Behlül Özkan, iki yıl önce yazdığı Pilotların taşıdığı risalelerden 15 Temmuz’a nasıl gelindi? yazısıyla Ruşen Çakır‘a Fethullah Gülen’in devlete sızması ve tarihsel arkaplanı anlattı.
Fethullah Gülen 83 yaşında öldü. Gülen, 1999’dan bu yana Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Pensilvanya eyaletinde yaşıyordu. Gülen, iktidarın ilk yıllarında AKP ile iyi ilişkiler yürüttü. Daha sonra ise Gülen ile AKP iktidarının arasında darbe girişimine varan bir “savaş” çıktı.
Gülen, uzun yıllar boyunca Türkiye’ye dönmedi. Cemaati dünya çapında dağılırken, birçok mensubu yurtdışına kaçtı. 15 Temmuz’un ardından, Gülen’in örgütü dünya genelinde yalnızlaştı ve büyük bir çözülme sürecine girdi. Gülen, 20 Ekim 2024’te ABD’de hayatını kaybetti.
Behlül Özkan, Ruşen Çakır‘a Fethullah Gülen’in devlete sızması ve tarihsel arkaplanı anlattı.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Fethullah Gülen ve Fethullahçılığı konuşmaya devam ediyoruz. Konuşacak çok şey var. Özellikle de geleceği üzerine konuşuyoruz tabiî. Bundan sonra ne olur diye soruyoruz, ama bir de bunun geçmişi var. Bu geçmiş bize çok şeyler gösterebilecek bir geçmiş ve Fethullahçılık denince de, Fethullahçılığın örgütlenmesi ve devlete sızmasının bir öyküsü var ve bu öykü aslında Fethullah Gülen’le başlamıyor. Fethullah Gülen bir mîrâsı devralmışa benziyor. İşte bu konuları çalışan bir akademisyen, eski gazeteci, akademisyen arkadaşımız Behlül Özkan stüdyomuzda. Kendisi Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Behlül ile konuşacağız. Behlül, sen bundan önce 2022’de, “Pilotların taşıdığı risâlelerden 15 Temmuz’a nasıl gelindi?” diye, bayağı belgelere dayalı bir yazı yazmıştın — tabiî ki özellikle 15 Temmuz’da
jetleri kullanan Fethullahçılara atfen. Pilotların taşıdığı risâleler ise Bediüzzaman Said Nursî’nin zamânında el altından dağıtılan Nur risâleleri. Ama benim bildiğim, senin çalışmalarında olay sâdece Nurculukla alâkalı bir olay da değil.
Behlül Özkan: Doğru.
Ruşen Çakır: Atatürk’ün inşâ ettiği laik Türkiye Cumhuriyeti’nde İslâmî, hattâ İslâmcı yapıların devlet içerisinde kadrolaşması, hattâ ordu içerisinde kadrolaşması, genellikle 70’li yılların Milliyetçi Cephesi’ne ya da sonraki yıllara, hattâ Erdoğan iktidârına yakıştırılır. Sen bunun çok daha önceden başladığını söylüyorsun.
Behlül Özkan: Doğru, doğru. Yani tek parti döneminde bile aslında Nakşibendî cemaatlerin ordu içinde birtakım müntesipleri olduğunu biliyoruz. Şöyle: Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı zâten, kendisi intisaplı ve 1950 yılında öldüğünde de şeyhinin dizinin dibine, yani mezarının dibine cenâzesi gömülüyor. Ayrıca, meselâ Hüseyin Hilmi Işık vardır, Işıkçılar cemaatinin kurucusu. Kendisi orduda subaydı; Abdülhakîm Arvâsî’ye intisaplı ve 1930’lu yıllarda şeyhinin yanına subay üniformasıyla gidip geldiği biliniyor. O dönemde MİT’in ve Emniyet’in gözünden kaçma gibi bir imkânı yok bunun. Ve dahası, ordu içindeki tâyinlerini tek parti döneminde o dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Personel Dâire Başkanı general var, o da Abdülhakîm Arvâsî’ye intisaplı ve yani o tek parti döneminde bile cemaatlerin mensuplarının ordu içindeki tâyinlerinde birtakım cemaat ilişkilerini, şeyhlerinin bağlılığını kullandıklarını biliyoruz. Dolayısıyla, bugün İslâmcıların ve Kemalistlerin, solcuların veya CHP’lilerin –artık nasıl dersek diyelim– tek parti dönemine dâir bakışları gerçeği yansıtmıyor. Yani laiklik açısından orası bir Asr-ı Saâdet dönemi değil. İslâmcılar’ın gördüğü gibi, câmilerin ahır yapıldığı ve Müslümanların zulüm gördüğü ve Kur’an okumanın yasak olduğu bir dönem de değil. Genelkurmay Başkanı’nın kendisi intisaplı.
