kılıçdaroğlu imzâsıyla çıkmış olması çok şaşırtıcı. Belli ki o kaleme almamış; birtakım danışmanları yazmış, ama onay vermiş. Bence orada acâyip bir ârıza var. Aynı öfkeyi, aynı kızgınlığı bambaşka bir dille ifâde edebilirdi. Siyâset bunun için var. Orada bâzı tâbirler var, hani “Savaşta bile söylenmez” denir ya? O cinsten. 

Ona karşılık, Fatih Altaylı’nın verdiği cevâbın özetini okudum, izledim. Mahkemeye vereceğini söylemiş. Şöyle cümleleri var: “Ankara’da belki Mansur Yavaş’ı, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nu aday göstermeyecekti, bunu engelledik” diyor. Yani Kongre’yi, CHP Kurultayı’nı söylüyor. Bir gazetecinin, bir partinin kurultayının nasıl olacağıyla ilgili bir dahli olamaz bence. Böyle garip bir durum var. Hattâ geçen gün “Kim haklı?” diye X hesâbımdan sordum insanlara. “İkisi de haklı” ve “İkisi de haksız” diye iki ayrı seçenek vardı. Tabiî benim anketim bir şeyin göstergesi değil, ama Kılıçdaroğlu-Altaylı arasında çok az bir fark vardı. Kılıçdaroğlu daha haklı gözükmüş. Verilen tepkilerden görüyorum ki; kimileri Kılıçdaroğlu’na dokundurtmuyor, kimileri de Kılıçdaroğlu’dan nefret ediyor. Fatih Altaylı için de böyle bir şey olabilir, ama esas olarak Kılıçdaroğlu ana eksende. 

Tabiî ortada şöyle bir husus da var: AKP’nin 23. yılını gördük; izlediniz mi toplantıyı ve Erdoğan’ı? 15 dediler 13 belediye başkanlığı alabildiler. Bunların da bir kısmı bucak. Hiç il yok. İki tâne İYİ Parti’den kopmuş milletvekili var, birisi zâten eski AKP’li. Ayrıca fark ettiyseniz, toplantıyı büyük spor salonunda yapmadılar, daha küçük bir yerde yaptılar. AKP böyle bir durumdayken, gündemde konuşulanlar nedir? “Kılıçdaroğlu ve Kılıçdaroğlu’nun ofisindeki çalışmalar”, “Ekrem İmamoğlu aday olacak, yerine Sinem Dedetaş mı geçsin, Mahir Polat mı geçsin?” “Mansur Yavaş ‘Partim aday gösterirse tabiî ki aday olurum’ diyor”. Daha seçime kaç yıl var, CHP’de acâyip durum var. Bu, tam da AKP’nin istediği bir durum. Böyle bir olayı, yani Kılıçdaroğlu-Fatih Altaylı meselesini şimdi gündeme sokmanın kime faydası var? Tamam, gündemi hiç kimse planlı olarak belirleyemez, ama şu anda CHP’nin değil AKP’nin konuşulması gerekirken, böyle acâyip bir durum oluyor. Sonuçta herkes bir şekilde buna katkıda bulunuyor. Hani sen “Objektif olarak AKP’ye çalıştı” diyorsun ya, bu eskiden solda vardı biliyorsun: “Objektif olarak ajan-sübjektif olarak ajan”…

Kadri Gürsel: Yani bu yapılanların kime hizmet ettiği, kimin çıkarına olduğu. Bu, tipik komplocu mantıktır. “Objektif olarak ajan” lâfını en ağır şekilde söylemek için, o açıdan kullandım.

Ruşen Çakır: Evet. Benim de o geldi zâten aklıma. Bu arada bir izleyicimiz: “Nevşin Mengü anket yaptı. Millet, Fatih Altaylı’yı %75 haklı gördü” demiş. Demek ki benim tâkipçilerim içerisindeki Kılıçdaroğlu yanlılarının oranı daha yüksek. 

Kemal, bir izleyicimiz soruyor: “Erken seçimi artık yoğun bir şekilde ele almamız gerekmez mi?” Bununla bitirelim. Sen demin “Muhâlefet bir şeyler yapmalı” dedin ya? Kimisi sine-i millet diyor, Kimisi de erken seçim için bastırmaktan bahsediyor.

