Kenan Çamurcu yazdı: Muhafazakârlığın otokratik hamasetinin teorisi

Turgut Özal’ın “dört eğilimi birleştirme” formülü sırf ve saf politik denklemdi. Bir tür sentetik bileşik. Teorisiz, fikirsiz, davasız bir praksis ve pragma. Erdoğan’ın oluşturduğu siyasî gövde ise başta Gezili kıyam(et) ve Gülenizmle hesaplaşma olmak üzere epeyce değişkenle içli dışlı, Mayıs 2013 milatlı, Temmuz 2016’da da kıvam kazanmış bir sosyo-kültürel ve sosyo-politik. Kendince davası var. Endoktrinasyonu, kesin inançlı taşıyıcı bir nüve üretecek denli nüfuz kabiliyetine sahip. Tabii ki irili ufaklı refah teşviklerinin katkısını unutmamak lazım. Çekirdeğinde de başlangıçtaki dinamizmi körelmiş, muhakemesi mühürlü, koşulsuz itaatkâr dindar/muhafazakâr personelin yer aldığı türden bir sosyo-politik. İktidar partisi bu kimya sayesinde türlü türbülanslara rağmen yirmi yıldır siyasi kudretini koruyabildi. 

Muhafazakâr-politikin hak arama yollarını kapatarak ve basın özgürlüğünü de yok ederek kapalı rejime yönelmesi, muhalifler önünün kesildiğine dair kendine pay çıkarıp gururlansa da, gerçekte pek çok şeyden önce kendi dinamik seçmeninin siyasi davranışındaki esnekliği kısıtlamak içindir.

Erdoğan sembolünü başarıyla kullanan AK Parti laboratuvarı, Erbakan’ın seküler sağdan kopardığı dindar sosyolojiyi mutaassıp sağa dönüştürme ve neo-milliyetçi aşıyla muhafazakâr kimliği ortaya çıkarmada inovatif maharet gösterdi. Bu laboratuvar çalışmasının ürünü olan muhafazakârlık seyreltilmiş dindarlıktır ve bu haliyle vicdanî sorgulama duyarlılığının gelişmesine manidir. Yahut bir tür dindarlaşma artıp derinleşse bile hakikati merak eden eleştirel akıl ve bilginin artmaması tercih ediliyor. 

Kesin inançlı ve dogmatik radikalizmin epey kullanışlı olduğunu Erdoğan çok erken fark etti ve ürettiği kapalı toplumunda kripto dille de olsa beklentiyi karşılıyor. Fakat AK Parti’nin uluslararası onaylı fabrika ayarları bu radikalizmi dillendirmede mahcubiyet yaratacağı ve tahammül gösterilen siyasi desteğin geri çağrılmasına yol açacağı için 2023 seçiminde Yeniden Refah Partisi ve HÜDA-PAR gibi muhafazakâr radikalizmlerin göreve parmak kaldırması hiç kaçırılmayacak sürpriz fırsat oldu. Gerçi YRP, Saadet tabanından taraftar devşirebilmek için hızlıca giriştiği el yükseltmeye seçimden sonra mola verdi ve itidal, suhulet, sükûnet moduna geçti. HÜDA-PAR ise Filistin, Kemalizm, Anayasa’nın değişmesi teklif edilemez ruhu, üniterlik vs. gibi sinir uçlarında sürekli çıta yükselterek yoluna devam ediyor.

Muhafazakâr seçmen evreninde eleştirel aklı etkisizleştiren vasatın, iktidar partisi için hem zayıflık hem de avantaj olduğu söylenebilir. Zayıflıktır, çünkü AK Parti, vicdanî duyarlılık ve eleştirel akıl olmadan entelektüel yenilenmesini gerçekleştiremiyor, kültür-bilim-edebiyat-sanat üretemiyor ve elindeki politik iktidar sert güç kalıp topluma nüfuz edemiyor. Avantajdır, çünkü vicdanî duyarlılık ve eleştirel akıldan yoksun taraftar kitlesine sahip iktidar, bu sayede muhalefetin tüm tenkit ve hamlelerinin çarpıp tesirini kaybedeceği güçlü bir duvar elde etmiş oluyor.

