Sadece Kürtleri değil, Kürtlüğü de sorun gören ve bu halkın sorun ettiği halleri de inkâr eden seküler ve İslamcı Türkçülük için tabii ki anlam ifade etmiyordur, ama empat insanlardan oluşan gelişmiş bir toplum olsaydı mesela 2022’de Türkiye’deki MasterChef yarışmasında Şırnaklı yarışmacının Türkçe aksanından dolayı özür dilemesine içerlerdi. Ben sözgelimi, 1983’te İslamcılığımın heyecanıyla dinî ilimler tahsil etmek için gittiğim Norşin’de jandarmanın sıradan Kürde kötü muamelesine tepki gösterirken gözaltına alınmış biri olarak Şırnaklı çocuğun boynunun bükülmesine nasıl kahrettim. Neyse ki jüriden telafi edici sözler işitmek iyi geldi de biraz ferahladık. Gerçi çocuk yarışmanın ilerleyen günlerinde Michael Jackson kompleksine yenildi ve özür gerektiren halden çıkıp makbul ve egemen surete bürünmek için yüzüne gözüne yapmadık şey bırakmadı. Kabul görmek için aslına alinasyonun toksik şey olduğunu keşke biri ona anlatsa.
Türkiye’nin siyasî tarihinde elbette ki mebzul miktarda sarsıcı ve akıl almaz örnekler var. Ama makul insanların, kişisel tarihlerinde acı çekerek tecrübe ettikleri durumlar mutlaka olmuştur. Benimki, 1983’te, talihsiz İslamcılık dönemimin başlarında Molla Sadreddin’e (Yüksel) hayranlıkla onun okuduğu medresede dinî ilimler eğitimi almak için Norşin’e gittiğimde yaşandı. Medrese dediğimiz, köyün camisiydi aslında. Gündüz namaz kılınıyor, medrese müfredatının kitapları okunuyor, gece de yataklar açılıp yatılıyor. Talebelere “faka” deniyor. “Fakih”ten bozma, biraz da Kürtçeleşmiş lakap.
Fakalarla her akşam üstü takıldığımız kahvede bir gün yine çay içerken, yanında bir grup silahlı askerle jandarma başçavuşunun taburelere oturmuş sohbet eden kalabalığı yararak ilerlediğini gördüm. Yanlarından geçebilecekken özellikle aralarına dalıp herkesi ayağa kalkmaya zorlamasının otorite teşhiriyle ilişkisi tahmin edilecektir. Yaşlı genç herkes korku içinde ayağa fırlıyordu. Başıma gelip dikildiklerinde epeyce Batıdan, İzmit’ten gelmiş bir Türk olmanın özgüveniyle ayağa kalkmadım. Geldiğim şehirde toplum içinde sağa sola ayar veren eli silahlı jandarma görmek ve onlara itaat ritüeli sergilemek hayatımızın parçası değildi. Bir de galiba içten içe egemen ulustan olmanın rehaveti vardı üzerimde.
İri kıyım şişman başçavuş tepemde dikilip kalkmam için avazı çıktığı kadar bağırdığında işin kötüye varacağını anladım ama yine de tepkimi göstermek için sallana sallana kalktım. Otoriteye itaatsizliğin yerlilere sirayet etmesinden endişelenmiş olmalı ki yaka paça gözaltına aldırdı beni ve karakola götürdüler. Araştırma, sağa sola telefon protokolünden ve araya ricacı olarak Sadreddin Yüksel’in kayınbiraderi merhum Şeyh Nurettin’in girmesinden sonra serbest bırakıldım. Ama bir şartla: Norşin’i terkedecektim. Sürgün edildim yani. Eli silahlının yarattığı fiilî durum. O noktada artık Anayasal hak, vatandaşlık, seyahat özgürlüğü falan iş görmez. Bunlardan bahsetmeyi denediğimde cevap olarak aldığım korkutucu bakış karşısında seçeneksizdim zaten. “Jandarma dipçiği” dönemiydi, “kır polisi” sevimliliğine daha çok vardı. Meşhur “Ömer’in kırbacı Haccac’ın kılıcından daha korkunçtur” (İbn Hallikan, Vefeyatu’l-A’yan, 3/14) lafındakine benzer bir devir.
