Ruşen Çakır, Türkiye’de solun önde gelen isimlerinden Gün Zileli ile maoculuktan anarşizme 60 yılı aşkın olan hayat hikâyesini konuştu. 3 buçuk sene cezaevinde kalan ve 18 sene sürgünde yaşayan Zileli, kendi militanlık öyküsünü anlattı.
Gün Zileli, hayat hikâyesini ve anılarını altı ciltlik bir seride kaleme aldı.
5 kez cezaevine girdiğini ve toplamda 3 buçuk sene kaldığını anlatan Zileli, 18 sene de önce İngiltere sonra da İsviçre’de sürgünde kaldığını söyledi. Özel nedenlerden ötürü Türkiye’ye geri döndüğünü söyleyen Zileli, Çakır’ın “Hiç dönmeseydim dediğiniz oluyor mu?” sorusuna “Hayır” yanıtını verdi. Aydınlık Hareketi’nin başlangıcını anlatan Zileli, “68 ile birlikte solun tarihi klikçilik üzerine kuruldu” dedi.
Gün Zileli kimdir?
24 Ekim 1946’da Ankara’da doğdu. Ankara Atatürk Lisesi’nden 1966 yılında mezun olduktan sonra, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydoldu ancak ikinci sınıfta eğitimini yarıda bıraktı.
1960’lı yıllarda Yordam ve Soyut gibi edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlanan Zileli, aynı dönemde Emekçi, Aydınlık ve Proleter Devrimci Aydınlık dergilerinde de görev aldı ve yazılar yazdı. Türkiye İşçi Partisi (TİP), Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) gibi örgütlerde aktif olarak çalıştı.
Edebi kariyeri boyunca “Deniz Orada” (1995), “Bahar ve Tipi” (1997) gibi romanların yanı sıra, “Yarılma” (2002) ve “Sapak” (2003) gibi anı kitapları da yayımlandı. Ayrıca, “Anarşizm Bir Devrim Çağrısıdır” (1995) ve “Türkiye… Sosyal Patlamaya Doğru” (1995) gibi eserleriyle de tanınıyor.
Gün Zileli, yazılarını kişisel web sitesi “Aşk ve Devrim” üzerinden paylaşmaya devam ediyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Merhaba, iyi günler. Türkiye’de solun önde gelen isimlerinden Gün Zileli, stüdyoda konuğumuz. Kendisi 60 yılı aşkın bir süredir bir militan. Şimdiki tâbirle ‘’aktivist.’’ Kendisiyle hayat hikâyesini, neler yaşadığını, mücadelesini, neler düşündüğünü konuşacağız. Hoş geldiniz
Gün Zileli: Eyvallah.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Evet, artık ‘’aktivist’’ deniyor ama zamanında, ‘’militan’’ tâbiri kullanılıyordu. Hatta 70’lerde çıkan Militan isimli bir dergi de vardı.
Zileli: Evet, benim ilk dönemlerimde ‘’solcu’’ denirdi.
Sizin bu işlere girmeniz çocuk yaşlarda mı oldu?
Zileli: Çocuk yaşta sayılır mıyım emin değilim. On beş, on altı yaşımda artık yola koyulmuştum.
Yani liseden beri.
Zileli: Evet.
Bunun kaç yılı cezaevinde geçti?
Zileli: Çok değil. Bugünkülerle kıyaslarsan üç buçuk sene. Ben cezaevine beş kere girdim. Ama diğerleri çok kısa süreliydi. On iki Mart döneminde üç yıl bir ay cezaevindeydim.
Bir de yurtdışı var.
Zileli: Ona sürgün diyebiliriz. O da on sekiz sene.
Peki, niye döndünüz?
Zileli: Artık biraz bıkmıştım. Bir de burada bir kız arkadaşım, sevgilim vardı. Onunla birlikte olmayı kendime hedef seçtim, o yüzden döndüm. Siyasi bir amacı yoktu yani.
Peki, ‘’keşke dönmeseydim’’ dediğiniz oluyor mu?
Zileli: Hayır. Ben on sekiz yıl mecburen yaşadım orada, işsizlik parasıyla. Ama İngiltere’yi pek sevemedim.
Önce İngiltere’de kaldınız sonra İsviçre’ye geçtiniz, değil mi?
Zileli: Evet, önce İngiltere. Sonra beş yıl da İsviçre.
Sizden sonraki kuşağın solcularından biri olarak, o dönemler sizin hareketinize ‘’Aydınlık hareketi’’ diyorduk. Eskiden ‘’Proleter Devrimci Aydınlık’’ deniliyordu.
Zileli: PDA da deniyordu.
Evet. Kamuoyu, Vatan Partisi ile beraber bir tek Doğu Perinçek’i biliyor. Ama sizin aranızda, en başından itibaren Doğu Perinçek ve hepsi ayrı ayrı ünlü olan çok sayıda isim vardı. Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Halil Berktay…
Zileli: Nuri Çolakoğlu ve şu anda aklıma gelmeyen daha birçok ismi sayabiliriz.