Ruşen Çakır: Buradaki olaylar sanki daha çok bireysel. Şimdi bizi ilgilendiren… yani diyelim ki Nakşibendîliğe intisaplı ya da başka bir gruba intisaplı birisi hak ederek ordu içerisinde ya da herhangi bir bakanlıkta yükselebilir. Bunda bir sorun yok. Bence yok, ama
bâzılarına göre o da sorun olabilir. Fakat esas olay şu tabiî ki — Fethullahçılık bunun en önemli zirvesi: Bilinçli bir şekilde birtakım İslâmî grupların devleti hedef alması, oraya kadro yetiştirmesi, oraya kadro yerleştirmesi, onlara birtakım imtiyazlar tanıması. Bunun öyküsü ne zamanlarda başlıyor?
Behlül Özkan: Şimdi şöyle: Aslında Nakşibendîlik içinde, meselâ 1859’da Osmanlı’ya yönelik, Osmanlı’da pâdişâhı devirmeye yönelik bir Kuleli İsyânı var ve o isyânın içinde çok sayıda Nakşibendî bulunuyor. Yani dinî cemaatlerin iktidârı ele geçirmek için veya iktidâra nüfuz edebilmek için orduyu ve birtakım devlet kademelerini kullanmaları Cumhuriyet’le başlamıyor. Bunun bir evveli var. Ancak söylediğin nokta çok önemli: Bireysel olduğu sürece, yani bir cemaat bağlılığının, inançlı olmanın, dindar olmanın, muhâfazakâr olmanın… Rahmetli Necmettin Erbakan’ın babası, Trabzon Ağır Cezâ Reisi. Dolayısıyla, Cumhuriyet döneminde muhâfazakâr, dindar biri olarak yüksek mevkilere gelebiliyorlar. Ancak Nurculuk ve Fethullahçılığın diğer bütün cemaatlerden önemli bir farklılığı var ve bu Nurculukla başlıyor, Fethullahçılığın ondan aldığı bir mîras var. İktidar olma, iktidar gücünü devlet içine sızarak ve özellikle ordu içinde güçlenerek edinme stratejisi Said Nursî ile başlıyor. Ve meselâ çarpıcıdır; yani ordudan atılan, askerî akademiden atılan ilk askerî öğrenci, Nurculuk nedeniyle 1948 yılında atılıyor. Ve 1950’lerin ilk yarısından îtibâren, özellikle Eskişehir merkezli olmak üzere, Said Nursî’ye bağlı çok sayıda jet pilotunun, havacı subayın olduğunu bizâtihi Nurculuğun kendi iç belgelerinden biliyoruz.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Peki, bunlar atılmış mı, yoksa…
Behlül Özkan: Hayır, hayır, atılmamışlar. Birçoğu devam ediyor ve hattâ o dönem, 1950’li yıllarda Risâle-i Nur’ların Türkiye’de dağıtımı yasak ve polisin sıkı tâkîbâtı da var. Ancak bunu aşmanın bir yolu, askeriyedeki subaylar ve öğrencileri kullanmak.
Ruşen Çakır: Ben polisi biliyordum, polis memurlarının kullanıldığını biliyordum; ama bunu senden duyuyorum.
Behlül Özkan: Evet, evet. Yani bu çarpıcıdır; meselâ Adana’da Nurculuğun yayılmasını sağlayan jet pilotlarından bir tânesi, Nurettin Karakaya, İncirlik Hava Üssü’nde görevli ve Adana’da Nurculuğu yayan kişi. Meselâ yine Said Nursî’nin çok önem verdiği Ömer Halıcı diye bir jet pilotu var. Bunun savaş uçağı düşüyor ve kendisi vefat ediyor; ölüyor o uçak kazâsında. Said Nursî’nin ona dâir çok olumlu sözleri var. Ve dahası, yani 1920’li yılların sonlarından îtibâren Hulusi Yahyagil var, Nurculuk içinde çok etkili bir isim.
Ruşen Çakır: Evet, ben Elâzığ’da onun devamcılarının kurduğu vakfa gitmiştim. O, emekli olduktan sonra, memleketiymiş Elazığ, oraya yerleşmiş ve orada bayağı bir kendi kolunu kurmuş. Vakıf vs. üzerine çok îtibarlı bir isimdi. Ve o da havacı mıymış?