Lakin Kürt medreselerinde okuyup molla olmaya kafayı taktığım için şehrime dönmek yerine oradaki İslamcıların tavsiyesiyle Tatvan’dan Batman’a gitmeyi tercih ettim. Kürt İslamcılığının ilk liderlerinden Hüseyin Velioğlu’nun mihmandarlığında. Öldürülmesinden sonra yerine geçen halefi Edip Gümüş de yanındaydı. Trende yol boyunca arkadaşlarıyla birlikte söyledikleri İslamcı marşlardaki Kürtçe’nin temsil ettiği Kürt kimliğinin, Kürt halkının varoluşsal meselesini halletmek için politik taleplerle sahaya çıkmış seküler Kürtlerin bayraktarlığını yaptığı Kürt kimliği ile mesafesini ölçebiliriz. Bu sayısallaştırma, seçimlerde sandığa yansıyan açık ara siyasî destek farkına mana vermede de işe yarayacaktır.
Lübnan’daki emsali Hizbullah’ın Lübnanlı Şiiler arasında düşük orandaki desteğinin nedeni ile Kürt İslamcıların Kürtler arasındaki marjinal desteğinin sebebi aynıdır. Seçim sonuçlarına göre Lübnanlı Şiilerin yüzde 70’i Hizbullah’ı desteklemiyorken, Türkiye’de Kürtlerin yüzde 98’i Kürt İslamcıları benimsemiyor, çünkü ikisi de ait oldukları toplumsal ve kültürel gerçeğe uygun değil.
80’lerin başında Kürtlere liderlik meselesi, Kürt İslamcılarının altına girmeyi göze alabileceği ve üstesinden gelebileceği yükümlülük değildi kuşkusuz. Ayrıca seküler Kürt siyaseti tarafında da 70’lerden miras bir gelenek vardıysa bile esas itibariyle o dönemde hiçbir Kürt hareketi ideolojik elitizmin dışında değildi ve Kürt sorunu bugünkü gibi halklaşmamış, kitleleşmemişti. Bir de zaten Kürt İslamcılar İran devriminin yarattığı heyecanla kavmiyet davasına dönüp bakmazlardı. Daha ziyade İslamcı harekete liderlik konusuyla ilgiliydiler. İç ihtilaflar ve yatay çelişkilere verdikleri önem nedeniyle seküler rakipleriyle meşgul olmaya mesai ayıracak kapasiteleri de yoktu. Norşin ve Batman’daki medrese maceramdan iki yıl sonra, 1985’te geç üniversite öğrenciliğim sırasında İstanbul’da bir öğrenci evinde dinlediğim Hüseyin Velioğlu, Kürt sorununu değil İran’daki devrimi ve Türkiye’de İslami hareketin sorunlarını anlatmıştı mesela. “İslamî hareket” denilen şey de, AK Partili yıllardaki hızlı ve kusursuz entegrasyonun gösterdiği gibi, Müslümanlık görünümüyle seküler muadilinden sözde farklılaşan Türklüğün ve Türkçülüğün “gizli el”inin vesayeti/velayeti altındaydı aslında. Muhafazakârlığa hazır ve teşneydi yani. O “gizli el”in müdahil rolü kimi zaman finansal/iktisadî destek, kimi zaman da terbiye eden düzenleyici olarak hep hissedilirdi. Mesela 80’lerde bağımsız İslamcılığın kalesi -benim de içinde yer aldığım- Girişim dergisi Mehmet Metiner’in yönetiminde yayınına başladığında beklenmedik bir rağbet görünce o zamanın trolizmince “İrancı, Kürtçü, mezhepsiz” şeklinde muhtelif yakıştırmalarla lince uğrarken bu kampanyayı harlayanlardan Mehmet Şevket Eygi’nin, Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’nda Enderun Kitabevi’nde, onu dinleyen gruba, dergiyi Kürtçülerin çıkardığını kendinden hayli emin söylediği aktarıldı. Metiner, Eygi’yi ziyarete gidip bunun doğru olmadığını anlatmayı önermişti. Evine gittik, ama kendisinin değil başkalarının bunu söylediği manevrasıyla sıyrıldı işin içinden. Muhafazakârlığın bir karakteristiği varsa kâmil örneği Eygi’dir. Türk-Sünnî-Hanefî olmayan dindarlıkları, komünizmi, Yahudiliği düşman potasına atarak, Batı kompleksli Batı karşıtlığıyla ve savaşta (sosyal hayat ve siyasette rakiple her türlü karşılaşmada) hileyi, yalanı, kötülüğü caiz gören ahlak sistemiyle inşa edilmiş Müslüman kimliğin sözcüsüydü.