O hareketin başlangıcı neydi?
Zileli: Türkiye’de bir sol dalga yükseliyordu. 1968’le birlikte, bu sol dalga iyice köpüklü bir dalga hâlini aldı. Mesela ilk üniversite işgali, bizim Ankara Dil-Tarih’te başladı. O, sağlıklı bir hareketti, fakat kısa sürede bir sektarizme dönüştü. Solun tarihi, 68’den beri biraz sektarizm ve klikçilik üzerine kuruldur. Çünkü sol, toplumsal bir iktidar vadediyor. Buna çeşit çeşit küçük küçük hizipler, bir anlamda adaylıklarını koydular.
Siz de bunlardan birsiydiniz.
Zileli: Evet. Aslında şöyle oldu. PDA ilk başta hemen oluşmadı. Önce Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) bölündü. Daha doğrusu, Mihri Belli’nin önayak olduğu, TİP’in yönetimine muhalif Milli Demokratik Devrimciler’le (MDD), TİP’liler arasındaki bölünmeydi. Bu taraf MDD’yi benimseyince, TİP’liler de sosyalist devrimciliği benimsediler. Halbuki o zamana kadar TİP’in Sosyalist Devrim diye bir teorisi yoktu. MDD’ciliği de kısaca özetleyeyim: Şimdi hemen sosyalizm kurulamaz. İktidarı alsak dahi bir milli demokratik devrim aşaması lazımdır. Yani emperyalizme ve feodalizme karşı, önce Türkiye bağımsız ve demokratik olacak. Ama demokratik derken, şimdi anlaşıldığı gibi özgürlükler demokrasisi değil de daha çok yarı feodal ilişkilerin tasfiye edilmesi anlamında. O aşama tamamlandıktan sonra da… Aslında bu teori Stalin’den geliyor. Mao bunu kendince pratiğe uygulamış. Öbür tarafın ise bu tür dayanakları pek yoktu. Onlar biraz çaresiz kaldılar.
Gafil avlandılar yani.
Zileli: Evet. ‘’Madem öyle, biz de ‘Sosyalist Devrim’ diyelim dediler.
Ama siz sonra Mao’cu oldunuz.
Zileli: Ama sonra Milli Demokratik Devrimciler (MDD),gençlik hareketi vasıtasıyla hâkim oldu. Çünkü TİP, gençlik hareketi karşısında ürkekti. Milli Demokratik Devrimciler ise bütün gücüyle ona gaz veriyordu. Dolayısıyla gençlik olduğu gibi aktı. Mesela geçmişte hayatını vermiş Sinan Cemgil, Hüseyin Cevahir gibi arkadaşlar, o zamanlar sosyalist devrimcilerin safındaydı. Sonradan, birdenbire o böyle büyük bir dalga olarak sosyalist devrimcileri kenara itince, herkes birden MDD’ci oluverdi. Bu sefer, burada bir iktidar odağı çıktı ortaya. Böyle olunca, çeşitli klikler ayrıca örgütlenip o iktidara aday oldular. Aydınlık hareketi ikiye bölündü. PDA’cılar, yani Doğu Perinçek ve bizler, karşı tarafta da Mihri Belli, Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Münir Aktolga gibi isimler vardı. Aylık Aydınlık dergisi çıkıyordu, dolayısıyla o da bölündü. Diğer taraf, dergiyi Kırmızı Aydınlık olarak çıkarttı, çünkü sahipliği onlardaydı. Biz de aynı formatta ama kapağı beyaz olan Beyaz Aydınlık dergisini çıkarttık. Tabii bu, diğerleri tarafından Sovyet devrimindeki beyazları anıştırarak ‘’Kahrolsun Beyazlar’’ sloganıyla bizim aleyhimize kullanıldı.
Sonra muazzam bir bölünme süreci başladı. Bu dediğim şey, 1970’te oldu, 71’de devam etti. Önce, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve diğer arkadaşlar silahlı eylemlere giriştiler. Buna bir ad takmak lazımdı, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ismini verdiler. Ordu filan yok ortada tabii. Zaten nasıl olabilir ki? On beş yirmi kişilik bir gerilla grubu. Diğer tarafta, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Yusuf Küpeli, Münir Aktolga ve diğer isimler. Onlar daha Marksist-Leninist görünmek için, biraz da Latin Amerika’dan esinlenerek, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi’ni (THKP-C) kurdular. Ortada parti yok, cephe yok. Topu topu 11 kişi. Bingöl Erdumlu Altıncı Süit kitabında bunu anlatır. Zaten Yusuf Küpeli de o toplantıya ‘’benim işim var’’ diye gelmemiş. Yani işin başlangıcı, daha sonra ciddiye alındığı gibi ciddi değil aslında. Mahir’ler (Çayan) 71’de, daha 12 Mart olmadan önce, DEV-GENÇ’e ve dolayısıyla bütün Türkiye sol hareketine hâkimlerdi artık. Ama ne yaptılar? Yirmi kişilik bir gerilla grubu örgütlediler, hareketin geri kalanını o gerillalara yataklık yapmaya seferber ettiler. ‘’Aydınlık’’ meselesine gelince: İlk başta herkes Mao’cuydu. Fakat bölünme olunca, biz Mao’culuğa çok fazla sarılınca, diğerleri Mao’culuğu bıraktılar.
