Ruşen Çakır ve Ezgi Uzun Teker Ortadoğu’daki son gelişmeleri konuştu.
İsrail, Lübnan’a kara harekâtı başlattı. Lübnan Sağlık Bakanlığı açıklamasına göre, 30 Eylül pazartesi gecesi İsrail’in hava saldırılarında 95 kişi öldü, 172 kişi yaralandı. Dini lider Ayetullah Ali Hamaney, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın ölümünün “intikamsız kalmayacağını” vurguladı. İran, Nasrallah için yas ilan etti. Hizbullah İran’ın “Direniş Ekseni” olarak bilinen ittifakın önemli bir üyesi.
Ruşen Çakır ve Ezgi Uzun Teker, “İran’ın ‘direniş ekseni’ çöküyor mu?” sorusunu ele aldı. İsrail’in kara harekâtını, Nasrallah’ın öldürülmesini değerlendirdi.
İsrail’in Lübnan’a yönelik kara harekatına dair tüm gelişmeler için canlı blogumuzu takip edin.
Savaşa dair tüm haberlerimiz için web sitemizde bu linke tıklayın.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Ortadoğu’da çok şeyler oluyor, daha da olacağa benziyor ve bunun ekseninde aslında İran ve İsrail arasındaki rekabet ve adı konmamış savaş var galiba. Ve İran bu savaşı kendisinden ziyâde başka güçler üzerinden sürdürmeyi tercih etti. Bakalım bunu sürdürebilecek mi? İşte bu olaya uluslararası siyâset, uluslararası ilişkiler uzmanları “Direniş Ekseni” diyor. Biz de İran’ın direniş eksenini konuşacağız. Ezgi Hanım’la konuşacağız. Merhaba Ezgi Uzun Teker. Yanlış söylemedim değil mi adınızı?
Ezgi Uzun Teker: Evet, doğru. Merhaba, iyi yayınlar diliyorum.
Ruşen Çakır: Yeditepe Üniversitesi’ndesiniz, ama bütün çalışmanız neredeyse Şiî jeopolitiği üzerine ve tabii kî “Direniş Ekseni” üzerine. Şimdi birçok izleyicimiz bunu bilmiyor olabilir; çok ilgili insanlar dışında bu ne anlama geliyor diye soranlar olabilir. İsterseniz önce şunun târihçesini hızlıca bir anlatırsanız. “Direniş Ekseni” derken, İsrail’e karşı direnmek için kurulduğu söylenen bir yapıdan bahsediyoruz; ama öyküsü herhalde İran Devrimi’nin sonrasıyla başlıyor.
Ezgi Uzun Teker: Aslında tam o dönemlerde başlıyor. 79 Devrimi’nden hemen önce ve hemen sonra diyebilirim. Çünkü zâten hâlihazırda Filistin’de İsrail’e karşı kurulmuş olan çeşitli direniş örgütleri var. Daha sonra İran’da bir İslâm devrimi yaşanıyor ve İran, bu devrimi yaşadıktan sonra kendisini hem Sünnî hem Şiî dünyanın lideri îlân ediyor. Yani İslâmcılık ideolojisiyle kurulmuş bir cumhuriyet; daha önce eşi benzeri denenmemiş, aslında çok da modern bir teokratik sistem. Kendisini de bir “direniş ekolü” olarak adlandırıyor bu noktada ve diyor ki: “Ben kendi ülkemde şahlık dönemine karşı bir devrim yaptım…” –sonuçta, şahlık dönemi dediğimiz dönem, Batı’yla ilişkilerin en yoğun olduğu dönem– “…Benzer olaylar aslında Ortadoğu’nun geri kalanında da, diğer Müslüman coğrafyanın geri kalanında da devam ediyor. Artık bu devrimi yaptım ve ben şu an artık bir direniş hareketi değil bir direniş hükûmetiyim. Ve bölgedeki Amerikan politikalarına, bölgedeki İsrail varlığına ve İsrail’in Filistin topraklarındaki politikalarına karşı olan her türlü direnişi destekleyebilirim. Bunlara aslında bir nevi merkezlik yapabilirim” gibi bir algı var. Kendisine böyle ulus-ötesi bir rol biçiyor aslında. Tabiî burada önemli olan nokta, birkaç tâne ideolojinin burada birleştiğini görüyoruz. Yani anti-Amerikancılık, İslâmcılık ve anti-Siyonizm var; bu ideolojilerin hepsinin bir arada böyle bir paket hâlinde benimsendiğini görüyoruz aslında. Ama aslında bu dönemde başka bir şey de oluyor, o da şu: İran’ın devrim ihrâcı politikası. Ve devrim ihrâcı için de daha çok Şiî coğrafyaları tercih ettiğini, buralara daha çok yoğunlaştığını görüyoruz; çünkü buradan daha çok verim elde edebileceğini düşünüyor. Bunun için de en iyi adaylardan biri Lübnan ve burada Lübnan Hizbullahı kuruluyor. Aslında o dönemde belki de yavaş yavaş bir Şiî oluşumun da, yani Şiîliğin ya da bir siyâset felsefesi olarak Şiîliğin de ön plana çıkıp bu eksene yavaş yavaş dâhil edilmeye başladığını görüyoruz. Ama tabiî şunu söylemekte fayda var: 2000’li yıllara kadar bu eksen hâlâ çok büyük ölçüde