Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (236): Yenidoğan Çetesi, Bahçeli’den Öcalan’a çağrı, Özgür Özel Güneydoğu’ya gidiyor, Açık Radyo

Yeni çözüm süreci tartışmaları: Bahçeli’den Öcalan’a çağrı

Yeni çözün süreci tartışmalarından sonra Bahçeli’den Öcalan’a çağrı geldi. Bahçeli, Abdullah Öcalan’a, “Buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin” diye çağrı yaptı. Bahçeli’nin gündeminde TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un Anayasa’nın 3. maddesine yönelik açıklamaları da vardı.

Bahçeli'den Öcalan'a çağrı
Devlet Bahçeli

Özgür Özel’in Güneydoğu çıkarması

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, altı günlük Doğu turunda DEM Partili belediye başkanlarını ziyaret edecek. Özel, gittiği bütün kentlerde partisinin il başkanlıklarını da ziyaret edecek.

Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ta çözüm süreci tartışmalarını ve Bahçeli’den Öcalan’a çağrıyı yorumladı.

“Yenidoğan Çetesi” bebekleri nasıl öldürdü?

Açık Radyo’nun yayını resmen sona erdi: “Açık Radyo açık kalmalı”

İstanbul, Tekirdağ-Çorlu’da 112 Acil Çağrı Merkezi çalışanlarıyla işbirliği yapan suç örgütüne yönelik iddianame hazırlandı. Suç örgütü, bebek acil hastalarını, anlaştıkları özel hastanelerin yenidoğan ünitelerine sevk etti. İddianamede sevk edilen bebeklerin ölümlerine yol açarak haksız kazanç sağladıkları yazdı.

Türkiye’nin en köklü bağımsız medya kurumlarından biri olan Açık Radyo’nun yayınları 16 Ekim Çarşamba günü 13.00 itibarıyla sona erdi. Yaklaşık 30 yıldır yayın yapan Açık Radyo, RTÜK’ün lisans iptali kararı sonrası karasal yayınını sonlandırdı. Açık Radyo çalışanları ve kurucusu Ömer Madra açıklama yaptı. Açıklamada “Açık Radyo açık kalmalı” denildi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Yine Kadri Gürsel ve Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Arkadaşlar merhaba. İzleyiciler de fark ediyorlardır, şifayı kaptım. Siz de daha önce kapmıştınız, sıra bana geldi, bayrak yarışı gibi. Biz bugün çözüm süreci iddialarını ve Açık Radyo’yu konuşacağız diyorduk. Ama izleyicilerimiz Yenidoğan Çetesi ile ilgili konuşmamızı istiyorlar ki çok haklılar. O yüzden başlangıcı onunla yapalım. ‘’Yenidoğan Çetesi’’ olarak adlandırılan korkunç bir sağlık skandalı var karşımızda. İstanbul’daki bazı özel hastanelerde, -İstanbul dışında Tekirdağ Çorlu’da da var galiba- sırf para kazanmak için yeni doğan bebeklerin hayatlarıyla oynayan ve bazılarının ölümüne yol açan bir şebeke. Şebekenin içerisinde sağlık çalışanları, iş insanları da var. Bu özel hastanelerin isimleri yayınlanıyor. Bunların arasında eski Sağlık Bakanı Müezzinoğlu’nun hastanesi de var. “Benim vicdanım rahat” demiş ama, “İddianameyi görmedim” diye de eklemiş. MHP’li, CHP’li insanların sahip olduğu kurumlar da var. Feci ve korkunç bir durum. ‘’Görmediğimiz ne kalmıştı?’’ sorusuna eklenecek yeni bir şey daha. Üstelik yıllardır böyle bir şeyin yapılabiliyor olması… Nasıl çalışıyor bu şebeke? Normal doğumla dünyaya gelen bebekleri, durumlarının ağır olduğu gerekçesiyle önceden anlaştıkları özel hastanelere uzun yatışla sevk ettiriyorlar ve onun parasını alıp, o parayı da kırışıyorlar. Ve bu işe herkes bir şekilde dâhil. Bu paraları da SGK’dan alıyorlar. Böyle karışık bir hikâye. Bunu da gördük. Kadri, ne dersin?

Kadri Gürsel: Evet. Aslında bunlar, daha önce de vardı diyebileceğimiz şeyler değil. Bunlar yeni, gerçekten yeni suç biçimleri ve daha önce böyle bir kötülükle karşılaştığımı hiç hatırlamıyorum. Kötülükleri birbiriyle kıyaslamak niyetinde değilim elbette. Ama bu kadar çok kötülüğün, bu kadar saf kötülüğün ve kötü insanın birbirlerini bulmaları, birbirleriyle çeteleşmeleri ve içlerindeki kötülüğü paylaşmaları… Kötü insanlar oldukları ve yapabilecekleri kötülükte de sınır olmadığını, bebeklerin hayatına kastedip, ailelerinin korkunç acılar çekmesine, yıllar sürecek ve asla unutulmayacak bir acı ve mağduriyet yaşamasına neden olarak, bunun üzerinden para sızdırmak, para tırtıklamak gibi bir amaç etrafında bir araya gelmiş bir çeteden bahsediyoruz. Ve bu çete, tek bir hastanede şebekeleşmiş, yerleşmiş değil. Birçok hastaneyi kullanıyor ve sağlık sistemi buna engel olamıyor. Sağlık sistemi belli ki bunu görmek istemiyor, görmüyor ya da denetimler yeterli değil. Burada benim tüylerimi diken diken eden ve hayretler içine bırakan asıl şey, başında da söylediğim gibi, bu kadar net, kesif, çıplak, saf bir kötülük ve ahlâksızlık etrafında, insanların, bundan para çarpmak amacıyla içlerindeki o kötülük eğilimini birbirleriyle paylaşabilecek özgüvene sahip olmaları. Yani kötü kötüyü gözünden mi tanıyor, anlamıyorum, ama gerçekten bu siyasal ve toplumsal bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bu böyle münferit bir hadise değil. Çünkü bu çetenin elebaşı, savcıyı tehdit edebilecek kadar kendine güvenen, kendine güç atfeden pervasız bir insan. Bir de fotoğraflar var tabii. Özellikle, 2015’ten, 2016’dan sonra, bu kötülerin, yasadışı ve ahlâksız insanların, kendileri gibi olmadığını varsaydığımız otoritelerle, yetkililerle, en üst düzeydeki yöneticilerle fotoğraflarının ortalıkta dolaşması, adeta bu dönemin bir alâmet-i farikası. “Ne oldu da böyle oldu?” sorusuna cevap vermek lazım. Çünkü teşhis koymak için bu cevabı bulmak gerekiyor. Teşhis elbette ciddi bir konu; bizim kapasitemizi aşabilen bir şey. Bu aslında disiplinler arası bir konu. İçinde kriminoloji, sosyoloji, siyaset bilimi gibi pek çok alanı kapsayan geniş bir konu. Çünkü bir suç kadar, suçun işlenmesine imkân tanıyan sosyal ortam, politik ortam ve idari ortamın da ne olduğunun iyice araştırılması lazım. İnsanların böylesine rezil ve iğrenç bir suçu işlemek için bir araya gelebiliyor olmaları, üstelik, toplum sağlığı, birey sağlığı için kurulmuş olan müesseselerde bu suçu işliyor olmaları, Türkiye’nin gerçekten utanması ve çok üzülmesi gereken bir tezadı oluşturuyor. 

