AK Partili eski bir tanıdık, Mayıs 2023 seçiminden iki yıl önce “devlet”in Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olmasına izin vermeyeceği kehanetinde bulunmuştu. “Alevi olduğu için mi?” dediğimde gülümsedi. Ama mevzunun Alevilikten fazlası olduğunu biliyoruz. Çünkü statükoya ilişmeyecek bir Alevi aday, mevcut müesses nizamı muhaliflere de sempatikleştirme ihtiyacı bâbından bilakis tercih bile edilirdi. Buna karşın beytülmalın yağmalanmasının hesabını sormayı vadeden Kılıçdaroğlu’nu engellemek için seferberlik ilan edilmesi, “devlet”in ekonomi-politik yeni evreninin tabiatı gereğiydi.
Müesses nizamın âdetlerine ve kurulu düzene dokunmak, beytülmalın talan edilmesini engellemek ve sorumlularını hesaba çekmek riski çok yüksek iştir. Emevî halifesi olmasına rağmen atalarının kurduğu nepotik, ayrımcı ve zalimce siyasî-dinî-iktisadî rejimi radikal biçimde değiştirmeye girişen Ömer b. Abdulaziz’i (ö. 720) halifeliğinin ikinci yılında kendi sülalesi zehirleyip öldürdü mesela. Emevilerden büyük eziyet gören Şiîlerin o dönemdeki büyüğü İmam Bâkır (Hazret-i Hüseyin’in torunu), Ali taraftarlarına adaletli davranması ve mağduriyetleri giderip helalleşme dönemini başlatması nedeniyle “Ümeyyeoğullarının soylusu” diyordu onun için. (İbnu’l-Esir, ö. 1233, el-Kâmil fi’t-Tarih, 5/62).
2016’dan itibaren “devlet”in ekonomi-politiği, bekâ paradigmasına sosyoloji ihtiyacı nedeniyle sermayenin el değiştirmesi rotasına yerleşince normalde yolsuzluk tanımıyla kriminal tarafın konusu olacak bütün işler mazur görülmeye başladı. Kılıçdaroğlu’nun “128 milyar dolar nerede?” sloganı aslında bu eksen kaymasını gayri meşruluk içinde tutma mücadelesiydi. CHP liderliğinden tasfiye edildikten sonra iktidara ulaşmak için yöntem değiştirme mecburiyetini analiz eden yeni yönetimin behemehal ve derhal vazgeçtiği işte bu mücadeledir.
Yukarıdan beri “devlet” dediğimiz, teorinin bahsettiği “devlet-hükümet” modelinde geçici hükümetin, yapısal formuna dokunmaması gereken kalıcı çatı değil elbette. 22 yıllık iktidarın 2016’da şapkadan çıkardığı masif otokrasiyle ortada hükümetin ipini koparmasına ve aklına eseni yapmasına had-hudut bildirecek bir “devlet”, yani hukuk, gelenek, teamüller, demokratik kurallar ve kurumlar kalmadığı için artık “devlet”, muktedir siyasî iradenin ta kendisi. Buradaki “siyasî irade” de egemenliğin üretilmesi ve kullanılmasıyla ilgili meşruiyet sahasının kavramı olarak değil, cumhuriyet öncesi irade-i seniye rejiminin hortlağı olan kudret manasında idrak edilmeli. Seyfiye-ilmiye-kalemiye teslisinden (trinity) müteşekkil müesses nizam da yine o. Numan Kurtulmuş’un, bir zamanlar iktidarperest siyasî heyete muhalifken sıkça tekrarladığı “Harun-Karun” karşılaştırmasında olduğu gibi. Kurtulmuş, 7. yüzyılda Peygamber’in çevresel koşulunu tanımlarken Mısır tarihinden verilen örnekteki “Firavun-Haman-Karun” teslisine atıf yapıyordu. (Mesela bkz: Ankebut 39). Yani mutlak lider, emre âmâde bürokrasi ve rejimi finanse eden sermaye grubu. Kapitokrasi. 90’larda debisi hayli yükselmiş neo-liberalizm denilen akımın ideolojik kökeni. Liberallerin gözdesi Hayek’in, saygı-sevgi-tebrik takdimi için ayağına kadar gittiği Pinochet’nin bir hayli kanlı 1973 darbesinden sonra Şili’de yürürlüğe koyduğu otoriter liberal program. Bu model muhafazakârlığa tercüme edilince bizdeki “yerli-millî” tecrübeye karşılık gelir. Şimdilerde liberal muhitten yükselen “anayasal monarşi” hezeyanının motivasyonu sanıldığı kadar hayali değil.
Şili’deki aleniyet tabii ki istisna. Aslında düşük yoğunluklu ve hayalet faşizme muhtaç neoliberal programın bu nedenle örtülü işlerle fazlasıyla haşır neşir olduğu ve bunun için de kayıt dışı finansmanda uzmanlaştığıyla ilgili yüklü bir edebiyat var. Bu işin Türkiye versiyonunu Sedat Peker anlatmaya başlamıştı ki müesses nizam harekete geçti ve yangın büyümeden müdahale etti.
İYİ Parti’nin “Ömer’in yolu” stratejisi
Taktik hatalara ve seçim pratiğinin kendine özgü yalpalatmalarına bakmayalım, stratejik bakımdan Kılıçdaroğlu işte bu güçlü ve ürkütücü düzene itiraz ederek onu değiştireceğini söylemeye başladığında müesses nizamın alarm seviyesini yükselttiğini açıkça gördük. İşaret fişeği de Meral Akşener’in heyecan ve coşkuyla duyurduğu İYİ Parti’nin “Ömer’in yolu” stratejisiydi. Akşener’in, “Milletimize adil ve hür bir yaşam sunmak için Ömer’in yolunda Atatürk’ün izinden ayrılmayacağımıza söz veriyoruz” sözleriyle takdim ettiği kampanyanın, Kılıçdaroğlu’nu cumhurbaşkanı seçtirmeme seferberliğinin teo-politik kriptosu olduğuna ikna edici gerekçeler var.