Amerikan karşıtlığı ve Filistin’i destekleyen, anti-siyonist bir çerçevede ilerliyor. Yalnız, 2003’teki Irak işgaliyle birlikte, bence ideolojik olarak çok ciddî bir dönüşüm geçirmeye başlıyor bu eksen. Ve şöyle bir durum yaşanıyor: Irak dediğimiz bölge Amerikan işgaline uğramış; %60’tan fazlası Şiî nüfûsa sâhip, iki tâne çok önemli Şiî eğitim havzası var. Bir tânesi Necef havzası, bir tânesi Kerbelâ havzası ve Necef havzası zâten siyâsî aktivizmine 1950’lerde, 1960’larda başlamış olan bir yer. Dolayısıyla artık buradaki bu Şiî oluşumları da destekleyerek eksene dâhil etme gibi bir politika gütmeye başlıyor. 2011 burada kritik nokta; çünkü o târihte hem Amerikan askerlerinin Irak’tan çekildiğini görüyoruz, hem de Suriye’de daha çok mezhebî çizgide ilerleyen bir iç savaş patlak veriyor. Bunun akabinde bir IŞİD problemi ortaya çıkıyor. Ve IŞİD’in söylemlerinden biri son derece anti-Şiî; Şiî halkı ve Şiî türbeleri hedef alan birtakım eylemlerde bulunuyorlar. Aslında bunların hepsi bir nevi İran’ın ekmeğine yağ sürüyor diyebiliriz. Bu bölgesel faaliyetlerden ve bölgesel gelişmelerden çok ciddî anlamda faydalanıp tüm bu coğrafya boyunca, yani Irak, Suriye ve Lübnan hattını da işin içine alarak çok ciddî bir Şiî örgütlenme faaliyeti içerisine giriyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Tabiî daha tâlî olarak Pakistan, Afganistan gibi yerler de oldu. Afganistan’da Afgan direnişinde İran bir şekilde oradaki Şiîler’e destek verdi; Pakistan’da başka şeyler oldu. Ama bu söylediğinizde başa birazcık bir parantez açmak istiyorum. Bu ilk başta söylediğiniz devrim ihrâcıyla “Direniş Ekseni”nin birlikte yürümesiyle berâber, o târihlerde “Dünya İslâm Devrimi “gibi bir konsept de ortaya atılmıştı ve Sünnî dünyada da başlangıçta bayağı bir taraftar bulmuştu. Meselâ Türkiye’de Hizbullah yapılanması… Lübnan’da Hizbullah var; Türkiye’de de bir Hizbullah var, ama Türkiye’deki Hizbullah yapılanması Şiîlik’le hiç alâkası olmayan; Kürt, hatta çok koyu Sünnî bir ortamda yeşerebildi. Ama çok da başarılı olamadı; o parantez büyük ölçüde kapandı. Şimdi olay bir Şiî direniş ekseni aslında. Bâzı yerlerde “Şiî ekseni” olarak da tarif ediliyor değil mi? Yani aynı anlamda kullanıldığı da çok oluyor sanki.
Ezgi Uzun Teker: Bu ideolojik dönüşümden dolayı, işte böyle bir ideolojik bir çatışmayı da aslında kendi içerisinde barındırıyor. Çünkü dediğiniz çok doğru; yani hem tüm İslâm dünyasını bir şekilde hedef alan, aslında “Hepsinin merkeziyim ve hepsine destek olacağım, tüm mazlumlara destek olacağım” gibi bir düsturla yola çıkan bir rejim var burada; kendisini bunların merkezi haline getiriyor. Ama öte yandan politikalarına baktığımızda, özellikle bu Irak işgalinden sonra daha Şiî yanlısı bir politikayla devam etmiş. Ve aslında o noktada yaptığı da şu: Kendi stratejik kültürünü coğrafyaya yaymak. Ve burada Şiîlik nosyonlarını çok kullanıyor. Meselâ Kerbelâ anlatısını çok kullanıyor: “Hz. Hüseyin nasıl şehit olduysa, bizim kendi halkımız da bu Şiî türbelerinin korunması için, Suriye ve Irak’taki Şiî halkın korunması için bir araya gelmeli, örgütlenmeli ve bu gönüllü bir model üzerinden olmalı, gönüllü bir yapılanma olmalı. Asimetrik savaş yapmalıyız” gibi… Yani şehitlik, asimetrik savaş, gerilla taktikleri gibi yöntemlerle daha çok o örgütlenme modelini zâten kendi yapmış zamânında, bunu bir de bölgeye yaymaya başlıyor. Ve aslında gerçekten de bunda başarılı oluyor. Bu anlamda o yüzden Batı’daki pek çok uzman aslında buna “Şiî Ekseni” dedi; ama İran hiçbir zaman bunu kabul etmedi, bunun bir Şiî ekseni olduğunu söylemiyor, bunun her zaman bir “Direniş Ekseni” altında farklı aktörler olduğunu söylüyor. Evet, belki bugün çoğunlukla Şiî olabilir bu aktörler. Ama meselâ Suriye rejimi var, Filistin’deki direniş örgütleri var. Bunlar sonuçta Şiî olarak kabul edilmiyorlar. Bunlar da olduğu için, Şiîlik kısmını en azından söylem bazında biraz daha aşağıda tutmaya çalışıyor ve bunun Şiîliği aşan bir şey olduğunu söylemeye çalışıyor.
