Bu haftaki “‘Direniş Ekseni’nin defin semiyolojisi” konulu yazısında Kenan Çamurcu, İran’ın yeni dönemi, Hizbullah’ın geleceği ve bölgedeki güç mücadelesi hakkındaki analizini paylaşıyor.
İran’da 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin televizyon tartışmalarındaki en ilginç an, Ahmedinejad’ın, onun hükümetini “maceracı dışpolitika yürütmek”le suçlayan eski başbakan Mir Hüseyin Musevi’yi, başbakanlığı sırasında İsrail’e karşı Filistinlilere destek olmak üzere asker göndermeyi planlamakla itham etmesiydi.
Halbuki Ahmedinejad, İsrail’i haritadan silme vaadiyle ultra muhafazakar ve radikal taraftarlarını coşturması ve muhtelif ülkelerde antisemit hastalıkla malül ruhları neşelendirmesiyle meşhurdu o vakitler. Buna mukabil savaş yıllarından başlayarak İran’ın en uzun süre başbakanlığını yapmış Musevi ise İran halkına ait kaynakların sınır ötesi işlerle heba edilmesine karşı çıkıyor ve iktidar olduğunda buna son vereceğini söylüyordu. O geceki tartışmada, “Lübnan ve Arap-İsrail savaşı İran’ın en önemli meselesi değil. Görmezden gelmeliyiz,” dedi.
“Kudüs’ün yolu Kerbela’dan geçer”
Musevi, o tartışmada Filistin’e asker gönderme planını tekzip etti. O dönemde Filistin-İsrail ihtilafında devletin resmi tutumunun Yahudiler, Müslümanlar, Hıristiyanlar, tüm tarafların katılımıyla kendi kaderini tayin için referandum düzenlenmesinden ibaret olduğunu söyledi. Ama Ahmedinejad’ın Yahudi soykırımını inkar eden beyanlarının İran’ın başına büyük dertler açtığını, yardımcısı İsfendiyar Rahim Meşşai’nin, “İsrail halkıyla dostuz” açıklamasının da durumu kurtaramadığını hatırlattı. Musevi, başbakanlığı döneminden bir de anısı anlattı: “1982’de İsrail Lübnan’a saldırdığında herkes güç gönderip İsrail’i Lübnan’dan çıkarmamız gerektiğinde hemfikirdi. Hatta, keşif için bir grup da gönderildi. Ertesi gün yasama, yürütme ve yargı başkanları karar almak üzere toplantı halindeyken Ahmet Humeyni geldi ve İmam’ın (Humeyni), ‘Kudüs’ün yolu Kerbela’dan geçer,’ dediğini aktardı. Yani diyordu ki siz kendi savaşınıza bakın, Lübnan’a güç göndermek sizin neyinize.”
Olağanüstü hale muhtaç İrani otokrasi
Derin karartmaya ve olağanüstü hale muhtaç katı otokrasi, yani kendi tanımıyla “mutlak velayet-i fakih” rejimi için alarm seviyesiydi Musevi’nin hükümet programı.
Mir Hüseyin Musevi, “Filistin davası”nın İranlıların refahından, hayat kalitesinden, demokrasisinden, mutluluğundan eksilteceğini biliyordu. Böyle bir kara deliğin her türlü yolsuzluk, hırsızlık, yağmaya yol açacağını, otoriter rejime yakıt temin edeceğini öngörmüştü. Nitekim öyle de oldu.
İran’ın gelişmiş ülkelerdeki gibi şeffaf demokrasiye geçeceğini, ‘79 devriminin “bağımsızlık, özgürlük, cumhuriyet” sloganlarına dönüleceğini, devrimin ilk yıllarındaki gibi sosyal hayatın özgür olacağını da vadetti Musevi. Bütün bunların ABD ve Avrupa’nın yaptırımlarının kaldırılması ve dünya ile serbest ticarete başlanmasıyla mümkün olduğunu biliyordu. Toplumu güçlendirdikçe otokratik rejimin gerileyeceğini ve nihayet sona ereceğini de.
Musevi’nin seçilmesi halinde tarihten silineceğini anlayan müesses nizamın elitleri düğmeye bastı ve hileli seçimde Musevi’nin kaybetmesini sağladı.