Akşener’in “Ömer’in yolunda Atatürk’ün izinden ayrılmayacağı”na söz vermesindeki oksimoron, çıkış noktamız olabilir: Kadına seçme-seçilme hakkını vererek kamusal hayatta özne olmasını sağlayan Atatürk ile, hür kadınlar gibi başını örttüğü için köle kadını kırbaçlayan, darp eden, başındaki örtüyü çekip alan (İbn Ebi Şeybe, ö. 849, Musannef 2/28), yani onu kamusal alandan kovan Ömer’i aynı cümlede geçirmek, eskilerin tabiriyle acaibu’l-garaib; şaşırtıcı, çelişkili, tuhaf, garip. Eğer bu acaiplik bilinerek seçmen subliminal mesajla adaletin simgesi Ali’nin değil, otokrat Ömer’in yolunu izlemeye davet edilmemişse. Yahut sorgulanmaya kapalı kudretin simgesi korkutucu kırbacıyla meşhur halife Ömer’in (İbn Hallikan, ö. 1282, Vefeyatu’l-A’yan, 3/14) yoluna çağırarak muhafazakârların kutsal istibdadına onay, destek, rıza üretilmeye çalışılmamışsa.
Akşener’in sözcülüğünü yaptığı kampanyanın kolektifi arasında “Ömer’in yolu”nu gerçekten bilen var mı emin değilim. Abartı ve uydurmalarla dolu vaaz kültürü seviyesindeki şifahî din bilgisinin popüler Müslümanlıkta da, onun elitleri için de tek bilgi kaynağı olduğunu biliyoruz en azından. Tarihsel yazılı kaynaklar ve bunların Sünnilik için önemi ve değeri hakkında en küçük bilgi sahibi olmadıkları kesin. Öyleyse bahsi geçen “yol”u biraz anlatarak başlayabiliriz.
Aşağıda okuyacağınız bilgilerin tamamı Ömercilerin/Sünnilerin kaynaklarından alındı. Yani en acaip görünen malumat dahi bu kaynaklarda Ömer’e düşmanlık olsun diye geçmiyor, bilakis onun meziyeti olarak aktarılıyor. Aynı kaynaklara ve bilgilere dayanarak Ömer’i eleştiren Alicilere (Şiilik, Alevilik) Ömercilerin tepkisi, Ömer’in yolunu izleyenlerce aktarılmış haber ve bilgilerin güvenilmezliğinden değil, iftihar edilmek yerine eleştirel kullanılmasından.
Kırbaçlı halife Ömer’in yolu
Kasım 2021’de başlayan “Ömer’in yolu” kampanyasının referans aldığı Halife Ömer (b. Hattab), İslam’ın Pavlus’u sayılabilir. Şu açıdan: Pavlus’un (ö. 64), Roma ile kavgalı Yahudi kralı (mesih) İsa’nın tebliğini Roma’nın nesnel gerçeğine uygun “Hıristiyanlık”a dönüştürüp imparatorluğun dinsel kimliği yapmasına nazire, Ömer de Muhammed’in tebliğini Hicaz’ın nesnel gerçeğine uygun “Müslümanlık”a dönüştürüp fetihçi ve emperyal “yeni Medine”nin teo-politik kimliği yaptı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Peygamber’in Hicaz’la sınırlı ve güç paylaşımına dayalı katılımcı modelini terkederek evrensel, fetihçi, egemenlikçi, üniter faza geçmenin inanç ve eylemde kaçınılmaz sonuçları olacaktı kuşkusuz. Siyasî şablon değişince dinî düşünce ve pratik de buna ayak uydurdu. Bizantinist yönetim modelini kurumsallaştıran Ömer’in siyasi otorite olarak dine müdahalesinin çok örneği var ama konunun dağılmaması için başka yazılarda ele almak üzere onları şimdilik bırakalım.
İslam’ın, maneviyata ve kişisel kemale odaklı din vasfından uzaklaşıp sosyo-politik Müslümanlığa, yani disiplinli, nizamî toplumsal kimliğe dönüşmesinin muhtelif tezahürleri var. Ramazan ayında kılınan Teravih namazı, Peygamber’in uygulamasında bireysel mükemmelleşmeyle ilgili olarak kendi başına, yalnız, tefekkür ve inziva içinde eda edilecek bir ibadet olmasına rağmen, Ömer’in disiplinli, kapalı, kolektif toplum inşası için onu cemaatle kılınan namaz haline getirmesi güçlü metafor olarak not edilmeli. Peygamber’in ibadetlerde değişiklik konusunda “İhdas edilen her yeni şey bidattir, her bidat sapkınlıktır ve her sapkınlığın yeri ateştir.” (Müslim, 867) şeklindeki sert uyarısına karşın, yaptığı iş için “Ne güzel bidat” (Buharî, 2010) deyip meydan okuyarak hem de. Onun taraftarı ulema da, çaresiz, bidatları kötü ve güzel diye ikiye ayıran teori geliştirmek zorunda kaldı.
Ömer, Peygamber’in “Bende gördüğünüz şekilde kılın” (Buhari, 893) ikazına rağmen namazın formunu da değiştirdi ve krallar, şahlar, sultanlar karşısında itaat göstergesi olan el bağlamayı namaza soktu. El bağlamak, patriyarkal kültürlerde krallar, padişahlar, büyükler vs. karşısındaki saygılı duruşu gösteriyor. El bağlamayı namaza ekleyen Ömer, bunu yaparken, İran’dan getirilen esirlerin kendi kültürlerindeki saygıyı göstererek halife karşısında ellerini bağlamalarından etkilendi. Peygamber zamanında namazda el bağlandığına dair bilgi yok. El bağlamayı Peygamber’e atfeden rivayetlerin tümü temelsiz.
Namazın en küçük detaylarına varıncaya dek tarif edildiği meşhur Ebu Humeyd es-Saidi rivayetinde (Ebu Davud, 729) el bağlamaktan bahsedilmez. Ebu Humeyd’in, “Peygamber’in namazını en iyi bilen benim” diyerek başladığı konuşmasını 10 kıdemli sahabenin hazır bulunduğu bir ortamda yaptığı, râviler tarafından özellikle belirtiliyor. Buna karşılık ellerin bağlanacağını öne süren Buhari ve Müslim rivayetleri tek râvilidir.