Bu konuya elbette çok farklı açılardan yaklaşılabilir, ama ben bir açıdan yaklaşıyorum ve bunun tek doğru olduğu iddiasında da değilim. Bu konunun siyasetle alâkası üzerinde biraz kısaca durmak istiyorum.  Ve siyasetle alâkasını da değerler sistemi ile bağlantılandırmak istiyorum. O da şu: İnsanın otonom ahlâkından geçtik. Din ve bir bireyin otonom vicdanı, otonom ahlakı arasındaki ilişki gibi felsefi konulara girmeden önce şuna değinmek istiyorum. Yine bu iktidarın yıkıp da yapamadığı veya yanlış yaptığı bir durumla karşı karşıyayız. Nasıl bu iktidar kurumları yıkıyor, kurumların içini boşaltıyor, onları çalışmaz hale getiriyor, fakat yeni kurumlar inşa edemiyorsa, burada da iktidarın, iktidarda kalmak, hep iktidar olmak, nesiller boyu iktidar olmak üzere yapageldiği şey de, maalesef korkunç bir toplumsal ahlak çöküntüsünü ve çürümüşlüğünü ortaya çıkardı. İktidarın, bir taraftan toplumsal ahlâkı çürütürken, alabildiğine yozlaştırırken yerine koymaya çalıştığı şeyse bir şekilden ibaret. Aslında insanları kötülük yapmaktan, diğer insanlara zarar vermekten alıkoyan ve vicdanlı davranmalarını emreden tüm tek tanrılı dinlerin buyruk ve akidelerinin uygulanmasının da, bu çöküntü ve yıllardır uygulanan sözde toplum mühendisliği neticesinde imkânsız hâle geldiğini görüyoruz.

Ezcümle, hadise şudur: Türkiye’de toplumun dinselleştirilmesi, eğitimin dinselleştirilmesi, siyasal İslam tarafından yürütülen politikalardır. Bu konuda yapılan sistemli, yaygın çabaların, özellikle eğitim alanı üzerinden, toplumsal şebekeler, tarikatlar üzerinden, bu ahlâkın, değerler sisteminin derinine nüfuz etmesine, insanlar tarafından içselleştirilmesine, iyinin, güzelin, insanların iyiyi ve güzeli içselleştirip, beşeri ilişkilerinde ‘günahtan uzak durmak’ gibi bir düsturun etrafında davranmasına imkân vermediğini görüyoruz. İçi boşalmış bir sistem. Dinsellik, özellikle yeni nesillerde ve toplumun diğer kalan kesimlerinde içe, öze ve insan ruhuna nüfuz etmiyor; şekilde kalıyor, biçimde kalıyor. Kamusal alanda, başkalarının görebileceği ve onlara referans olabilecek bazı dinî pratiklerin uygulanması, mesela cumada görülmek, oruç tutmak, oruç tutar gibi görünmek ya da Umre’ye, Hacca gitmek gibi bütün bunların yapılmasından sonra, aslında dinin yasak ettiği pek çok günahın, pervasızca açık ya da gizli olarak işlenmesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Dinî vecibeleri, şekilsel olarak ve görünüşte yerine getiren çok geniş toplum kesimleri ve bireyler, diğer taraftan dinin günah saydığı şeyleri yapmaktan hiç de alıkoymuyorlar kendilerini. Bu sistem muazzam bir ikiyüzlülük üretmiş durumda. Çünkü zaten Sistem, mevcut iktidarın uygulaya geldiği bu politika, aslında, pozitivizmin yerine, dinsel ahlâkı veya otonom ahlâk yerine, bireylerin ahlakının yerine -ki insanlığın da bir ortak ahlâkı vardır ve bu dinle sınırlandırılamaz- dinsel bir ahlak koymaya çalışmak. Ama bunu yapmaktaki amaç, toplum mühendisliğiyle iktidarda kalmak olduğu için, politik bir amaç. Politik amaç olduğu için de zaten yüzeysel oluyor, şekilsel oluyor ve insanın zihnine, karakterine ve ruhuna nüfuz etmiyor. O zaman da karşımıza taşlaşmış bir din anlayışı, kabuklaşmış bir dinle, korkunç bir ikiyüzlülük ve sahtekârlık çıkıyor. Bütün o şekilsel uygulamaları yerine getirmek, iktidarın nimetlerinden yararlanmak için yeterli olduğundan ve iktidar da zaten devletin nimetlerini iktidar mensuplarına en dardan en geniş, en son halkaya, en yakından en uzağa kadar dağıtmak üzerine örgütlendiğinden, aslında iyilik burada en büyük kaybeden oluyor. Neticede bu ayrımcılık ve dışlayıcılık üzerine yerleşmiş, uygulanagelen bir politika bu. 

Burada Daron Acemoğlu’nun da kulağını çınlatalım.  Daron Acemoğlu Nobel ödülü aldı, kendi çapımda naçizane kutluyorum kendisini. Haksızlık ve adaletsizlik üzerine örgütlenmiş bir kurumsal dışlayıcılık ve vatandaşına eşit davranmayan, vatandaşının çok büyük bir kısmını, belki de toplumun çoğunluğunu dışlayan, onlara hak ve adalet dairesinde hizmet vermeyen bir rejim, bunları din adına yapıyor; sözde haklılığını dini değerler ve dini gerekçelerle açıklıyor. En başta burada haksızlık ve adaletsizlik, zaten meşrulaştırılmaya ve normalleştirilmeye çalışılıyor. Bütün bunlar yıllardır süregeldiği için de kötülük, böyle sistemin en merkezi yerlerinde yaşayabiliyor. Kötülük, yaşatmakla alâkalı olan kurumlarda, gerekirse öldürmek üzerine hiç ummadığımız, görmediğimiz seviyelere çıkabiliyor. O konuşmalar yayınlandı biliyorsunuz: birbirleriyle ‘’şu hastayı öldürelim, 150 bin lirayı alıp yiyelim, âlem yapalım’’ diye konuşan insanlar. İnanılır gibi değil, korkunç bir şey. Böyle bir senaryo ancak fantastik filmlerde olur diye düşünüyorsun, ama gerçek. Bunun, toplumsal ahlâkın içini boşaltan, onun yerini de şekilsel bir din anlayışıyla doldurduğu için aslında içini boş bırakan ve o boşluğa da akla gelen her türlü kötülüğün, haksızlıkların dolmasına izin veren, yol açan bir iktidar anlayışının sonucu olduğunu iddia ediyorum.

