Ruşen Çakır’ın konuğu Yusuf el Şerif: Nasrallah’ın ardından Hizbullah, Lübnan ve İran

İsrail, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı öldürdükten sonra Lübnan’daki saldırılarını sürdürüyor. Gece boyu süren saldırılarda çok sayıda Lübnanlı hayatını kaybetti. İran ise intikam alacağını duyurdu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu savaşın Lübnanlılara değil Hizbullah’a karşı olduğunu söyledi. Bölgede gerilim tırmanıyor. Ruşen Çakır, Nasrallah’ın ölümünün ardından Ortadoğu’yu neler beklediğini Yusuf el Şerif ile değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. Ortadoğu çok karıştı, fiilen bir savaş var Lübnan’da. İsrail Hizbullah’a yönelik çok ciddî saldırılar gerçekleştirdi ve bunlardan birinde, çok kişiyle berâber aynı anda Hizbullah’ın lideri Nasrallah da öldürüldü. Daha önce Tahran’da Hamas’ın lideri İsmail Haniye’yi öldürmüştü İsrail. Şimdi Hamas’ın, sâdece Nasrallah değil, çok sayıda üst düzey ismini öldürdü. Bir ihtimal, İsrail’in karadan da Lübnan’a girebileceği söyleniyor. Aylardır İran’ın Haniye sûikastına cevap vermesi bekleniyor. Şimdi bunun üzerine, İran’ın en önemli güçlerinden olan, yan kollarından olan Hizbullah’a yönelik bu İsrail operasyonu sonrasında, Tahran’ın ne yapacağı merakla bekleniyor. İşte tüm bunları Filistinli gazeteci Yusuf El Şerif’le konuşacağız. Yusuf, merhaba.

Yusuf el Şerif: Merhabalar, kolay gelsin Ruşen Bey.

Ruşen Çakır: Bildiğim kadarıyla sen tam televizyon yayınındayken Nasrallah olayı yaşanmış. Orada tabiî sâdece Nasrallah değil, çok sayıda kişi hayâtını kaybetti. Çok büyük bir bombalama söz konusu. Hizbullah’ın karargâhı bombalanıyor. Çok acâyip şeyler oluyor. Ben açıkçası şunu anlayamadım. Peş peşe Hizbullah’a yönelik çok ciddî saldırılar yapıldıktan sonra, Nasrallah’ın ölüm haberi gelince inanmadım. Yani, “İran herhalde bir tedbir almıştır, İsrail bu kadar saldırırken” diye düşündüm. Bir gün önce, iki gün önce çok üst düzey komutanlar öldürüldükten sonra, İsrail saldırılarında sıranın Nasrallah’a gelmiş olması çok şaşırttı. Ama aklıma birden sen geldin. Seninle yaptığımız bir yayında, “İsrail bunları yatak odalarına kadar biliyor” dedin. Çok acâyip, eşitsiz bir durum var, değil mi? Gerçekten İsrail, İran’ı da Lübnan’ı da avucunun içi gibi biliyor ve aradığı kişileri öldürebiliyor.

Yusuf el Şerif: Evet doğru, Ruşen Ağabey ve bunu hatırladığın için teşekkür ederim. Çünkü evet, ben Medyascope yayınlarında da çıktım iki kere ve ikisinde de söyledim. Yani İsrail teknolojik avantajıyla hem Hizbullah’ı hem İran’ı avucunun içi gibi biliyor, yatak odalarına kadar giriyor, biliyor. Onların detaylarına geliriz biraz sonra. Evet, ben yayındaydım. Ben sizinle her zaman Abu Dabi’den konuşuyorum, bugün başka bir yerdeyim görev yüzünden: Bakü’deyim. Yahşi selâmlar buradan. Ama Lübnan’a dönünce, evet, ben yayındaydım. Abu Dabi saatiyle 6.00’da bombalama haberi geldi. Bir saat yayın yaptık ve o zaman söyledik: İsrail’e göre hedef Hasan Nasrallah. Tabiî ki bunun teyidi 9 saat sürdü. Ama ilk başta böyle bir şeyin olacağını biz biliyorduk, yani tahmin ediyorduk aslında. Çünkü mesajlar geliyordu yavaş yavaş. Hattâ ben yine yayındaydım. Çünkü Hasan Nasrallah’ı vurmadan önce, oradaki toplantıyı vurmadan önce, hatırlarsınız, Netanyahu New York’ta Birleşmiş Milletler’de konuşma yapıyordu ve orada önemli mesajlar verdi. Orada önemli mesajlar verdi ve bence senkronize olmuştu o öldürme. Çünkü konuştuktan yarım saat sonra Hasan Nasrallah öldürüldü. Tabiî tesâdüf de olabilir, ama konuşmasında belliydi. Yani dedi ki: “Bizim ellerimiz uzun. İran bizi vurursa vururuz. Hizbullah’ı tasfiye ederiz. Bizim İsrailli halkımız Kuzey İsrail’den Hizbullah füzeleri yüzünden göç etmek zorunda kaldı güneye. Bunların geri dönmeleri gerekiyor. Diplomasiyle veya zorla yapacağız bunu.” Net ve sert açıklamalar yaptı — ki ondan sonra biz öğrendik ki Netanyahu New York’a gitmeden önce imzâlamış o öldürme emrini: “Böyle bir imkân bulunursa hemen öldürün” diye. Tabiî konuştuğumuz gibi bu istihbârat avantajı önemli bir şey. İlk önce Lübnan’a bakalım. Yani bu olay, Ortadoğu’daki şekli değiştirecek bir olaydır. Türkiye’yi de bir şekilde etkileyecek. Ama böyle, “İsrail Türkiye’yi işgal edecek”, “Türkiye İsrail’i vuracak” gibi bir şey yok. Yani ben Türk medyasında acâyip analizler dinliyorum, izliyorum. Şimdi şöyle bir şey var: Artık Hizbullah tasfiye sürecine girmek üzere. Aldığımız haberler, kalan yetkililer –ki biliyorsunuz bugün de devam etti bu bombalama; bugün de bir lider… artık lider, 1. sınıf, 2. sınıf kalmadı–; Hizbullah buna karşı, bu kadar saldırıların altında olmasına rağmen füze atıyor da… yani nasıl bir füze atıyor? Etkisiz bir şey. Artık belli ki füzeler atma konusunda, ya bize yalan propaganda söylüyordu, “Biz İsrail’i yakabiliriz” propagandası en baştan yalandı ya da hakîkaten artık bütün füze depoları imhâ edilmiş demek. Füzeler konusunda, yani en azından emir kutu zinciri bertaraf olduğu için füze atalım mı, atmayalım mı kimse bilmiyor. Yani ne yapalım? Toplanıp da ikinci bir lider seçecek halde değil. Çünkü her toplantıda bir bomba geliyor. Bu yüzden Hizbullah şu anda hakîkaten bertaraf olmuş gibi. Toparlanmaya çalışacak, İran onu toparlamaya çalışacak. Fakat şimdi Lübnan devletinden, Lübnan ordusundan, hükûmetinden, partilerinden bir adım bekleniyor. Yani eğer onlar ülkelerine sâhip çıkarlarsa, çıkıp da Hizbullah artık böyle bir milis sâhibi olmayacağını söylerse; “Silâhları devlete devredin, askerleri Lübnan ordusuna katılsın” derse, Hizbullah bir siyâsî parti olarak devam edebilir. Ya da Emel Hareketi… biliyorsunuz Lübnan’da ikinci büyük Şiî hareket Emel Hareketi, onun lideri Nebih Berri, 30 yıldır Parlamento Başkanı. Böyle bir şey olursa Lübnan tamâmen değişecek. İsrail de Lübnan’la kara sınırı anlaşması yapabilir ve böyle indirekt bir barış imzâlayabilir. Bu, Suriye’yi etkileyecek tabiî ki.