Ruşen Çakır: Evet, Filistin dediniz; gerçekten o çok ciddi bir istisnâ. Hattâ Suriye’de iç savaş çıkıp Müslüman Kardeşler –ki Hamas’ın da doğuşu Müslüman Kardeşler– Esad rejimine karşı ayaklanınca, Hamas’ın en büyük destekçilerinden olan Suriye ile Hamas arasında çok ciddî sorunlar yaşanmıştı. Meselâ Hamas yöneticileri büyük ölçüde Suriye’de yerleşiklerdi, değil mi? Ve burada gerçekten çok zor bir ilişki var. Hamas’la İran ilişkisi gerçekten bu “Şiî ekseni” tanımlamasını en çok bozan hususlardan birisi. Hamas bunu nasıl yapabiliyor? Meselâ İran yapar, anlıyoruz; İran devlet olduğu için böyle şeyleri yapar, çok umursamaz da. Hamas meselâ, Suriye’de ayaklanan Müslüman Kardeşler’in ya da Sünnî İslâmcılar’ın tasfiye edilmesine, katledilmesine bizzat dâhil olmuş, İran’ın desteğiyle var olan bir örgüt. Çok çelişkili bir durum oldu; özellikle Arap Baharı’ndan sonra sanki…
Ezgi Uzun Teker: Evet. Arap coğrafyasının geri kalanının daha Sünnî kısımlarından da çok tepki var bir yandan. Özellikle bu İran’ın ve Lübnan Hizbullahı’nın Suriye’deki faaliyetlerinden dolayı aslında oradan da gelen çok ciddî bir tepki var. Çünkü deniliyor ki: “Siz burada daha çok Şiî halkı önceliklediniz, daha mezhepsel bir politika güttünüz ve burada yine direnişçi olan, aslında kendi çapına başka bir direnişin parçası olan çok sayıda Sünnî’ye, halka çok büyük zulmettiniz” diyor. Böyle de bir şey var. Zâten o yüzden biraz Lübnan Hizbullahı’na karşı ve İran’a karşı bu dönem içerisinde, yani işte bu 2011’den sonraki dönemde çok ciddî bir tepki de oluştu Arap kamuoyunda. Bunu biz Arap barometresinden görebiliyoruz, tâkip edebiliyoruz. Bunların hepsi birer çelişki. Ama bu çelişkileri İran nasıl bertaraf ediyor? Bu bir koridor aslında; yani bu eksen dediğimiz şey bir yandan da bir koridor. İran’dan başlayıp Irak üzerinden, oradan da Suriye’den Lübnan’a kadar gidip, bir yandan da silâh sevkiyâtının, mâlî sevkiyatların ve insan sevkiyâtının… Yani Irak’ta çok fazla Şiî grup var şu an İran destekli olan, bu 2011 sonrası dönemde kurulmuş olan. Onlar da gidip orada faaliyet gösteriyorlar. Yani bu sâha, Suriye sâhası özellikle burada biraz merkez konumda gibi, yani bir karargâh gibi aslında başlı başına. Sonuçta Suriye devleti kendi topraklarının böyle bir şey için kullanılmasına izin veriyor; çünkü kendisini de o “Direniş Ekseni”nin bir parçası olarak görüyor. Ve bu sevkiyat nereye gidiyor? Evet, yani Hamas dâhil bölgedeki tüm direniş örgütlerine gidiyor bu.
Ruşen Çakır: Burada tabiî en son yapılan, çağrı cihazı patlamalarında, bâzılarının Suriye’de patladığını da gördük, değil mi?
Ezgi Uzun Teker: Evet, evet.
Ruşen Çakır: Bu da zâten olayın ne kadar iç içe olduğunu gösteriyor. Bir diğer husus, siz de bahsettiniz: Nasrallah öldürüldükten sonra İdlib’de kutlama gösterileri yapıldı.
Ezgi Uzun Teker: Evet, evet.
Ruşen Çakır: Çünkü İdlib’deki insanlar Lübnan Hizbullahı’ndan insanlarla savaştılar, öyle değil mi?
Ezgi Uzun Teker: Evet, doğru söylüyorsunuz. Dediğim gibi, bu tepki hakîkaten çok fazla. Zâten ben de tâkip ediyorum biraz, Arap kamuoyunda çıkan haberler ya da insanların tepkileri nasıl diye. Kezâ Türkiye’de de öyle; yani Türkiye’deki İslâmcı çevrelerde de aslında yine benzer bir reaksiyon var Nasrallah’ın ölümüyle alâkalı olarak. Yani, “Sünnîler’e çok fazla zulüm etti” söylemi çok çok yaygın. İşte bu hep o faaliyetlerin bir sonucu tabiî ki. Ama şöyle: Şimdi o Hizbullah’a, 2007 demeyelim de özellikle 2011’den sonra, “Direniş Ekseni” tarafından ona belli bir rol verildi. O rol de şuydu: Irak’taki ve Suriye’deki Şiî grupların örgütlenmesi, yani Şiî milis gruplarının örgütlenmesi. Ve aslında elimizdeki veriye şöyle bir baktığımızda, ben o zaman bir data toplamıştım, 2019’da sonlandırmıştım o datayı ve İran, Irak, Suriye hattında faaliyet gösteren ve ulus-ötesi bir şekilde faaliyet gösteren, yani sınırları aşıp farklı coğrafyalarda, farklı topraklarda savaşan toplamda 126 tâne örgüt vardı. Bunların çok büyük bir kısmı zâten İran tarafından kurulmuştu. Ve bunları aslında Hizbullah da eğitiyordu. Bu topraklar, yani o Hizbullah’ın kendi üyelerinin de sâhada olduğunu, karargâhlarda olduğunu, önemli karar alıcı pozisyonlarda olduğunu, bunları eğittiğini, yetiştirdiğini ve operasyonlara gönderdiğini zâten biliyoruz. Yani burada bir hareketlilik var, askerî hareketlilik var. Ve İran da aslında şunu yaptı bununla birlikte: Kendisine yeni bir askerî güç elde etmeye çalıştı. Yani bunu belki şöyle görebiliriz: Bâzı ülkeler drone teknolojisine yatırım yapar, bâzıları balistik füzeye yapar, bir kısmı nükleer teknolojiye yapar; İran bu dönemde bu coğrafyanın kendi karmaşasından faydalanıp, aslında bu asimetrik savaş üzerinden konvansiyonel olmayan savaş teknikleri üzerinde uzmanlaşma yolunu tercih etti ve aslında bu konuda bir marka edinmek istedi. Hakîkaten de baktığımızda, bölgede bu konuda bir marka; “Direniş Ekseni” de zâten o markanın adı. Tabiî bu şu an ne kadar sağlıklı ilerliyor? O ayrı bir mesele.
Ruşen Çakır: Burada da herhalde kilit rolü Kudüs Savaşçıları ya da Kudüs Ordusu, değil mi, Devrim Muhâfızları’na bağlı? Öldürülen Kasım Süleymânî’nin uzun bir süre başında olduğu yapı, değil mi?