Behlül Özkan: O havacı değil, ama albaylıktan emekli oluyor. Yine 1935’lerde Burdur’da gözaltındayken intihar ettiği iddia edilen, yine Said Nursî’ye intisaplı Binbaşı Asım Bey var. Yani Said Nursî, özellikle ordu içinde Nurculuğun teşkîlâtlanmasına çok önem veriyor. Ve hattâ Eskişehir’deyken, –Eskişehirliler bilir– jet uçaklarının hızlı geçişi sırasında böyle büyük patlama sesi olur Eskişehir üzerindeyken. Said Nursî Eskişehir’deyken jet uçaklarına bakıp, “İslâmiyetin geleceği bunlardadır” deyip ordu içindeki kendi bağlılarını işâret ediyor. Bence işin çarpıcı yanı, 1959 yılında dönemin Savunma Bakanı Ethem Menderes’in yazdığı, eski yazıyla yazdığı, arşivlerde bulunan çok önemli ve uzun bir Nurculuk üzerine rapor var. Ethem Menderes’i şöyle söylemek lâzım: Adnan Menderes’le bir ilişkisi yok, akrabalık ilişkisi yok, soyadı benzerliği var. Ve o dönem, 1950’li yılların sonundan îtibâren ordu içinde Nurculuğun ciddî anlamda yayılması üzerine, dönemin istihbârat kurumu, Millî Emniyet Hizmetleri, “MAH” olarak bilinen kurum Nurculuğun içine sızıyor ve yakından tâkip ediyor. Tahsin Tola, Mehmet Sungur gibi, Said Nursî’nin yanında olan Tahsin Tola gibi eski DP’li milletvekilleri de var o toplantılarda. Ve o toplantıların dinleme tutanakları Ethem Menderes’in önüne geliyor ve şöyle bir gerçeklikle karşı karşıyalar: Ordu içinde, özellikle alt rütbeli subaylarda Nurculuğun ciddî anlamda yayıldığını görüyorlar. Ve Ethem Menderes, Kasım 1959’da çok uzun bir rapor yazıyor, eski yazıyla. Orada diyor ki: “Bu çok önemli bir sorun. Çünkü cemaat üyeleri, ordu içindeki ast-üst ilişkisini dinlemiyorlar”.
Ruşen Çakır: Bu bizim bildiğimiz paralel yapılanma.
Behlül Özkan: Evet, paralel yapılanmayı 1959 yılında tespit etmiş Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes. Ve diyor ki: “Bu, ordu içindeki emir-komuta hiyerarşisini yok ediyor ve çok önemli bir sorun. Bunun giderilmesi için de mücâdele edilmesi için de… Ve özellikle astsubaylar ve daha alt rütbeli subaylar nezdinde örgütlü olduklarını görüyoruz. Elimizdeki kanunlar bununla mücâdeleye yetmiyor. Dolayısıyla mutlaka hukukî mücâdelenin yapılması için kanunî değişiklik yapılması lâzım” diye çok uzun bir rapor yazıyor, Nurculuğun özellikle orduda bu şekilde örgütlenmesinin neden sorunlu olduğuna dâir. Fakat 27 Mayıs’la birlikte hükûmet devriliyor. Orada çarpıcı olan bir nokta var, onun belki bence altını çizmek lâzım: 27 Mayıs döneminde de aslında Nurculukla mücâdele edilmesi yönünde, 1960’lı yılların sonlarına kadar devlet içinde ikiye ayrılan bir kanat var. Bir kanat –bu kanat CHP’nin, İsmet İnönü’nün içinde olduğu kanat; meselâ Yargıtay Başkanı İmran Öktem var, Nurcuların cenâzesinde büyük olay çıkarttı, ona değiniriz belki– Nurculukla mücâdele edilmesi, yani Ethem Menderes’in raporunun devâmının getirilmesi gerektiğini savunan kesim. İkinci bir kesim, daha az bilinense –işte burada Fethullah Gülen’e geliyoruz– Fuat Doğu, yani Millî Emniyet Hizmetleri Başkanı Fuat Doğu ve onun yakın çalıştığı kişi Yaşar Tunagür –ki o da bir Nurcu–, Salih Özcan, kendisi Bediüzzaman’ın hâricî vekili olarak bilinen kişi ve Râbıta üyesi. Urfa kökenli olması nedeniyle, Arapça bilmesi nedeniyle Suudî Arabistan’da kral nezdinde çok etkili. Kral Faysal, prens o dönem, sonra kral olacak. Dolayısıyla Nurculuğu ve İslâmcılığı komünizmle mücâdelede kullanmak amacıyla işbirliği yapan böyle bir ilişkiler ağı var ve bunun başında da Fuat Doğu var. Tabiî bu sâdece Türkiye’nin kendi başına aldığı bir strateji değil; aslında Amerika Birleşik Devletleri’nin, yani o dönemde Ortadoğu’da ve Almanya’da, Batı Almanya’da çok önemli. Çünkü şunun altını çizmek lâzım: Berlin’de ilk Risâle-i Nur Enstitüsü 1954’te açılıyor. Muhsin el-Konevî, yani Said Nursî’nin en yakınlarından biri, onu gönderiyorlar ve Berlin’de basılıyor. Yani şimdi, Soğuk Savaş, Berlin, 1954… buradan birisi gidip tek başına açamaz. Birtakım bağlantılar üzerinden yürüdüğü çok belli, uluslararası ilişkiler nezdinde. Ve işte Fethullah Gülen’e tam 1960’lı yılların ilk yarısında burada giriyoruz. Orada, o dönem Fuat Doğu’nun da desteklediği Yaşar Tunagür var ve komünizmle mücâdelede güçlü hitâbeti olan, kitlelere seslenecek ve kitlelerin anladığı dilden konuşacak din adamlarına ihtiyaç var. Fethullah Gülen de tam bu boşluğu dolduruyor ve Yaşar Tunagür tarafından önce Trakya tarafında keşfediliyor.