Ruşen Çakır: Evet. Siz de sosyal medyada görüyorsunuzdur, birtakım kadınların büyük bir şaşkınlıkla, “Benim çocuğumu da bu doktorlar öldürmüş o zaman” diye yaptıkları sosyal medya paylaşımları görüyorum. Onların acısını düşünebiliyor musunuz? Diyelim ki çocuğunu kaybediyor ve kader diyor, “Allah istemedi,” diyor. Ama yıllar sonra bir çıkıyor ki sırf 5.000, 10 bin, 50 bin lira alabilmek için çocuğunun ölümüne neden olmuşlar. Tabii bu sadece kadınlar için değil, bütün çocukların babaları, yakınları ve aslında tüm vicdan sahibi insanlar için çok acı bir durum. Kemal sen ne dersin?

Kemal Can: Kadri demin konuşmasına başlarken teşhisin öneminden bahsetti. Ben de konuya şöyle bir yerden gireyim. Bu, daha önce başka meselelerde de olduğu gibi, ekonomiden güvenlik sorunlarına kadar pek çok meselede hadise, bir liyakat, işleyiş sorunu, bir beceriksizlik meselesi olarak kurgulanıyor ya da Kadri’nin uzunca anlattığı gibi bir ahlâki zaaf ya da bir ideolojik pozisyonlama meselesi. Bunların tabii ki açıklayıcı olduğu taraflar var. Ama açıkçası ben, işe teşhis penceresinden bakıldığı zaman problemin daha sistemsel bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Bu gündelik şiddet, kadınlara ve çocuklara yönelen şiddet, çeteleşme, kent talanı, ekonomik eşitsizlik ve daha pek çok alanda, muhalefet perspektifinin hep bir işleyiş eleştirisinden öteye gidememesini biraz yadırgıyorum açıkçası. Çünkü Kadri’nin demin söylediği, “Bu kötüler birbirini nasıl buluyor?” meselesindeki mekanizma gayet basit. Para kazanılabilen alanı, para kazanma yollarını ve eğitim, sağlık gibi çok temel meseleleri ticarileştirilen bir zemini var kılarsanız, orada para kazanmanın yollarını üreten küçük mekanizmalar kendiliğinden oluşur. Kötüler kötüleri bulduğu için değil, o bir yol hâline geldiği için. 

Bugün sağlık hizmetlerinin, özellikle 112 acil ve müdahale birimlerinin, SGK anlaşmalı özel hastaneleri kullanma biçimi bir ticari işleyiş yarattı. Bu, bugün yeni doğanlarla ilgili yapılan bir tezgâhla ortaya çıktı. Araştırılsa, eminim daha sonraki zamanlarda başka hastalık gruplarında da karşımıza gelecek. Çünkü sağlık sisteminin, eğitim sisteminin ticarileşmesi, zaten otomatik olarak tıpkı çeteleşmeleri yaratan durum gibi, kendiliğinden böyle mekanizmalar üretiyor. Burada vicdanı daha gevşek olanlar, daha vicdansız olanlar, daha meşrebine uygun acayiplikleri yapmaya teşne olanlar, bunu daha uç noktalara taşıyorlar, daha acayip yollar buluyorlar. Ama buradaki sistemsel sorunu görmeyince, bunun bir sistem sorunu olduğunu algılamayınca, tıpkı kent talanında olduğu gibi, kent rantları üzerinden dönen inşaat rantları ve kent rantının, sürekli dikey büyümeyle arttırılması üzerine kurulmuş bir birikim modelinin içerisinde, en masumlar bile suç ortağına dönüşüyorlar. Çünkü gecekondusunu müteahhide verip bilmem kaç katlı apartman yaptıran da bu olgunun bir parçasına dönüşüyor, o inşaatta çalışan işçi de bir parçasına dönüşüyor. Sonuçta herkesin dâhil olduğu bir süreç olarak işliyor. Bu, ekonomide de böyle, temel hizmet alanlarında da böyle. Memleket için hep siyasetçilerin yetersizliğinden bahsediyoruz ama, bu muhalefet perspektifinin, en azından sorunlar bazında tartışırken, bu gündelik siyasetin, iktidarın yetersizliklerini, liyakat sorunu ya da bir işleyiş problemi olarak tartışmanın ilerisine gitmeyen eleştirel bakışını, tartışma ve sorunlarıyla ilişki kurma yetersizliğini bir toplum problemi olarak görüyorum. Siyasetçileri kifayetsizlikle eleştiren ya da her anketten, aslında siyasetçilerin nasıl güven kaybettiğini okuyarak, bundan bir sonuç üretmeye çalışan akademisyeninden yorumcusuna, sıradan seçmenden, meselenin uzmanlarına kadar herkesin, temel meselelerde, Kürt meselesinde, ekonomide veya başka meselelerde ve bugün yaşadığımız çok somut, insanların ölümüne neden olan çok açık problemlerde, sağlık problemi gibi problemlerde, bu perspektifi biraz genişletmeleri gerektiğini düşünüyorum. Teşhis diye bir yerden konuşacaksak, kendi aramızda problemler hakkında tartışmayla sonucu zorlayan ya da harekete geçmesi gereken aktörleri belirli bir biçimde gündemle sıkıştıran bir perspektif oluşturulması, böyle mümkün olur. 

Şimdi ortaya çıkan bir çete. Sonuçta bu çetenin tepesinde yer alanların bir takım devlet gücü ve iktidarla ilişkilerini kullanarak tehditten aracılığa kadar pek çok işin içine girmiş olduklarını görüyoruz. Ama bir yandan da görüyoruz ki, işin içinde her siyasi çevreden de insan var. Çünkü bir tezgâh kurulmuş. Bu memlekette, nasıl ki her partiden müteahhit depremde yıkılan ev yapmayı becerebildiyse, bu işte de böyle bir taraf var. Mesela çocuklarla ilgili böyle bir şeyin yaşanıyor olması elbette insanların çok hassas olduğu bir konu. Ama bu sistemin, ‘’sağlıkta özelleştirme’’ diye sunulan ve aslında bu iktidarla da sınırlı olmayan, bir süreden beri işlemekte olan sürecin, yani kamusal hizmet alanının ticarileşmesi hadisesinin, denetim yapmayan, liyakatsiz kadrolarla çalışan iktidar sorunu olmadığını, açıkçası sadece ahlâki bir mesele de olmadığını düşünüyorum. Problemleri ‘’ahlâksız insanlar gitsin, ahlâklı insanlar gelsin’’ diye çözemeyiz. Bu sorunların çoğunun sistemsel bir mesele olduğunu önce bizim görmemiz ve tartışmaları böyle kurmamız gerektiği kanaatindeyim. Bu perspektifle, söz konusu hadisede de suçlular, suçluların ilişkileri ve bunun arkasındaki siyasi şey elbette ortaya çıkartılmalı. Elbette suçlular bu cezasızlık karanlığında kaybolmamalı. Ama bunun aslında çok kuvvetli bir sistem sorunu olduğunu tartışmanın da vesilesi olmalı. Bu meseleyi, yaratılan sistem sorununun önümüze getirdiği çarpıcı bir sonuç olarak görelim. Tıpkı cinayetlerde, iş cinayetlerinde veya başka konularda olduğu gibi, bunun doğrudan sorumlularının ceza alması ve bütün toplum tarafından sorgulanan bir şey haline gelmesi için uğraşalım. Ama bunu yaratan sistemsel sorunu da görelim ve eleştiri açımızı bu genişliğe taşıyalım diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Benim rahatsızlığımı da gözeterek biraz fazla uzatmamanızı rica ediyorum. Çünkü hakikaten kendimi toparlamak istiyorum. Konuşacak çok şey var. Kürt meselesini, çözüm süreci iddialarını iki başlıkta ayrıca ele alalım demiştik, ama ikisini beraber bir seferde konuşalım. Ben Bahçeli’nin şu ya da bu şekilde Öcalan’ı muhatap almasının, ondan bir şey istemesinin ilginç ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bir diğer husus, Özgür Özel pazartesi günü Selahattin Demirtaş’ı ziyaret edecek, Salı akşamı da Güneydoğu’ya gidecek. Bayağı yüklü bir program var. Orada belediye eş başkanlarıyla hemen gittiği her yerde buluşacak. Bu ikisini birlikte ele alalım. Dün, hastalığım nedeniyle gidemediğim bir toplantıda, DEM Parti Eş Başkanları gazeteci arkadaşlarımızla konuştular. Orada özellikle CHP’yi katmayı vurgulamışlar ve CHP’nin tavrını çok olumlu olarak görmüşler. Bunu da özellikle not olarak düşeyim. Kadri, ne dersin? 