Ezgi Uzun Teker: Evet.
Ruşen Çakır: En son Lübnan’daki bombalamalardan birisinde Kudüs Gücü’nün bir komutanı da ölmüş, yani Hizbullahçılar’la, Hizbullah yöneticileriyle birlikte. Burada tabiî sizin bahsettiğiniz ulus-ötesi güç olma meselesi gerçekten kritik bir nokta; bu aynı zamanda onun zaafı oluyor sanki. Çünkü Lübnan’da, Lübnan’ı İsrail işgalinden kurtaran bir güç olarak yüceltilen bir Hizbullah var — ki bunun içerisine Lübnanlı Hristiyan da dâhil olabiliyor, Sünnî de dâhil olabiliyor ya da dünyadaki değişik insanlar da dâhil olabiliyor. Ama Hizbullah orayla kalmayıp, meselâ Suriye’deki başka bir direnişi sabote etmek için bir güç hâline dönüştüğü zaman o efsûnu yok oluyor. Yani Hizbullah sâdece İsrail’e karşı direnen bir güç değil artık; aynı zamanda Esad’a direnenlere karşı savaşan bir tür paralı askerin bir başka versiyonu gibi sanki.
Ezgi Uzun Teker: Evet. Bu da işte Hizbullah’ın bir diğer kendi ikilemi bu dönemden sonra, bu bahsettiğiniz dönemde. Tabiî orada şöyle bir şey var: Bâzı analistler de şunu söylüyorlar –ki katılıyorum ben buna– Hizbullah aslında kendisini böyle transnasyonal bir aktöre de dönüştürerek ve farklı coğrafyalarda savaşarak, bir yandan askerî gücünü de pekiştirdi. Yani sonuçta bugün Hizbullah’ın askerleri artık farklı coğrafyaları da tanıyorlar; sâdece kendi coğrafyalarında kendi bölgelerinde değil, diğer yerlerde de aslında başarı elde edebilmiş askerler. Ve askerî anlamda bu gelişmeyi demek ki sağlamış. Bir yandan bu var. Ama öte yandan, meselâ bu 2022’ye kadar olan dönemde, işte yine bu Arap barometresine bakıldığında, Lübnan halkının bunu desteklemediği görülüyor. Ama şu değil: Meselâ Lübnan’daki Şiîler için Hizbullah’ın başka yerlerde savaşması çok da bir repütasyon kaybı değil, ününü kaybetmiyor bundan dolayı; ama burada yaşayan Dürzîler, Sünnîler ve Hıristiyan halkın Hizbullah’a karşı yaklaşımı artık böyle biraz daha negatife doğru kaymaya başlıyor ve puan kaybediyor. Ama meselâ şunu da görüyoruz: 7 Ekim 2023’ten sonra Hizbullah’ın tekrardan Gazze Savaşı’na dâhil olması, yani eksenini bu Şiî dünyasından, o coğrafyadan tekrardan kendi sınırına ve aynı zamanda İsrail’e ve Filistin’e çevirmiş olması da yine puan kazandırmaya başlıyor Hizbullah’a. Aslında işte burada da o Hizbullah’ın o halk desteğini ve bu faaliyetlerin bölgede ve kendi ülkesi içerisinde, Lübnan’da nasıl algılandığını da çok iyi bir şekilde görebiliyoruz. Dediğim gibi, yani Şiî dünyasında böyle bir faaliyette bulunması örgütsel açıdan iyi olabilir, örgütsel açıdan Hizbullah’ı daha da askerî anlamda güçlendirmiş olabilir –ki güçlendirdi, ben de buna katılıyorum–; ama bir siyâsî güç olarak ve bir siyâsî ün, repütasyon olarak çok da kamuoyunun bu konuda kendisine pâye verdiğini söyleyemeyiz.
Ruşen Çakır: Siz geçenlerde geniş bir değerlendirme yaptınız sosyal medyada. Orada eksenin, yani bu “Direniş Ekseni”nin temel zâfiyetinin, artık bir altın çağı kapatmış olmasında bulunduğunu söylüyorsunuz. Ve ‘‘İsrail ile reel bir askerî çatışma zeminine adım attığında, yetersiz savaş teknolojileri ve eşik altı savaş stratejileriyle caydırıcı bir askerî varlık ortaya koyamıyorlar” diyorsunuz. Yani bir altın çağın kapandığını… Yani “Direniş Ekseni”nde eski bir dönemin savaşını veriyorlardı. Bunun içerisinde İran da var, Hizbullah da var, belki Irak’taki diğer grup Haşdi Şaabi var, Suriye’deki rejim de var; ama iş değişti ve ayak uyduramıyorlar diyorsunuz. Tabiî insanın aklına ilk başta bu meşhur… uzaktan çağrı cihazlarının ve telsizlerin patlatılması olayı geliyor — ki o tek başına bile yetebilir. Ama ardından gelen o çok etkili olan sûikastler… ya da sûikast de denemez, değil mi? Nasrallah’ın öldürülmesi başka bir şey yani.
Ezgi Uzun Teker: Evet.
Ruşen Çakır: Bütün bir şeyi havaya uçurdular. Orada, tam olarak eşitsiz bir durum var sanki.