Ruşen Çakır: Suriye’ye gelmeden, şu husûsun üzerinden bir geçelim: Şu hâliyle bakıldığı zaman, senin söylediğin diğer güçlerin “Ülke elden gidiyor” deyip Hizbullah’ı bir anlamda kendini tasfiyeye iknâ etmeleri olayı, senaryosu, İsrail’in dayattığı da bir senaryo; ama olmama ihtimâli de var, değil mi?

Yusuf el Şerif: Hayır, İsrail’in dayattığı bir senaryo değil; bu, Lübnanlılar’ın da istediği ve yapamadığı bir senaryo.

Ruşen Çakır: Şu hâliyle, tamam, Hizbullah’ın beli büyük ölçüde kırıldı İsrail tarafından; ama hâlâ oradaki Şiî nüfus falan göz önüne alındığında, böyle bir şeye gelme ihtimalleri var mı? Çünkü şunu da soracağım: İsrail’in bir kara harekâtına başlama ihtimâlini…

Yusuf el Şerif: Evet, bu bir baskı, psikolojik baskı. Evet, İsrail’in böyle bir kara harekâtı yapma ihtiyâcı neden olsun? Yani sen partinin liderlerini öldürdükten sonra falan… İsrail Lübnan devletine bir baskı yapmaya çalışıyor. Ve belki küçük bir kara harekâtı yapmak isteyebilir; ama bunun amacı nedir? Amacı Lübnanlılar’ı hareketlendirmek ve senin dediğin gibi, Hizbullah’ın askerî kanadının tasfiye sürecini başlatmak. Ama bu, Hizbullah’ın askerî kanadının tasfiye edilmesi, Lübnanlılar’ın %70’inin, %80’inin istediği bir şeydir. Çünkü bu anormal bir şey yani. Bir ülkede bir partinin bir askerî gücü var; bu askerî güç ülkenin ordusundan daha güçlü. Bu normal bir şey değil. Lübnan’ın bu durumda, bu sefâlette olmasının sebebi bu anormal durum. Çünkü Hizbullah’ın askerî milislerini meşrû hâle getirmek için partnerlere ihtiyâcı var. Hangi partnerler? Herhangi bir partner –Sünnî, Ortodoks, Katolik, Marunî–, yani başka bir parti ihtiyâcı var. Peki, bunlar neden Hizbullah’a böyle bir destek, böyle bir meşrûiyet versinler? Çünkü yolsuzluk var. Lübnan’da elektrik yok. Şimdi siz de biliyorsunuz, yani Lübnan’da ekonomi battı, elektrik yok, sıfır durumda, sefâlet var. Yani yolsuzluk diz boyu. Hukuk, kanun yok. Bunun sebebi kim? Herkes çalıyor; çünkü Hizbullah onların sırtını sıvazlıyor. Hizbullah ağzını açanı öldürüyor; Hariri’yi öldürdü, gazetecileri öldürdü, sivil aktivistleri öldürdü. Bu sisteme, bu ucûbe sisteme karşı çıkan herkes Hizbullah tarafından öldürülüyor ve bu bâzı partilerin hoşuna gidiyor. Meselâ eski cumhurbaşkanı, yani Michel Aoun’u başkan olabilmesi için Hizbullah destekledi, oyları verdi ve Michel Aoun, “Hizbullah’ın silâhlanması meşrû” dedi. O yüzden Lübnan’ın normalleşmesi için Hizbullah’ın silâh bırakması lâzım. Çünkü Hizbullah böyle olursa, diğer partilerin elindeki bâzı silâhların da bertaraf edilmesi lâzım. Demokrasi gelirse, İran’ın etkisi kırılırsa, Lübnan yeniden bir parlamento hâline gelip nefes alabilir.

