Benlik, bellek ve tarih: “Unbinding Histories” sergisi, sanatseverleri ağırlıyor

Editör: Gamze Elvan

Yedi uluslararası kadın fotoğrafçının bir araya gelerek oluşturduğu “Unbinding Histories” sergisi, Cape Town’daki Association for Visual Arts’ta açıldı. Sergi, 3 Ekim’e kadar sanatseverleri ağırlayacak. AVA Gallery’nin asma katı, bu yeni nesil kadın fotoğrafçıların anlatılarına içkin nüanslar için mükemmel bir analoji sunuyor. Güney Afrika’da Kadın Ayı’na denk gelen sergide, eserler insanlık deneyimini oluşturan belirsiz alanları bir kadın merceğinden anlatıyor. Sergi, kıtaların, ülkelerin, kültürlerin ve hatta zaman çizgilerinin sınırları arasında var olan hikayeleri keşfederek, sanatçıların çalışmalarının iki yıl içinde geçirdiği dönüştürücü yolculuğu anlatıyor. Serginin küratörü, aynı zamanda sanatçılarından biri olan Çağla Demirbaş ile “Unbinding Histories”i konuştuk.

  • Unbinding Histories, Cape Town’daki Association for Visual Arts’ta açıldı. Serginin ana fikrini anlatır mısınız?

Unbinding Histories’i “Tarih Bağlarını Çözmek” olarak çevirebiliriz. Serginin ana fikrini anlatmak için öncelikle nasıl bir araya geldiğimizden bahsetmem gerek belki de. 2022 yılında Magnum Photos ajansından Antoine d’Agata’nın verdiği “Studio Vortex” isimli misafir sanatçı programına seçilen yedi kadın fotoğrafçıyız. Aradan geçen iki yılda iletişimde kalarak üretimlerimize devam ettik. Serginin ana fikri de ismi de, üretilen işlere baktığımızda organik bir şekilde ortaya çıktı diyebilirim. Fark ettik ki ne yaparsak yapalım kendimizi benlik, bellek ve tarih kavramları üzerine çalışmaktan alıkoyamıyoruz. Association for Visual Arts için küratörlük görevini üstlendiğimde de bundan yola çıkarak kişisel ve toplumsal tarih üzerine bir sergi kurgulamaya karar verdim. Kimilerimiz ilk defa gittiği bir coğrafya gözlemci olarak bu tarihi deneyimlerken kimilerimiz içine dönmeyi ve deneyimleri arasında bir yolculuğa çıkmaya karar verdi.

  • Bu serginin teması olan “kimliklerin ve anıların kesişimi” sizin için ne anlama geliyor?

Kimlik ve anılar arasında birbirinden beslenen bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Anılar kimliği oluşturken bir yandan sahip olduğumuz kimlik bu anıları nasıl deneyimlediğimizi ve hatırladığımızı doğrudan etkiliyor. Örneğin, sergideki işlerden Phuong Hoang’a ait olan Polyptych of Memory (“Belleğin Poliptiği”), pandeminin son dönemlerinin yoğun bir şekilde yaşandığı Vietnam’da bir karantinada ortaya çıkmış. Hoang, bu karantina sürecinde yaşayamadıkları üzerine kafa patlatırken hafıza kavramanın kendisine varıyor. Mahsur kaldığı o küçücük otel odasında hafızasını yitirmiş eski partneri üzerine bir iş üretmeye karar veriyor. Bana yıllarca sevgilisinin kendisini hatırlamasını beklediğini anlattığında tüylerim diken diken olmuştu, sanki bir Hollywood filmi senaryosu gibiydi. Bu travmatik deneyim sonrasında hatırlamakla ve dolayısıyla kendiyle olan ilişkisi de değişiyor.

Uzun bir süre kendini korumak adına belleğinde tuttukları konusunda çok seçici davranıyor, ta ki geçmişi düşünmekten başka bir şansının olmadığı bir karantina dönemine kadar. Bu projenin bahsettiğiniz kesişim için çok iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.

  • Mehmet Ekinci, yazdığı sergi metninde fotoğrafların daha büyük bir yapbozun parçası olduğunu belirtmiş. Bu yapbozun tamamını nasıl tanımlarsınız?

Mehmet Ekinci’nin yazdığı o harika metinde geçen bu ifade her şeyden öncelikle beni çok mutlu eden bir iltifat oldu. Bu yapbozun tamamını hem gerçek anlamıyla hem de daha kavramsal bir yerden düşünebiliriz. Öncelikle, bunun kısmen sergilenen fotoğrafların aslında çok daha geniş serilere ait olmasına da gönderme olduğunu düşünüyorum. Hatta sergilenen işlerden kitap olup bambaşka anlatılara dönüşenler de var. Ama Ekinci’nin asıl referansta bulunduğu yapboz, bence sonsuzluk yapbozu denilen sabit bir şekli ya da kenarları olmayan parçalardan oluşan, binlerce farklı şekilde bir araya gelebilen bir yapboz. Bu yapboza, ya da sonsuzluk küpüne, nasıl başlarsanız öyle devam ediyor. Anlatılan hikayeler toplumsal hafızadan beslenmiş olsalar da en nihayetinde öznel hikayeler olduğu için siz de oradan dahil oluyorsunuz. Fakat bu demek değil ki dahil olduğunuz yer değişime ve dönüşüme açık değil. Bu dinamik yapı, bir hikayeden bir diğerine geçerken kendi anlamınızı çıkarmanızı mümkün kılıyor.

  • Serginizde, izleyicilerin çoğu zaman gizli kalan geçmişlerine bakmalarını istiyorsunuz. Bu süreci nasıl bir deneyim haline getirmeyi amaçladınız?