Ezgi Uzun Teker: Evet, çok haklısınız. Tabiî altın çağdan kastımı da orada açıklayayım aslında. O altın çağ nasıl bir altın çağdı? Bu 2011’den sonraki dönemde, dediğim gibi, bir mezhepsel iç savaşla birlikte bir karmaşa ortaya çıkınca, İran için çok büyük bir fırsat ortaya çıktı. Yani devrimini ihraç etmeye çalışmış, ilk 10 yıl içerisinde bunu başaramamış, ama bir yandan da çok izole bir ülke ve kendisine müttefikler yaratmak istiyor. Bu müttefiklerden bir tânesi Lübnan’da başarabilmiş. Hizbullah’ı da çok büyük bir başarı unsuru olarak aslında lanse eder İran ve bunu da çok açık bir şekilde lanse eder. Daha sonra bunu Irak’ta çok büyük ölçüde yapıyor, bir ölçüde de Suriye’de yapıyor; ama bu aslında örgütlenme başarısı. Yani İran’ın bu dönemde –ki buna 10 yıllık bir dönem diyelim biz–, Kasım Süleymânî’nin ölümüne kadarki dönemde örgütlenme anlamında kendisine müttefikler yaratma, kendisiyle birlikte hareket edecek milis güçler yaratma ve bu milis güçleri “Direniş Ekseni”nin bir parçası hâline getirecek, yani transnasyonal bir faaliyet gerektiğinde bunları yanına alabilecek bir İran var; yani bunu başarmış. Eğer devlet aklıyla konuşursak, İran’ın stratejisinin burada başarılı olduğunu görüyoruz. Ama şimdi bunu nasıl başardı? O dönemde bir devletle savaşmıyordu sonuçta. Orada IŞİD vardı meselâ. Başka cihadcı unsurlar vardı, cihadcı olmayan başka örgütler vardı ve daha çok bunlara karşı savaşıldı. Ama şimdi başka bir değişiklik var; artık karşı karşıya gelinen güç bir devlet: İsrail Devleti. Teknolojik olarak, askerî teknoloji anlamında çok gelişmiş, İran’ın da çok kabul ettiği şekliyle bir istihbârat devleti olarak da çok gelişmiş bir kapasiteye sâhip. Şimdi buna karşı bir direniş sergiliyor; yani buna karşı bir caydırıcı güç olmaya çalışıyor. İşte elindeki bu örgütlediği üyeler ya da bu örgütlenme şekli ya da bu asimetrik savaş taktikleri, bunlar yeterli olacak mı şimdi İsrail’e karşı? Çünkü 7 Ekim’den beri bunları kullanarak aslında o caydırıcılığı devam ettirmeye çalışıyor. Burada şöyle bir parantez açayım: “Direniş Ekseni”, zâten adından da anlaşıldığı gibi, caydırıcı bir güç olarak kurulmuş bir eksen. Yani burada, meselâ uluslararası kamuoyunun ve özellikle de bölgesel kamuoyunun sanki başka bir beklentisi varmış gibi görüyorum. Yani savunmadan ziyâde daha bir saldırı, İsrail’e karşı saldırı, belki bu Filistin topraklarını tamâmen özgürleştirmek gibi böyle bir amacı olduğunu söylese de, “Eksen” uzun vâdeli olarak, bunun daha böyle bir yıpratma savaşları şeklinde, yani İsrail’i yıpratarak, yavaş yavaş sürece yayarak, saldırıda çok da fazla bulunmayarak, daha çok böyle direniş hattında, yani savunmada bulunarak yapılabileceğini söylüyor. Ama şimdi bu savunma taktiği de acaba yeterli bir taktik mi? Bununla birlikte, İran ve bölgedeki eksenin geri kalan aktörleri bunda bir başarı elde edebiliyorlar mı? Biz şimdi aslında son bir haftadır daha çok bunu görüyoruz. Çünkü çok fazla olay yaşandı. Dediğiniz gibi; yani telsiz patlamaları, telsiz patlamalarından önce İran’ın kaç tâne komutanı, kaç tâne Kudüs güçlerinin önemli insanı, Suriye’deki karargâhlarda ya da Lübnan içerisinde bir şekilde vuruldular, sûikaste uğradılar. Haniye sûikastini biliyoruz; Tahran’ın göbeğinde gerçekleşen bir sûikast ve bunlara karşı çok da fazla bir adım atmak istemedi. Her ne kadar burada, “İntikam alacağım” söylemiyle hareket etse de, faaliyete geçmediğini görüyoruz İran’ın. Demek ki orada, o savunma hattında durmaya devam etmek istiyor. Ama bu ne kadar sürdürülebilir? Bu ne kadar başarılı bir taktik? Ve bu İran’ın da aslında repütasyonunu nasıl etkiliyor? Bu soruların cevâbı bence önemli bu noktada.
Ruşen Çakır: Tabiî burada bu söylediğiniz, misilleme yapmaması, yapamaması belki, bu önemli. Kimileri, “İran doğru zamânı bekliyor” falan dedi; ama sonra Pezeşkiyan açıklama yaptı biliyorsunuz: “Bize ateşkes sözü verildi” diye. Bu gerçekten İran’dan beklenmeyecek bir açıklamaydı. Neyse; şöyle de bir husus var tabiî: Bu eksenin merkezinde İran var ve İran aslında zor durumda, ekonomik olarak ambargolar vs. ile. Ve bir diğer husus da, bence çok daha önemli bir husus belki: Kendi kamuoyu bunlara inanmıyor. Yani İran’da son seçime katılma oranının ne kadar düşük olduğunu gördük ve rejime rağmen hiç hesapta olmayan bir adayı, daha reformist gözüken bir ismi seçti o az sayıdaki seçmen de İran’da. Bu konuda geçen Arif Keskin’le bir yayın yaptım. Arif Bey, burada İran kamuoyunun ezici bir çoğunluğunda, “Bize ne Lübnan’dan? Bize ne Filistin’den? O paraları roketlere harcayacağına, İran’a harcaması lâzım” söyleminin çok baskın olduğunu söylüyor. İran bunu ne kadar taşıyabilir? Yani içeride desteği, kamuoyu desteği olmayan bir politika. Öte yandan altyapı olarak da baktığımız zaman, ekonomik olarak da bunun bir mâliyeti var. Değil mi? Yüksek bir mâliyeti var. Hem Suriye’ye hem Lübnan’a hem Filistin’e silâh temin etmek, şunu yapmak, bunu yapmak… Burada çok ciddî bir sorun yok mu?