Ruşen Çakır: Edirne’de.
Behlül Özkan: Edirne ve sonra Kırklareli bildiğim kadarıyla. Oradan İzmir Kestânepazarı’na geliyor. Ve komünizmle mücâdele dernekleri içinde Nurcular çok etkililer. Orada bir isim daha var çarpıcı olan, o da Bekir Berk.
Ruşen Çakır: Evet, avukat.
Behlül Özkan: Avukat ve komünizmle mücâdelede aslında hepsinin en önünde giden kişi o; 1950 yılında ilk komünizmle mücâdele dergisini kuruyor. O dönemde Nurcu bile değildi aslında. Ve o da 1950’lerin ortalarından îtibâren Nur hareketi içine giriyor ve devletle, yani istihbâratla yakın mesâî içinde çalışarak solla mücâdelenin Soğuk Savaş’taki yılmaz neferlerinden oluyorlar.
Ruşen Çakır: Bu senin anlattıklarında şöyle bir husus çok önemli: Şimdi biz bugün, Fethullahçılar’ın devlete sızmasından bahsediyoruz. Ama senin anlattığın, Soğuk Savaş döneminde devletin, “Gelin, bize sızın” operasyonu var. Yani devlete rağmen yerleşme durumu yok; devletin teşvîkiyle, hattâ kulağından tutup getirmesiyle yerleşen insanlardan bahsediyorsun. Fethullah Gülen’in anılarında, Erzurum’daki Komünizmle Mücâdele Derneği anıları falan çok geniş bir yer tutar, biliyorsun, Küçük Dünyam’da falan… O da o tezgâhtan geçmiş; hem sonra başarılı bir vâiz senin de dediğin gibi; halkın diliyle konuşan, onları etkileyebilen bir vâiz olarak o zaman –nasıl söyleyeyim?– “seçilmiş”.
Behlül Özkan: Şimdi şöyle: “Seçilmiş” sözcüğü önemli; çünkü bu Fethullahçılığın târihsel arka planını böyle anlattığımız zaman, birtakım iktidar yanlısı medya, “İşte bakın, bunlar bizim dönemimizde yoktu. Niye bütün suçu 2002 sonrasındaki Adalet ve Kalkınma Partisi iktidârına yüklüyorsunuz? İşte, bunu MİT soktu, bizim bir suçumuz yok” gibi bir akıl yürütme içine giriyor. Hayır, böyle değil. Şimdi devletin, istihbârâtın enstrümantal olarak kullandığı isim, cemaat ve yapılar bunlar. Devlet bunları kullanıyor; ama devletin içindeki birtakım odaklar da bunların kullanımına karşılar. Meselâ Nurcular, 1971 Muhtırası sonrasında Nurettin Soyer’in savcılığını yaptığı askerî mahkemede yargılanıyorlar.
Ruşen Çakır: İzmir’de, evet.
Behlül Özkan: İzmir’de.
Ruşen Çakır: Fethullah Gülen tutuklandı orada işte.
Behlül Özkan: Orada tutuklandı. Ve kayıtlarda, meselâ diğer bir Nurcunun onun hakkında söylediği bir şey var, ben onu sosyal medyada paylaştım: “Bu Fethullah Gülen’e ben söyledim, ‘Sen milleti yanlış yere sevk ediyorsun’ diye. ‘Sen bilmezsin’ dedi” gibi öyle bir açıklaması var. “Biz dinî rejim getireceğiz ülkede iktidara” gibi, o zamânın basınına yansımış bir ifâdesi de var. Şimdi aslında o yargılama, 1971 yargılaması, Nurculuğun üzerine son gidildiği yargılama. Nurcuların kendileri de bunu söylüyorlar; yani “1971’den sonra artık bize dokunulmadı” diye. Şimdi burada devletin enstrümantal, yani bir aygıt olarak kullandığı ve gerekirse kaldırıp attığı tipte yapılar bunlar. Yani gerektiği kadar kullanıyor, ondan sonra içeri atıyor veya şey yapıyor. Meselâ Bekir Berk’in bence devlet tarafından kullanılması tek parti döneminde, Fevzi Çakmak’a karşı meselâ. 1946 yılında Fevzi Çakmak’ın yaptığı bir basın toplantısında, “Sen komünistlerle işbirliği yapıyorsun” diyen üniversite öğrencisi Bekir Berk. Sonra İstanbul Emniyet Müdürü onun sırtını sıvazlıyor, “Çok iyi yaptın” diyor. Hattâ İnönü ile görüşen gençlik ekibinin içinde yer alıyor o dönem.