Ruşen Çakır: Tam İran’ı soracaktım. Çünkü biliyoruz ki Hizbullah’ı var eden İran. Yani Hizbullah tabiî ki Lübnan içinde bir güç, ama onun bu kadar güçlenmesi, silâhlanması, o roketlerin temini vs., hemen hepsi İran’ın bölgedeki yayılmacı politikasının bir ürünü. Şimdi Hizbullah’ın bu şekilde darbe yemesi aslında doğrudan İran’ın darbe yemesi demek. Meselâ o çağrı cihazları patladığı zaman, İran Büyükelçisi de aynı şekilde olaydan etkilendi.

Yusuf el Şerif: Gözünü kaybetti, evet.

Ruşen Çakır: Hizbullah’a yapılan saldırılardan bir tânesinde, Kudüs Gücü komutan yardımcılarından birisi de vardı. Yani iç içe yapılar söz konusu. Dolayısıyla İran, Hizbullah’ın böyle bir tasfiyesine yanaşır mı demeyeceğim, yanaşmaz tabiî ki, istemez; ama İran’ın böyle bir gücü yok mu? Yani tasfiyeyi engelleme; gerek askerî, gerek siyâsî, gerek ekonomik açıdan.

Yusuf el Şerif: Bunu üç tâne unsurla açıklayabiliriz. Bir, hakîkaten İran ve Hizbullah asrın gerisinde kaldılar; çünkü biliyorsun, bunlar ideoloji, din üzerinden gidiyorlar ve güçlerini, işte… “Milis kuralım… Irak’ta Haşdi Şaabi, Yemen’de Husiler…” falan filan. Böyle füze, İHA, SİHA falan filan. Fakat İsrail 20 yıldır teknoloji üzerinde çalışıyor. Yani yapay zekâ, yüz tanıma programları, casus uyduları, insanları devşirip casusluk yaptırmak falan filan. Ve biz tâ Saddam döneminden biliyoruz ki böyle rejimler içerisindeki insanların devşirilmesi daha kolay oluyor. Yani ideolojik diktatörlük rejimleri içerisindeki insanların casus olabilmesi ihtimâli daha kolay. Çünkü adam inanmıyor. Yani içerideki kapıcı, çaycı, ne bileyim başka insanlar bu rejime inanmıyor, bu ideolojiye inanmıyor, mecbûren yapıyor ve parasız. Bu yüzden bunları devşirmek daha kolay. Bu yüzden birinci unsur olarak güç dengesi son 5-6 yıl içerisinde İsrail’in lehine acâyip değişti. İran ve Hizbullah bunun farkında değil. Hele Hizbullah, biliyorsunuz, Suriye olaylarından sonra, Suriye devriminden sonra Hizbullah Lübnan’ın dışına çıktı, yayıldı. Suriye’de insanları katletti. Gitti, Irak’taki Haşdi Şaabi’yi eğitti. Gitti, Yemen’de eğitti. Hizbullah bir milis, bir grup olmaktan çıkıp tam bir ordu gibi 4-5 ülkeye yayıldı, genişledi ve yapay bir güç zannına kapıldı. Yani kendini şöyle gördü: “Ben artık bölgenin hâkimiyim. Ben Suudî Arabistan’a, Birleşik Arap Emirlikleri’ne füze atarım. Amerika bile bana bir şey demiyor. Ben IŞİD’e karşı bile savaştım.” Ama bir şeyi unuttu Hizbullah. Bütün bu başarıları ya Suriye’de Rusya’nın desteğiyle ya da Irak’ta IŞİD’e karşı Amerikan desteğiyle elde etti. Yani hava onların denetiminde; onların hava desteğiyle elde etti. Hizbullah fazla bir güç sarhoşluğuna girdi ve bu şekilde İsrail için Hizbullah’ı görmek ve onun içine casus sokmak daha fazla kolaylaştı. Bu yüzden bu birinci unsur. Güç dengesi son 6 yılda değişti; ama İran ve Hizbullah farkında değildiler. Çünkü eski moda düşünüyorlardı… İkincisi, Arap ülkelerinde yapılan bâzı yorumlarda –ben bunlardan değilim– diyorlar ki: “İran Amerika’yla anlaşmaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan artık reformist. New York’a gitti, orada ‘Amerika düşmanımız değil, hattâ dostumuzdur, biz anlaşmak istiyoruz, biz herkesle dost olmak istiyoruz’ dedi. Ve Amerika’yla böyle yeni bir anlaşma yapmak için Hizbullah’ı fedâ etti ve Hizbullah’ın bilgilerini verdi, İsrail öldürdü. Ve böyle bir gizli anlaşma olacak.” Ben buna katılmıyorum, ben buna inanmıyorum. Üçüncüsü –ve bu çok ilginç ve doğru olabilir ama elimde net bir şey yok hâlâ– ama bazı ilişkiler var. İran’ın içinde bölünmüş reformistler var, bir de bu Devrim güçleri var, biliyorsunuz.