Gülüyorum ama aslında hazin bir durum.
Zileli: Evet, maalesef.
Siz çocukluktan başlayarak hayatınızı yazdınız. Burada kitabınızın iki cildi var, ama toplamı altı cilt. Bunun büyük bir kısmı sol hareketlerle ilgili. Yeni başladığım için tamamını okuyamadım. Bir kere çok doğrudan konuşuyorsunuz, isimler veriyorsunuz. Müthiş bir hafıza var, detaylar var. Eminim bilmeyenler çok şey öğreniyor. Ama orada adı geçenlerin bir kısmı da çok rahatsız oluyordur. Yanılıyor muyum?
Zileli: Muhakkak. Zaten anı yazmak, rahatsız etmeyi veya edilmeyi baştan göze almak demek. Öyle çok nazik bir anı yazımı olamaz bence. Eğer gerçeklere bağlı kalacaksan, ister istemez şunun veya bunun ne yaptığını, en başta kendinin ne yaptığını ortaya koyacaksın. Yoksa öbürü güzelleme. Türkiye’de çok yazılıyor o güzellemelerden
Başınızı ağrıtmışlardır herhalde.
Zileli: Ağrıtanlar oldu, dava açanlar oldu. Bana değil de daha çok o zamanki İletişim Yayınları’na. Şimdikini Lejand Kitap bastı. Yirmi yıl boyunca o tür şeyler oldu tabii, epeyce oldu, ama yazılanlara bakarsan çok da değil aslında. Belki bazıları dava açmaya biraz üşendiler veyahut da ben doğrudan doğruya, “Yalan. Bak, bunu yanlış yazmışsın kardeşim” diyene hiç rastlamadım diyebilirim. Bir iki arkadaş, “O toplantı orada değildi” gibi çok önemsiz bazı itirazlar yaptılar. Doğu Perinçek’ten de şöyle itirazlar geldi: Bir gazeteye verdiği demeçte “Benim doğumumdan önce verilmiş olan 12 Adalar’ı bana verdirtmiş, iftira attı” diyor. Hâlbuki böyle bir şey yok. Ben şunu diyorum: Yunan EKKE Partisi var. O da Maocu bir parti. Heyet olarak geldiler. Bir tarafın temsilcileri arasında ben de vardım. Tuhaf bir şekilde iki partinin temsilcileri oturup Adalar’ın, devrimden sonraki statüsünü tartıştık. Böyle bir komedi olabilir mi? Sen devrim yapmışsın.
İki taraf birden yapmış.
Zileli: Evet. Yani EKKE’nin başkanı olan adam o kadar hırslı ki. Tip olarak biraz Doğu’ya (Perinçek) benziyordu. Ondan sonra, “Şu ada, bu ada…’’ filan ciddi ciddi konuştu. Benim o zaman bile o kadar bilincim yoktu, ama bunun komedi olduğunu içten içe biliyordum, içimden gülüyordum. “Yok Midilli şöyle olacak, yok bu buraya verilecek.” En sonunda ben de bunu espri olsun diye kitapta, “Baktık ki adamlar çok fazla ısrar ediyor, verdik hepsini gitti” diye yazdım. Şimdi Doğu bunu “Doğu Perinçek bütün Adaları Yunanlılara verdi” gibi anlamış ya da öyle anlamak istemiş. Komedi ya!
Madem Ada meselesini açtınız, kitapta anlattıklarınızdan yola çıkarak, şu anda bu harekette, Doğu Perinçek’ten başka o tarihten kimse kaldı mı?
Zileli: İkinci kuşaktan olanlar var.
Doğu Perinçek bugün yerli ve milli bir çizgide duruyor. Ama mesela Kıbrıs Harekâtı başlayınca bunu işgal olarak tanımlıyor, değil mi?
Zileli: Evet, evet.
O zamanlarda, benim ilk yıllarımda, sizin Halkın Sesi gazetesinin çıktığını hatırlıyorum. Mesela Kürt meselesinde belki de bugün Abdullah Öcalan’ın söylediğinden çok daha radikal birtakım şeyleri söylerdi. Ama şu anda geldiği nokta bambaşka. Bu nasıl oluyor?