Ezgi Uzun Teker: Ciddî bir sorun var, ama bir yandan da şöyle bir şey var: “Direniş Ekseni” iç siyâsetin de bir parçası, buradan ayrı düşünemiyoruz. Şimdi iç siyâsetin parçası nasıl oluyor? Ben aslında bir nevi bu politikanın içeride Devrim Muhâfızları tarafından belli bir dönemde daha çok propagasyonu yapılarak daha çok ilerletildiğini düşünüyorum. Yani evet, bu bugün bir devlet politikası hâline gelmiş olabilir; ama Devrim Muhâfızları da dışarıda bu politikayı sürdürerek aslında kendilerini de güçlendirdiler, bu az önce bahsettiğim o altın çağ dediğim dönemde. Çünkü kendilerine çok fazla fon geliyor. İran içerisinde en büyük bütçeler ya bu devrimci kurumlara gider veya bu devrimci kurumlarla bir şekilde ilişkili olan birtakım dinî vakıflara, derneklere gidebilir. İkinci olarak da Devrim Muhâfızları’na ve Askeriye’nin diğer unsurlarına gidiyor. Ve Devrim Muhâfızları’na giden paranın da çok büyük bir kısmı yine bu Kudüs Gücü’ne aktarılıyor. Bu akışı da devam ettirmek istiyor. İçerideki kendi gücünü de bu dışarıdaki faaliyetlerle birlikte aslında pekiştirmek istiyor. Meselâ şu bir tesadüf değil; yani 2011’lerden sonra, tekrardan Devrim Muhâfızları’nın Kudüs Gücü aracılığıyla sâhaya çıkması, yani bölgede çok aktif askerî bir faaliyet içerisine girmesiyle — 2013’ten sonra Ahmedinejad’la birlikte… Daha doğrusu 2013’te demeyelim de, 2010’larla birlikte diyelim, Ahmedinejad’ın ilk döneminden îtibâren yavaş yavaş çeşitli bakanlık pozisyonlarına, önemli stratejik pozisyonlara gelmesi ve içeride siyâsî bir güç hâline gelmeye başlaması da bence bir tesâdüf değil. Bunun, İran’ın kendi içerisindeki o muhâfazakârlaşmanın da aslında bir unsuru, onun bir ürünü olduğunu düşünüyorum bunun. Yani biz bugün baktığımızda, vâliler, belediye başkanları… yine en son seçimlerde gördük, yani seçimlere katılan adayların bir kısmı –galiba yarısıydı yanlış hatırlamıyorsam– Devrim Muhâfızı kökenli. Yani bunlar artık sâdece asker değiller, aynı zamanda siyâsete de girmişler — ki İran ekonomisinde ne kadar önemli bir rol almaya başladıklarından hiç bahsetmiyorum bile. Dolayısıyla içeride, evet halkın bir tepkisi var buna karşı. Bu paraların, yani İran’ın kendi parasının başka ülkelere aktarılmasını ve özellikle de askerî faaliyetler için ayrılmasını istemiyor. Çünkü dediğiniz gibi içeride çok ciddî sorunlar var. Ve artık güçlü bir devlet istiyor İran; ama güçlü devletten kastımız şu: Yani halkın sorunlarını çözebilen bir devlet. Hem ekonomik sorunlarını çözsün istiyor; hem eşitsizliği, gelir adaletsizliğini çözsün istiyor; hem birtakım işler onun bunun akrabası olmadan ya da belli vakıflara, derneklere ya da belli siyâsî oluşumlara üye olmadan halledilebilsin istiyor. Bu anlamda, aslında daha kalkınmacı, daha güçlü bir devlet isteği var; ama işte bunun karşısında bir nevi durabilecek olan da, dediğim gibi, içerideki o daha muhâfazakar olan ve Devrim Muhâfızları’yla daha yakın ilişki içerisinde olan odaklar var. Dolayısıyla bunu dengelemek önemli İran içerisinde ve şu an dengelenemediğini görüyoruz aslında bir nevi.
Ruşen Çakır: Şimdi, nihâyetinde İsrail sınırlı olduğunu söylüyor, kısıtlı olduğunu söylüyor; ama kara harekâtına başladı Lübnan’da. Diğer yandan Gazze’deki operasyonlar sürüyor. Hattâ Lübnan nedeniyle onları görmüyoruz, unuttuk; ama çok ciddî bir şekilde sürüyor. Fakat Lübnan’daki kara harekâtı yeni bir aşamayı gösteriyor. Bu aynı zamanda “Direniş Ekseni”nin geleceğini de çok ciddî bir şekilde etkileyecek bir harekât diye düşünüyorum. Nasıl bir şey öngörüyorsunuz? Lübnan’dan başlayarak “Direniş Ekseni” Lübnan’da nasıl bir sınav verebilir? Çünkü Hizbullah komutanlarının büyük bir kısmı yok olmuş, cephânelerin büyük bir kısmı yok olmuş vs., bayağı bir zor durumda ve toplumun diğer kesimlerinden, “Bizi niye bu işlere bulaştırdınız?” gibi serzenişler de Lübnan’da ciddî şekilde başlamış durumda. Çok ciddî bir sınava giriyor “Direniş Ekseni”; aslında Gazze ile berâber başlamış, 7 Ekim’le berâber başlamış — şimdi çok daha net. Yayınımızın başlığına gelecek olursak, yani “Direniş Ekseni”nin ortadan kalkma ihtimâli var mı? Burada İsrail’in bir amacı herhalde bunu yok etmek.