Yıllar sonra, 2022’de, seküler öğretmenine taş çıkartacak seviyede Türkçü bir İslamcının kürsüde Kürt İslamcılığının gözlerinin içine bakarak ve de parmak sallayarak Iraklı konuşmacının önünde yazan “Kürdistan”a itiraz edip onları terbiyeye yeltendiğini gördüğümde aklıma 1985’te bizim yaşadığımız tecrübe geldi. Biz o zamanlar fikri hür, vicdanı hür bir nesildik ve terbiye girişimine izin vermedik. Ama Türk İslamcılığından el alarak siyasette temsil bedeline mukabil Türkçülüğün vesayetine girmiş zamane Kürt İslamcılığı ona sallanan parmağı sessizce izlemek zorunda kaldı. Bu hal, millet olarak saygı duyulmayı bekleyen Kürt halkı nezdinde itibara layık görülür mü? Akredite mücadele alanlarında (mesela Filistin) aktivasyon serdederek asıl mevzudan kaytarmak dikkat dağıtmaya yarar mı? Suriye ve Irak’ta IŞİD saflarında savaşırken Kürt Ezidi kadınları köleleştirmiş, hatta Hamas’ın koruma ve kollamasında Gazze’ye kaçırmış militanlarla gönül rahatlığıyla aynı duygu dünyasında yer alabilen Kürt İslamcılığına Kürt halkı sempati duyar mı? Köleleştirilmiş Kürt kadınlarını Gazzelilerden İsrail’in kurtardığı, Kürt İslamcılığının ise bu duruma ağıt yaktığı koşulun zihinlerde hangi yönde yankılanacağını tahminde çok zorlanmayız.
Türkiye konu olduğunda -TBMM zabıtlarında kayıtlı olmasına rağmen- ülkeyi bölme niyetine yorulan “Kürdistan” ismine tepkiyi Kürt’ten nefretin kodu kabul etsek hata yapmış olmayız. Irak anayasasında tanımlanmış Kürdistan bölgesel yönetimine ve bayrağına husumet bunun kanıtlarından. “Sözde Kürdistan bayrağı” demek, “Sözde İngiltere bayrağı” demekten farksız çünkü. Öğretmeni Avrupa olan talebe ve türev milliyetçiliğin ana kaynakta bile görülmeyen belirleyici vasfı depresif, obsesif, cahil, muhakemesiz olması. Irak’ın ve dünyanın gerçeği olan vakıayı reddedecek seviyede hem de.
Birisine “nerelisin” diye sorulduğunda “Kürdistanlıyım” cevabını vermesiyle şok geçirilmesi cehalet ve nefreti öğreten bu diyarın olağan işlerinden. Selahattin Demirtaş’ın yeni başlayanlar için Kürt sorununu yazdığı yazıda bir Kürt sorunumuz olup olmadığını belirleyen hipotetik testlerden birinin saha teyidi bu gibi örnekler:
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“İstanbul’da bir etkinliktesiniz. Ülkenin ve dünyanın farklı bölgelerinden gelen kişilerle tanıştınız, sohbet ediyorsunuz. Herkes etkinliğe nereden geldiğini söylüyor.
– Kafkasya’dan geldim.
– Trakya’dan geldim.
– Kapadokya’dan geldim.
– Kürdistan’dan geldim.
Yukarıdaki cümlelerin hangisi tüylerinizi diken diken etti? İçinde Kürdistan olan cümleyi okuyunca bile sinirlendiniz mi? O zaman sizin Kürt sorununuz var. Kusura bakmayın.”