Meselenin uzmanlık kısmı ise şöyle:
Namazda el bağlama, Buhari’nin Sehl b. Sa’d rivayetine dayanıyor: “İnsanlar, sağ eli sol elin üzerine koymakla emrolundu.” (Buhari, 707). Fakat rivayette bunun Peygamber’in talimatı olduğu belirtilmiyor. Ama Peygamber’in talimatıymış gibi algılanıyor. Buhari şârihi Aynî, Peygamber’e isnadında eksik ravi olduğu için hadisi mürsel sayıyor. (Umdetu’l-Kari, 5/278). Suyuti’ye göre de öyle. (et-Tevşih, 1/463). Müslim’in Vâil b. Hucr rivayeti de (401) mürsel. İbn Main, Vâil’in babasından rivayetlerini mürsel kabul ediyor. (Tehzib, 7/247). Ayrıca Vâil rivayetinde Peygamber’in ellerini bağladığının görüldüğünden söz edilmiyor. Ellerini rükuya giderken abasından çıkardığı söyleniyor. Yani elini bağladığı tamamen varsayım. Burada Peygamber’in rüzgarda uçmaması için abasını tuttuğu bariz bellidir.
Sünni fıkıh mezheplerinin ortaya çıkmasından önce ikinci nesilden Abdullah b. Zübeyir, Said b. Müseyyeb, Said b. Cübeyr, İbn Cüreyh, Nehai, Hasan Basri, İbn Sirin gibi meşhur ve muteber şahsiyetlerin elleri açık namaz kıldığı fıkıh tarihi kitaplarında kayıtlıdır. (Ceziri, el-Fıkh ale’l-Mezahibi’l-Erbaa, 1/217).
Kur’an’da namaz, “akimu’s-salat (namazı ikame etme, ayakta tutma)” cümlesiyle geçer. Namazda ayakta dururken (kıyam) Pers şahının veya başka kral ve sultanların karşısındaki gibi el pençe olma yoktur. Allah’ın huzurunda dimdik durulur. Dimdik durmaktaki bireyselliğin özgüveni, buna karşılık sultanın karşısındaki gibi eli bağlı durmanın itaatkâr, edilgen, tâbi psiko-politiği üzerine çok şey söylenebilir.
Habermas’ın teorisindeki müzakere ve diyalog sahası olarak kamusal alan veya yapı, Peygamber’in mescidine (Mescid-i Nebevî) karşılık geliyorken Ebu Bekir’le birlikte “halifenin evi”ne intikal etti, Ömer bu yabancılaşmayı kurumsallaştırdı ve nihayet Muaviye’ye gelindiğinde başkalaşma sarayın kamusal yapı olmasıyla doğal sonucuna vardı.
Halifelikle birlikte liderin profesyonelleşmesini Ebu Bekir döneminde başlatan da Ömer’dir. Halife seçildikten sonra pazarda sepet satmaya giden Ebu Bekir’e geçimlik işle uğraşmaması için maaş bağlattı, ama Ebu Bekir, verilen 2 bin dirhem maaşı beğenmeyerek “Çoluk çocuğum var. Beni ticaretten alıkoydunuz. Biraz daha arttırın.” dedi. (İbn Hacer Askalanî, Telhisu’l-Habir, 4/356, rivayet 2613-33). Ebu Bekir’le pazarlık sonucu 500 dirhem daha ilave edip maaşını 2.500 dirhem yaptılar. (İbn Sa’d, Tabakat, 3/169). Sözün burasında, resmî tarihin “Peygamber’e finansal destek sağlayan, Müslüman olan köleleri satın alıp kurtaran” vs. imajlı “zengin Ebu Bekir” anlatısının tarihsel gerçekliği yoktur.
Müslümanlığın resmî tarih yazımının da, Medine’ye hicreti esas alan doğrusal takvim (hicrî takvim) kullanılmasının da ve sair radikal değişikliklerin de mucidi Ömer’dir.
Türkiye’de seküler-muhafazakâr yaşam tarzları kutuplaşmasının gözde konusu olarak “Mekke’nin fethi” kutlamasının miladî Yeni Yıl kutlamasına denk getirilmesiyle her yıl tartışılan “Hicri takvim”i başlatan Ömer’dir. Çünkü emperyal devlet için takvim önemlidir. Roma’nın İsa’nın doğumunu temel alan yeni bir takvim üretmesi gibi. Lineer takvim, Bizantinist hâkimiyeti model seçen hilafet için gerekliydi. Ömer zamanında İslam-politikin ülke ve toplum tasavvuru imparatorluğa evrilince evrenselliğin (katolisizm) vazgeçilmez unsuru takvim konusu gündeme geldi mecburen.
Araplar lineer tarih takip etmez, önemli olayları referans alıp yıl belirtirlerdi. Yahudi, İran, Roma takvimlerinin kendi olaylarını başlangıç yapıp doğrusal ilerlemesine karşın Araplar her defasında başka bir vakayı başlangıç yaptı. Çoğu olayda Yemenli Ebrehe’nin Ka’be’yi yıkma girişiminin başlangıç alınması buna örnektir. Bu gelenek İslam’da da devam etti. Medine’ye hicretin referans alınması aynı nedenledir. Bu yüzden müesses/reel Müslümanlığın, Hicri takvimin Müslümanlığın şiarı olduğu iddiası asılsızdır. Peygamber zamanında hicri takvim yoktu. Medine döneminde de yıllar sayılmadı. Böyle bir kayıt yoktur. Peygamber’in bir iki vakayı Medine’ye hicreti esas alarak tarihlendirdiğini öne süren rivayetler çürüktür. Necran Hıristiyanlarına yazdığı mektupta hicreti referans yapıp tarih düşmesi ise “İslam’ın şiarı hicri takvim” tanımına girmez. Arapların önemli olayı başlangıç yapmasının başka bir örneğidir sadece. “İslamî takvim” tabiri, temelsiz politik kimliğin tarifidir. Hicri takvim, Hıristiyanlığı kopyalayan kimlik inşasının mühim parçasıdır.
Doğrusal takvim katolisizmin icadıdır ve Halife Ömer zamanında başlatılan İslamî doğrusal (hicrî) takvim de İslam katolisizminin başlangıcıdır. Çünkü Peygamber hayattayken evrensel din anlayışı yoktu. Kur’an edebiyatındaki “ümmet” ve dönemin antropolojisine uygun başka olağan kavramların sıradışı ve süper anlamlar kazanarak değişikliğe uğraması Ömer’in katolik İslam’ıyla birliktedir. İslam’ın ve Kur’an’ın tüm mekanlar ve zamanlar için evrenselliği iddiası, Halife Ömer döneminde emperyal vasıf kazandırılmış Müslümanlığın icabıydı.