Kadri Gürsel: Birincisi, tabii bu ‘’çözüm süreci’’ ifadesini kullanmaktan imtina etmek lazım. Dolayısıyla, X’teki tanıtımda, çözüm süreci demememiz iyi olmuş, çünkü ortada bir çözüm süreci yok. Bu çok iddialı bir şey. Aynı zamanda da çözüm süreci dediğinizde, Sırrı Süreyya Önder gibi Meclis kürsüsünden açığa düşersiniz. Bahçeli’ye teşekkür etmekle siyaseten açığa düşmüş oluyorsunuz. Bahçeli ne diyor? Aslında burada çözüm süreci gibi bir şeyin olmadığını, Öcalan’ın tek taraflı olarak örgütünü tasfiye etmesini, gelip teslim olmalarını ve ondan sonra da cezalarını çekmelerinin gerektiğini söylüyor. O zaman pozisyonda değişiklik yok. Demek ki çözüm süreci dediğimiz şey “devlet” ve “Kandil’in” aracılar vasıtasıyla anlaşıp konuşmaları, karşılıklı adımlar ve bir uzlaşı ortamı zeminin yaratılmasıyla Kürt sorununun çözümü. Böyle bir şey yok ortada, olmadığı çok açık. Devlet Bahçeli’nin yaptığı açıklamaya baktığınız zaman, açıklamanın dili ve ruhunda böyle bir şeyin olmadığını görüyorsunuz. Konu çok basit aslında. Konu seçimin erkene alınması yoluyla, Erdoğan’ın tekrar aday olabilmesi veya bir üst aşaması da Kürt partisinin, Anayasa değişikliğine, referanduma götürmeye ‘evet’ demesi, bir referanduma gidilmesi. Bu da riskli bir şey tabii. Anayasa değişikliğinde neyi halledeceksiniz, neyi çözeceksiniz? Neticede Numan Kurtulmuş’un, “Devletin milleti olmaz, devletin ülkesi olmaz” sözleriyle, bir siyasal bir İslamcının, “Bu sözde çözüm, yeniden çözüm süreci mi?” tartışması çerçevesinde, ideolojik tasavvurunun tezahürünü gördük. Belki de, “Devletin dini olur mu?” diye kendisine de sormak lazımdı. Çünkü şu an kendileri adı konmamış şekilde devletin bir dini varmış gibi hareket ediyorlar. Aslında burada Kürt hareketiyle siyasal İslamcı hareketin buluştuğu ortak nokta, ulus devletin tasfiyesidir, Anayasa’dan da tasfiyesidir. Bu manada bir yol yürüyebilirler mi? Ben böyle bir yolun yürünebileceğini zannetmiyorum. Sonuçta elbette ki Kürt hareketi, Kandil, DEM Parti olsun heyecanlanıyormuş gibi yapacaklardır, siyaseten yapmak zorundadırlar. 

Ama tabii bir de Devlet Bahçeli faktörü ve bunun dışında Amerika faktörü var. Geçen programda biraz konuşmuştuk ama bu konu bir soru işareti çerçevesinde kalmıştı. “Amerika bu denklemin neresinde?” diye sormuştuk. “Bölgede ne değişiyor, ne değişebilir?” diye sormuştuk. Gönül Tol’la birlikte yaptığınız programda, bu konuda kim ne söylemiş diye baktım. Bir tek onda gördüm. Eksiklerim olabilir, ama Amerika açısından değişen tek şey, 2025’in Eylül ayında Irak’taki Ambar vilayetindeki hava üssünden çekilmeleri ve birkaç yüz Amerikan askerinin, danışman sıfatıyla Erbil’de kalmaları hususunda Bağdat yönetimiyle anlaşmış olmaları. Onların da 2026’da çekilmeleri konusunda bir anlaşma var. Ama anlaşma resmen açıklanmış değil. Resmen açıklanmadığı için de şu an gayriresmi olarak ortada dolaşan bir haber bu. Resmileşmiş değil. Eğer bu anlaşma uygulanırsa, Suriye’deki Amerikan birliklerinin lojistiğinin nasıl sağlanacağı ayrı bir konu olacak.  Gerçi sayıları çok da kalabalık değil. Amerika, Suriye’de çok az sayıda birlik bulunduruyor, o az sayıdaki birlik de caydırıcı olmaya yetiyor zaten. Tabii orada Suriye Demokratik Güçleri adı altında varlık gösteren PKK/YPG ‘’Amerikalılar giderse, bölgeden çekilirse, biz ne yaparız?’’ diye düşüneceklerdir. O zaman da anlaşabilecekleri tek aktör Ankara değil; Şam var, kısmen Bağdat var, Tahran var. Bu konuda, dört beş ayrı aktörle çeşitli müzakere zeminlerini zorlayabilirler. Ama müzakere zeminini öncelikle Suriye’yle zorlayacaklardır. Bölgede PKK açısından böyle bir oynaklaşma, bir istikrarsızlaşma eğilimi var. Şu ana kadar Amerika’nın vesayeti PKK’yı kontrol altında tutuyordu. Hem bir taraftan Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesini önlüyorlardı, hem de bunun karşılığında, tabii ki bir karşılıklılık var burada, biri diğerinin nedeni olduğu gibi, diğeri de birinin nedeni karşılığında, PKK’nın, Türkiye’ye karşı terör eylemlerinden uzak durmasını sağlıyorlardı. Verdikleri silahların Türkiye’ye karşı kullanılmasını önlüyorlardı. PKK çizgiyi birkaç kere geçti. Amerika’nın bilgisi dâhilinde mi geçti? O da ayrı bir şey. Bilgisi dâhilinde geçmiş de olabilir, olmayabilir de. Onu bilmiyoruz, ama birkaç kere geçti ve biliyorsunuz PKK’nın Kuzey Irak’taki Türk birliklerine saldırıları oldu. Tam tarihini şimdi hatırlamıyorum, sanıyorum geçen bahar aylarındaydı. 