Ezgi Uzun Teker: Ben de öyle düşünüyorum. Herhalde İsrail artık bu kadar işi büyüttüyse, artık bu ekseni ortadan kaldırmak istiyor. Çünkü bu eksenin bir yandan da işte bu Filistin’deki Filistin direnişine her türlü silâh, asker ve yani o her türlü lojistiğin sağlandığı eksen olduğunu da düşündüğü için, yani sâdece Gazze’de savaşmak yetmiyor, “Artık bu eksenin kendisiyle, o lojistik hatla savaşmak lâzım ki, onu ortadan kaldırmak lâzım ki işimiz kolaylaşsın” gibi bir düşüncesi de var diye düşünüyorum ben bir yandan. Ama yani bu şimdi Lübnan Hizbullahı, evet, bu “Direniş Ekseni”nin İran’dan sonraki bence en güçlü ve en önemli aktörü ve çok ciddî bir kayıp yaşadı Hizbullah. Yani daha önce hiç yaşamadığı ve büyük ihtimalle “Eksen”in de beklemeyeceği türde bir kayıp. Dediğiniz gibi, neredeyse tüm komutanlar hayâtını kaybettiler. Bundan sonra ne olacak acaba? Hizbullah toparlanabilecek mi? Bir kara operasyonu olursa ne olur? Tabiî bunlar çok önemli noktalar. Ben bu noktada şöyle düşünüyorum aslında: “Eksen” zayıflayabilir, özellikle bu Lübnan hattında belki zayıflayabilir — ki şu an zâten o zayıflama sinyallerini alıyoruz. Kısa vâdeden söz ediyorum. Ama uzun vâdede bunun tekrardan yapılandırılmasına devam edilecektir. Yani bunu ben İran’ın çok kolay kolay bırakacağını düşünmüyorum. Şu an herhangi bir aksiyon almasa da ya da işte o intikamı sürekli ertelese de, o “stratejik sabır” dedikleri şey, yine de uzun vâdede bu güçten çok da vazgeçmek istemeyecektir. Çünkü az önce söylediğim şey, buna bir askerî güç olarak yatırım yapmış. Yani İran orta ölçekli bir güç, dünya siyâsetindeki o güçler kategorizasyonuna bakacak olursak. O terminolojiyle konuşursak yine bir bölgesel güç ve aynı zamanda bir nükleer eşik ülkesi, bunu da unutmamak lâzım. Nükleer silâh elde ederek belki o bölgesel güç statüsünü elde edebilirdi; ama bunu yapmadı. Bunun yerine o 2011 sonrası dönemden faydalanıp, daha çok bu konvansiyonel olmayan savaşa yoğunlaşıp burada aslında kendisini güçlendirmeye çalıştı, buna bir yatırım yaptı. O yatırımın ben kolay kolay bırakılacağını düşünmüyorum; ama çok arka planda, çok yavaş yavaş hareket ederek bunu devam ettirecektir. Ama Hizbullah’ın bu noktada kendisine kısa sürede ne olabilir? Ben Hizbullah’ın kendisini dağıtacağını da çok düşünmüyorum. Evet, komutanların çok büyük bir kısmı yine kaybedilmiş olabilir. Ama bu tür yapılanmalar aslında liderlerin ya da komutanların öldürülmesiyle sonlanmıyorlar; yani bize bunu uluslararası ilişkiler literatürü de gösteriyor. Bu gibi örgütlere bakıldığında, aslında birtakım sûikastlerin çok da etkili olmadığını gösteriyor. Çünkü özünde bu tür örgütler ideolojik örgütler ya da kimlik bazlı örgütler ve siz oradaki o ideolojik ve kimlik bazlı sorunla eğer haşır neşir olmazsanız, onu halletmezseniz, o ortadan kalkmazsa, onun orada var olması için birtakım koşullar hâlâ devam ederse, o zaman o örgüt devam edecektir. Evet, şu an güçsüz olabilir; ama daha sonraki dönemlerde tekrardan kendini toparlayabilir. Tabiî burada Lübnan’ın kendi iç siyâseti de çok önemli. Lübnan’ın geçici başbakanının bir açıklaması vardı geçenlerde. Birleşmiş Milletler karârı var, 1559 ve 1701, bunun uygulamaya sokulması gerektiğini tekrar dile getirdi. Aslında bunu yanlış hatırlamıyorsam geçtiğimiz Ocak ayında da dile getirmişti. Bu da şu demek: Hizbullah dâhil çeşitli örgütlerin tamâmen silâhsızlandırılması ve Güney Lübnan’dan kuzeye doğru, yani Litani Nehri’nin kuzeyine doğru çekilmesi demek. Şimdi bunu aktive edecekler mi gerçekten, bu uygulamaya konulabilir mi? Lübnan ordusu belki bu fırsatı kullanıp bir şekilde Hizbullah’ı silâhsızlandırmaya çalışabilir mi? Bunlar ilerleyen dönemlerde, yani ilerleyen günler ve haftalarda çok sıkı tâkip etmemiz gereken şeyler kesinlikle. Ama sonucunu bilmiyoruz; bunda başarılı olabilecek mi onu da bilmiyoruz. Çünkü Lübnan da kendi içerisinde başka bir krizde. Yani Lübnan bugüne kadar yaşadıysa eğer, 1985’ten bugüne kadar, demek ki Lübnan devleti içerisinde önemli bir yükü vardı onun, yani üstlendiği bir sorumluluk vardı. O da aslında askerî güç. Yani Lübnan ordusu bu kadar güçlü olsaydı, o zaman zâten Hizbullah’a gerek kalmazdı. Şimdi bakalım bunun yeri dolabilecek mi? İşte bunlar sorular. Yani bu sorular üzerinden, önümüzdeki günlerde süreci sıkı tâkip etmemiz lâzım. Ama işin Lübnan kısmı bu. Bana soracak olursanız, Irak’ta bence bir sorun yok. Yani Irak’ta belli başlı birkaç tâne örgüt vardır, yine İran destekli olan. Aslında bu örgütler, tam da Hizbullah modelini benimseyip bir kısmı siyâsî partileşme ile Meclis’e girmiştir, bunlar bir araya