Ömer’in Medine’de âdil yönetime odaklanmak yerine dışarıya açılıp fetihlere yönelmesi, Peygamberin vefatından sonra haleflik tartışması boyunca ortaya çıkan meşruiyet krizi, ihtilaf, dağılma, kutuplaşma ve çatışma halinden entegrasyon çıkmayacağını anlaması nedeniyledir. Habermas’ın, entegrasyonu toplumsal evrim kuramının ilkesi olarak sabitlemesi (Taner Timur, Habermas’ı Okumak, s. 140) Medine’deki durumu açıklıyor. Ömer’in, iç dağılmayı dondurmak ve baskılamak için dış düşman icat ettiği bellidir. Fetihlerin yarattığı askeri harcama ve gerilimle toplumsal dinamikleri kontrol altına almayı da başardı. Fetihlerden ve yağmadan gelen ganimetlerle de yeni rejimi finanse etti ve itirazları susturdu.
Ömer’in Müslüman teo-politikte temellenen kimlik tanımının, halifenin Osman mı Ali mi olması gerektiği müzakeresi sırasında ilk iki halifenin kurduğu düzeni sürdürmeyeceğini ve Peygamber’in modeline döneceğini söyleyen (Zehebî, ö. 1374, Siyeru A’lam, s. 165) Ali’yi dışarıda bırakacak şekilde tasarlandığını bizzat Ömer itiraf etmişti. Ünlü hadisçi Nureddin el Heysemî (ö. 1405), Ömer’in, kendinden sonraki lider konusunda Ali, Osman, Talha, Zübeyir, Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Ebi Vakkas ile görüşmesinin ardından şöyle dediğini aktarıyor: “Eğer seyrek saçlıyı (Ali) iş başına getirirlerse onları doğru yola iletir.” Oğlu Abdullah (b. Ömer) babasına sordu: “Bunu yapmana engel ne?” Ömer cevap verdi: “Dirimde de ölümde de bu işi üstlenmesinden nefret ediyorum.” (Bağiyyetu’l-Bâhis an Zevaidi Müsnedi’l-Hâris, s. 622-623, hadis 594).
Ömercilerin naklettiği bu rivayetle ilgili uzmanlık bilgisi de şöyle: Râviler güvenilir (sika) ve hadis sahih. Ebu Nuaym’ın Hilyetu’l-Evliya‘da, İbn Sa’d’ın Tabakat‘ta, el-Hafız’ın (İbn Hacer Askalanî) el-Metalib‘te, el-Hâkim’in (Nisaburî) el-Müstedrek‘te rivayete yer verdiği, Buharî’nin benzerini rivayet ettiği belirtiliyor. Ayrıca Mecmau’z-Zevaid ve Beyhakî de referans gösteriliyor.
Nitekim Peygamber’in vefatı sonrasında Abdullah b. Ebi Kuhafe’nin halife seçilmesi üzerine Fatıma, alelacele halife seçme telaşının yolaçtığı ihtilaf yüzünden Medine’yi türbülansa sürükleyenlere şöyle seslenmişti: “Allah’a yeminle, Peygamber’in, bineğin [liderliğin] yularını eline verdiği kişiye [Ali] tâbi olsaydı herkes, onları saadete sevkederdi ve bu binek de hiç kimseye en küçük bir zarar gelmeden yönetilirdi.” (İbn Tayfur, ö. 893, Belağatu’n-Nisa, 24).
Şiiler, Peygamber hasta yatağında “Sapmamanız için bir şey yazdırayım” dediğinde Ömer’in “Acıdan ne dediğini bilmiyor, Kur’an bize yeter” şeklinde sesini yükselterek (Buhari, Kitabu’l-İlm, hadis 114) Peygamber’in vasiyetini engellemesini halifelik meselesiyle ilişkilendiriyor. Ama bundan daha önemlisi, Ömer’in, henüz Peygamber hayatta olduğu ve vahiy kesilmediği halde onun akıl sağlığıyla ilgili cüretkâr kanaat belirtmesi ve tanı koyması, ilaveten Peygamber ile Kur’an’ı birbirinden ayıran ve Peygamber’den bağımsız bir Kur’an, vahiy, İslam öngören yeni bir doktrin icat etmesidir. Yani şimdilerde muhafazakâr sosyo-politiğin “gençler deist” oluyor şikayetine konu olan mevzu.
Oysa Ömer, yeterli geleceğini söylediği Kur’an’ın eksik olduğuna inanan biriydi. Zinaya verilecek recm, yani taşlayarak öldürme cezasının Kur’an’dan çıkarıldığını iddia etti. Hatta ayet diye söylediği cümleyi Kur’an’a ilave etmeyi bile düşündü, tepkilerden çekindiği için vazgeçti: “İnsanların Kur’an’a ilave yapıyor demesinden korkmasam recm ayetini yazardım.” (Ebu Davud 4/144, Tirmizi 4/38, Müslim Nevevi şerhi 11/191 ve diğerleri.).
Yeni başlayanlar için formülleştirirsek: Alevilik Ali-Fatıma taraftarlığı, Sünnilik ise Ebu Bekir-Ömer-Osman-Aişe taraftarlığıdır. Sünnilik, Ali’ye karşı Ömerciliktir.
Sonraki mezhepleşme ve ayrışmayı gayri meşru göstermeye çalışan Ömercilik, Ali ile Ömer arasında ihtilaf olmadığına kanıt kullandığı popüler argümanda, Ömer’in Ali’nin kızıyla (Ümmü Külsüm) evlendiğini iddia etti. Tamamen geçersiz bir dayanaktır, çünkü Ümmü Külsüm, Ali’nin değil Ebu Bekir’in kızıydı. Ebu Bekir’in vefatından sonra karısı Esma, Ali ile evlendiğinde çocuklarıyla birlikte Ali’nin yanına taşındı. Çocuklardan biri Ümmü Külsüm’dü. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’in anne bir kardeşi. Muhammed, anne ayrı ablası Aişe, Ali’ye karşı düzenlenen darbe ve kalkışmaya öncülük ettiğinde (Basra/Cemel) ona karşı Ali’nin ordusunda piyadelerin komutanı olarak savaşmıştı. (İbn A’sem, ö. 932, Kitabu’l-Fütuh, s. 434). Muhammed, Ali’nin Mısır valisiydi. Aişe’nin ardından bir yıl sonra Muaviye’nin kalkışmasında (Sıffin) öldürüldü ve naaşı yakıldı. (İbnu’l-Cevzî, ö. 1201, el-Muntazam, 3/1318; Belazuri, ö. 892, Ensab, 2/304). Sünnilik, Ebu Bekir’in oğlu olmasına rağmen Ali taraftarlığı nedeniyle Muhammed’i hiç anmaz, adını bile bilmez, tanımaz.