Zileli: Bu, siyasetin gereği mi diyelim, artık siyaset denilen şeyin aslında bir hokkabazlık olduğunu mu gösterir, bilemiyorum. Şimdi bunu sorsan, değişen koşullarla izah ederler veyahut “Evet, o zaman böyle bir küçük yanılgı oldu” diye geçiştirir veya hiçbir şey demezler. Mesela Kaynak Yayınları hâlâ Türkiye İhtilalci Köylü Partisi’nin (TİİKP) savunmasını basıyor. Orada henüz Kürt meselesi, Kemalizm meselesi, Kıbrıs meselesi yoktu. Bugün saldırdıkları her şey orada var, ama onu tarihi bir belge olarak basmaya devam ediyor. Ama, “Arkadaş basıyoruz ama biz bu görüşlerden vazgeçtik” de demiyorlar; onun üstünü örtüyorlar. Yani bu siyasetçilik, hatta sol siyasetçilik diyeyim, biraz sahtekârlığa da giriyor.
Kitapta okuduğum bölümlerde işkence anlatıları var. Çok acı ama çarpıcı. Bu, dünyada da Türkiye’de de sol hareketlerin hepsinin tarih boyunca en çok yaşadığı bir olay. Öncesinde çok ciddi bir şekilde işkenceye karşı taktikler gerçekleştirilirken, sonra işkence gerçekliğinde işin rengi değişebiliyor. Siz de bunu yaşamışsınız. Hem de hareket olarak yaşamışsınız. Hatta orada öyle bir şey var ki önce siz, işkence görmeyenler, hapistekiler olarak…
Zileli: Öbürlerini tecrit ettik.
Sonra sizi işkenceye alıyorlar ve işin rengi değişiyor.
Zileli: Hayır, ondan önce değişti aslında. Doğu (Perinçek) işkence görmüş birisi olarak bizi ikna etti. “Böyle tecrit olmaz, yanlıştır” dedi, ki bence onun tutumu doğruydu. Çünkü biz o tecrit siyasetinde devam etseydik, önceden hapse giren beş kişi kalacaktık. Geri kalan herkes, işkencede şu veya bu şekilde konuşmuş veyahut da en azından ifade vermiş. Hâlbuki bizim ilk prensiplerimize göre ifade bile vermeyeceksin, ismini bile söylemeyeceksin. O broşürü yazan kişi büyük bir ihtimalle işkence görmemişti. İşkenceyi böyle kolay bir şey zannediyordu. Hâlbuki öyle değil. İşkenceye dayanılır. Dayanılmaz diye bir şey yok, bunun örnekleri de oldu, ama çok zor bir şey şeydir. Örgütler ise dünyanın en oportünist varlıklarıdır; o durumda öyle yapar, böyle bir durum çıkınca da böyle yaparlar. Bir de biliyorsun, o işkencelerde, konuşan veya konuşmayanları tespit etme yöntemleri, tamamen o insanların vicdanını rahatlatmak için yapılmış numaralar. Ben de o komisyondaydım. Mesela, bazı arkadaşları konuştu diye partiden attık. Ama bunun fiiliyatta hiçbir geçerliliği olmadı, onlar yine görevlerine devam ettiler. Yani laf olsun veya görüntüyü kurtaralım diye yapılan şeyler bunlar. Gerçeklikte hiçbir şeyi yok. Ayrıca neye göre belirliyorsun? Mesela Nuri Çolakoğlu, bizim kategorimize göre konuşanlar sınıfına konuldu, ama en ağır işkenceyi gören o oldu. Gerçekten çok ağır işkence gördü. Ayaklarının altında hâlâ yama gibi izleri vardır. Ama Nuri, konuştu diye atıldı, Hasan Yalçın’la beni hapishaneden götürmüşlerdi. Bizim çok iyi savunmamız vardı. “Biz bir yıldır yoktuk. Haberimiz yok” dedik, çok hafif atlattık. Biz konuşmayan kahramanlar olduk, Nuri Çolakoğlu konuşan oldu. Bu ölçütler de çok saçma sapan şeyler.
Şimdi ilginç bir gazete kupürü var, ekrana getirelim. Bu gazete, muhtemelen Milliyetçi Hareket Partisi’nin yayın organlarından. “İstanbul İmam-Hatip Okulu, fikir tartışmasında galip geldi” diye bir haber var. Haberin altına bakıyoruz, İmam-Hatip okulu ekibinden Recep Tayyip Erdoğan, ‘’Türk ve İslam terbiyesini çocuğuna aşılayan anne ve baba arıyoruz” diye bir konuşma yapmış. Sene galiba 1971.
Zileli: Benim davadan bahsettiğine göre 71 veya 72 olması lazım.
Evet, Recep Tayyip Erdoğan, Seyfettin Esenlik ve Ali Kul. İşin ilginci, haberin altında imzası olan kişi Yaşar Okuyan. Buradaki Yaşar Okuyan, muhtemelen iki yıl önce hayatını kaybeden eski MHP’li siyasetçi. Aynı haberin hemen yanında, ‘’Anarşist Gün Zileli, iki ayrı davadan yargılanacak’’ başlıklı bir haber var. 1971 yılının gazete haberinde Tayyip Erdoğan’la Gün Zileli yan yana gelmiş. Ama burada çok daha ilginç bir şey var: Gün Zileli, o tarihte kendisini hâşâ anarşist olarak görmüyordu. Marksist, Leninst, Maocuydu, ama yıllar sonra Gün Zileli anarşizmi benimsemiş.