Amerika böyle bir zeminde, Suriye ve Irak’tan çekilir mi? Açıkçası bunun çok kolay olduğu kanaatinde değilim. Birincisi, İran var. Amerika orada İran’ı dengeliyor. Eğer Amerika çekilirse, İran’ın Lübnan’a ulaşma konusunda önü tamamen açılır, herhangi bir denetleme imkânı olmaz. Rusya’nın varlığını orada dengeliyor. Suriye Şam yönetimine karşı da bir şey oluyor. En sonda da aslında varlığını hâlâ devam ettiren İŞİD var. Bir de Suriye’de İslamcı teröristlerin eline, radikal İslamcıların eline geçmesinin önlenmesi gibi sözde haklı gerekçeyle davranıyorlar. Buradaki denklemin Amerika açısından kolaylıkla değişebileceğini zannetmiyorum. Dış dinamikler aradığımızda şu an bir tek bu var aslında. Bir de tabii önümüzdeki İran-İsrail savaşının nasıl bir şekil alacağını da bilmiyoruz. Bu açılardan baktığımız zaman, ben açıkçası PKK’nın bölgedeki Suriye ve Irak’taki geleceğinin belirsizleşmeye başladığına ve PKK’nın bu denklemde kendisine yeni bir yer edinmeye çalışacağına hükmediyorum. Ama şu aşamada bunun, Ankara’yla otomatikman bir anlaşma zemini oluşturduğu kanaatinde değilim. O yüzden de çok karmaşıklaşmasının gereği yok, bunu basite indirgemek lazım. ‘’Çözüm süreci’’ dememek lazım. Bu bir açılım mıdır? Açılım da değildir. Burada bir anlaşma, bir pazarlık, pazarlık arayışı var. Bu pazarlık arayışının sonucunda da Saray ve Kürt hareketi, bazı projelerin desteklenmesi hususunda DEM Parti üzerinden anlaşabilirler. PKK şu anki hâlde bir kazanım elde etmiyor, ama bazı kazanımlar elde etmeden de Irak’ın kuzeyinde ve Suriye’de Amerikan vesayeti altında temerküz etmiş olan silahlı varlığını sonlandıracağını, bundan vazgeçeceğini düşünmüyorum. Burada siyasete bakmak lazım. Özgür Özel bahsini de şimdi konuşmayayım. Yeri gelirse tekrar konuşuruz. Sen de çok uzatma demiştin zaten. O yüzden şimdi ben burada ara vereyim. 

Ruşen Çakır: Evet, teşekkür ederim. Kemal, sen CHP’ye biraz ağırlık verirsen makbule geçer. Süreyi uzatmamaya çalışalım. Herkes herhalde halimin berbat olduğunu sesimden anlıyordur.

Kemal Can: Evet, hiç iyi görünmüyor. En azından sesinden öyle anlaşılıyor. Adının ‘’çözüm süreci’’ olarak konması, önceki sürecin adının… Zaten ‘’yeni çözüm süreci’’ diye konuyor ya adı, ‘’eskisi bir çözüm süreciydi, şimdi yenisi geldi’’ gibi, ama zaten eskisinin de çözdüğü bir şey yoktu. O yüzden oradaki ‘’çözüm’’ öneki, isimlendirmede bir sonuç vaadi ya da bir imadan çok, aslında herkes için ‘’çözüm’’ denen şeyin pozitif bir anlamının olmadığına da delalet ediyor. Çünkü birileri için çözüm, başka birileri için çok rahatsızlık verici bir şey anlamına geliyor. Çözüm dediğimiz cümle, bu soru özelinde ve aslında pek çok sorunda, herkes için aynı anlama gelmiyor. Hele bu konuda hiç gelmiyor. O yüzden, tıpkı normalleşme, yumuşama meselelerinde de yaşadığımız gibi burada isimlendirmeden başlayarak aslında bir niyet beklenti ayrışması var. Ama ortada bir süreç olduğu kesin. O da şu: Tam da bu tartışılmaya ve buradan çıkabilecek politik sonuçlar üzerine varsayımlar üretilmeye başlandığı için, aslında bir süreçten bahsedebiliriz. Zira süreç illa bir sonuca varması gereken bir şey değil. Sürecin kendisi bir sonuç aslında. O süreci üretmek için de bazı şeyler başlatılır. Bunun örneklerini defalarca gördük; daha önceki süreç de böyle bir şeydi. Daha önceki süreç, iki taraf açısından da o pazarlık imkânının, fırsat ve risk analizi etrafında optimum faydalanılması üzerine uzatılan, karşılıklı olarak bir neticeye varma perspektifinin dışında, sürecin devamından ne fayda çıkacağına ilişkin bir beklentiyle yürümüştü.  Ve o dönemde en temel meselelerden biri, sürecin kapalı yürütülmesinin, herkesin tercihi olmasıydı. Hatta çatışma çözümleri açısından bunun bir mecburiyet olduğu söylenmişti. Bunun kamuya açılan kısmıysa, neredeyse resmi tarih söylemi gibi, âkil adamlar eliyle bir yerde kotarılan bir zeminin halka anlatılması, halkın dâhil olduğu ya da kamuoyuna açık, şeffaf bir süreç olarak işlemediği, başka yerlerde, elitler arasında, daha belirli aktörler arasında süren pazarlığın ortaya çıkabilecek neticelerini, kamuoyunu hazırlamak için yapılan bir PR faaliyeti gibi işledi. Yani süreç hiçbir zaman kamuoyuna açılmadı, kamuoyunun açık tartışmasına ve dolayısıyla oradaki bütün aktörlerin dâhil olmasına imkân veremeyecek bir kapalılıkta sürdürüldü. Hatta iki taraf da bunun böyle olmasının daha hayırlı olduğunu söylüyordu. O zaman televizyonlarda çok kullanılan, “Salam sosis imalathaneleri halka gösterilmez, çünkü sonra hiç kimse bunları yemez” gibi benzetmeler yapıldığını hatırlıyorum. 