Ömercilerin, yani Sünniliğin elitlerinin, Müslümanlığın erken dönemlerinde Peygamber’in çevresindeki gruplaşmayı inkâr etmesinin hakikat bakımından hiçbir kıymeti yoktur. Peygamber’in takipçileri, bırakın kendi aralarındaki kavga, çatışma ve savaşları, Peygamber’e suikast düzenleyecek kadar ileri gidebilmiş insanlardı. İslam’ın tarihi diğer dinlerin tarihinden farksızdır ve Muhammed’in yaşadıkları diğer peygamberlerin aynısıdır.
Peygamber’e suikast meselesini kısaca özetleyelim: Hicretten 9 yıl sonra (Ekim 630) bazı tüccarlar, Bizans’ın Medine’ye saldırmaya hazırlandığı haberini getirdi. Peygamber de caydırıcı olmak üzere Bizans’a (Şam) doğru yola çıktı. Hurma toplama mevsimiydi, kıtlık vardı ve su azalmıştı. Kimse önleyici harekâta katılmak istemiyordu. Gerçi Bizans’ın Medine’ye saldıracağı yönündeki haberler Peygamber’e suikast komplosu için dezenformasyon da olabilir. Çünkü Tebük’e vardıklarında Bizans ve Hıristiyan Arap kabilelerinin ordusu yoktu. Yirmi gün konaklayıp Medine’ye dönüş yoluna koyuldu. (Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, 9/57, 17868). Peygamber’in bir anormallik olduğunu farkettiğini devenin dizginini Huzeyfe’nin tutması, kılavuzluğu da Ammar’ın yapmasından anlıyoruz (Zemahşerî, Keşşaf, 2/282). İkisi, kimseyi Peygamber’e yaklaştırmadı. Kaynaklar, bir grubun Peygamber’i uçurumdan düşürmek için pusu kurduğunu anlatıyor. (Halebî, Siretu’l-Halebiyye, 3/201).
Suikastçılar planı kendi aralarında konuşurken Huzeyfe “Onu devesinden vadiye yuvarlayalım” dediklerini duydu. (Tefsiru’d-Dahhak, 1/414, Hadis 1009). Komployu öğrenen Peygamber, Ammar ve Huzeyfe’nin kendisine yakın yürümesini istedi. (İbn Kesir, el-Bidaye, 3/20).
Peygamber’e suikast düzenleyenleri “münafıklar” olarak tanımlamaya hassasiyet gösterilmesi “sahabe” teorisiyle ilgili. “Sahabe” dense somut isimler verilmek zorunda kalınacağından kim oldukları bilinmeyen soyut “münafıklar” kategorisi tercih edilmiş görünüyor. Huzeyfe, pusudaki suikastçilere doğru hamle yapınca ifşa olduklarını anlayıp kaçtılar. Huzeyfe geri döndüğünde Peygamber “Onları tanıyabildin mi?” dedi. Huzeyfe, gece karanlığının fazla olduğu ve yüzlerini örttükleri ama develerin filan kişilere ait olduğu cevabını verdi. (Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, 9/56-57, Hadis 17867).
Huzeyfe’nin, develerin “filan kişilere” ait olduğunu söylediğini aktaran rivayette “filan kişiler” denmiş olamaz. İsim sayılmış olmalı. Belli ki rivayeti nakledenler isimleri zikretmemek için “filan kişiler” diye kodladı. Râvilerin böyle davranmasından, suikastçıların şok edici isimler olduğu sonucunu çıkarılabilir. Herkes birbirinden kuşkulanıyor olmalı. Mesela Ömer’in, ikide bir Huzeyfe’nin yanına giderek elindeki gizli münafık listesinde adı geçip geçmediğini ısrarla sorması (İbn Kesir, Bidaye 5/21) suikast olayından sonra yaşandı. İbn Hazm, suikast rivayetinin uydurma olduğunu söylüyor. Çünkü ona göre rivayet Ebu Bekir, Ömer, Osman, Talha ve Sa’d b. Ebi Vakkas’ı suikastçı gösteriyor (el-İsal, 12/160). Fakat bir sorun var. Huzeyfe rivayetinde (Müslim, hadis 2779-11, 4/2144) suikastçıların adı geçmiyor. İbn Hazm, uydurma dediği ve suikastçıların adının geçtiği rivayeti nereden aldığını açıklamıyor. Yani kimsenin bilmediği bir rivayeti suçluyor. Kaynaklarda farklı isim listeleri var, ama hepsi çelişkili. Listede o tarihte Müslüman olmamış isimler bile var. Peygamber’e suikast, vefatından iki yıl önce yaşandı. İddiaya göre, yerine vekaleten Ali’yi bırakması ve onu Musa’nın Harun’una benzetmesi (Buhari, hadis 3706) Ali karşıtı grupta telaşa neden oldu. O nedenle plan, Peygamber’i öldürüp orada seçecekleri halife ile Medine’ye dönmekti.
Suikastçılara “siyah cüppeliler” deniyor. IŞİD’in üniforması yani. “Siyah cüppeliler”le ilgili ilginç bir anekdot da var: Muaviye’nin Halife Ali’ye karşı darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlanınca Şubat 657’de hakem/tahkim hilesi tertiplendi. Tahkimde sözde Ali’yi temsil eden ama gerçekte ona ihanet eden Ebu Musa el-Eş’arî, Ammar b. Yasir’in yanına gelip “Aramızda bir sorun mu var, ben senin kardeşin değil miyim?” demiş. Ammar cevap vermiş: “Bilemem. Allah Rasülü’nün deve gecesi (Tebük suikasti) sana lanet ettiğini işittim.” Ebu Musa, “Ama benim bağışlanmamı da diledi.” deyince Ammar kestirip atmış: “Ben sana lanet edildiğine şahit oldum, bağışlanman için dua edildiğine değil.” (İbn Asakir, Tarihu Medineti Dımeşk, 32/9).