Ruşen Çakır: Devrim Muhâfızları…

Yusuf el Şerif: Evet, bunlar çok sert. Şimdi deniliyor ki –hattâ ben bunu İranlı arkadaşlarımdan dinledim– bu çatışma, reformistler ve Devrim Muhâfızları arasında; Devrim Muhâfızları’nın içinde bâzı insanlar anlamışlar ki: “Ya, bu iş böyle gitmiyor, İran çöküyor, bu iş ideolojiyle olmuyor”. Bunlar yavaş yavaş gizlice reformistlerle işbirliği yapmaya başlamışlar ve reformistler üzerinden Amerika’yla iş yapmaya çalışmışlar. Amaçları Ayetullah Humeyni ve Hamaney’i bu muhâfızlardan kurtarmak ve İran’ı yeniden normal bir ülke hâline getirmek. Bu önemli bir şey. Burada İran’ın içindeki dengelere dikkat etmemiz lâzım. Ve deniliyor ki: “Hattâ belki onlar birçok konuda, yani İsmail Haniye konusunda ve başka şeyler konusunda, sırf Ayetullah, Hamaney ve Devrim Muhâfızları’nı zor duruma bırakmak için böyle şeyler yaptı. Hizbullah’ın da bilgilerini verdiler ve İran’ı değiştirmek için içeriden böyle bir adım atılması gerektiğini düşünüyorlar.” Bu üç senaryodan birincisi kesin, güç dengesi önemli. İkincisi, ben inanmıyorum, isteyerek Ayetullah Hamaney Hizbullah’ı versin. Üçüncüsü, İran’ın içindeki reformistler ve muhâfazakârlar arasındaki artık bu gizli çatışmanın sonucu yüzünden böyle bir şey olmuş olabilir tabiî.

Ruşen Çakır: Bu arada tabiî çok önemli bir husus var. Biz Gazze’yi konuşuyorduk, Filistin meselesini konuşuyorduk, şimdi Lübnan’ı konuşuyoruz. Orada bir türlü gelmeyen bir ateşkes vardı, şimdi “Lübnan’da ateşkes olur mu?” muhabbeti başladı. Filistin meselesinde, yani Gazze meselesinde İsrail’in eli çok rahat olmaya devam ediyor, değil mi? Yani orada İsrail’i zorlayan herhangi bir şey yok. Üstüne bir de Lübnan olayı geldi.