Ruşen Çakır: Çekirdekten eleman yani.
Behlül Özkan: Tabiî, tabiî. 1971 Muhtırası’ndan sonra da zâten Cidde’ye gider ve orada Suudî radyosunun Türkçe servisinde çalışır. Dolayısıyla 1960’larda, 70’lerde solla mücâdelede bu yapıları devlet kullanıyor, gerekirse bâzen de içeri atıyor, dışarı yurtdışına gönderiyor; ama bunların hiçbir zaman devlet içinde bir iktidar alabilecek kuvvete gelmesi mümkün değil. Fethullahçılığı ve Nurculuğu tek bir yapı olarak da görmemek lâzım. Meselâ yine bunlara çok yakın Yeniden Millî Mücâdeleciler vardır — ki Fethullahçılarla çok yakın ilişkisi vardır — meselâ Hüseyin Gülerce bunlardan biridir. İşte, Melih Gökçek, Taha Akyol, Cemil Çiçek… Bu, Türk sağının en karanlık örgütlerinden biridir ve bu örgütler arasında Nurculuk, Fethullah Gülen, Yeniden Millî Mücâdele; bunlar da istihbârâtın… Cemil Çiçek’in kendisi bizzat söyledi bundan 15-20 yıl önce bunu. Yani istihbârâtın kullandığı örgütler bunlar ve bunlar arasında böyle siyah-beyaz ilişkiler yok; gri alanlar var, geçişler var dolayısıyla. Ancak 2002 yılına kadar bu tip yapıların, özellikle de Fethullahçılığın devlet içinde ciddî anlamda bu iktidârı eline geçirmeye cesâret edecek bir derecede güçlenmesi mümkün değildi. Hattâ ben bunu şuna benzetiyorum, meselâ Ergenekon yargılamalarında Fethullahçılar bunu muhâlifler için kullandılar. Halbuki tam tersi; yani Türkiye’de bu Soğuk Savaş geçmişine baktığımız zaman Fethullahçılık, aslında Gladio tipi örgütlenmenin, solla mücâdele örgütlenmesinin bir parçasıydı. Ve bu bağlamda da aslında Şerif Mardin’in Nurculuk ve Fethullahçılık üzerine tezlerine de ben çok ciddî karşı çıkıyorum. Yani bu merkez-çevre ilişkisinde, Şerif Hoca’nın, rahmetlinin söylediği yere oturmuyor bu tip yapılanmalar. Tam tersi, aslında solla mücâdelede Gladio tipi örgütlenmeler bunlar. Ancak 1990’larda Avrupa’da, bu tip NATO ülkelerinde bu gibi örgütlenmeler Soğuk Savaş’ın bitişiyle berâber tasfiye edildiklerinde, Fethullahçılık ve diğer bizim kontrgerilla, yani bu tip örgütlenmeler, Kürt sorunu ve Orta Asya Cumhuriyetleri üzerinden kendilerine yeni yaşam alanları buldular. Hattâ bence aslında 28 Şubat ve 2004 arasındaki süreçte devlet içinde bunların artık tasfiye edilmesi gerektiğine dâir, millî güvenlik için ciddî sorun oluştuğuna dâir bir kanı vardı; 2004’teki meşhur MGK toplantısında açığa çıktı bu. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidâra gelmesini, aslında o iktidar içinde bir üst seviyeye çıkmak için bir olanak olarak gördüler.
Ruşen Çakır: Şimdi burada, biliyorsun 1986’da Nokta dergisindeki “Orduya sızan Fethullahçılar” haberini Can San’la berâber yapmıştık; o zaman daha 2 yıllık gazeteciydim. Orada çok net bir olay vardı. Sonrasını biliyoruz zâten, ama bu dediğim olay 86’da ortaya çıkan olay. Birtakım öğrenciler sınava hazırlanıyor, sağlık sorunları olup da çürük çıkabileceklere sahte raporlar veriliyor. Onlar sınava hazırlanıyor, sınavı kazananlar daha sonra –yatılı okuyor çocuklar– haftasonu çarşıya çıkıyorlar. Haftasonu çarşıda Işık Evleri’nde düzenli eğitimden geçiriliyorlar. Yani bu tam anlamıyla bir örgütsel faaliyet.
Behlül Özkan: Evet.