Muhafazakâr iktidarın siyaset ve idare üslubu sebebiyle lüzumsuz yük getiren temel sorunlarla hayatı sürdürmeye katlandığımız bir gerçek. Mevcut muktedir politik personel, eskiden vesayet rejiminin gizli ve örtük biçimde halkı kontrol ettiğinden müştekiydi. Becayiş yaptıkları şimdiki müesses nizam ise politik ve popüler destekle eski hali tahkim etti. Meselenin, ikisinden ehven olana yandaşlık etmek değil, halkı kontrol etmeye dayalı vesayet rejimini ortadan kaldırmak olduğunu dert edecek muhafazakâr/dindar kitle de kalmadı, onları mobilize edecek kanaat önderi de. “Yeni Türkiye”nin nevzuhur ve muhteris aktörleri hakikat arayışını köreltmeye odaklanmış durumda. Aidiyet hissinin vatandaş yükümlülüğünü imha ettiği koşulda yön bulmayı zorlaştırdılar, asimetrik vakalarda kıbleyi belirlemeyi imkânsızlaştırdılar.

İktidar sözcüleri 2008’den bu yana hayalet vesayetin aşamalı olarak siyasetteki görünür ağırlığının azaldığını tekrarlıyor ve bu gelişmeye “yeni Türkiye” adını veriyor. Fakat Türkiye’deki değişimin toplum/halk/millî irade lehine olmadığı ayan beyan ortadadır. Eski Türkiye’deki vesayetin etkisi altında yaşanan hukuk ve siyaset dışı müdahalelerden kurtulacağımız vaadi, halkın daha müreffeh ve özgür, ülkenin de bağımsız olmasını değil, yeni bir vesayet sisteminin inşa edilip devamını amaçlıyormuş demek ki. 15 Temmuz 2016’daki kanlı kalkışmadan bu yana yaşanan hukuk ihlalleri ve masif istibdat, bu niyetin, müstevli ayrık otu misali müesseseleşmesinin distopik öyküsüdür.

AK Parti, Millî Görüş’ten koparak muhafazakâr bir hareket haline gelebilmek için adalet ilkesinden uzaklaşmaya ve neoliberal siyasete yakınlaşmaya muhtaçtı. “Tüccar siyaset” önerisi işte bu ihtiyaç anında ortaya çıktı. Kamu hizmetlerinin kaynak yaratma modeliyle yeniden yapılandırılması ve bundan doğacak yıkıcı maliyetle canı yanacaklara anestezi olarak çeşitlendirilmiş sosyal politikalar, yapısal reformlar yerine yan sanayi tedbirler oldu.

AK Parti’nin yirmi yıla sâri hikayesi, muhafazakâr modernleşmecilik namına laik modernleşmeciliğin hayli gerilimli tasfiyesidir.

Halihazırda “tüccar siyaset”in kurduğu statükoya itiraz, adalet ilkesine bağlılık ve eşitsizliklere isyan eşiğinde gerçekleşiyor. Bu itirazın şimdilik sadece seküler soldan yükselip dindar/muhafazakâr seçmen profiline nüfuz edememesinde anlaşılabilir değişkenler var. Bunlar arasında muhafazakâr iktidarın seçim eşiğinde çıkardığı pilot yangınlar kadar, muhalefetin empatik eksiklikten kaynaklanan kritik hataları da sayılabilir.

AK Parti’nin kaçınılmaz, mecburen ve seçeneksiz olduğunu düşünenlerin sayısı bu partinin aldığı oydan fazladır. Bu durumu mukadder, değiştirilemez ve müdahale edilemez gören muhalifler bile çıkabiliyor. İçine sürüklendikleri umutsuzluk ve çaresizlikle, iktidar partisinin, seçmenini konsolidasyona ihtiyaç duyduğu her defasında provokatif çıkışlarla imdada koştukları da söylenebilir. İktidarın şaşırtıcı biçimde seçmen konsolidasyonunu en kolay gerçekleştirdiği sosyal katmanların başında yoksullar, işsizler, vasıfsızlar ve düşük eğitimlilerin gelmesini açıklayabilir bu. Kimlik eksenli pilot yangınlar çıkartılarak yapılan teskin, muhalefetin bu yangınları söndürmedeki başarısızlığıyla mümkün olabiliyor.

Dikkat edilmesi gereken önemli ipucu, maişet (geçim derdi) ile hüviyet (kimlik/aidiyet derdi) çatıştığında seçmen çoğunluğunun ‘hüviyet’i tercih etmesidir. Çünkü hüviyet varoluşsal görülüyor ve tehdit algılamasıyla özdeşleştiriliyor. Yani seçmen önce kimlik ve aidiyet eksenli kriter sepetiyle değerleme yapıyor. Bu testi geçen politik seçeneği siyasi davranış değerlendirmesine tabi tutuyor. Uzun süredir AK Parti deprem anında toplanma yeri olarak tespit edildiğinden başka bir seçenek, gelenekselliğe bağlı seçmenin tercih değiştirmesini başaramıyor.