Sosyal medyada viral olan videoda Kürt genci (Ali Çeven), her şeyin Türk etnik kimliğiyle tanımlanması halinde başka bir millet olan Kürdün, siyasi sistemin simgeleriyle nasıl aidiyet bağı kuracağını soruyordu ve siyasi rejime, tüm etnik grupları kapsayan mesela “Anadolu” adı verilse ortada Kürt sorunu kalmayacağını vadediyordu. Çok geçmedi, gencin tutuklandığını, üstelik gözaltında dayak atıldığını okuduk. “Eski Türkiye”de işkencenin gizli saklı kalması için incelikli yöntemler geliştirilmişti. Müslümanlığın “yeni Türkiye”sinde bilakis iyice görülmesi için elden gelen gayret sarfediliyor. Türkiye’nin normali bu iken medeniyetin normali şöyle: Yeni Zelanda’nın ilk sakinleri olan yüzde 15 nüfuslu Maorilerin siyasi partisi, ülkenin resmi adının Maorice “Aotearoa” olması talebiyle Parlamento’ya dilekçe verdi ve dilekçe işleme kondu. Ad değiştirmeye karşı çıkan milliyetçi parti ise kıyameti koparmadı, referandum istedi sadece. Konu epeydir hiçbir gerilim yaşanmaksızın tartışılıyor. Hatta ülkenin önemli bir kısmı teklifi destekliyor. Ülkenin adının Aotearoa, devletin adının Yeni Zelanda olması, Maorilere bir bölge verilerek federatif rejime geçilmesi gibi öneriler de var. Zaten Yeni Zelanda, yerel yönetimlere yetki devrinin zirve örneği. Maorilerin bayrağı her yerde resmi bayrağın yanında dalgalanıyor.
Bize gelince, siyaset bilimi mevzularının taş devrindeyiz. Üniterliğin topluma etnik tesviye anlamına gelmediğini, yasama yetkisinin sadece başkentteki mecliste olması koşuluna bağlı basit bir idari model olduğunu, bunun dışındaki yerel yetkilendirmelerin hiçbir seviyesinin üniterliğe aykırı olmadığını anlatmaya çalışıyor işin uzmanları. Demokratik standardı yükseltmemeye mazeret ve bahane yapılan “etrafımız düşmanlarla çevrili”, “İsviçre değiliz” gibi lafların aklı başında gerekçe muamelesi gördüğü bir zavallılık batağındayız.
Arap künye kullanıp Kürtlüğünü gizlediği için olsa gerek (“Kudüs fatihi” ünvanına sempati kamuflaj olmalı) Türk İslamcılığının yere göğe sığdıramadığı Kürt kral Selahattin (Eyyubî), Arap ve Türk mollaların fitlemesiyle büyük Kürt filozofu ve ârifi Sühreverdî’yi katletmişti. Kürt İslamcılığının fikrî geleneğinde, irfan ve düşüncenin şâhı Sühreverdî yerine, akla ve irfana ve Sühreverdî’nin neo-platonist evrenine düşman, Aristo eleştirisine rağmen has Aristocu Kürt İbn Teymiyye’nin aslî kaynak olmasının açıkladığı çok şey var. Selahattin’in, Sühreverdî ile birlikte felsefî muhakeme ve hoşgörüyü katletmesiyle, ötekini imhadan başka yol bilmeyen İbn Teymiyyeci tasfiyeciliğin önü açıldı.
Sözün burasında, Şiî İran devriminin şok dalgasına Sünnî ülkelerde duvar olması planıyla İbn Teymiyye’nin mezhebi Selefizmin yayılmasına teşvikin “yeşil kuşak” doktrininde önemli başlık olduğunu da anmak lazım. Çok sayıda örnekte doğrulanacağı gibi, Selefizm, sponsorlarının beklentisine daima sâdık kaldı. Taahhüdün tutulmadığı Afganistan benzeri istisna durumlarda da silahın namlusunu, onu eline tutuşturanlara yöneltmekten kaçınmadı.
Yahudilere husumetle dopdolu İhvancı Araplar “Filistin davası”na hizmet diye Hitler’in tugayı olmuştu. Kürtlerse Kızıl Ordu’da faşizme karşı savaştı. Kürt İslamcılığının, faşizmle savaşmış soydaşlarını değil de Nazi tugayı kurmuş İhvancılığı kendine gelenek seçmesidir mesele. Türk İslamcıların çoktan vazgeçtiği evrenselci tahayyülü umutsuzca yaşatmaya çalışırken onların devletçiliği yanında hiç olmamış yama, eklenti, uzantı göründüklerinin farkındalardır herhalde.