Ruşen Çakır: O sırada Kuleli’de komutan Yaşar Büyükanıt’tı. Bursa’da ve Bursa Işıklar, İzmir’dekinin adını unuttum, bir de İzmir’deki okulda. 1986 yılında Harp Okulu’nda 86 yılında büyük bir tasfiye yapıldı. Ama sonra anlaşıldı ki hepsi atmamış. Bizim bunu yapmamızdan kısa bir süre sonra, kendisi de eski astsubay olan Hıdır Göktaş Ankara’da Nokta’daydı o sırada, o da astsubaylık ilişkilerini kullanarak astsubay okullarında yaptı. O da astsubay okullarında yine operasyonları saptadı. Ve buradaki olay… şimdi diyor ya Fethullah Gülen: “Biz bu ülkenin sâhibiyiz, bizim her yerde olmaya hakkımız var”. Her yerde olma hakkının ötesinde, irâdî bir perspektifte –ki bu ordu kısmı, yani orduya bu kadar sızabilen, daha kolay yerlere herhalde daha kolay sızıyordur– buradaki perspektif sanki, bu demin anlattığın, yani demin anlattığında daha çok ordu önlerini açıyor, belki de kontenjan sunuyor onlara yani, ne bileyim artık; ama burada daha başka bir şey var, devlete rağmen bir operasyon var ve bunun başlangıç târihi ne zamandır bilemiyorum. Ama Fethullah Gülen’in o İzmir’de… Ne pazarıydı?
Behlül Özkan: Kestânepazarı.
Ruşen Çakır: Kestânepazarı’ndaki vâizliği ile başlayan süreç, 70’li yılların ortasından îtibâren başlattığı bir süreç var. Bu galiba diğerlerinden bayağı bir farklı sanki.
Behlül Özkan: Diğer cemaatlerden mi?
Ruşen Çakır: Yani diğer devlete girmeler, vs.. Şimdi senin bu anlattıklarının büyük bir kısmında, hani Fuat Doğu falan, Fethullah Gülen’den de haberleri var herhalde ve onayları var, destekleri var; ama anladığım kadarıyla Fethullah Gülen bir özel alan yaratmış kendine. Şöyle bir anısı vardır, çok çarpıcıdır. İlk öğrencilerini Edirne’ye yolluyor, hatırlıyor musun? Gezsinler, görsünler diye. Ve ondan sonra onları yolluyor, arkasına kendisi takılıyor, bunları birileri ayartmasın diye. Bunları birileri ayartmasın derken, MİT’i vs.’yi düşünüyor. Yani hem devletin bilgisi dâhilinde hareket ediyor; ama aynı zamanda da devlete sızarken, devletin kendisine sızmasından hep tedirgin olmuş bir Fethullah Gülen portresi bilirim ben.
Behlül Özkan: Şöyle: İşte burada bir karşılıklı mutâbakat var aslında devletle bu cemaat arasında. Yani onların kendilerine bir alan açılıyor, solla mücâdele, bu 1990’larda Orta Asya cumhuriyetlerinde eğitim faaliyetleri ve orada örgütlenme. Ve bu sâdece Türkiye’yle de ilgili değil aslında. Amerika Birleşik Devletleri de…
Ruşen Çakır: Özal çok destek vermişti.
Behlül Özkan: Özal’ın şöyle: Bu Yaşar Tunagür, yani Fethullah Gülen’i Diyânet’e sokan ve orada arkasını kollayan kişi Yaşar Tunagür, Diyânet İşleri Başkan Yardımcısı; hattâ vekâleten yürütüyor ve bunun hakkında ciddî bir soruşturma yapılıyor. İnönü’nün anılarında, Fuat Doğu’nun Millî İstihbârat Başkanlığı’ndan 1971 Haziran’ında alınmasının sebeplerinden biri de budur. Yani Fuat Doğu, Nurculuğun devlet tarafından kullanılması ortaya çıktığında, Millî İstihbârat raporlarının Senato’ya ve Meclis’e gönderilmesini engelliyor. Ve bu da ortaya çıktığında, kendisini Portekiz’de büyükelçi atıyorlar… Bir anlamda sürüyorlar aslında Millî İstihbârat Başkanlığı’ndan ve o da kariyerinin sona ermesi anlamına geliyor. Yaşar Tunagür, 1970’lerde Turgut Özal’la ortak şirket açmış biri. Dolayısıyla, Turgut Özal gibi bir ismin önce Başbakan, Cumhurbaşkanlığı Yardımcısı, sonra Başbakan ve arkasından tekrar Cumhurbaşkanlığı yaptığı bir iktidar formasyonunda, Fethullahçılığın gelişmesine engel olunmasını, bununla mücâdele edilmesini düşünmek mümkün değil. Çünkü kendisinin de fikren Turgut Özal’a yakınlığı var.
Ruşen Çakır: Bir de burada tabiî 12 Eylül’e bir parantez açmak lâzım. Mâlûm, 12 Eylül’de Fethullah Gülen aranıyordu, ama her yerde cirit atıyordu.