Bu sefer bir süreç işliyor. Fakat bu süreci başlatanların niyet ettikleri şey, illa gerçekleşecek sonuç olmak zorunda değil. Dolayısıyla, özellikle iç dinamik tartışmalarında, son derece kaba siyasi aritmetik üzerinden, “Anayasa için kaç oya ihtiyacı var? DEM’den bunu alabilir. Almak için o ne verir, o da onu verip ne alabilir?” gibi çok kaba, herkesin üç aşağı beş yukarı görebildiği bir mekanik. Ama süreç dediğimiz şey, niyet edenin, başlatanın murat ettiği biçimde işlemek zorunda değil. Dolayısıyla, senin örneğini verdiğin gibi, Özgür Özel’in bölge gezisi, biraz gecikmiş olarak, -daha önce bir kaza nedeniyle geciktiği söyleniyor- ama tuhaf bir biçimde Bahçeli ve Erdoğan’ın hamlelerinin sonrasına düştü. Ama CHP’nin bu süreci birdenbire böyle bir hamleyle karşılaması,  eskiden olduğu gibi çıkıp, “Alın işte. Bakın bize diyorlardı. Şimdi kimlerle görüşüyorlar? Kimler kimlerle beraber?” kolaycılığına gitmeyen, “Biz de burada bir şey söyleriz,” tavrı önemli bir şey. Mesela DEM Parti’nin daha önce çok vurgulu biçimde söylemediği, “CHP olmadan bu süreç olmaz” diye bir açıklama yapması ve benzeri şeyler… Çok kabaca, kamuoyunda bu tartışmayı ortaya atan aktörler dışındaki diğer aktörlerin neredeyse tamamının, bu dış dinamikler, iç dinamikler tartışmasını fazla mekanik hâle getirdikleri kanaatindeyim. Hele ben dış dinamikler meselesine iyice uzağım. Zaten, uluslararası hâle gelmesine rağmen, Kürt meselesinin hâlâ bir iç dinamik meselesi olduğunu düşünüyorum. Bu konunun da gerek Bahçeli, gerek devlet, gerek iktidar, gerek Erdoğan tarafından bir iç dinamik meselesi olarak ele alındığını, buradaki hareket ve hamle gerekçesinin de böyle olduğunu düşünüyorum. Ama ister iç dinamik açısından ister dış dinamik açısından bakalım, meselenin son derece mekanik hâlde ele alınması, ilk gördüğümüz resmin ve bu süreci başlatan aktörlerin niyetinin, tek ve mutlak ve kesinlikle gerçekleşecek olarak görülmesinin de problemli olduğunu düşünüyorum. Burada ifrat ne kadar sorunluysa, tefrit de o kadar sorunlu gibi geliyor bana. Dolayısıyla, bir sürecin içinde, çünkü bir süreç var, o sürece müdahale etme biçiminin, yani, ‘’bir mutabakat var ve onun lansmanını izliyoruz’’ gibi komplo teorilerinin çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Hatta bu sürecin, iktidar nezdinde tamamen süreç olarak kalmasından bir verim umulduğunu düşünüyorum. O yüzden ben bunu ‘’normalleşme adımlarıyla birlikte bir paket olarak, yani, üç aşağı beş yukarı aynı mekaniğin çalıştığını ve birbiriyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Fakat böyle bakıyor olmama rağmen, bu meseleyi tartışma biçimimizin hâlâ sorunlu olduğu kanaatindeyim. Hemen genellemeler, etiketlemeler başladı. Mesela Kürt siyaseti için iki tane yaklaşım var: “Zaten ne bekliyordunuz? Her an anlaşacaklardı zaten, anlaşırlar, bunu bekliyorlardı” yaklaşımı bir tarafta. Bir tarafta da, “Tabii ki, siyaset bu. Tabii ki pazarlık edecekler” yaklaşımı var. Her ikisi de aslında aynı rencide edici kabalıkta. Zira problemin kendisi var. Çünkü süreci çözüme çevirecek şey, çözümle ilgili bir perspektifi tartışmaya başlamak olmalı. Ortaya ‘’çözüm süreci’’ diye uyduruk bir şey atmış olabilirler, ama bu bizi tartışmanın anlamsız olduğu ya da çözülecek bir şey olmadığı gibi bir sonuca götürmemeli diye düşünüyorum. Özgür Özel’in bu anlamdaki hamlesinin de bunu değiştiren bir adım olduğu kanaatindeyim. Onu zaten biraz önce de söyledim. Gecikmiş olması ayrı hikâye. Arkasına düşmüş gibi görünebilir, ama şu aşamada bunun bir önemi yok diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Gitmesinin önemi yok mu diyorsun?

Kemal Can: Hayır. “Onlar yaptı, sen de peşine takıldın,” olayının bir önemi yok. Sonuçta ne zaman yapılırsa yapılsın, anlamı olan bir şey.

Ruşen Çakır: Ankara’daki arkadaşlar söylediler, ‘’Gidecekmiş ama program belli değil’’ denildi. Yoksa son anda yine mi vazgeçecek diye biraz kıllandım. Ama gidiyor ve eski programı daha da genişletmiş bir şekilde gidiyor. Bir de, pazartesi günü Selahattin Demirtaş’ı ziyaret edecek. 

Kemal Can: Senin Bahçeli’nin Öcalan çağrısını acayip bulduğunu söylemenle ilgili bir hatırlatma yapayım. 2019’da Bahçeli tam olarak şöyle bir cümle kurmuş: “HDP’nin vahim sapmasına, Zillet İttifakı’na verdiği rezil desteğe itirazın, tepkinin ve bundan duyduğu rahatsızlığın eseri ve sonucudur.” Şunu söylemek istiyorum; Bahçeli’nin Öcalan’ı muhatap alması ilk değil ve 2019’da söylediği, çok daha ileri bir muhataplık seviyesi. 

Ruşen Çakır: Tabii de buradaki mesele… 

Kadri Gürsel: Allah aşkına, neyi tartışıyoruz anlamıyorum? Bahçeli Öcalan’ı muhatap almış da ne diyor? “Örgütünü tasfiye et, hepsi gelsinler, teslim olsunlar. Ondan sonra da cezalarını çeksinler,” diyor. Bu muhatap almak değildir. 

Ruşen Çakır: O zamanşuna bakmanı istiyorum. Müsavat Dervişoğlu hemen ardından, “Bu gaflet ve delalettir,” diye niye çıkış yaptı? Bu, o cenahta, milliyetçi cenahta olabilecek bir şey değil. Neyse, tamam. Açık Radyo konusuna geçelim. Açık Radyo 1995’te kuruldu. Otuz yılını tam dolduramadan uyduruk bir gerekçeyle kapatıldı. Tepkiler oldu, ama kapatıldı. Karasal yayın lisansı iptal edildi ve bunun da başrolünde RTÜK var. RTÜK’ün de değişik bir başkanı var, en azından öyle söyleyelim. Çok üzücü bir şey gerçekten. İnsan böyle durumlarda kendisini acayip aciz hissediyor. İlk açıldığı yıllarda eşim Müge İplikçi de orada bayağı bir süre program yapmıştı, oradan da biliyorum. Böyle bir şeyin bu zamana kadar kâr amacı gütmeden ayakta kalabilmesi zaten bir mucizeydi. Bana herhalde bu mucizeyi sonlandırmak istediler gibi geliyor. Ne dersin Kadri?