Yusuf el Şerif: Burada önemli bir noktaya değindin Ruşen Bey. Birincisi, ben bu bölgenin çocuğu olarak, insanı olarak, Arap asıllı, Filistin asıllı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, bu işleri… Tabiî ki ben Hizbullah taraftarı değilim ve Hizbullah benim akrabalarımı da öldürdü Suriye’de. Elbette Hizbullah çok kötü şeyler yaptı; Suriye’de, Irak’ta falan. Ama onu bertaraf etme görevinin başka bir katile düşmesi, yani Netanyahu gibi bir insana düşmesi tabiî ki beni mutlu etmiyor. Bu önemli bir şey, benim gibi çok insan var. Elbette şimdi medyayı açarsanız, bütün Suriyeliler mutlu, birçok Filistinli mutlu, birçok Iraklı falan, Suudîler… hepsi Hizbullah’tan çekti. Lübnanlılar da çok mutlu, büyük bir kesim. Fakat unutmamamız gereken bir şey var: Netanyahu böyle bir mesaj verirken sâdece Lübnan ve Gazze’ye değil, bütün bölgeye bir mesaj veriyor. Bütün bölgeye diyor ki: “Ben en güçlü ülkeyim, bu bölgenin en güçlü ülkesiyim. Benimle uğraşmayın. Ben İran’ı da dize getiririm, Hizbullah’ı da.” Bu sâdece ikisi için değil; bu bütün bölgeye, bütün bölge ülkelerine bir mesajdır. Ve bu kötü bir şey, bu korkunç bir şey. Meselâ Suudi Arabistan çok zekice bir adım attı. Çünkü Suudî Arabistan önceden, “İsrail’le barışalım, ama benim şartlarım var; Amerika’dan nükleer falan alalım, Filistin Devleti kuralım” diyordu. Suudî Arabistan’ın şartları vardı. Şimdi bu olaylardan sonra Suudî Arabistan oturup düşünüyor: “Ya, artık İsrail’le barışmak bir opsiyon değil, herhalde mecbur kalacağız” diye. Bu yüzden hemen Birleşmiş Milletler’den bir operasyon, belki teorik bir operasyon ama bir adım, bir koalisyon kurdu Suudî Arabistan. Ne koalisyonu? Filistin Devleti kurma koalisyonu. Çünkü artık İsrail’in bu adımlarından sonra, hele Netanyahu yönetimde kalırsa, Filistin Dâvâsı, Filistin Devleti, başka şeyler falan zor kalır ve bölgede bir şeyler zor olur. Bu yüzden dikkat etmemiz lâzım buna ve Araplar, Suudî Arabistan falan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, hepsi dikkatle tâkip ediyor. Yani bu sâdece İran’a değil, indirekt şekilde diğer Araplar’a da ve Türkiye’ye de bir mesaj veriliyor. Şimdi Gazze’ye gelince, Gazze artık Sinvar’a kaldı. Burada bana izin verirseniz, Sinvar’la ilgili bâzı şeyleri söyleyemeyebilirim. Meselâ diyorum, ben Mısır Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı ya da Mısır’ın yerinde olsam, Sinvar’ı kaçırırım, Gazze’de bırakmam. Neden? Çünkü Netanyahu Sinvar’ı öldürürse, Netanyahu kahraman îlân edilir. Mısır, Hamas’ı bir İhvan partisi olarak biliyor. Meselâ Hamas’ın liderleri Türkiye, Katar, İran’a gidip dışişleriyle, cumhurbaşkanıyla görüşüyor. Mısır, hayır. Mısır’da sâdece istihbârat şefi Hamas’la oturup konuşuyor. Çünkü Mısır Devleti tek bir Filistin yönetimini tanıyor, o da Filistin Yönetimi, Filistin Devleti, Mahmud Abbas. Ama Hamas bir emrivâkî olarak korunuyor ve belki Mısır’ın çıkarları için, ulusal çıkarları için Hamas’ın kalması lâzım. Neden? Çünkü komşunuz İsrail gibi işgalci bir devlet, güçlü bir devlet. Orada bir kart, bir koz olarak Hamas elinizde olursa, iyidir. Yani bu, Mısır Hamas’ı sevdiğinden değil, mecbûriyetten. Ve bu yüzden ben olsam, Sinvar’ı kullanırım. Sinvar’ı sevdiğimden değil; ama Netanyahu Sinvar’a ulaşırsa, artık Netanyahu’yu durduracak bir şey kalmaz bölgede. Bu yüzden Gazze olayı toparlanmak zorunda. Yani belki bâzı ülkeler Sinvar’a baskı yaparlar; “Artık bu işten cayın, çıkın” falan filan derler. Ve Lübnan’da da bir şeyler… Birinin hareket etmesi lazım. Yani bu, artık bir masa, yemek yenmiş, dağıtılmış,birisinin toparlaması lazım. Yoksa burada bir sıkıntı olur, sinekler gelir, hastalık yayılır. Bence bu ülke Türkiye olabilirdi. Çünkü benim kulağıma gelen bazı bilgiler… Türkiye biliyorsunuz, ilk Gazze olaylarında şunu önermişti: Türkiye ve Mısır ordularından askerlerle Gazze’ye gidilsin, orada hem İsrail’in güvenliği sağlansın hem Hamas eğitilsin falan filan. Bunu Hamas ve İsrail kabul etmedi, Mısır da. Fakat şimdi Lübnan’da belki Türkiye önemli bir rol oynayabilir. Çünkü toparlayıcı bir şey olması lâzım. Bunu Suudî Arabistan, Türkiye ve hele Birleşmiş Milletler güçlerinin Lübnan’ın güneyinde yerleşmesi lâzım, İsrail’le tampon bölge oluşması lâzım. Belki Netanyahu, küçük bir kara operasyonundan sonra, “Ben çekilirim, ama garanti isterim” diyebilir. Garanti nedir? İşte, Lübnan ordusu gelsin, belki dost denilen ülkeler falan da. Belki Türkiye askerlerinin orada yerleşmesi istenebilir — Arap ülkeleriyle birlikte. Ben böyle bir rol görüyorum, umuyorum da. Çünkü yavaş yavaş İran’ın bölgeden çekilmesi gerekiyor. Yani biz bunu gördük; ama Haşdi Şaabi duruyor. Haşdi Şaabi Irak’ta kaldığı müddetçe Netanyahu uğraşmaz onunla. Ama biz uğraşmak zorunda kalacağız. O yüzden birisinin Lübnan’a, Gazze’ye, bölgeye el atması lâzım. Yoksa Netanyahu daha fazla canavarlaşacak. İran, şapkadan başka bir tavşan çıkarmaya çalışacak.

Ruşen Çakır: Bir şey soracağım burada. Şimdi bütün olayların hepsi baktığımızda, gerek Hamas’ın gerek Hizbullah’ın etkisizleştirilmesi doğrudan İran’ın etkisizleştirilmesi anlamına geliyor. Haniye sûikastinin Tahran’da yapılmış olması da zâten İsrail’in özellikle bunu aradığını gösteriyor. Şapkadan tavşan dedin, hâlâ o tavşanı bekliyoruz. İran biliyorsun Haniye’nin cevâbını verecekti, vermedi. Şimdi de bu son Hizbullah saldırılarının üzerine bir cezâlandırma olacağını yine resmen açıkladılar, ama…