Behlül Özkan: Şöyle, ben orada çarpıcı bir şey yapıyorum: 12 Eylül ve 27 Mayıs arasında. Çarpıcıdır orada, 12 Eylül’den hemen sonra, Kasım 1980’de İskenderpaşa’nın imamı Mehmed Zahid Kotku vefat eder. 27 Mayıs’tan hemen 2 ay sonra da Ali Haydar Efendi, yani bu İsmailağa Cemaati’nin o zaman değil ama onun şeyhi olan isim –çok önemli bir Osmanlı İslâm âlimi– o vefat eder. Şimdi, 27 Mayıs’tan 2 ay sonra Ali Haydar Efendi vefat ettiğinde aslında Demokrat Parti Bakanlar Kurulu’ndan onun Fatih Camii’ne gömülmesi yönünde izin çıkmışken, ordu buna engel olur ve cenâzesini buzlar içinde bekletmelerine rağmen gömülmesine izin vermezler ve normal bir mezarlığa gömülür. Ama 20 sene sonra –yani İslâmcılığın ve cemaatlerin devlet içindeki gücünü göstermesi bakımından söylüyorum bunu–, meselâ Mehmed Zahid Kotku askerî rejim döneminde vefat ettiğinde, askerî rejim iktidârı, câminin hazîresine gömülmesi için izin verir ve hiçbir sorun çıkmaz. Yani o 60 ile 80 arasındaki ordunun cemaatlere bakışı da ciddî anlamda değişmişti. Bunu vurgulamak istiyorum.
Ruşen Çakır: Benim meselâ şöyle bir anım vardır: Benim bir çocukluk arkadaşım Menzil Cemaati’nin önde gelen isimlerinden birisiydi. Ben bir zamanlar bekârken Moda’da oturuyordum. Bir gün benim evime geldi, sonra bir baktı, dedi ki: “Ya, burada Turgut Sunalp oturuyor”. Ben bilmiyordum açıkçası, yani oralarda bir yerde oturduğunu biliyorum da. “Nereden biliyorsun?” dedim. “Biz onunla konuşmaya geldik” dedi. “Niye konuştunuz?” dedim. Turgut Sunalp, mâlûm, Milliyetçi Demokrasi Partisi miydi, onun başındaydı, 12 Eylül’’ün desteklediği eski general olarak. Bu arada da Muhammed Raşid Erol sürgünde, Çanakkale’de sürgünde. Ve Menzil’den birileri, benim arkadaşım da varmış orada meğer, oraya gidiyorlar, oy karşılığı sürgünü iptal ettirdiler.
Behlül Özkan: Bu söylediğin anekdot… hep benim söylediğim bir şey var ya: Türkiye siyâsetini merkez-çevre teorisi üzerinden açıklarken, merkezde Kemalist laik ordu var ve bürokratik kurumlar var, askerî yargı ve askerî kurumlar, istihbârat var; çevrede de İslâmcı, İslâmî cemaatler var. Dolayısıyla böyle bir ikilem üzerinden açıklanıyor. Ben aslında bunun hiç gerçekliği yansıtmadığını düşünüyorum. Yani Cumhuriyet târihinin en azından Soğuk Savaş dönemindeki uzun bir kesitinde, ordunun laiklik hassâsiyeti yok Türkiye’de. İslâmî cemaatlere son derece yakın, onları zaman zaman kullanıyor. Meselâ Faik Türün; kendisi intisaplı. 1971 Muhtırası sonrasında solculara ciddî anlamda baskı yapılmış. 1979-80 cumhurbaşkanlığı seçimine aday olduğunda, “Faik Türün, Nakşibendî Cumhuriyeti” diye manşetler atılıyordu Cumhuriyet gazetesinde; yani, “Bir Nakşibendî mi seçilecek artık?” diye. Dolayısıyla, ordunun çekirdek bir Kemalist ve laik kurum olduğu ve İslâmcılara ve dinî cemaatlere göz açtırmadığı, bence Soğuk Savaş dönemi için sâdece bir hurâfeden ibâret. Yani, Millî İstihbarat başta olmak üzere ordunun üst kademesi cemaatlere ve İslâmcılara çok yakın teşrik-i mesâî içinde.
Ruşen Çakır: Ama tabiî burada zirve Fethullahçılardı; darbe yapmaya kalkışacak kadar örgütlendiler ve büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı bu. Orada yaşanan bir deney var; ama hâlâ, devletin değişik kademelerinde, ordu dâhil değişik kademelerinde değişik cemaatlerin örgütlendiği yolunda çok ciddî güvenilir haberler çıkıyor. Bu devlet aynı suda yıkanmaya devam mı ediyor yani?