Zileli: Evet, aşağı yukarı20 yıl sonra, 1993’te.
Türkiye’de, dünyanın birçok yerinde de böyledir, anarşist denilince akla hep böyle zombiler gelir, ama siz anarşistsiniz.
Zileli: Tabii. 92’den itibaren anarşist oldum. Ama onlar benim anarşist olduğumu 20 yıl önceden bilmişler. Bu da basının büyük öngörüsü. Tabii bu işin esprisi. Basının büyük kısmında anarşist, hatta daha da komiği ‘’anarşik’’ olarak kullanılan bir deyim vardı.
Evet, ‘’Anarşik.’’
Zileli: O öyle devam etti. Ama herhalde 90’dan sonra, o tâbir bırakıldı, ‘’terörist’’ denmeye başlandı
Evet. Siz anarşistsiniz. Birçok izleyicimiz onu tam bilmeyebilir. Bunu özetle bir anlatsanız.
Zileli: Aslında 80 öncesinden de başlayarak, ama 80’den itibaren, Marksizm’in, Leninizm’in bir bunalım döneminde olduğunu hissettim. Bir depremi hissedersin ya onun gibi veyahut belki deprem olmuştu da ben sonradan hissettim. Fakat ben bunu hissedince, ‘’bu meseleler biraz tartışılmalı, geçmişte zaaflar var’’ diyerek Isaac Deutscher’in yazdığı Troçki’nin 3 ciltlik kitabını okudum. O zaman bizim okuduğumuz SBKP-B Tarihi kitabında…
Bilmeyenler için söyleyelim SBKP-B’nin açılımı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik).
Zileli: Evet. Zaten okitabı Stalin yazdırmıştı. O zamanki bilincimle, tamamen palavra olduğunu, esasen muhalefetin haklı olduğunu düşündüm ve bunu açıkça ilan ettim. Ve parti içinde bir tartışma başlamış oldu. Doğu Perinçek, Stalin safında yer aldı ve bu böyle gitti. Ama 90’ların başında yurtdışına çıktıktan sonra, ki o zamana kadar benim Marksizm’e, Leninizm’e olan güvenim epeyce yıpranmıştı. Bakunin’in bazı makalelerini okudum. Bakunin sonuç olarak şunu diyordu: “Devlet kurarsanız, bunun sonucu budur kardeşim. Beni de getirin başa, ben de aynı şeyleri yaparım.” Bakunin böyle çok basit ve esprili bir şekilde bazı görüşlerini ortaya koyar. ‘’Adam 150 yıl önce doğruyu söylemiş’’ dedim. Hakikaten, bir devlet kurulduğu zaman, bu devletin, iktidarın sonu şu veya bu şekilde baskı, hatta giderek Tiranizme varır gibi bir sonuca vardım ve oradan da devletsiz bir toplum özlemiyle anarşizme yöneldim.
Bir ara, Çarlık döneminin, Bolşevik devriminden sonraki dönemden, daha yumuşak olduğunu bile bir solcunun…
Zileli: Evet, ben o kanaatteyim. Bana çok kızıyor solcu arkadaşlar. Ben Stalin dönemi üzerine çok okudum. Hatta kitap da yazdım, Kaos Yayınları’ndan çıktı. Şu olguya bakmak lazım: Stalin döneminde tutuklanan muhalifler, hatta muhalif olmaları da şart değil, tutuklananların çoğu aslında Bolşevik ve hatta Stalinist’tir. Stalin aslında kendi kadrolarını budadı. Bir istatistik yaparsan ağırlıklı olarak öyledir. Yine benim çevirdiğim Eugenia Ginzburg hep anlatır. Kadın hücredeyken bir bakıyor, Tatar Cumhuriyeti Başkanı’nın karısını görüyor. Aklı ermiyor. Kadını da tutuklamışlar. Zaten o zaman tutuklananlar eşleriyle birlikte tutuklanıyorlar. Neyse, bu şekilde tutuklananların önemli bir kısmı öldürülüyor, diğer kısmı da Gulaglar’a yollanıyor. Zaten Gulaglar da yarı ölüm demek. Bir fıkra anlatmanın cezası beş yıl. Mesela Ukraynalı güçlü, kuvvetli genç kadınlar var. “Sen onlara fıkra anlattın” deyip, doğru Gulaglar’a yolluyorlar. Neden? Güçlü emek, onu orada çalıştırmak için kullanıyorlar.