Bu yazıyı hazırlarken, Hameneî’nin “mutlak velayet-i fakih” istibdadına sempatik Kürt İslamcılığının hiç değilse onun “direniş ekseni” ofisinin lejyonu olmadığıyla teselli bulacaktım ki TBMM’de “çifte vatandaş” yasa teklifiyle Türkiye’deki Yahudileri hedef aldıklarını okudum. Gazze savaşı sürerken Tel Aviv’e askeri lojistikte kullanılacak malzeme ihracatı nedeniyle Beştepe’ye veya MÜSİAD şirketlerine ses çıkarmayı göze alamayınca sosyal hayattaki Yahudilere, yani kolay hedefe yönelmişler belli ki. Haberi duyuran Sipah (İran Devrim Muhafızları) organı, yasa teklifine ilişik açıklamaları yeterince yüksek bulmamış, el yükseltmeye katkı yapmak istemiş: “Türkiye ve İsrail pasaportlu en az 4.000 Siyonist, 7 Ekim’den sonra Gazze’ye giderek İsrail ordusu saflarında Filistinlilerin öldürülmesine katıldı.” Sipah medyasının tüm uzuvlarında böyle ipin ucu kaçmış abartı ve yalan haber olağan haldir de, burada “öfkeli gençler”i tedhişe yönlendiren açık davet var sanki. Umarız devlet teyakkuzdadır ve böyle bir siparişin tebellüğ edilmesine izin vermez.
Hiç şüphe yok TBMM, Kürt İslamcıların bu acaip girişimine dönüp bakmaz, ama faraza böyle bir yasa yapılsa bu durumda tüm çifte vatandaşlar, sekonder ülkedeki askerlik görevinden dolayı o ülke ordusunun operasyonlarından sorumlu tutulabilir. Hatta Kürt İslamcılar, bu ülkede yaptıkları askerlik görevi nedeniyle -güvenlik sektörünün muhtelif operasyonlarına atıfla- misilleme olarak ikinci ülke tarafından benzer suçlamalarla yakalama kararına maruz kalabilir. Yurtdışına çıktıkları anda o karar, taraf ülkece infaz edilebilir. İşin bu kısmı “kendi düşen ağlamaz” babındandır ama Tehran’daki “direniş ofisi”nin eğitimsiz, vasıfsız ve liyakatsiz memurlarının sokma aklıyla Türkiye’yi mimletecek işleri Meclis’e getirmek, Meclis’in de böyle bir siyasî sekteye sükût etmesi büyük ayıp ve talihsizliktir.
Ne umuluyor? Yahudilerin Babil sürgünü gibi topluca sürülmesi mi? İspanya tecrübesinin tekrarı mı? Her kötülüğün altında Yahudi’yi arayan Nazi Almanyasına mı benzesin Türkiye? Oldu olacak gaz odalı toplama kampları mı kurulsun?
Siyasî hesap kitaba bakmaksızın Beştepe ve AK Parti grubu başta olmak üzere siyasî parti grupları ve TBMM’nin her düzeyde bu girişime sert tepki vermesi lazımdır.
Yukarıda kişisel tarihimdeki Kürt sorununa ilişkin anlattıklarımın, henüz “terör” mazereti, bahanesi ve gerekçesinin her türlü karartma ve konsolidasyon için etkili araç haline getirilmediği 1983 senesinde yaşandığını tekrar hatırlatayım. Mart 1990’da Tevhid dergisi adına Kürt meselesi üzerine sohbet ettiğim Kanada Kürt Öğrenciler Birliği Başkanının “Kürtlere zenci muamelesi yapılmamalı” sözü, hakkımda soruşturma açılmasına sebep olup da savcının “Ne işin olur Kürtle” tavsiyesine gelindiğinde işler çoktan zıvanadan çıkmıştı. Mevzu şu: İfade sırasında savcı nereli olduğumu sormuştu. “Kürt olup olmadığımı soruyorsanız, değilim” demiştim. Cevabımla rahatlamış olmalı ki, “Kürt de değilmişsin, ne işin olur Kürtle” demişti. Dosyada takipsizlik kararı çıkmıştı, ama Kürt olsaydım 90’lar şartlarında başıma geleceklerin ucu çok ama çok açıktı.