Behlül Özkan: En azından birtakım dersler çıkarmış olduklarını düşünüyorum. Ama bir de şöyle bir şey var; yani ben dünden beri biraz sosyal medyaya ve tepkilere bakıyorum: Fethullah Gülen’in ölmesi sonrasında sosyal medyada meselâ İslâmcı kesimde korkunç bir sessizlik var; hattâ sesini çıkaranlar da geçmişteki tavırlarıyla ciddî anlamda eleştiriliyorlar. Yani Fethullahçılığın gelişimi Türkiye’de İslâmcı kesim ve Türkiye sağı tarafından model örgütlenme olarak gösterildi, liberal insan, yumuşak…
Ruşen Çakır: Başarı örneği…
Behlül Özkan: Başarı örneği… Yani işte İngilizce “success story” idi bu Türkiye sağı için. Yani hiç burada şey yapmadan, Demirel’inden Büyük Birlik Partisi’ne kadar, Türkeş’ten Muhsin Yazıcıoğlu’na, Erdoğan’dan sağ bütün liderlere, Destici’ye kadar hepsi, işte o olimpiyatlar döneminde, dünden beri paylaşılmadık video kalmadı. İşte, Bekir Bozdağ’dan…
Ruşen Çakır: Görmüşsündür: 2012’de hastalandığında kendisine geçmiş olsun diyenlere teşekkür reklâmına bakıyorsun, sıralı tam liste bütün devlet bürokrasisi var yani.
Behlül Özkan: Evet, evet, o reklâmlar… Yani bir elin sayısını geçmez, Türkiye sağı içinde Fethullahçılıkla mücâdele edilmesi gerektiğini söyleyen 17-25 Temmuz öncesinde. Dolayısıyla Türkiye sağı için ve İslâmcılığı için Fethullahçılık ve 15 Temmuz darbesi, hâlâ üzerinden atamadıkları bir travmadır. Yani, “Bizim içimizden çıkan ve en başarılı olduğunu söylediğimiz bir cemaat, 250 kişinin ölümüne yol açıp, jet pilotlarıyla Meclis’i bombalıyorsa, kim başka neler yapamaz?” diye ve bu travmayı sosyal kesimin, İslâmcılığın sosyal kesiminin ben aşamadığını düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Bir de senin çalışma alanına doğrudan giren bir konu, meselâ İslâmcı yakın târih anlatısı ne üzerine kurulur? Dindarlara zulmeden laik rejim, değil mi? Meselâ kitaplar vardır, Hasan Hüseyin Ceylan’ın falan, üç ciltlik kitaplar vardır. Şimdi 28 Şubat anlatısı var, ama daha çok tek parti dönemi anlatısıdır bunlar; ama oralarda zulüm diye târif edilen şeylerle 15 Temmuz’dan sonra burada yaşananlar arasında dağlar kadar fark var, yani ters orantı. Yani böyle kendine dindar diyen bir topluluğun devlet eliyle bu kadar mağdur edildiği başka bir olay yok — haklı haksız, o ayrı bir şey.
Behlül Özkan: Bir de sonuç îtibariyle, sen Soğuk Savaş dönemini, sonunda da olsa yaşamış bir gazetecisin. Ben yine 80’leri hatırlıyorum. Yani 1970’lerde, 80’lerde Türkiye’de solcu olduğu için devlet memurluğuna –cumaya gitmediği için, Ramazan’da iftara gitmediği için– atanamayan, yükseltilmeyen binlerce solcu örneği verebilirim ben.
Ruşen Çakır: Alevî…
Behlül Özkan: Solcu olmasına da gerek yok; Alevî, Cumhuriyetçi, Kemalist, Atatürkçü, CHP’li olan… Dolayısıyla bu kendilerine biçtikleri mağdûriyet hikâyesi, dönüp toplumun başka kesimlerine bakmamalarını da sağlıyor yani. Bu ülkenin Soğuk Savaş döneminde, bu otoriter ve antikomünist zihniyetinden mağdur olmuş binlerce insan var. Benim âilemde var, senin âilende de vardır eminim yani.
Ruşen Çakır: Evet, ben varım.
Behlül Özkan: Evet.
Ruşen Çakır: Çok şey konuştuk. Seninle bir Suriye konuşmak istiyordum. Erdoğan, Esad’la bir buluşsun da… Tabiî orası çok çarpıcı değil mi?
Behlül Özkan: Müslüman Kardeşler, evet.
Ruşen Çakır: Yani Türkiye’deki laik rejimin, Suriye’deki İslâmcı ayaklanmaya verdiği destek, değil mi?
Behlül Özkan: 1982 Hama ayaklanması… Evet, doğru. Evet, yani Türkiye’deki askerî rejimin Müslüman Kardeşler ayaklanmasına destek verdiği, en azından önünü açtığı bir durum var 82’de.
Ruşen Çakır: Evet, onu da artık bilâhare konuşuruz. Çok teşekkürler Behlül. Evet, bugün Behlül Özkan’la Fethullahçılığın devlete sızmasının târihsel arka planını konuştuk. Tabiî burada sâdece Fethullahçılığı konuşmadık, Türkiye’deki bütün değişik dinî grupların devletle o karışık, dönem dönem değişen ilişkisini konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.