Kadri Gürsel: Açık Radyo’nun özelliği, duruşu, pozisyonu ve temel felsefesi, başından beri, 30 yıla yakın bir süre hiç değişmedi. 30 yıl tam dolmadan kapattılar. Türkiye’de dönemler değişti. Türkiye’de 2009’da, 2010’da Taksim meydanında, Ermeni Soykırımı anması yapılıyordu. Daha sonra 2011’de de yapıldı galiba, emin değilim. Ama iki kez üst üste yapıldı, yapılabildi. Polis müdahalesi filan da olmadı. Ermeni sorunu o zaman da Açık Radyo’da soykırım başlığı altında tartışılıyordu. Şimdi de Cengiz Aktar, ki kendisi bildiğim kadarıyla sürgünde- ‘’Ermeni Soykırımı’’ dediği için Açık Radyo’nun kapatılması söz konusu. Açık Radyo’nun kapatılmasının bir nedeni, muhalif görünümlü televizyon kanalları ve medyanın, bazı konularda, arka planda iktidarla bir şekilde gizli dirsek temaslarına girebiliyorlar ve bu bakımdan dönem dönem iktidarın işine yarayabiliyorlar. Bir şey bildiğimden değil, bunu iktidar mantığı açısından rasyonalize ediyorum. Ben Açık Radyo’nun bu esnekliği göstermediği kanaatindeyim. Ve göstermemesinin, bu esnek kapasiteden yoksun olmasının, -ki bu olumsuz bir şey değil- Ömer Madra’nın ismi etrafında açıklanabileceği görüşündeyim. Bu, iktidarın taktiksel arayışlarına hiçbir şekilde cevap vermeyen bir şey. Bu iktidar, 2010’da, 2011’de Batı’ya şirin görünmek ve bunun karşılığında da askeri vesayetin tasfiyesinde Batı’nın desteğini almak için, 2009’dan itibaren içi boş, ama bir döneme damgasını vurmuş olan Ermeni açılımını başlatabildi. Orada İktidar içindeki rekabet ve aynı zamanda da Azeri etkisi tabii ki bu açılımın çok uzun sürmemesine neden oldu. ‘’Ermeni Soykırımı’’ ifadesi bir dönem Türkiye’de tabu olmaktan çıkmıştı. Mesela Hasan Cemal, Ermeni Soykırımı diye bir kitap yazdı. 2012’de Habertürk‘te ‘’Basın Kulübü ‘’diye bir program yapıyorduk, ben de bu kitabı orada, “Bakın Hasan Cemal ne yapmış” diye tanıtabildim. Kimsenin de başına bir şey gelmedi. Bu kitabı yazdı diye Hasan Cemal’in de başına bir şey gelmedi hatırladığım kadarıyla. Ama şimdi, RTÜK tarafından cezalandırma gerekçesi olabiliyor. Ne değişti? Sadece iktidarın olaylara bakışı değişti. Olaylardan faydalanma, olayları istismar etme konusundaki eğilimleri, taktiksel anlayışı değişti. Bu iktidar zaten hep böyle. Bu manada, kendi sert, taviz vermeyeceğini varsaydığımız muhkem bir mevki var, onun dışında her şey çok kullanıma açık. Kürt sorunu da öyle. Demin tartışmasını yaptığımız Kürt sorunu konusunda da iktidarın her türlü gelgiti, kısa vadeli siyasi çıkar mülahazaları dairesinde yaşayabildiğini, buna neden olabildiğini görüyoruz. 

Açık Radyo’nun izleyici kitlesi kimdi, Açık Radyo ne kadar geniş bir kitleye ulaşıyordu, acaba iktidarın tabanı tarafından da dinlenen bir radyo muydu, doğrusu bu bilgileri haiz değilim. Açık Radyo iktidar açısından, seçim öncesinde yapılan medya değerlendirmelerinde kritik bir değerlendirme konusu değildi, bu bakımdan seçim öncesinde de etkisi olmuyordu. Şimdi bunun yapılması, yerli yersiz veya taktiksel planda olsun olmasın, iktidarın totaliter eğilimlerinin doğrudan bir dışa vurumudur. Aynı zamanda iktidar üzerindeki MHP faktörünün etkisinin çok açıkça tezahürüdür. Çünkü bu iktidarın, eski rejimin tabu olarak gördüğü konularda hiç de böyle bir sıkıntı içinde olmadığını biliyoruz. Ermeni sorunu, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu gibi konularda iktidar çok açık bir şekilde 2008, 2009, 2010, 2011’den 2014’e, 2015’e kadar, sözde liberallerin, -onlara ne diyeceğimi de bilemiyorum- liberallerin iktidarı desteklemesine imkân sağlayacak bir profil çizebilmişti. Ne acıdır ki şimdi adı geçen bazı isimler de 2010’da İstanbul Avrupa Kültür Başkenti için yapılan, düzenlenen o faaliyetler içinde yer alabilmişlerdi. İktidar aynı iktidar, değişen bir şey yok. Sadece onun yaptıklarını anlamlandıran insanların biraz daha uyanık olması gerekiyor kanaatimce.

Ruşen Çakır: Evet, Kemal, seninle devam edelim. Açık Radyo için ne diyorsun?

Kemal Can: Açık Radyo’nun nasıl bir fonksiyon ve nasıl bir pozisyon aldığından, Türkiye’nin son derece daralmış fikir, düşünce ya da yayın hayatında nasıl bir fonksiyonu olduğundan, belki de çok dar bir kesimin haberdar olduğunu düşünebiliriz. Sen de soruyu sorarken söylemiştin, böyle bir şeyin var kalabiliyor olması, bütün bu çoraklığın içerisinde böyle bir yerin var olması çok önemliydi. Tıpkı başka alanlarda, üniversitelerde ya da başka yerlerde olduğu gibi. Mesela Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılanla, Açık Radyo’ya yapılan arasında bu anlamda bir benzerlik kurabiliriz. İktidar açısından bir türlü ele alınamamış fikri ve kültürel bir karşılığı var. Ama mesela bu yasaklar, cezalar, kişilere ya da kurumlara dönük son derece sert yaptırımlar konusunda bir noktaya dikkat çekmek ya da biraz altını çizmek istiyorum. O da şu: Bu iktidar politik pozisyon olarak son derece pragmatik. Biraz önce Kadri hem Ermeni hem de Kürt meselesinde bazı örnekler verdi. Dış politikadan da biliyoruz, 180 derece dönüşler, bugün öyle dediğine, yarın öbür türlü deyip yine aynı kuvvette savunabilmesi, bu konudaki esnekliği, pragmatikliği, ilkesizliği artık hiç tartışmaya gerek olmayacak açıklıkta önümüzde cereyan etti. 