Yusuf el Şerif: Şöyle, ben İran’dan bir adım beklemiyorum. Tavşan dediğim şu: Hizbullah her zaman İran’dan destek almış, 1975’ten beri falan, ondan sonra İsrail işgalinden sonra falan. Fakat Hizbullah’ın liderleri her zaman Şiî, Lübnanlı ve Arap, yani Arap’a yakın. İran onlara Velâyet-i Fakih empoze etmeye çalıştı. Bu, İran’ın bir dinî şeyi. Yani bu bütün Câferîler’in, Şiîler’in inandığı bir şey değil. Ama Velâyet-i Fakih, yani mürşit, yani lider, Hamaney ya da Humeyni artık Tanrı’nın dünyadaki temsilcisi oluyor. Bunu tek kabul eden Hasan Nasrallah. Ve bu yüzden birçok lider aslında Hizbullah’tan ayrıldı. Bugün aslında eski Hizbullah liderlerinin bâzıları yaşıyor. Ama bunlar İran’la böyle bir dinî ideoloji altına girmek istemedikleri için dışarı atıldı, Hasan Nasrallah geldi. Benim dediğim tavşan, bu Hizbullah’tan kalan artıklarla bir şey kurmaya çalışacak İran. Haşdi Şaabi’yi Irak’tan Suriye’ye göndermesi olabilir. Hattâ ve hattâ, bak bu biraz ilginç olabilir: Beşar Esad’ı öldürebilir. Çünkü siz diyeceksiniz ki: “Ya, Beşar Esad zâten İran’ın…” Hayır, Beşar Esad şu anda yerinde duruyorsa, hem Rusya’nın hem İsrail’in desteğiyle kalıyor. Elbette İran yardım etmeye çalıştı ilk başta, ama Rusya girdikten sonra ve İsrail baktı ki… bütün muhâlefet grupları İslâmcı oldukları için Beşar Esad’ın kalması gerektiğini İsrail bile savunuyordu, Rusya savunuyordu. Fakat İran Beşar Esad’ı elimine ederse Suriye birbirine girer ve o zaman İsrail’in güvenliği tehlikeye atılır, tehlike içinde kalır. Çünkü Haşdi Şaabi girer, terör örgütleri girer falan ve İsrail büyük bir indirekt tehlikeye girer. Tabiî bu bir Armageddon senaryosu. Yani ben analiz olarak okudum, ama bu son adım falan. Yani İran kendisi artık bu bölgedeki etkisini, yani hâmilik da hegemonyasını azaltacaksa, bu bölgede böyle bir bomba atabilir. Unutmadan önce şöyle söyleyeyim, belkibirçok insan şey diyebilir; İsrail Türkiye’yi Lübnan’da bir güç olarak nasıl kabul eder? İsrail-Türkiye ilişkileri çok kötü falan filan. Bunu söylemek zorundayım: Askerî ve istihbârî işbirliği devam ediyor, yani kötü değil. Hattâ siz de okuyun, geri dönün. Geçenlerde, üç hafta önce Mossad bir İsrailli iş adamını yakaladı. İran ona para vermiş, bomba vermiş, “Git Netanyahu’yu öldür!” demiş. Bu İsrailli iş adamı 60 yaşında. İranlı istihbâratla nerede tanışmış? İstanbul’da. İranlı bir tâcir gelmiş, ama o aslında Devrim Muhafızları’ndaymış… Peki, parayı nereden almış? İran’dan almış. Nasıl almış? Devrim Muhâfızları onu İstanbul’dan alıp İran’a götürmüşler, karayoluyla geri götürmüşler — pasaportsuz, kaçak. Ondan sonra adam kabul etmiş, parayı almış ve İsrail’e gitmiş; ama havaalanına iner inmez Mossad onu ele geçirip tutuklamış ve bütün toplantıların videolarını, ses kayıtlarını ona izlettirmişler. Şimdi ben, İstanbul’da İran ve Mossad cirit atıyor diye düşünmek istemem herhalde; ama herhalde birisi –bence MİT– bu operasyonu en başından beri izlemiş ve İsrail’i uyarmış. Bu, Türkiye’nin İsrail’e destek verdiği anlamına gelmiyor. Ama biz Türkiye’nin şunu dediğini biliyoruz: “Türkiye’nin egemen toprakları, İsrail’in ve İran’ın çatışma sâhası olmayacaktır. Bu yüzden, bir İranlı İsrailli’yi öldürmeye kalkarsa ya da bir İsrailli İranlı’yı öldürmeye kalkarsa, bizim topraklarımızda bunu engelleyeceğiz.” Bu yüzden durum çok kötü değil; yani Ankara-Tel Aviv arasında askerî ve istihbârat açısından.

Ruşen Çakır: Ama gerçekten çok şey yaşanıyor, hem de çok büyük şeyler yaşanıyor. Yani Haniye sûikastı çok büyük olaydı. Hizbullah’ın üst düzey komutanlarının öldürülmesi çok büyük olaydı. Hemen ardından Nasrallah’ın öldürülmesi de çok büyük olay. Ve anladığım kadarıyla Netanyahu doğrudan Hamaney’i falan da tehdit ediyor, yani doğrudan İran’ı da tehdit ediyor. Ve şimdi sonuçta İran, ne kadar gücü azalmış olursa olsun, büyük bir devlet. Misilleme yapmazlar, yapamazlar diye söylüyorsun. Ama şöyle bir şey var: Tamam, yapamayabilir ama kendini yapmak zorunda hissettiği de bir realite değil mi? Yani yoksa aksi takdirde, bütün o iddialarının hepsinden vazgeçmek zorunda kalacak.

Yusuf el Şerif: Doğru, doğru. Yani yapabilir, yapabilir. Hatırlarsanız ben üç unsurdan bahsettim. Üçüncüsü için dedim ki: İran’ın içinde reformistler ile Devrim Muhâfızları arasında böyle bir kavga var ve eğer Devrim Muhâfızları’ndan bâzı adamlar gizlice bilgi sızdırıyorsa, Hamaney’den kurtulmak isteyeceklerdir ve bunlar da yardım edebilirler. Böyle bir şey olursa bu işlerine gelir. Ama İsrail İran’la savaşa girmek istemiyordur, çünkü bu bir savaş îlânıdır. Şimdi İran büyük bir devlettir, doğru; ama büyük devlet ne demek? Bugün büyük devlet ne demek? Ben size bir anekdot hatırlatayım: Ben eskiden, 2003 yılında muhâbirlik yapıyordum. Siz de biliyorsunuz, Ankara’daydım. O dönemde İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres geldi, röportaj yaptı. Basın toplantısında rahmetli İsmail Cem vardı o zaman herhalde. Yani daha AK Parti gelmeden önceydi, 2002 galiba.Basın toplantısında yine Gazze’yi konuştuk falan filan. Ben biraz zor bir soru sordum, “Tamam” dedi. Ondan sonra onun basın danışmanı geldi, dedi ki: “Yusuf Şerif, sen Arap gazetecisin, Filistin asıllısın. Gel, özel röportaj vermek istiyor Şimon Peres.” Gittim, röportaj yaptım odasında, kapattık kamerayı. Ondan sonra bana şunu dedi, 2003 yılında dedi ki: “Yusuf, bak bu bölgede…”

Ruşen Çakır: 2003 olmaması lâzım, bir dakika.