Ebu Musa’nın “Ama benim bağışlanmamı da diledi.” diyerek suikast girişiminde yer aldığını itiraf etmesi popüler din kültürünün Türkçe kaynaklarında yer almaz. (Mesela: M. Yaşar Kandemir, Ebû Mûsa el-Eş’arî, DİA, 10/190-192). Oysa Ammar b. Yasir, Ebu Musa’nın nasıl biri olduğu sorulunca Huzeyfe’den onun hakkında dehşet verici bir söz işittiğini söylemişti: “Onun siyah cüppelilerden biri olduğunu söyledi. Sonra suratını astı. Anladım ki dar geçitteki o gece o grubun içindeydi.” (İbn Ebi’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-Belağa, 13/190). İbn Ebi Şeybe, Huzeyfe’nin suikastçıların kaç kişi olduğu sorusuna Ebu Musa el-Eş’arî’nin, “ondört kişi olduklarına dair haber aldıkları” cevabı verdiğini, bunun üzerine Huzeyfe’nin “Sen de içlerindeysen demek ki onbeş kişilerdi” dediğini naklediyor. (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, 20/615-616).
Tarihsel gerçekler yerine senaryolaştırılmış tarih yazımını yaygınlaştırmaya çalışan Ömerciliğin fanatik düzeyi, Hudeybiye anlaşması sırasında Ömer’in müşriklerin önünde Peygamber’e “Sen peygamber değil misin?” diye bağırmasını takvasına, inancının ne güçlü olduğuna bağlayacak boyuttadır. Üstelik Peygamber onu “Ben Allah’ın elçisiyim ve ona asla isyan etmem.” diye uyarmasına rağmen. (Sahihu’l-Buharî, Bâbu’ş-Şurût fi’l-Cihad, hadis 2731-2732). Buna rağmen Ömer, öfkesi ve şüphesi dinmemiş olarak Ebu Bekir’in yanına gitti, “Biz hak değil miyiz, onlar bâtıl değil mi?” dedi. (Sahihu’l-Buharî, Kitabu’t-Tefsir, hadis 4844).
Ömer, o günkü psikolojisini ve yaşadığı inanç krizini, hatta yeteri sayıda taraftar bulabilseydi Peygamber’e kalkışma (darbe?) yapmayı aklından geçirdiğini halifeyken itiraf etmişti: “O gün şüpheye düştüm. O kadar ki, Müslüman olduğumdan beri hiç böyle bir şüphe yaşamamıştım. Eğer o gün kalpleri bu anlaşmadan çıkmış beni takip edecek birilerini bulsaydım ben de anlaşmadan çıkardım. Allah’a yeminle, o kadar şüpheye düştüm ki, kendi kendime, yüz kişi benimle aynı görüşte olsa asla bu anlaşmayı kabul etmezdim, dedim.” (Vakıdî, ö. 823, Kitabu’l-Meğazî, 2/607).
Merhamet, nezaket ve hoşgörü timsali Peygamber’e karşı bu kadar cüretkâr olan Ömer, Uhud savaşında Ali ve ölümüne biat grubundan sekiz kişi Peygamber’e canlı kalkan olurken onu ölüme terkedip dağa kaçtı ama. Halifeliği sırasında hutbede Âli İmran 155’i okuduğunda, meseleyi bilenlere bunu hatırlatmıştı: “Uhud günü dağın tepesine kadar kaçmıştım. Keçi gibi görünüyordum.” (Taberî, ö. 923, Tefsiru’t-Taberî 7/172; Suyutî, ö. 1505, Dürrü’l-Mensur 7/81). Kadisiye savaşından (636) kaçan biri Medine’ye dönüp Halife Ömer’in karşısına çıktı. “Müminlerin Emiri, ben helak oldum, (savaştan) sürünerek kaçtım” dedi. Ömer onu şöyle rahatlattı: “Ben de senin grubundanım.” (Ebu Hayyan el-Endelüsî, ö. 1344, Tefsiru’l-Bahri’l-Muhit, 4/470.) Ömer’in kastettiği, Uhud savaşından firar etmesiydi.
Ömerci fanatizmin uç noktalarında ilginç iddialara rastlayabiliyoruz. Mesela Bedir savaşında alınan esirleri topluca katletmeyi, üstelik de katliamı akrabalarına yaptırmayı teklif etmiş Ömer’in önerisine kulak vermeyen Peygamber’in Allah tarafından ayetlerle (Enfal 67-69) azarlandığı iddiası. Ömercilerin, bu tuhaf iddiayı desteklemek üzere Peygamber’e, Ömer’in sözünü dinlemediği için azap inseydi Ömer’den başkasının (Peygamber dahil) kurtulamayacağını söyletmişliği de var. (Maverdî, Ahkamu’s-Sultaniyye, Adolphum Marcum, Bonnae 1853, s. 78). Bahsi geçen ayetlerin Bedir savaşıyla ilgili olduğuna dair hiçbir işaret yoktur ve ileri sürülen yorum, Ömer’i yüceltmek için yapılmış yakıştırmadır.
Ömer’i müstesna ve mümtaz göstermeye dikkat kesilmiş yorumcular bunu yaparken her defasında Peygamber’i tahkir ve tezyif ettiklerinin farkında değildirler. Peygamber’i sürekli Allah tarafından azarlanan, yalanlanan, ikaz edilen biri göstermek neredeyse resmi görüş vasfı kazanmış görünüyor.
Müslümanlığın tarihinde Peygamber’i itibarsızlaştırmanın çok yolu denendi. Mesela Abese suresinde bahsi geçen abus suratlıyı ya da suratsızı Peygamber’e yakıştırmış bir ümmet bu. Müddessir suresinde (11. ayet) “surat asan (abese)” kişinin müşrik ululardan biri olduğu söylendiği halde “muazzam ahlak”taki (Kalem 4) Peygamber’i Abese suresinde “surat asan kişi (abese)” (ayet 1) göstermiş Emevi tahkirini yaşatan ve savunan bir din kültürü.