Çarlığa gelecek olursak: Çarlıkta, Lenin dâhil, Stalin dâhil bütün Bolşevikler yakalanıyor. Üç yıl sürgün cezası alıp sürgüne gönderiliyorlar. Üç ay sonra sürgünden kaçıp geliyorlar. Mesela Stalin Rusyası’nda kaçma çok nadirdir, yani mucizevî bir olaydır. Orada herkes kaçıyor geliyor, tekrar faaliyetlerine devam ediyor. Dolayısıyla, ezberden veya ideolojik çarpıtmalarla değil, olgulara bakmak lazım. Ben ideolojik çarpıtmalara tamamen karşıyım, ama gördüğüm şeyi de söylemek zorundayım.
Bunun bir de Türkiye versiyonu var. O dönemleri bilmeyenler için hatırlatalım: İsrail Başkonsolosu Efraim Evron, solcu gençler tarafından kaçırılmıştı. Daha sonra öldürüldü. Ölü bulundu diyelim. Ardından da Deniz Gezmiş ve arkadaşları Yusuf Aslan, Hüseyin İnan idam edildiler.
Zileli: Hemen ardından değil ama.
Evet. Siz ‘’Bu Evron olayı olmasaydı bu idamlar da olmazdı, olmayabilirdi’’ dediniz. Hatta birkaç kere söylediniz.
Zileli: Kesinlikle o kanaatteyim. Mesela Deniz, 12 Mart’tan 4 gün kadar sonra yakalandı. O zaman idam, ne onun ne bizim, kimsenin aklının köşesinden geçmiyordu.
Aynı dönemde içeride miydiniz?
Zileli: Hayır, ben 10 Haziran’da tutuklandım, yani bir süre sonra. Benim tutuklanmam da yine Evron’la ilgilidir. Evron’un kaçırılması, Türkiye’de bütün havayı değiştirdi. On beş Nisan’da sıkıyönetim ilan edildi, ama o sıkıyönetim etkisiz bir şeydi. Tutuklama yoktu, biz normal, legal faaliyetlerimize devam ediyorduk. Aydınlık Dergisi, Proleter Devrimci Aydınlık devam ediyordu. Bürolar açıktı. Ben de o sırada Kaz Dağları tarafındaydım, sendikal bir çalışma yapıyorduk. Evron kaçırıldığı an, dönemin Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş ‘’Mâkabline şâmil’’ dedi. Yani davalar geriye doğru işleyecekti ve güümm, koca bir perde indi. Ondan itibaren iktidarın yapısı değişti. Yine Nihat Erim Hükümeti’ydi, ama orada 11 bakan vardı mesela. Bunlar reform yapmak amacıyla oraya konulmuştu. Niye reform yapılacak? Çünkü sosyal bir uyanış vardı. Tamam, sol darbeyi bertaraf ettiler, ama bir de sol yükseliş, bir toplumsal yükseliş var. ‘’Onu nasıl durduracağız? Reformlarla durduracağız.’’ Yani esas program buydu. O 11 bakanı da bunun için koydular. Evron kaçırıldıktan sonra o 11 bakan hemen istifa etmediler, ama artık etkileri kalmadı, lüzumsuz hâle geldiler ve II. Erim Hükümeti sırasında zaten istifa ettiler. Nihat Erim de bir yerden sonra gereksiz oldu. Yerine Ferit Melen geldi. Sol, Ferit Melen’i öldürdü ama bence çok gereksizdi.
Nihat Erim’i öldürdüler.
Zileli: Evet, yanlış söyledim, Nihat Erim’i. Nihat Erim’i öldürmelerinin hiçbir mantığı yok. Ben genelde öldürmeye zaten karşıyım. Nihat Erim’in hani öyle sert lafları filan vardı, bakma sen ama aslında reformcu amaçlarla hareket ediyordu
Peki, 12 Eylül’de neredeydiniz?
Zileli: 12 Eylül’de gazete bürosunda çalışıyordum. O zaman parti adına gazeteye atanmıştım.
Halkın Sesi mi?
Zileli: Hayır, günlük Aydınlık gazetesinde.
Günlük gazete vardı, evet. Orada içeri girdiniz mi?
Zileli: Aranmaya başlandım. 12 Eylül’den hemen sonra, Doğu (Perinçek) başta olmak üzere hepimiz aranmaya başlandık. Aramızda bir görev bölüşümü yaptık. Hasan Yalçın, Hüseyin Karanlık ve ben dışarıda kalacağız, diğerleri gidip teslim olacaklar, orada dava olarak partiyi savunacaklar.
Peki, 12 Mart’la 12 Eylül ayrı. Ben 12 Eylül’ü içeriden yaşamış ve cezaevine de girmiş birisi olarak, çok daha büyük bir kitlesellik, çok daha büyük bir etkililik olduğunu söyleyebilirim. Ama sol açısından baktığımız zaman, çok daha büyük bir bölünmüşlük vardı ve büyük bir yenilgi oldu. Bu mukadder miydi?