Yusuf el Şerif: 2002 ya da 2001.

Ruşen Çakır: Evet, öyle bir şey. Ecevit hükûmeti zamânında.

Yusuf el Şerif: Evet, evet, o zaman. Bana dedi ki: “Bak, bu bölge hızlı bir şekilde değişecek. İnternet yayılıyor, telefonlar falan filan ve bundan sonra, güçlü devletler hızlı değişim yapabilecek devletlerdir. Büyük nüfuslu, büyük ordulu olan devletler büyük devlet sayılmayacaktır. Ve bu yüzden Mısır, Irak, Suriye –o dönemde güçlü devletler bunlar– bunlar zor anlar yaşayacaklar. Çünkü bunlar, hantal yapıları yüzünden büyük devlet sayılmayacaklardır.” Ben hiç unutmuyorum. Ve hattâ şaşırdım, kalktım çıktım. Daha sonra gördük? Ne oldu? 2010 ve sonrası… Yani şimdi, hakîkaten büyük devlet ne demek? Yani ekonomisi mi iyi, hukukları mı iyi? Füzeleri var, askerleri var; ama İran’ın içine girerseniz… bu kavga yüzünden… Çünkü iki devlet var, paralel bir devlet var İran’da: Yani Devrim Muhâfızları, ve hükûmet var ve bu kavga var. Herhangi bir ülke ne kadar güçlü olursa olsun, sistem içeride çalışmıyorsa bu devlet güçlü bir devlet değildir. Yani bu yüzden Netanyahu, elbette İran’a karşı, bir devlet olarak onlara savaş açmak istemez. Bu yüzden Hamaney’i öldürmeye teşebbüs etmez. İçeriden birisi yaparsa ayrı, İsrail yardım ederse ayrı; ama açık bir şekilde Hasan Nasrallah’ı öldürdüğü gibi, elbette İran’da böyle bir şey yapmaz, çünkü İran’la bir savaşa girmek istemez.Ama İran’ı içeriden çökertmek isteyebilir. İran bu çalkantı yüzünden yavaş yavaş içeride bir sıkıntı yaşayabilir. Buna hazırlıklı olmamız lâzım; çünkü belki ileride İran sokaklarında eylemler görebiliriz. İnsanlar, “Yetti artık ya! Paralarımız oraya gidiyor. Bu Hizbullah’a milyarlarca dolar harcadınız, böyle gitti, artık yapmayın!” diyerek yeniden alevlenebilir.

Ruşen Çakır: Benzer bir şeyi başta Lübnan için de söyledin. Dolayısıyla İsrail güç göstererek, aynı zamanda bu ülkelerin güçsüzlüklerini ve bu örgütlerin –diyelim ki Hizbullah’ın, Hamas’ın– güçsüzlüğünü göstererek, onların içeriden, kendisine zarar vermeyecek, kendisini düşman olarak görmeyecek yönetimlere ya da birtakım yeni yapılanmalara gitmesinin önünü açmaya çalışıyor, diyorsun. Yani çok ciddî bir şekilde oraları yıpratıyor. Meselâ Lübnan’da Hizbullah’ın Lübnanlılar tarafından tasfiyesi, İran’da diyelim ki Devrim Muhâfızları ideolojisinin İranlılar tarafından tasfiyesi gibi bir plan.

Yusuf el Şerif: Yani Netanyahu birçok Arap için bir iyilik yapıyor; ama bu bizim için değil ya da bizi sevdiği için değil; Hizbullah’a karşı olduğu için ve İran’a mesaj vermek için tasfiye etti, yani o tehlikeye soktu. Şimdi bizim rolümüz –Arap ülkeleri ve Türkiye dâhil–, Netanyahu bir zafer sarhoşluğuna girmeden önce bir şey yapmamız lâzım. Lübnan’ı toparlamamız lâzım, Filistin Yönetimi ve Hamas’ı toparlamamız lâzım. Düşünün, hâlâ bir barış olmadı; yani Hamas ve yönetim ayrı. Ya, bu nasıl bir şey? Biriniz kalkıp toparlanın, yoksa Netanyahu sizi de yiyecek, bize de bir şeyler dayatacak ve biz bunu istemiyoruz. Biz hareket etmeliyiz ve bence Suudî Arabistan, Türkiye, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar… bunlar hareket ederse bir şeyler toparlayabilir, bir şeyler yapabilir. Ama seyirci kalırlarsa, Netanyahu acâyip şeyler yapacak. Hele Amerika’da Trump kazanırsa, dahada acâyip bir bölge göreceğiz. İran’a da dikkat etmemiz lâzım. Toparlanamaz. Ama bitmeden önce, yayının sonuna bir dakika kalınca bana haber ver, ben sana bir hikâye anlatacağım.