Hileli 2009 seçimleri
Bütün matematikleri zorlama pahasına sandıktan Ahmedinejad çıkarılınca milyonlarca İranlının tüm şehirlerde seçime müdahaleyi protesto etmesi üzerine, Kasım Süleymani’ye bağlı militer ve paramiliter güçlerin protestoculara saldırdığı ve Devrim Muhafızları generali Hüseyin Hemedani’nin (Suriye’de öldürüldü) âdi suçlulardan oluşturduğu milislere göstericilere saldırma ve dükkanları yakma görevi verdiği fiili sıkıyönetim ortamında geniş çaplı tutuklamalar, 300’e yakın protestocunun öldürülmesi, nihayet Musevi ve eşi Zehra Rahneverd’in mahkeme edilmeksizin ev hapsine atılmasıyla sonuçlandı macera.
Musevi ve eşi 16 yıldır hâlâ hapis
Musevi ve eşi 16 yıldır hâlâ hapis. Yargılanmadan, savunma yapmalarına izin verilmeden. Dönemin Yargı Başkanı Sadık Laricani, Musevi’nin neden yargılanmadığını tuhaf gerekçeyle açıklamıştı: “Mahkemeyi sözlerini söyleyeceği platform olarak kullanmak istiyor.” Mahkeme bunun için yapılmıyor mu zaten?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Tehran milletvekili Ali Mutahhari de, Hamenei’den Musevi’nin ev hapsinin kaldırılmasını, en azından yargılanmasına izin verilmesini istediğinde “Yargılansa cezası çok ağırdı olurdu. Böyle yapmakla ona lütufta bulunduk” cevabını verdiğini aktardı. Yani Musevi, mahkemeye çıkarılmadan 16 yıldır eşiyle birlikte hapis tutulması dolayısıyla üstelik teşekkür borçluydu Hamenei’ye göre.
Batılıların “iyi diktatör” veya “müşfik diktatör” diye bir kategorisi var. Halkın yararına reformları otoriter yöntemlerle uygulayan liderlere diyorlar. Mafya ve çetelere karşı amansız mücadelesiyle şöhret kazanan El Salvador’un şu anki cumhurbaşkanına da “cool (havalı) diktatör” deniyor. Hamenei’ninki böyle bile değil, pervasız istibdat. Çok sevimsiz.
İstibdadın edebiyatında Musevi ve eşi Rahneverd’e uygulanan alıkoyma “ev hapsi” diye geçiyor ama eve yapılan abartılı modifiyeyle basbayağı cezaevi. Uygulanan infaz da ağırlaştırılmış hapis. Üstelik süresi bile belli değil. Aslına bakılırsa bu bir kaçırma, rehine eylemi. Düpedüz terörizm.
2009’u mutlak velayet-i fakih rejimi için geriye sayımın başlangıcı görenler var. Pehlevi rejiminin, Ruhullah Humeyni’nin sürgüne gönderildiği 60’lı yılların ortasından itibaren çöküş sürecine girmesi gibi. Pehlevi istibdadı, İran’ı Amerika ve İsrail’e peşkeş çekmekle suçlanıyordu. Velayet-i fakih istibdadı ise Lübnan ve Filistin’e peşkeş çekmekle. 2009’dan bu yana giderek artan oranda seçimleri boykot eden İranlılar “Ne Gazze ne Lübnan, canım feda İran” sloganını her fırsatta tekrarlıyor.
Nasrallah, Musevi’ye zulmü görmezden geldi
Nasrallah, Musevi’ye ve eşi Rahneverd’e reva görülen hukuksuzluk, zulüm ve haksızlıktan, İran’daki masif istibdattan haberdardı, ama buna tepki göstermek yerine İranlıların yoksullaşması bedeliyle Hizbullah’a bütçe aktarımının sürdürülmesi hatırına Hamenei’yi “ümmetin lideri” falan iltifatlarla anmayı hiç ihmal etmedi. İran’la ilişki nedeniyle yaptırım uygulayan Batı başkentlerine “Alın size net söylüyorum: Bütçemiz İran’dan geliyor, bütün masraflarımızı İran karşılıyor” diye çıkışırken aslında Tehran’a memuriyet ilişkisinden hoşnut olmayan taraftarlarını da azarlıyordu.
Bu “duygusal” bağ, çeşitli ülkelerde kendini “Direniş Ekseni”nde tanımlayan irili ufaklı, etkili etkisiz tüm grup ve örgütler için de geçerli. Şii dünyanın muteber âlimi merhum Muhammed Hüseyin Fadlullah, Hizbullah’ın bu duruma düşürülmesine itirazı olduğu için Tehran’daki etkinliklerin resmi protokolünden çıkarılmıştı.