Vahiy almadığında bunalıma girip defalarca intihara yeltendiği (Buhari, hadis 6982), vahiyle karşılaşınca şaşkınlıktan kendini kaybetmişken Hıristiyan Varaka’nın onu peygamberliğine ikna ettiği (Beyhaki, Delailu’n-Nübüvve, 2/136), Medine’de maruz kaldığı büyü yüzünden ne dediğini bilemez hale geldiği (Buhari, hadis 1300), karısı Aişe’nin onu aldattığına inandığı ve bu yüzden Allah tarafından yalanlanıp azar işittiği (Buhari, hadis 4750) vs. karamsar hikayeler de cabası. Bu hikayelerin hepsinin de tek kaynağı Aişe’dir. Mekke’de vahiy başladığında aşağı yukarı 6 yaşında küçük bir çocuk olan ve babası Abdullah b. Ebi Kuhafe Müslüman olana dek Peygamber’le hiç alakası bulunmayan Aişe, bu öyküleri yeğeni Urve’ye anlatmış, o da talebesi Zühri’ye. Aişe’nin bütün bu malumatı sanki kendisi bizzat tanık olmuş gibi anlattığını da hatırlatalım. Müslümanlığın eldeki tuhaf tarihi böyle yazıldı.
Vahyin başlangıcına kadar 15 sene, sonrasında da 12 sene Peygamber’in her ânına tanık olmuş eşi Hatice’den bir tek rivayet aktarmamış bir dindir reel Müslümanlık ve bu ileri düzey acaiplikte hiçbir sorun görmüyor. Yanından hiç ayrılmayan Ali’den ve en yakın arkadaşı Ammar’dan da o günlerle ilgili hiç bilgi nakledilmemiş.
Akşener’in “Ömer’in yolu” kampanyası, Ömer’i adaletin simgesi kabul eden ezbere dayanıyor. Ömer’in adaleti klişesi, zaman içinde eklemeler ve donatmalarla çoğaltılmış ütopik menkıbedir. Adına ilave edilen “fâruk” lakabı, yani adaletiyle hak ve bâtılı, doğru ve yanlışı net ayırt edebilen kişi olduğu iddiası, onu ziyarete gelen Hıristiyan heyetin iltifatıydı ve rüşvet-i kelam bâbındandı. Bu lakabın Peygamber tarafından ona yakıştırıldığı iddiası Ömercilerin uydurmasıdır. Sünniliğin büyüklerinden (Müslümanlığın resmî tarihinin mimarlarından) İbn Şihab Zührî (ö. 742), Ömer’e ilk “fâruk” diyenlerin Hıristiyanlar olduğunu, Müslümanların onlardan etkilenerek böyle söylemeye başladığını, Peygamber’den bu konuda bir şey gelmediğini, hatta oğlu Abdullah’ın bile sadece Ömer dediğini açıkça söylüyor. (İbn Şebbe, ö. 876, Tarihu’l-Medine, 2/662).
“Fırat kıyısında bir kurt kapsa kuzuyu Allah Ömer’den sorar onu” sloganına temsil ettirilen “Ömer’in adaleti”, mitolojik tarih yazımının ürünü efsanedir. Her şeyden önce söz uydurmadır. Lafın öğeleri her uydurmada farklı farklı. Fırat yerine Dicle diyenler, kurt-kuzu yerine kayıp veya ölü deve koyanlar vs. Sıkı Ömerci Zehebî bile Kâşif’te (6197) bu sözü aktaranı (râvi) güvenilmez buluyor. İbn Hâcer, Takrib’te (7585) “zayıf” diyor. Bunun karşısında ise Müslümanlık sosyo-politiğinin dahi gurur duyamayacağı gerçekler var. Mesela İran’da Zerdüştlüğün merkezi Yezd şehrinin Fahrec köyündeki “Kırk kız kuyusu”nun gerçek hikayesi bunlardan biri. İran’ın zaptedilmesi sırasında köydeki kızların Araplara esir olmamak için kuyuya atlamasının acı hatırasını yaşatıyor o kuyu. Bu cümleyi okuyunca zihinlerde Kürt Ezidî kadınların ve küçük kızların IŞİD tarafından köle yapılması canlanıyor haliyle. Gazzeli IŞİD’çilerin Suriye’de satın alıp Gazze’ye götürdüğü Ezidi kızlarından bahsetmiştim. İsrail’in 7 Ekim saldırısının yıldönümünde Gazzelilerin elinden kurtardığı Ezidi kadınlar yani. Müslümanlık, “Kırk kız kuyusu”nun öyküsünü kendi açısından yazmayı ihmal etmedi. Onların iddiasına göre Mecusiler, Müslüman olan kızları kuyuya atmış. Döneme özgü olağan tarih akışına uymayan bir zorlama tabii ki.
Adalet menkıbesini yanlışlayan başka bir örnekte Ömer, köleci âdeti hortlatıyor ve Müslüman olmuş köle kadını dövüp zorla başındaki örtüyü açıyor. Yaşanan olayda kadına “Başını aç, hür kadınlara benzeyemezsin” dedikten sonra kamçıyla kadını dövüyor. Başka bir rivayette kadının başındaki örtüyü kendisi açıyor. (Nasıruddin Elbanî, Ervau’l-Ğalil, 6/203, hadis 1796). Ömerci râvilere göre kadını darp ederken şöyle demiş: “Bu [Müslüman] köle kadını neden başını örtüp özgür kadınlara benzettiniz. Bu yüzden onunla karşılaştığımda ona saygılı davrandım. Köleleri özgür kadınlara benzetemezsiniz.” (İbn Ebi Şeybe, Musannef, 2/28; Beyhaki, Sünenu’l-Kübra, 2/320, hadis 3221).
Daha garibi de var: Çıktığı seferde yanındaki oruçlu kişi iftar vakti geldiğinde Ömer’in deveye astığı ve içinde “nebiz” bulunan kırbayı alıp içiyor ve sarhoş oluyor. Ömer bunun üzerine ona kırbaç cezası uyguluyor. Adam Ömer’e diyor ki: “İyi de ben senin kırbandan içtim.” Ömer’in cevabı tuhaf: “Sana sarhoş olduğun için had uyguladım (İçtiğin için değil).” (İbn Ebi Şeybe, Kitabu’l-Musannef, rivayet 28392, 5/498-499). Ünlü muhaddis Şa’bî (ö. 722), adamın Ömer’in “ilacından” içtiğini ve çakırkeyif olduğunu, Ömer’in de bu nedenle ona had uyguladığını yazmış. Şa’bî’ye göre adama verilen ceza, içtiğinin sarhoş edici içecek olmasından değil, sarhoş olduğu için. (İbn Abdurrabbih, İkdu’l-Ferid, 8/80). Belli ki Şa’bî’nin uğraştığı sorun hem Ömer’i kurtarıp hem de adamın cezasını haklı gösterme meselesi. Fakat bulduğu çözüm olayın kendisinden de garip. Adaletin seçkin örneği sayılması ise pek mümkün gözükmüyor.