Zileli: Kesinlikle mukadder değildi. Eğer sol, birleşik bir direniş çizgisi izleseydi, bayağı direnebilirdi bence. Bunu hiç kimse kabul etmiyor ama, bence çok açık. Cuntacılar, yani o beş General bile aslında çok daha fazlasını bekliyorlardı.
Bu kadar kolay olacağını düşünmediler.
Zileli: Onlar da şaşırdılar, ‘’bu muymuş o kadar korkulan sol?’’ gibi oldu. Lenin’in, “Gerektiğinde, devri, baskıya uğradığında da ricat taktiği uygulanır” gibi lafları var. Şimdi ricat taktiği zamanı. Ne yaptılar, biliyor musun? En önem verdikleri militanlarını alıp kaçtılar. Bir kısmı yurt dışına kaçtı ve hiçbir direniş göstermediler. Benim bildiğim kadarıyla, o dönemde bir tek DEV-SOL direniş çizgisi izledi. Tabii tek başına olduğu için onu da feci şekilde ezdiler.
Peki, şimdi Türkiye nasıl, ne durumda?
Zileli: Bugün mü?
Evet.
Zileli: İktidar bir hastalıktır aslında. İktidarı kazanmak veya iktidarı kaybetmemek için yapılmayacak bir şey yoktur. Özellikle bizim gibi, kurumları çok fazla oturmamış, gelenek hâline gelmemiş ülkelerde, iktidar için her türlü hile hurda yapılır. Bugün de bunu yaşıyoruz. Bugünkü iktidarın, iktidarı kaybetmemek için, tutuklamalar, onu bastırmalar, gazetecileri, siyasetçileri içeri atmalarını görüyoruz. Adalet veyahut yargı bağımsızlığı diye bir şey yok ne yazık ki. Dolayısıyla yargı, emir komuta düzenine göre çalışıyor. Bunun da hazin sonuçlarını yaşıyoruz şimdi.
Şu anda 78 yaşında mısınız?
Zileli: 78 işte, 79’a girdim aslında. Ben yıl hesabı yaptığım için 1946 ne oluyor? 79 oluyor.
Sizlerin hikâyesini anlatan ‘’47’liler’’ kitabı vardı, değil mi?
Zileli: Evet,Füruzan’ın romanı.
O dönemi yaşayanlardan birçok kişi değişik şekillerde hayatını kaybetti, ama çok kişi de hâlâ hayatta. Mesela bir iki ay önce burada Şahin Alpay’la bir program yaptık. Alpay, “Gün Zileli’yle yıllar sonra tekrar arkadaş olduk” demişti.O dönemden bugüne yollar ayrıldı. Kitabınızda adı geçenlerden yaşayan Nuri Çolakoğlu, Cengiz Çandar, Doğu Perinçek zaten var, Şahin Alpay, Halil Berktay ve birçok isim var. Birbirinizi görüyor musunuz? Böyle bir WhatsApp grubunuz var mı?
Zileli: Hayır, WhatsApp grubumuz yok. Eski Aydınlıkçılar’ın bir WhatsApp grubu var, ama ben orada değilim. Fakat gördüğüm arkadaşlar var. Mesela Şahin Alpay’la, dediği gibi yeniden arkadaş olduk. Bir arkadaşın cenazesinde karşılaşmıştık. O zamandan beri görüşüyoruz. Sonra, yine Şahin Alpay’ın evinde Nuri Çolakoğlu’yla karşılaştık. Atıl Ant’la birlikte ona yaptığımız bir şaka vardı, onu tekrarladık karşılıklı. Hoş oldu. Cengiz Çandar’la zaman zaman haberleşmelerimiz olur. Ben arada Artı Gerçek’te yazıyordum. Bazen, “Bak bu makale iyi” dediği şeyler oluyordu. Onun dışında, tanıdığım, görüştüğüm arkadaşlar var. Mesela Yaprak Zihnioğlu onlardan biri. Çok bilinen adlar dersen, bunları sayabilirim.Halil Berktay’ı zamanında, Ergenekon davaları sırasında çok eleştirdim. Fakat entelektüel niteliklerini çok da takdir ederim, onu da belirtmem lazım.
Peki, Türkiye’de sizin gibi anarşistler var mı?
Zileli: Var. Epeyce var hem de. WhatsApp grupları da var. Bana da geliyor mesajlar. Ama tabii anarşizmin yapısından dolayı, solunki gibi bir örgütlenme…
Bir ara dergiler olurdu.