Otoriter yönetim politizasyondan hoşlanmıyor. Halkın “ekmek davası”nda olmasını siyasi duyarlılığın gelişmemesi, hak ve özgürlük arayışının doğmaması için güvence görüyor. Bu sayede alternatiflere seçmenin ilgi göstermeyeceğini projelendiriyor. Fakat muhalefet güçleri hatırlayacaktır: 2011’de Tunus ve Mısır’daki halk isyanları, “ekmek davası”nın politizasyonun kendisi haline gelmesiyle gerçekleşti. Tunus ve Mısır, “ekmek davası” kimliğinin her an zuhur edeceği yüksek potansiyelini yansıtan, ama o potansiyelin ne zaman ve hangi olayla tetikleneceğinin kestirilemediği örneklerdi.

AK Parti’yi 2002’de iktidar yapan, 90’ların karanlık tünelinde bunalmış topluma açıklık, şeffaflık ve reform vaat etmesiydi. AK Parti, Milli Görüş fraksiyonu olarak Refah Partisi döneminde yarım kalan değişim sürecini tamamlayacak bir seçenek olarak görüldü. O nedenle 1997’deki stresli evrenin 1999 seçiminde vites düşüren sonuçlarına rağmen yükseliş trendindeki Refah Partisi’nin alacağı oy oranına ulaşmakta zorluk çekmedi. İlk yıllardaki reformcu heyecana katılmayanlar, sadece seküler evrenden radikal ve marjinal öbeklerdi. Ana akım seküler-politik’in grupları, iktidarın yapısal dönüşümle muhafazakâr oligarşiye yönelmesine bile uzun süre tahammül gösterdi.

AK Parti’nin 2011’deki Suriye krizinden itibaren eski zamanlara özgü içe kapanma siyasetine döndüğü doğrudur. Bu negatif değişime “etrafımız düşmanlarla çevrili” doktriniyle tüy dikilmesinin kaçınılmaz sonucu da bekâ siyaseti olacaktı zaten. 

Çalkantılı bir bölgenin eksen ülkelerinden Türkiye’nin bekâ sorunu hissetmesi anlaşılabilir. Fakat 2011’e kadarki AK Parti aklı; değişim, açıklık, reform, şeffaflık, güçlü ekonomi ve dünya ile yakın ilişki ilkelerinden oluşan paradigmanın özgüveniyle güvenlik siyasetine savrulmadan bu sorunun üstesinden gelinebileceğini hem savundu hem de bunu gösterdi. Şubat 2018’de bayrak gösteren Cumhur İttifakı bu paradigmadan nihai kopuşun doktrini oldu. Muhalefeti ‘hain’ nitelendirecek kadar ileriye gidebildiler. AK Parti lideri artık sadakati sadece partisi için değil makbul vatandaş ve millet için de şart görüyor. Dolayısıyla onun “benim milletim” dediği insan topluluğu, anayasal vatandaşlardan oluşmuyor. Otokratik sisteme bağlılık ve sadakat gösterenlere “millet” diyor. Geriye kalanlar ve muhalifler ise “ya bendensin ya da düşmanım” antagonizmasının öğeleri oluyor. Çelişkinin dinselleştirilmiş halindeki “ümmet” de ilahiyatın terminolojisindeki “ümmet” değil. Koşulsuz itaatin metafizik bedeninde âzâ olmaya gönüllülüktür. Dünyevîleştirilip politize edilmiş sevap algoritmasında yüksek getiri vadeden tercihtir. 

Galiba muhalefet, AK Parti’nin laik sağın kitle partisi geleneğinden gelmediğini kavramakta güçlük çekiyor. Bu nedenle senelerdir AK Parti’nin ANAP akıbetini yaşayacağına ilişkin dogmatik determinizmin tahakkuk etmesi bekleniyor. AK Parti’nin kıyametinin kopmasını beklemek ve sürekli yapılması gerekenleri ertelemekte siyasî basiret, feraset ve akıl bulmak kolay değildir.

İktidar, seçmeni, sadece kendinden sonra patlak verecek toplumsal kaos, çöküş ve parçalanma ile korkutmuyor. Aynı zamanda yeni bir iktidarla yaşanacak ‘sil baştan’ halin, mevcut iktidarla işlerini görmeye alışmış seçmenin hayatını alt üst edecek değişim olacağı ikazıyla da tedirgin ediyor. AK Parti kampanya dilindeki “istikrar”, alışılmış ve ünsiyet kazanılmış statükonun değiştirilmesi fikrine yabancılaştırmayı amaçlıyor. Bunun büyük ölçüde başarıldığı bugüne kadarki seçimlerle kanıtlandı. Muhalefet, seçmenin karar ve siyasi davranış değiştirmekten korkmamasını, hatta değişimi istemesini ve buna cesaret etmesini sağlayabilmelidir.