Kürt sorunu olmadığını kanıtladığını zanneden “Kürt ne olmak istiyor da olamıyor?” klişe sorusunun meseleyi halletmeye hiç yaramadığını ve asla yaramayacağını yeterince denemeyle öğrendik. Her ay bir hafta boyunca, siyasi rejimin bir numaralı makamını, TBMM’yi yöneten Kürt temsilcinin lisanıyla bir şey söylendiğinde zabıtlara “bilinmeyen dil” diye geçiriliyorsa Kürdün olabildiği hiçbir şeyin anlamı yoktur. Bir milletin adını, dilini, kültürünü inkâr etmek; beldelere, dağlara, ovalara, nehirlere verdiği isimleri reddedip egemenlik atfedilmiş kavmin diliyle yeniden isimlendirmek ve varoluşun tezahürlerine barikat koymak kültürel soykırım değilse nedir? Benzeri Avustralya’da Aborjinlere, Amerikan Yerlilerine, Yeni Zelanda’da Maorilere ve başka milletlere yapılsa sömürge edebiyatını nasıl da köpürtüp kendi dünyasına dönünce yankı odasında serotonine abanılmaz mı? Oysa sorunları çözümsüz bırakıp konuşulmalarını menetmekle varılacak bir menzil var mı?
Bu ülkenin “Kamber Ateş nasılsın?” hali hiç bitmeyecek galiba. Kürt adını duyunca şuurunu kaybeden insaniyet yoksunları, tüm zamanların ve mekanların ağır utancı. Netflix’in Neandertal belgeselinde “Kürdistan” adı geçmesine dahi şuursuzca tepki vermedeki kıskançlığın, ağır ve şifa bulmaz ırkçı marazın anakronik homurdanma olmaktan öte manası yok.
Keyif kaçırsa da Kürtler dünyanın en eski milletlerinden ve Türkiye’nin ultra milliyetçi akımının liderini, can düşmanı Öcalan’ı Meclis’te konuşmaya davet etmeye mecbur bırakan konjonktür bu çağın Kürtlerin yüzyılı olmasını sağlayacak enerjiyle yükseliyor. Yani mesele, PKK liderini TBMM’de kürsüye çıkarma işinde kızgın kestaneleri Erdoğan’a toplatma operasyonundan çok daha fazlasıdır. Velev ki AK Parti’yi iktidara getiren siyaset mühendisliğinin sözcüsü bu kez de iktidardan götürmek için tuzak kuruyor olsun, bunu, en galiz beddualarla andığı son Kürt isyanının liderine mikrofon uzatarak yapmak durumunda kalmasıdır asıl mesele.
Fehmi Şinnavi “Ümmetin Yetimleri Kürtler” kitabını yazdığında ümmetin Kürtlere yaptığı haksızlıklara dikkat çekmek istemişti. Ama artık Kürtlerin ümmetin yetimi, hatta hiçbir şeyi olmak istemediği aşama ve evredeyiz. Tarihteki gibi yeniden ülkesi ve devletiyle bütün, bağımsız ve saygın bir millet olmak istiyorlar. Kürtler, haysiyet ve şahsiyetiyle insanlığın tarihsel yürüyüşüne katılmak istiyorken Kürt İslamcıların onlara sunabildiği “dava”, ideolojik kabullerin hayat tarzı. Afganistan’da Taliban, İran’da Hameneî’nin Encümen-i Hüccetiye’den miras çokça irticaî kapalı dünya görüşü ve kısıtlarla dolu bir yaşam. Saçını örtme mecburiyetine bir tutam saçın görünmesiyle muhalefet ettiği gerekçesiyle gözaltına alınan Kürdistanlı Mehsa Emini’yi gözaltında darp edip beyin kanamasından öldürmeye varan bir tahdit rejimine Kürtlerin özeneceği düşünülmüyordur herhalde.
Seküler Türkler için Kürt sorunu hep rejim meselesiydi. İktidardan pay alamayan muhafazakâr Türkler, “eski Türkiye”de bu yaklaşımı seküler radikalizmin sorunu görüyorken iktidarı ele geçirince aynı Kürt sorununu aynı gerekçeyle mesele haline getirdi ve seküler selefiyle aynı tepkileri vermeye başladı. Kürt İslamcılığının buna rağmen muhafazakâr Türklerle politik, taktik, hatta stratejik işbirliği, seküler Kürtlerin gelecek kurması halinde dışarıda bırakılacağı kaygısı olabilir. Ama bu nedenle Kürtlerin yüzyılı doğarken günbatımında kalmayı seçmeleri rasyonel de ilkesel de değil ve stratejiyi değiştirmedikleri takdirde muhtemel istikbalin ve tarihin dışında ebedî nisyana havale olacaklar.