Fakat buna karşılık, ‘ötekine, diğerlerine, kendi dışındakilere’ muamelesi açısındansa bir tür ilkeli tutum takınıyor. Bunu pozitif bir içerikle söylemiyorum, şunu kastediyorum: Burada fonksiyonel değil, pragmatik değil, burada vakaya göre pozisyon almıyor. Mesela Erdoğan’a hakaret davaları örneğinden yola çıkalım. 15 yaşında bir çocuk. Ona ceza verdirsen ne olur? Hatta kamuoyunda laf olacağı, sorun teşkil edeceği için belki tepki bile toplayabileceği için bundan kaçınmak mümkün. Daha göz önünde insanlara yüklenirsiniz, ama böyle, “Ne alakası var? Bunu da niye yapıyorsunuz?” denecek işleri yapmazsınız. Hayır, öyle yapmıyorlar. Mutlaka ve mutlaka ona da ceza verilmesi, kimsenin bu konuda cezasız kalmayacağı fikrinin yerleşmesini istiyorlar. Bu, yayın kuruluşları açısından da böyle. Erdoğan’ın kimseyle yayına çıkmaması, artık iktidarın temel standardı oldu, hadise milletvekillerine kadar indi. Ama bu, AKP propaganda makinesinin başından itibaren sistemli biçimde kullandığı bir şey. Kendilerine karşı ya da kendilerinin muamele ettiği diğerlerine karşı tutumun katılığından hiç esnememek, burada pragmatik ve fonksiyonel tutumlardan kaçınmak, kendi taraftarları için kullandığı cezasızlık ve keyfilik alanı, kendi dışında ve kendi lütuf dairesinin dışında kalan kimseler için geçerli olmayan, değil hoş görmenin ya da yumuşamanın, normal kuralların, hukuki hakların bile yeterince kullanılamadığı bir katılık düzeni yaratıyor. Dolayısıyla davranışın nedeni, Açık Radyo’nun Erdoğan’a ya da AKP’ye veya bu iktidara verdiği zararla açıklanamaz. Bu, sistematik bir pozisyon alma; mendi dışındaki, kendi karşısındaki bütün kesimlere muamele standartlarıyla ilgili bir tutum.  

Mesela sokak röportajlarında, Erdoğan’a hakaret meselelerindeki dramatik tırmanışta veya benzeri konularda da olduğu gibi, bu konuda bence böyle bir tavır gösteriyorlar; ‘ilkesel bir tutumları’ var, prensipli davranıyorlar. Dediğim gibi bu, iyi anlamda değil, ama böyle bir fark var. Kendi pragmatik duruşlarını, kendi politik manevra gevşekliğini karşı tarafa hiç vermeyen, karşı tarafın her yanlışında değil, her boşa düştüğünde ya da her imkân verdiğinde cezalandırılacağı bir ortam yaratmaya çalışıyorlar. Açık Radyo taarruzunun ve RTÜK performansının bütünü biraz böyle. Çünkü orada hakikaten pragmatik olarak açıklanması çok mümkün olmayan son derece lüzumsuz hamleler görüyoruz. Ama bir pencereden baktığımızda, onlar açısından lüzumsuz değil. Galiba Açık Radyo’nun başına gelen de bu. 

Ruşen Çakır: Evet, en ufak bir şeyde fırsat kollayıp, kendilerinden olmayanlara had bildirme olayı çok yaygın. Bu aslında sadece yönetimin yaptığı bir şey değil, taraftarların da yaptığı bir şey. Mesela, birileri yanlış bir şey yaptığı zaman ya da yanlış yaptığı sanılan şeyler üzerinden başlatılan linç kampanyaları, ‘’ tutuklansın’’ hashtagleri de buna örnek.

Programı kapatırken, Fuat Keyman’dan bahsedelim. Bugün hayatını kaybetti. Sabancı Üniversitesi’ndeydi. Türkiye’nin uluslararası ilişkiler hocalarının önde gelenlerindendi. Medyascope’ta da kendisiyle çok ortak iş yaptık. Hep “Hocam,” diye hitap ederdi. Kemal sen de bilirsin, ODTÜ’lüler hep ‘’hocam’’ derler. Ve hep öyle bir şeyi vardır, “Hocam, Hocam,” diye hitap eder. Dışarıdan bakıldığı zaman onun ağırlığıyla uyuşmayan bir şeydir. Bir diğer yönünü de Kadri bilir. Biz Galatasaray maçlarında sürekli yazışırdık. Bana sürekli maç öncesi WhatsApp‘tan mesaj yollardı. Ben de ona formalı mesaj yollardım ve altına hep çok kararlı taraftar mesajları yazardı. Ayrı yerlerde otururduk. Kendisini maçta hiç görmedim ama hep birbirimize maç öncesi yazardık. Tedavi görmeye başlamıştı, en son bana, “Gelemedim, ama Fener maçına muhakkak geleceğim” dedi. Fakat gelemedi. İyi ki de gelememiş. Biliyorsun Kadri o maçı kaybettik. Evet, ne dersiniz Fuat için?

Kadri Gürsel: Biz kendisiyle en son Young Boys maçında, WhatsApp üzerinden haberleşmiştik, Young Boys’u eleyeceğimizde ümitliydi. Biz Galatasaray taraftarıyız, onun için ‘’biz’’ diye bahsediyorum. Böyle bir ümidi vardı, ama keşke Young Boys’u eleseydik ve Fuat Hoca da o akşam mutlu olsaydı diye düşünüyorum. Üzüntümün bir nedeni de o. Çünkü hasta haliyle Young Boys maçına gelmişti o gün. Atilla Eralp hocamızla da yan yana fotoğraf çektik. Maçtaki varlığını göstermek için bize göndermişlerdi. İyi bir akademisyendi ve bu rejimin akademik hayatın üzerindeki şiddetli baskısına rağmen, mevkiini korumayı başarmıştı. Mevkiini korumak için işbirlikçilik yapmayı reddetmişti. Bu benim açımdan çok çok önemli bir veri. Fuat Keyman’ı anarken, hayatını yitiren akademisyen olsun, gazeteci olsun, bu dönemde ardından bakarken benim açımdan önemli kriterlerden biri, kişinin akademik ya da mesleki niteliği kadar, özellikle 2008, 2010, 2011, 2012’den sonra Türkiye’deki otoriterleşmenin başlayıp azgınlaşmasından sonra ne tür tutumlar aldığı, ne zaman neden vazgeçtiği, ne zaman neye başladığı hususudur. Ben bu açıdan Fuat Hoca’nın hatırası, anısı karşısında içim rahat, müsterihim. Ruhu şad olsun. Onu sevenlerin başı sağ olsun. Ailesine, bütün sevenlerine sabır diliyorum.

Ruşen Çakır: Evet, Kemal. Seninle bitirelim.

Kemal Can: Ben Fuat Keyman’ı Ankaralılık ve dolayısıyla ODTÜ vesilesiyle de biraz daha erken bir zamandan ve eskiden biraz tanıyorum. Daha sonra da çeşitli zeminlerde bir araya gelmişliğimiz, sohbet etmişliğimiz var. Benim en dikkat çeken özelliği olarak gördüğüm ve düşündüğüm taraflarından biri, akademik kibrini en az gösteren hocalardan biri olması ve anlama gayretini, merak duygusunu hep canlı tutması, hep öğrenme hevesiyle davranan tutumu benim için önemli bir şey. Erken bir kayıp. Bütün kayıplar erkendir belki. Sevenleri için mutlaka her kayıp çok büyüktür, ama Türkiye’de düşünce dünyasında muhtemelen daha fazla katkı verebilecek isimlerden biriydi. Verimli zamanının bir kısmı zaten hastalıkla biraz geride kalmıştı, ama erken kaybından üzüntü duyduğumu söylemeliyim. Nur içinde yatsın, yakınlarının, tanıyanların başı sağ olsun. Söyleyeceklerim bu kadar.

Ruşen Çakır: Evet Fuat’ı, Fuat Hoca’yı her maçta tekrar anacağız. Rahmetle anıyoruz. ‘Haftaya Bakış’ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere. Kadri Gürsel’e ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilere de teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.