Zileli: Evet. Kaos Yayınları’nın çıkarttığı Apolitika dergisi vardı. Kaos Yayınları hâlâ var. Ateş Hırsızı. Başka dergiler de çıktı. Bir ara Efendisiz çıktı, ama onlar sonradan biraz cıvıttılar. Anarşist Gençlik Federasyonu (AGF) diye bir şey kurdular. Sonra o bir çeteye dönüştü. Yani anarşizmin de örgütsel planda önemli zaafları var. Mesela yakın zamanda bir örgüt vardı. İsim unutuyorum ama sonra hatırlarım. Onlar hakkında çok şikâyet oldu. Şimdi, anarşist bir örgütte yönetici yok, ama bu avantaj değil, dezavantaj aslında. Bir yerde yönetici olduğu zaman, bir kongre veya toplantıda, o yöneticiye hesap sorabilirsin. Ama burada, görünüşte yönetici yok, fakat perde arkasında yönetenler var. Bu da anarşizmin önemli zaaflarından biri. Ben öyle anarşizmi parlatıp, ondan sonra köpüklendirmekten yana değilim. Geçmişteki ideolojilerde de öyle yaptım. Parlak bir Maoizm, parlak bir Marksizm, Leninizm… Marksist-Leninist olduğum zaman da çok eleştireldim. Giderek de öyle oldum. Anarşizm için de aynı şekilde, yani öyle çok parlatacak bir şey yok. Anarşizmin çok güzel yanları var, onlara sahip çıkmak lazım. Ama çok önemli zaafları da var, onları da görmek lazım.
80’lerin sonlarına doğru Reha Çamuroğlu ve arkadaşları bir dergi çıkartmıştı.
Zileli: EvetKara. Zaten ilk çıkan dergi o. 1986’da. Bir yıl başarılı bir şekilde çıkarttılar. Kara, anarşizmin ana ilkelerini çok güzel vaz’ etmiştir. Vaz’ etmekle, vaaz etmek karıştırılıyor, onu da bu arada söyleyeyim. Bazı arkadaşlar vaz’ etmek yerine, vaaz etmek, yani vaaz vermek gibi kullanıyorlar, bu yanlış. Kara onları ortaya koydu ve anarşizme çok iyi bir temel sağladı.
Şimdilerde ‘’aktivizm’’ diyorlar ama altmış yılı aşkın bir ‘’militanlık’’ öykünüz var ve siz hâlâ sürekli yazıp üretiyorsunuz.
Zileli: Evet. En son ‘İspanya İç Savaşı’nı yazdım. Aslında ‘İspanya İç Savaşı’nı hep tırnak içinde kullanırım. Çünkü bu, iç savaştan çok, bir İspanya Devrimi’dir. Bunu da kitapta izah ettim. Çünkü o üç yıllık dönem, özellikle de ilk bir, bir buçuk yılı, muazzam bir laboratuardır. Rusya’da devrimden çok bahsedilir, ama bence Rusya’da devrim olmadı. Rusya’daki partinin iktidara el koymasıydı.
İktidar el değiştirdi yani.
Zileli: Evet. Mesela Bolşevik Partisi’nin programında işçi denetimi vardı. Lenin, işçi denetimine, “Yok öyle bir şey. Yönetim tek kişi” dedi ve gerçek işçi denetimini ortadan kaldırdı. Aslında Sovyetler Birliği’nde hiçbir zaman işçi yönetimi olmadı. Ama İspanya’da oldu. Bir yıl boyunca CNT (Ulusal Emek Konfederasyonu) ve UGT (Genel İşçi Sendikaları Konfederasyonu), sosyal demokratların denetimindeydi. Her ikisinin de birer milyon işçi üyesi vardı. Bu iki konfederasyona bağlı işçiler, onların öncülüğünde üretim araçlarına el koyarak hem savaşı hem de üretimi yürüttüler. Engels’in “İşçi sınıfı nasıl yönetecek?” gibi lafları vardı, işte onlar bunu pratikte gösterdiler. Daha 18 Temmuz’un ertesi günü, Madrid’de zaten öyleydi de, Barcelona’da tramvaylar işliyordu, gaz devam ediyordu. Her şey gayet normaldi ve üretim de işçilerin katılımıyla eşitlikçi bir şekilde sürdü. Bunları anlattım. Kitap yine Lejand Kitap’tan çıkacak.
Evet. Hayırlı olsun.
Zileli: Eyvallah.
Peki, şunu sormak istiyorum. Bütün bu yaşanmışlıkların üzerinden, hayatın özetini nasıl yapıyorsunuz?
Zileli: Hayat aslında bir mücadele. Bir çocuk, daha dünyaya gelir gelmez korunmaya muhtaç, ama aynı zamanda da bir mücadele içinde. Mücadele daha beşikten başlıyor diyelim, öyle çok güllük gülistanlık bir hayat yok. Hayat mücadeleyle dolu, ama çok iyi şeylerin de olduğu bir dünya. Ben hiçbir zaman karamsar olmaktan yana değilim. İnsanlığın kötü yanları olduğu gibi, bir sürü iyi yanları da var, o iyi yanları ön plana çıkartmaya çalışmak lazım.
Evet, çok teşekkürler.
Zileli: Eyvallah, sağ olasın.
Gün Zileli’yle 60 yılı aşkın militanlığını, mücadelesini konuştuk. Maoculuktan anarşizme giden dolu dolu yıllar. Zaten bunları da altı ciltlik kitabında anlattı. Belki daha sonra da yazar. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.