Hamenei’yi liyakatsız bulan Fadlullah’tan Nasrallah’ın mutlak itaatine
Fadlullah, Lübnan’ın birlik ve barışının simgesi İmam Musa Sadr’ın varisiydi. Kuruluşunda Fadlullah’ın tavsiyeleriyle hareket eden Hizbullah başlangıçta sosyal, siyasi, entelektüel bir hareketti ve askeri yönü detaydı. Fakat Nasrallah, Hizbullah’ı militer vasıftan ibaret lejyonerliğe dönüştü.
Aralarında Kur’an tefsiri de bulunan 70’ten fazla kitabı yayınlanmış Seyyid Fadlullah, Hamenei’yi ilmi liyakattan yoksunluk ve İran-Hizbullah ilişkilerine yaklaşımı bakımından eleştirince ultra muhafazakarların hışmına uğradı. Fadlullah, Hamenei’nin Şiilik içinde yayılma stratejisine ilk itiraz eden âlimdi. Nasrallah’ı Hizbullah’ın başına geçiren operasyon sonrasında dışlandı, yok sayıldı.
Fadlullah’ın öğrencisi Huccetulislam Muhammed Cevad Ekberin, hocasının “yeni İran”da gözden düşmesini Hizbullah’a dayatılan modele karşı çıkmasına bağlıyor. Ekberin de bazı makaleleri nedeniyle hapis cezalarına çarptırılmış ve Paris’e hicret etmek zorunda kalmış bir dinadamı. Değerlendirmesi şöyle:
“Fadlullah, Hamenei’yi taklit mercii seviyesi için gerekli fıkhi mertebede görmüyordu. Kendisinden bizzat işittim. Ayetullah Humeyni’nin vefatına kadar mukallit bir mollayken vefatından bir yıl sonra nasıl olup da müçtehid haline geliverdiğini soruyordu. Bunun siyasi bir durum olduğuna ve fıkhın ilmî ve geleneksel seyrine zarar vereceğine inanıyordu.”
“Fadlullah’a göre Hizbullah Lübnan toplumuyla birlikte ve yerel hareket etmeli, Lübnan şartlarını gözönünde bulundurmalıydı. [Hamenei döneminde] İran’ın Hizbullah için dikte ettiği model ve fazlasıyla içli dışlı hareket tarzı Lübnan’ın yerel ve kültürel şartlarıyla bağdaşmıyordu.”
“Fadlullah, 1982’de Hizbullah kurulduğunda örgütün manevi babası kabul ediliyordu. Ama sonraki yıllarda örgütle arasında ihtilaflar ortaya çıktı. Velayet-i fakih ilkesini kabul etmiyordu ve bu da Tehran’a mutlak itaate çağıran Nasrallah’la arasındaki mesafenin büyümesine sebep oldu. O kadar ki, maaşlarını Tehran’dan alan Hizbullah yöneticileri bazı ortamlarda onun aleyhinde ileri geri konuşmaktan çekinmiyordu. Buna rağmen Fadlullah daima saygın bir âlim olarak yerini korudu.”
“Mehsa Emini teröristti, fitne çıkarmak için intihar etti”
Nasrallah, İran halkının ağırlıklı çoğunluğunun Hizbullah uğruna yoksulluk, ambargo, yaptırım, izolasyon halinde bir kenara itilmeyi kabul etmemesine empati yapmak bir yana, Mehsa Emini protestoları sırasında halkı suçladı. Saçından bir tutam gözüktü diye gözaltına alınmış ve darp sonucu beyin kanamasıyla hayatını kaybetmiş Mehsa için düzenlenen protestolar hakkında şöyle dedi: “İran hedefte bir ülke. Her olayı aleyhte kullanıyorlar. Bu belirsiz olayı da kullandılar ve halkı sokağa döktüler. Göstericiler İran halkının gerçek iradesini yansıtmıyor. İranlılar liderine vefalıdır.”
Hizbullah’tan bir yorumcu, Menar televizyonunda daha da ileri gitti ve, “Mehsa Emini, terörist Komala örgütünün üyesi. İntihar eylemi için polis merkezine gitmiş. Orada hap yutmuş. Şehit olup bölgede fitne çıkarmak için,” dedi.
Nasrallah’ın kızı Zeynep Nasrallah da babası gibi İran’daki protestolardan, muhalefetten, siyasi tartışma ve müzakerelerden pek hoşlanmıyor. İbrahim Reisi’nin cumhurbaşkanlığı zamanındaki İletişim Başkanı Mehdi Rahimi’nin aktardığına göre cenaze töreninin gecesinde evinde ağırladığı misafirlerine İran’da siyasi akımlar arasındaki tartışmaları işittiğinde ağladığını söylemiş. “Elinizdeki nimetin kıymetini bilmiyorsunuz” diye suçlamış İranlıları.