Kemal Can: Sürekli böyle bir formül, sihirli bir şey, tek bir şeye bastırmak, erken seçimi mesele etmek, “sine-i millet” gibi slogan işlerle tartışma derinleşmiyor. Erken seçimi talep etmek ya da erken seçim tartışması açmanın yaratacağı sonuç başka bir şey –ki bence çok da bir sonuç yaratmaz–, bunu mecbur hâle getirecek, bunu bir zorunlu sonuç hâline dönüştürecek süreci başlatmak başka bir şey. Tartışmalar sürekli olarak yüzeysel, taktik formüller üzerine yoğunlaşıyor. Siyâsî tartışmalar, hep derinliksiz, küçük formüller ve siyâsî iletişimin konusu olan, hattâ reklâmcılığın konusu olabilecek mevzûlar üzerinde konuşulmasına neden oluyor. Benim söylemek istediğim, “Yapılması gerekir” dediğim şey: Böyle sloganların anlamı yok. “CHP çıksın ‘sine-i millet’ desin”, “CHP çıksın, ‘erken seçim istiyoruz’ desin.” Bunların kendi başına bir anlamı yok. Tıpkı “İktidârı yenecek ismi bulalım” tartışması gibi bir şey bu. Tam tersine, o iktidârı erken seçime sıkıştıracak ya da o iktidârı iktidardan uzaklaştıracak dinamiği başlatacak bir süreçten bahsetmeliyiz. 

Şimdi sürekli olarak hep önümüze geliyor ya? “Çok önemli gelişmeler oluyor. Zamlar geliyor. Köprü zamları geldi. Bunu konuşturmamak için gündem değiştiriliyor.” Bugün bile, “Ahmet Şık saldırısı” olayını böyle yorumlayanlar gördüm: “Alpay Özalan Ahmet Şık’a saldırmış; çünkü köprülere, otoyollara gelen zamlar konuşulmasın isteniyor”muş, “gündem değiştirmek için bu yapılıyor”muş. Gündem zâten bu. Gündem, konuşturdukları ya da yaptıkları şey, ne isterlerse yapabilecekleri ve bunun karşısında başka hiçbir dinamiğin işlemediği görüntüsünü yaratmak. Dolayısıyla gündem filan değişmiyor. İnsanlar başka bir şey konuşulduğu için vergide artışlar olduğunu ya da pahalılık olduğunu unutuyor değiller. Gündem böyle oluşturulmaz. Gündem, oluşan problemleri, oluşturanlar için sorun hâline getirmektir. Şimdi çeşitli problemler, iktidar tarafından problem olarak yaratılıyor. O problemleri insanlar çekiyorlar ve bununla ilgili sızlanıyorlar. 

Ama aslında iktidarlar için tehlike olan şey, yarattıkları problemlerin kendileri için problem olmaya başlamasıdır. Bunu yaratacak mekanizma da muhâlefet dediğimiz şeydir. Bunun bir ayağı kamuoyudur, medyadır, siyâsî partilerdir. Bunun bir ayağı da seçim baskısıdır. Ama siz, “Pahalılık var. Çok sorun var. Kutuplaştırma çok acâyip bir hâle geldi. Adâletsizlik var. Hukuk ayaklar altında” diye bunları milyonlarca kez tekrar etseniz de, iktidar bu problemlerden dolayı kendisini herhangi bir sıkışma içerisinde hissetmiyorsa, hiçbir anlamı yok. Zâten bunların hepsini biliyor. Sorun, bunları onlar için problem hâline getirmek. Pahalılığın insanlar için problem olduğunu biliyoruz. Pahalılık ne zaman iktidar için problem olursa, işte o zaman bir değişiklikten, bir erken seçim baskısından ya da bir iktidar değişikliğinden bahsetmeye başlarız. Bütün denklem de burada kilitleniyor. Bence, muhâlefetle ilgili sorun da burada. 

Buna çok giremeyeceğiz bu programda belki, ama benim iki haftadır konuşmak istediğim şeydi. Geçen seçimlerin günah keçisi kamuoyu anketleri îlân edilmişti. Çok çabuk îtibarlarını geri kazandılar. Şimdi yine siyâsî başarı ölçütü olarak sâdece anketlere bakılıyor. “CHP yerel seçimde aldığı oyu koruyor. Demek ki çok başarılı bir çizgide” gibi bir sonuç çıkartılıyor. Evet, burada tutunuyor olması bir potansiyel gösterge. Ama buna dayalı olarak “başarılı siyâset” çıkarımı çok büyük bir tuzak. Buradaki problemi görmek gerek.

Ruşen Çakır: Kadri, Seninle noktayı koyalım bu haftaki yayına. Ne diyorsun? Erken seçim deniyor. Daha yüksek sesle söylensin isteniyor. 