Erbakan’ın 2007 İstanbul mitinginde AK Partilileri “Bizansın çocukları” nitelemesiyle anması muhtemelen hakareti amaçlayan tavsif değildi. Kastettiği şu olmalı: AK Parti siyaset dünyasında Tanrının değil, Sezarın hakkının gözetildiği Bizantinist gelenek hâkim hale geldi. Taraftar tribünü, beşerî hukuku yok sayıp, Sezaryen liderin şahsî hukukunun üstüne titriyor. Siyaset ve insan davranışları üzerinde ahlakî denetimi nedeniyle önemli, değerli ve anlamlı olan dine mülk muamelesi yapılıyor. Dinin millete değil, devlete ait görüldüğü idrak havzasında egemenlerin dini dilediği gibi kullanma hakkına itiraz da yükselemiyor.

Sünnî siyaset teorisinin mimarlarından İbn Teymiye (ö. 1328), Mecmuu’l-Fetava’sında, Müslümanlığın erken döneminden miras “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir” doktrinini savunurken otoritenin işlevini Allah’ın “rab” sıfatıyla karşılaştırmıştı. Ona göre kulların işlerinin yolunda gidebilmesi için bu gölgeye (sultanın Allah’ın gölgesi olmasına) ihtiyaç vardı. Çünkü gölge olmazsa toplumsal işler yürütülemezdi. (Mecmuu’l-Fetâvâ, 2005, 35/30). 

Tarihsel uygulamaların yarattığı teo-politik kültürün siyasî alanı genişletip sivil alanı daralttığı gerçeği, İran Meşrutiyet devriminin fikrî önderi Ayetullah Nainî’nin (ö. 1936), “Dinî istibdat olmadan siyasî istibdat olmaz” (Mecmua-i Makâlât- i Seyrî der Ârâ ve Endîşehâ-yi Mirzâ-yi Nâînî, 2001, s. 444.) hükmünü teyit ediyor.

Tabii ki umutsuzluk insanlığın şanından değil. Ama şu da bir gerçek ki, irade-i seniyenin kutsallaştırıldığı, hatta tanrısal kabul edildiği ve irade-i milliyeye tahakkümün kutlandığı politik kültürde ülke nüfusunun siyasî kaderi belirleyecek çoğunluğunu egemenlik/velayet hakkının topluma ait olduğuna ikna etmek kolay değil. Böyle bir sosyo-politik iklimde demokrasi bitkisinin yeşerememesinin temel sebebi, demokrasinin siyasî sürece katılımdan fazlasını içerdiği bilgi ve bilincinden hiçbir politik muhiti dışarıda bırakmayan marazlı mahrumiyettir. Mayıs 2023 seçiminin ardından muhalifler bile “seçim yenilgisi” şiarıyla demokrasiyi kazanma-kaybetme oyununa çevirme emeline onay vermedi mi? Sanki futbol ligindeyiz ve kazanan takım üç puan alacak, kaybeden hiçbir şey alamayacak. Halbuki sandıktan çıkan sonuç, siyasi hakimiyeti vekaleten kimin kullanacağını ifade ediyor. O hakimiyet, milletin hepsine aittir. Sandığa gitmeyenler de dahil, 65 milyon seçmen milli hakimiyetin asli sahibidir. 27 milyon oy, siyasi hakimiyeti 5 yıllığına vekaleten kullanma hakkını sağladı sadece. Muhalif 25 milyon ve sandığa gitmeyen 12 milyon vatandaş da o siyasi hakimiyette hisse sahibi ve onların hakkına da riayet edilmek zorunda. Hukuken de ahlaken de bu böyle. 

Muhalefetin, çok oy alanın temsilde hak ettiği payı aldığı, az oy alanın da o oranda temsil edildiği, ama her iki tarafın da siyasi rejimin ve temsiliyetin içinde yer aldığı temsil rejimini savunması gerekmez miydi? Gerekirdi, ama mevzu uzunca bir süredir siyasi rekabetten ziyade politik yenişme mecrasına oturtulduğundan muhafazakâr-politik’in sosyolojisine mağlubiyet yaşatılmadıkça teskin olunamayacak.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.