Sergimiz AVA Gallery’nin asma katında bulunuyor. Bu katın sembolik olarak da sergimize çok uygun olduğunu düşünüyorum her şeyden önce. Galerideki diğer alanlardan soyutlanırken bir yandan da sergilenen tüm işlere bakabiliyorsunuz. Bu da bizim insanlık deneyimi hakkındaki fotoğraflarımıza hoş bir paralel oluyor. Bizim serginin özelinde de merdivenden çıkar çıkmaz duvarı takip etmek durumunda kaldığınız için ilk bakışta daha lineer, izleyiciyi yüzleştiren bir anlatı sizi bekliyor. Eminim her yaratıcı profesyonel lineer kelimesine çok sıcak bakmıyordur. Ama bizim işlerimizin sıralamasının geçişken bir yolculuk niteliğinde olması yine bu lineerlikten kaynaklandı.

Bir sanatçının işini bitirip diğerine geçtiğinizde benzer deneyimlerinizi düşünmeniz için size bir alan da tanınmış oluyor.

  • Sergideki fotoğrafçıların bazıları sömürgeci anlatılara meydan okurken bazıları da ulusal kimlik anlayışı üzerine gitmiş. Sizce bu tarz komplike konuları ele alırken fotoğrafın rolü ne olabilir?

Sergideki sanatçıların bazıları kesinlike daha dokümanter bir yol izliyor, bu hem konularına hem de görsel dillerine yansıyor. Örneğin Kolombiyalı sanatçı Alejandra Arévalo, uzun bir süre Hindistan’da vakit geçirdiği Siddi bir ailenin hikayesini anlatıyor. Siddiler, zamanında Güneydoğu Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya göçmüş Müslüman bir topluluk. Afrikalılar Hindistan’da halihazırda azınlıkken bir de Müslüman olmaları onları da daha da azınlık hale getiriyor. Arévalo da bu topluluğun farklı bağlamlarda farklı kimlikler üstlenerek kendilerini bazen Hintli, bazen Afrikalı ya da bazen Müslüman olarak konumlandırmasına ışık tutuyor. Bu, aynı zamanda tam anlamıyla bir “karşı hikaye” çalışması. Arévalo, Avrupalılar gelmeden önceki Afrika tarihinin hiç de düşündüğümüz gibi izole ve durağan olmadığının altını çiziyor. Fotoğrafın buradaki rolü, belki de fotoğrafın ilk ortaya çıkış sebebi olarak gördüğümüz belgeleme niteliği ile birebir örtüşüyor. Arévalo, Siddiler Asya’ya ilk vardığında orada değildi. Ama torunlarının hala yeterince ilgi görmeyen hikayelerini, yaşadıkları ortamı, kullandıkları eşyaları ve kıyafetlerini çekebilir.

Başka bir örnek de İspanyol sanatçı Verónica Losantos’un işi Archaia. Losantos, ailesinin kökenlerini takip edip sular altında kalan Mansilla de la Sierra köyünü çekiyor. Burada fotoğrafın Marianne Hirsch’in post-bellek kavramına referans veren işlevsel bir rolü var. Post-bellek kavramı, travmatik olayları doğrudan deneyimlemiş birinci kuşak ile bu olaylar hakkında sadece duydukları aracılığıyla bilgi sahibi olan üçüncü kuşak arasında bir ayrım yapıyor. Hirsch’e göre üçüncü kuşağın kendi tarihiyle ilişkilenebilmesi için bir tür kurguya ve hikaye anlatıcılığına ihtiyacı var.

Archaia gibi bir proje de tam da bu görevi görüyor. Sular altında kalmış, çıplak gözle görülemeyen bir köyü fotoğraflarken Losantos bir arkeolog kılığına bürünüyor. Görünmez olanı görünür kılan bu fotoğraf unutulmuş olanı hatırlatıyor.

  • Sergide sergilenen işinizde, insan ilişkilerindeki mesafeyi doğa unsurları aracılığıyla kavramsallaştırıyorsunuz. Bu tarz bir anlatıda sizce izleyicinin fotoğrafla ilişkisi nasıl oluyor?

“I Know You’re Capable of Beautiful Intimacies” (“Güzel Yakınlıklara Sahip Olduğunu Biliyorum”) isimli serim, daha önceki üretimlerime göre daha farklı bir yerde duruyor. Bu fotoğrafları çektiğim Studio Vortex programında fotoğraf çekme eyleminin kendisi üzerine de düşünme şansı buldum. Bu tarz bir program süresince kendiniz fotoğraf çekmekle kalmıyorsunuz, birçok fotoğrafa da izleyici gözüyle bakıyorsunuz. Nasıl bir tema ele almak istediğimi biliyordum ama kimseyi tanımadığım bu şehirde insan ilişkilerini tamamen tümüyle bedeni üzerinden anlatmam pek mümkün gözükmüyordu. Fark etmeden bölgenin doğasına ve su kenarlarına yöneldim, böylelikle kendime meydan okumuş da oldum.

Sergiye benim katkım yukarıda bahsettiğim toplumsal tarih hikayelerine kıyasla çok daha kişisel ve belki de yalın. Bazı fotoğraflar sizi içine alırken bazıları buna o kadar da izin vermiyor, benim işim de biraz direnen türden bir fotoğraf. Bu yüzden izleyicinin bu tarz bir fotoğrafla kuracağı ilişkinin daha aktif olacağını, sorular sorduracağını düşünmek isterim. Asma katı kurgularken fotoğrafın hangi mesafeden bakıldığında nasıl bir deneyim yaratacağı üzerine eğildim, bunun yaratacağı olası bir tezatlık işimin doğasına çok uyuyordu.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.