Ruşen Çakır: Şimdi bitiyor. Ben bir şey söyleyeyim de, sen demin bir ara bahsettin: Şimdi, Nasrallah İsrail tarafından öldürülüyor, İdlib’de kutlama gösterileri yapılıyor; yani İdlib’deki İslâmcı gruplar kutlama gösterisi yapıyor. Bunun üzerine Lübnan’da Hizbullahçılar Suriyeli arayıp Suriyeli dövüyor, gibi acâyip bir durum var ve ortada hiç kimse İsrail’i muhâtap almıyor. Kendi içinde bir şey. Sen demin söyledin ya hani: “Şu şu şu bir araya gelip olaya el koysun” falan, ama İslâm dünyası bu durumda… 

Yusuf el Şerif: Ruşen Bey, şimdi, İdlib bir devlet değil. Yani oradaki insanlar zâten El Nusra’nın yönetimi altında. Hizbullah’ın taraftarları devlet değil. Ben hakîkî devletlerden bahsediyorum. Çünkü şu anda meselâ Suudî Arabistan, meselâ Türkiye, dış politikalarında etkin yani. Etkin, hakîkaten etkin. Meselâ Muhammed Bin Selman’ı herkes sevmeyebilir, ama Joe Biden’ı ayağına kadar getirebiliyor. Yani evet, etkinlik var; ama toparlanamıyoruz. Yani Mısır, Türkiye, Suudî Arabistan bir araya gelip de hakikaten, “Biz Filistin devleti kuracağız burada, Hamas bilmem ne falan, bunlar engel olmayacak” demiyorlar… En azından deneyebilirler, yapabilirler. Yoksa İsrail yavaş yavaş Filistin, Lübnan, bilmem ne, Suriye, gıdım gıdım hegemonyasını genişletiyor… Yani ben şeyden değilim, yani böyle, “Büyük İsrail kuracak” falan demiyorum. “Dicle’den îtibâren…” falan… öyle bir şey yok yani. 10 milyonluk bir nüfus, yani zâten şey yapamaz. Ama etkinlik ve hegemonya olarak bir denge yapmamız lâzım, barış yapmamız lâzım. Güçlü olduğumuzu göstermemiz lâzım buna rağmen. Bu yüzden son olarak önemli bir şey: Gücünüzün ne kadar olduğunu iyi bilirseniz, karşı tarafın gücünü ne kadar iyi hesaplarsanız ve kendinizi kandırmazsanız bir şey başarabilirsiniz. Ben bir ay önce, İsmail Haniye sûikastından sonra, arkadaşlarıma ve sosyal medyada bir hikâye anlattım, size de anlatayım. Bu eski bir Arap hikâyesi. İki kabadayı birbiriyle yarışa giriyorlar. Diyorlar ki: “Kazanan ne olsun, kaybeden ne olsun? Kaybeden 1000 dirhem ödesin ya da 5 kilo soğan yesin ya da 50 tâne tokat yesin.” Ahmet kazanıyor, Mehmet kabullenmiyor. Diyor ki: “Hayır, ben sana asla o parayı vermem. Bana vur.” Tokatlamaya başlıyor. 20. tokattan sonra yüzü şişiyor. Diyor ki: “Aman aman! Yeter, tokatlar yeter. Ama ben sana yine para vermeyeceğim, Çünkü sen güçlü değilsin, ben soğanı yiyeceğim.” Soğanı yemeye başlıyor, 5 kilo. Üçüncü kiloda fena oluyor, yani kusma falan, hastâne… Ağlıyor ve sonunda 1000 dirhem ödüyor. Bu yüzden en başta 1000 dirhem ödeseydi, bu kadar zahmete girmezdi. Bizim sıkıntımız da bölgede, İsrail’le savaşırken tâ 67’den beri hakîkaten gücümüzü bilmiyoruz, İsrail’in gücünü de bilmiyoruz. Ve havalara giriyoruz; “Yapacağız! Edeceğiz!” falan filan. Halbuki biz hakîkaten elimizdeki bâzı fırsatları oturup düşünsek yapabiliriz. Ama Hizbullah ve Hamas, kendi güçlerini bilmediği halde, İsrail’in gücünü bilmediği halde, 7 Ekim’i başlattılar. Hizbullah kendi kendini bu işin içine soktu. Netîcede insanlar ölüyor. Elbette Hamas, Hizbullah beni ilgilendirmiyor, bunlar siyâsî şeyler; ama ben Gazze halkına acıyorum, Lübnan halkına acıyorum. Bu yüzden bizim bu mantaliteden ferâgat etmemiz lâzım. Başka bir şey yapabiliriz.

Ruşen Çakır: İstersen noktayı koyalım. Evet, çok dolu dolu bir yayın oldu Yusuf, çok teşekkürler.

Yusuf el Şerif: “Soğan yemeyin! Soğan yemeyin!” diyorum. Herkese, bütün liderlere ve siyasetçilere, “Soğan yemeyin!” diyorum.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Yusuf.

Yusuf el Şerif: Ben teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Evet, Lübnan’ı, Gazze’yi, İran’ı, İsrail’i ve bu arada Türkiye’yi de konuştuk. Çok teşekkür ediyorum, iyi akşamlar.

Yusuf el Şerif: Ben teşekkür ediyorum. İyi akşamlar.

Ruşen Çakır: Evet, son gelişmeleri Filistinli gazeteci Yusuf el Şerif’le konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.