Akşener’in Ömerci yolu
Akşener’in “Ömer’in yolu” kampanyasının tarihsel ve nesnel Ömer’i değil, dekonstrüktif tarih yazımının (siyer) ürettiği “Ömer”i eksene koyması bir yana, Alevi seçmeni kategorik olarak dışarıda bırakmanın nicel hesabı aşan nitelikli kriz potansiyelini gözardı etmesinin rasyosu ne olabilirdi? Soruya verilecek bir cevabın olmaması, kampanyanın sabotaj amacını kanıtlar.
“Ömer’in yolu” kampanyasının başlamasından yedi ay sonra bu kez İYİ Parti’nin ilahiyatçı Ankara milletvekili İbrahim Halil Oral, “Daha Müslüman (“daha Müslüman”?) Sünni kesim Alevi adaya oy vermez” diyerek yol haritasını netleştirdi. Aynı parkurda dolaşıma sokulan “kazanacak aday” etiketi, cepheden perdesiz hücumun işbirliğine kuşdili katkıydı.
Altılı Masa’da Kılıçdaroğlu aday gösterildiğinde Akşener’in yüzündeki mutsuzluk, mayayı çürütme çabası kapsamında jest ve mimik faslıydı kuşkusuz ama aynı zamanda misyonu başaramamış olmanın kaygısını da yansıtıyordu. İYİ Parti eski genel başkan yardımcısının ifadesiyle “psikolojik olarak dağılmış” haldeydi. Sabotajın başarıya ulaştığı kesinleştiğinde ise yüzünden gülücük hiç eksik olmadı.
Kılıçdaroğlu’nu seçtirmeme seferberliğinde tarih tekerrür etti. Vaka, Müslümanlığın erken dönemindeki “Osman gitsin ama Ali gelmesin” kampanyasının replikasıydı.
Halife Osman’ın devrilmesini hararetle desteklemiş ama ahali Ali’yi halife yapmak isteyince “Osman gitsin, ama Ali gelmesin” sloganıyla ittifakı bozmuş Aişe’nin zamanımıza düşmüş haliydi Meral Hanım.
Tarihteki “Osman gitsin ama Ali gelmesin” kampanyası şu:
Tüm kaynaklar Halife Osman b. Affan döneminde nepotizm, beytülmalde yolsuzluk ve hukuksuzlukların beldelerde hoşnutsuzluğa, sonunda da isyana neden olduğunu yazıyor. Haksızlıklara itiraz edenler Osman’ın görevi bırakmasını istediler. Çeşitli şehirlerden Medine’ye gelenler barışçı yolla Ali’yi devletin başına getirmek istiyordu. Emevi halifesi Osman ise talebi reddederek “Bana Allah’ın giydirdiği gömleği çıkarmayacağım.” dedi. (İbnu’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, 3/60).
Halifeye tepkinin en büyüğü Abdullah b. Ebi Kuhafe’nin (Ebu Bekir) kızı Aişe’den geliyordu. “Peygamber’in eşi” ünvanını etkili biçimde kullanan Aişe, elinde Peygamber’in vefat sırasında üzerinde olan gömleğini sallıyor ve şöyle bağırıyordu: “Ey Müslümanlar, bu Allah Rasülü’nün giysisi. Eskimedi. Ama Osman onun sünnetini [uygulamasını] yıprattı.” (Ya’kubî, Tarihu’l-Ya’kubî, 1/152).
Kalabalığı Osman’a karşı tahrik eden Aişe “Şu Yahudi sakallıyı [na’sel] öldürün. Allah onu kahretsin.” diye haykırıyordu. (Taberî, Tarih, 3/12). Meşhur muhacir Cehcah da “İn o minberden aşağı” diye bağırıyordu. Hatta saldırıp Osman’ın elindeki iktidarın simgesi asayı aldı ve kırdı. (İbn Kesir, Bidaye, 4/170).
İsyanı teşvik eden Aişe, karışıklık başlayınca şehirden ayrılarak Mekke’ye gitti. Ortalık yatışınca Medine’ye dönerken yolda karşılaştığı Abd b. Ümmü Külab’tan Osman’ın öldürüldüğü haberini aldı. “Ne yaptılar?” diye sordu. “Ali üzerinde ittifak ettiler” cevabını alınca, “İş sizin adamınızın lehine sonuçlandıysa bu hiç uygun olmadı.” dedi. Medine’ye dönmekten vazgeçip Mekke’ye yöneldi. (Taberi, Tarih, 3/12). Aişe, Ali’nin seçilmesinden memnun olmamıştı. Osman’a lanet ediyorken şimdi “Vallahi Osman mazlum öldürüldü. Onun kanını talep edeceğim. Osman’ın bir günü Ali’nin bütün zamanlarından daha hayırlıdır.” diyordu. (Fahruddin Razî, el-Mahsul fi Usuli’l-Fıkh, 4/343).
Mekke’de, Ali’ye karşı silahlı kalkışma (Basra/Cemel) planı yapacağı isimlerle buluştu: Peygamber’e en azgın düşmanlığı yapmış, Osman’a isyanın da müsebbibi Mervan, Basra ve Yemen’in eski valileri, Zübeyir ve Talha. (Mervan, Basra kalkışmasının kargaşasında Talha’yı da öldürdü. Zübeyir ise savaştan vazgeçip döndüğünde Aişe’nin talimatıyla yolda öldürüldü.) Kalkışma için öne sürecekleri bahanenin Osman’ın kanı olmasına karar verdiler. (Sahihu Müslim bi-Şerhi’l-Ubey ve’s-Senusî, İkmalu İkmali’l-Mu’lim ve Mükemmilu İkmali İkmal, 8/246).
656’da “Osman gitsin ama Ali gelmesin” kampanyasının sebebi, Ali’nin beytülmaldan yağmalanan serveti yerine koyacağını söylemesiydi. 418 milyar doları beytülmala iade edeceğini söylemesinden itibaren “Erdoğan gitsin ama Kılıçdaroğlu gelmesin” kampanyasının kabarıp köpürmesinin yol açtığı paniğin aynısı. Bundan gayrı siyaset pazarında tezgaha dökülen lafların tamamı dekoratiftir. Usüle de esasa da taalluk etmez.