Kadri Gürsel: Erken seçim talebinin Cumhuriyet Halk Partisi içindeki sorunları ve iktidar mücâdelesini kısa yoldan çözeceğine mi inanıyoruz? Yani erken seçim olursa, Cumhuriyet Halk Partisi içindeki dengeler nihâyet bir istikrâra kavuşacak mı? Bir genel başkanlık sorunu yaratılıyor aslında. Çünkü partinin cumhurbaşkanı adayının, genel başkan mı olacağı, yoksa belediye başkanlarından biri mi olacağı sorusuna hâlâ cevap verilebilmiş değil. Diğer taraftan, iktidar bu sorunu kaşıyor ve kaynatıyor. Öte yandan bir de Kılıçdaroğlu problemi var. CHP Kurultayı 6-8 Eylül’dü yanlış hatırlamıyorsam. Bunun seçimli bir kurultay olması, Özgür Özel’in inisiyatifinde görünüyor şu an. Bu seçenek –eğer uygulanırsa– Parti Meclisi’nde bâzı dengelerin değişmesini zorlayabilir. 

Ruşen Çakır: Sözünü kesiyorum Kadri, bir son dakika haberi geldi. Can Atalay konusu ile ilgili olarak Meclis’te yeni oturum Numan Kurtulmuş tarafından yeniden açılmış. Alpay Özalan ve Ahmet Şık’a kınama cezâsı verilmiş. Oturumu Numan Kurtulmuş yönetiyormuş. Onu söylemek istedim. Evet, devam et.

Kadri Gürsel: Erken seçim, Cumhuriyet Halk Partisi’nin şu aşamada pek de uygun görmediği, şartların bunun için olgunlaştığını düşünmediği bir şey olabilir; ama erken seçim için bastıramaz Cumhuriyet Halk Partisi. Doğru ve etkili siyâset yapmak, bunun iddiasını sürdürmek yerine, iktidârı erken seçime zorlayacak şartları oluşturmakla mümkün olabilir ancak. Yoksa, “Erken seçim retoriğiyle muhâlefet siyâsette yol alamaz”… Erken seçimi istememek de kötü siyâset yapmak, pasif siyâset yapmak değildir. “CHP, erken seçim istemediği için siyaset yapmıyor” şeklinde özetlenebilecek söylemin, tartışma gündeminden çıkarılması gerekiyor. Bu, boş bir tartışma. Bu konuda gelen sorular da çok anlamlı değil. 

Türkiye’de erken seçim olacaksa, en başta muhâlefetin erken seçime hazır olması lâzım. Bana göre Cumhuriyet Halk Partisi henüz erken seçime hazır değil. Şu anda Türkiye’de erken seçim şartlarının oluştuğunu da iddia etmek mümkün değil. “Türkiye’de şu an erken seçim olsa kim kazanır?” şeklinde bir soru sorulduğunda ortaya çıkan tablo, bir iktidar değişikliğini net olarak göstermiyor bize. Eğer anketçilerin söylediği ve paylaştıkları verileri doğru kabul edersek, böyle bir tablo yok. Artı-eksi yanılma payı ile bütün bu verileri doğru kabul etsek dahi, bir iktidar değişikliğini henüz göremiyoruz. Türkiye’nin siyâsî realitesi dâhilinde, yargının siyâsallaştığı ve bir silâh olarak kullanıldığı bir ortamda, “Cumhurbaşkanlığı çantada keklik. İki adaydan biri girerse, nasıl olsa onlardan biri kazanır” demek gerçekçi değil. Dolayısıyla, ana muhâlefetin kendi içindeki sorunları bir an önce çözüp, daha sarih, sâkin ve net bir kafayla devam etmesi lâzım. Erken seçim mühendisliği –ya da adına ne diyecekseniz–, daha sonra akıllara gelmesi veya düşünülmesi gereken bir şey. Türkiye’de hemen erken seçim olsa, muhâlefet ne yapacağını şaşırır. CHP ne yapacağını şaşırır. Genel Merkez ve belediye başkanları birbirlerine girerler. Doğal aday pozisyonunda olan belediye başkanlarının modus operandi’si, collaboration’u–yabancı kelimeler kullanıyorum ama–, birlikte hareket etme tarzı, birlikte var olma tarzı…

Ruşen Çakır: Havan batsın Kadri!

Kadri Gürsel: Estağfurullah. Mektepliyiz ya; önce o kelimeler geliyor aklıma. Neyse, özür diliyorum izleyicilerden. Bunların netleşmesi lâzım. Ama Cumhuriyet Halk Partisi bunu da galiba zamâna bırakmış durumda. Artı olarak, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir Kılıçdaroğlu problemi var. Ya da Kılıçdaroğlu kendisini bir problem olarak empoze ediyor. Bu problemin de çözülmesi gerekiyor. Bunu nasıl çözeceklerini bilmiyorum.

Ruşen Çakır: Evet. Burada noktayı koyalım. Bu zamâna kadar Medyascope’a verdiğiniz tüm destekler için çok teşekkürler. Bütün bu 9 yıl boyunca destek veren herkese ve tabiî ki izleyicilerimize, okuyucularımıza çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere. Kadri Gürsel ve Kemal Can’a teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.