gelip koalisyon oluşturmuşlardır. Bu oluşturdukları koalisyon, işte bugünkü başbakan konusunda uzlaşıp onu başa getirmiştir: Sudanî. Dolayısıyla şu an siyâsî güçleri de var, askerî olarak da o güçlerini devam ettiriyorlar. Hattâ aslında bunların önünde anayasal bir engel de konulmak istendi. Yani bu örgütler, milis güçken siyâsî parti olmasın diye. Ama bunda da başarılı olamadılar. Dediğim gibi hâlâ oradalar. Bu Gazze Savaşı’nı da çok destekliyorlar Irak’taki Şiî milis güçler — ki sâdece İran yanlısı değil, İran yanlısı olmayan Haşdi Şaabi’nin diğer unsurlarından da Gazze Savaşı’na yönelik sürekli bir destek var. Dolayısıyla bence Irak hattında şu an bir sorun yok; kezâ Yemen hattında da şu an bir sorun yok. Yani biz Yemen’i daha az konuşuyoruz; ama Yemen çok ilginç bir vaka bence. Çünkü Yemen direnişi, kendi isteğiyle direnişe girdi; yani İran’ın oluşturduğu bir direniş örgütü değil aslında Husiler. Yani 20 yıllık bir süreçleri var, kendi kurulma târihleri var. Ondan sonra 2014 ile birlikte İran’a daha da yaklaşıp İran’dan lojistik destek almaya başlıyorlar ve kendilerini “Direniş Ekseni”nin bir parçası îlân ediyorlar. Bu hattın da aslında çok etkin olduğunu görüyoruz. Yani İsrail’in ortasına füze attığını görüyoruz ya da Babülmendep’te gemi taşımacılığına yönelik çok ciddî faaliyetlerle aslında İsrail’i bir şekilde baltalamaya çalıştığını ve birtakım eylemlerde bulunduğunu görüyoruz. Yani şu an o öndeki Hizbullah hattında, evet, çok büyük sorun var. Suriye bence çok riskli ve dediğim gibi Suriye bu lojistiğin merkezi. Orada olacak olan şeyler o eksenin bekasını da bence belirleyecek nitelikte şeyler. Ama Irak ve Yemen hattı duruyor, kezâ İran hattı duruyor. İran’da o bahsettiğim içerideki muhâfazakarlaşma ile birlikte ve Devrim Muhâfızları’nın o kendi siyâsî gücüyle birlikte bu siyâsetin çok da ben bırakılacağını hâlâ düşünmüyorum. Ama ciddî bir yara aldı mı? Evet, aldı. Bakalım bundan sonraki dönemde ne olacak? Ama kesinlikle bir strateji değişikliği yapmaları gerekiyor galiba. Bu şekilde ilerleyemiyorlar çünkü.
Ruşen Çakır: Evet, sonuçta çok yara almış, yeni dönemde zaafları ortaya çıkmış bir hareketler bütünü var. Tabiî bunun merkezi Tahran ve orada onların kendilerini yenileyip yenileyemediğine bakacağız. Ama Lübnan’da Hizbullah’ın işi çok kolay değil, hattâ Lübnan’ın işi de çok kolay değil. Bunu görüyoruz. Çok sağ olun, çok bilgilendirici oldu. Çok teşekkür ediyorum. Gerçekten “Direniş Ekseni” lâfını daha fazla insanın bilmesi ve olayı birazcık böyle görebilmesi ne kadar iyi olur. Çünkü Türkiye’de genellikle böyle anlık değerlendirmeler yapılıyor, buradaki ilişkilerdeki fırsatlar ve riskler çok göz ardı ediliyor. Olayın tabiî ki bir mezhep boyutu var, Şiîlik boyutu var; ama onun ötesinde stratejik çok şey var gerçekten. Ve İsrail, anladığım kadarıyla zamanlamayı iyi tutturmuş, karşı tarafın eksiklerini çok iyi saptamış; öyle gözüküyor, şu âna kadar öyle gözüküyor. Ama bunun böyle süreceğinin de bir garantisi yok. Çünkü yıllar önce de Lübnan’ı işgal etmişti; ama terk etmek zorunda kaldı meselâ. Bu sefer de pekâlâ… Şu hâliyle gözükmüyor sanki, ama yine de belli olmaz diyelim. Çünkü adı üstünde, “Direniş Ekseni”, yani saldıran değil, kendini savunan konumda olması…
Ezgi Uzun Teker: Evet. Savunma hattında olan bir ittifak ağı. Bundan sonraki dönemde ben biraz daha İran’ın bu askerî teknolojisine daha ciddî yatırım yapmak zorunda kalacağını düşünüyorum. Çünkü en son, hatırlarsınız, yanılmıyorsam Nisan ayındaydı, İran’ın Suriye’deki konsolosluğuna bir saldırı olmuştu ve birçok büyük komutan ölmüştü. Bunun akabinde ve bunun aslında bir nevi intikamını almak için çok ciddî miktarda drone göndermişti. Ama orada neye takıldı meselâ? Şimdi, İran’ın drone teknolojisi olduğunu biliyoruz; balistik füzeleri olduğunu, çok uzun menzilli güdümlü füzelerinin olduğunu biliyoruz; ama dönüp dolaşıp İsrail’in kendi savunma sistemine takıldı. Onlar da orada onu zâten test etmeye çalışmışlardı. Bunun için bir şey yapmaları gerekiyor, tabîi bu da kolay bir şey değil.
Ruşen Çakır: O saldırıda çok ciddî bir Batı desteği var İsrail’e, biliyorsunuz.
Ezgi Uzun Teker: Tabiî, o da var.
Ruşen Çakır: Orada dâhil oldular ve İsrail’e kalkan oldular. İran’ın öyle bir destekçisi yok yani dünyada. Yani bölgesinin dışında bir destekçisi yok. Çok sağ olun tekrar. Evet, Yeditepe Üniversitesi’nden Ezgi Uzun Teker’le İran’ın kurucusu olduğu, gözeticisi olduğu “Direniş Ekseni”nin öyküsünü ve bundan sonraki geleceğini konuştuk. Tabiî ki Filistin ve Lübnan ağırlıklı olarak konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.