Yani İranlıların daha fazla demokrasi, hak, hukuk, özgürlük, şeffaflık, serbest seçimler, hür siyasal katılım, refah, kaliteli hayat standardı gibi temel insani değerleri talep etmesinin baba kız Nasrallahların gözünde değeri sıfır. Nasrallah için İran, Hizbullahçı ailelerin maişetini karşılayan finans kaynağından ibaretti.
Bu arada, Nasrallah’ın maişetini temin ettiği bir işi ve mesleğinin olmadığını da hatırlayalım. İranlıların hakkı olan paradan geçinmek dışında. Hizbullah savaşçıları da, İran bütçesinin yüzde 60’tan fazlasına sorgulanamaz biçimde hükmeden Hamenei’den maaş alıyor. Bildiğimiz lejyonerler yani. Mersenar, paralı askerler. İmam Musa Sadr’ın kurduğu Lübnan Şii toplumu böyle değildi. Meslekleri, ticaretleri, kazançları olan vasıflı insanlar topluluğuydu.
Ebulfazl işsiz biri miydi?
Hamenei’ye ve istibdadına muhalif olduğu için uydurma bir mahkemenin verdiği ceza ile dinadamı kimliği, yani sarık ve cüppesi elinden alınan fenomen molla Seyyid Hasan Ağamiri bir konuşmasında dinadamlarının (ruhaniler) mesleklerinin ne olduğunu, din dışında nereden geçimlerini temin ettiklerini sordu. “Minberin geliri var tabii ki. Ama ben dinden para kazanmam. Ticaret yapıyorum. Masumlar (Oniki İmam) dinadamlığından mı maaş alıyordu? Bilakis hepsinin de mesleği ve işi vardı. Çiftçilik ve ticaret yapıyorlardı. Kum’da bir heyete Ebulfazl’ın (Ali’nin oğlu Abbas) ne iş yaptığını sordum. Kimse bilmiyordu. Onlara dedim ki, neden bilmediğinizi söyleyeyim, kendi işsizliğinizi meşrulaştırmak için zihninizdeki Ebulfazl’ı işsiz biri farzediyorsunuz.” dedi.
Ekonomik zorluklar içindeki İranlılar, kendilerine ait paraların “Direniş Ekseni”ne destek adı altında saçılıp savrulmasına zaten öfkeliyken Lübnanlıların, Hamenei’den gelen paralarla tertipledikleri içkili nargileli işret âleminde “lebbeyk ya Zeynep” nakaratıyla eğlendiğinin ortaya çıkması infiale neden oldu. Bu ifşa, “Filistin davası”nın ihmale gelmez yüzü. Çünkü ne Hizbullah liderliğinden ne de Tehran’dan İran parasının böyle kullanılmasına itiraz ve eleştiri işitildi. Gazze’ye giden paraların takibatında da zimmet dahil epeyce şaibeli işlere rastlanıyor.
Eğlencenin videosunda adı geçen Zeynep, Hüseyin’in kızkardeşi. Kerbela olayından sonra esir alınıp zincirlenmiş olarak Yezid’in sarayına getirildi. Şiiler yas merasimlerinde hüzün içinde onun hatırasını “lebbeyk ya Zeynep” ağıtlarıyla yad eder. Zeynebin adının geçtiği yas ezgileri ve sine dövme ritüelinin gazino ortamında dans ve eğlenceye konu olması, beytülmaldan milyonlarca doları bu insanlara teklifsiz sunan Hamenei’ye tepkiye dönüştü haliyle.
Buharlaşan “direniş ekseni”
Weber’in “karizmatik lider” modeli, içinde Türkiye’nin de bulunduğu Ortadoğu toplumları için fazlasıyla açıklayıcı. Kurumsal zihniyetin geçerli olmadığı lider kültlü bu toplumlar, tapınma seviyesinde yüceltilen lider sahneden çekildiğinde darmadağın oluyor.
İsrail’in önce Heniye’yi hem de başkent Tehran’ın göbeğinde, Sipah’ın en korunaklı mekanında öldürmesi, sonra Filistinliler ve muhtelif ülkelerdeki İslamcılar arasında adı efsaneye çıkan Yahya Sinvar’ı Refah’ta bir bina harabesinde tek başına kıstırıp öldürmesi, ardından İsrail’in yerini bile tespit edemediği mitiyle kendinden geçen taraftarların gözü önünde nokta atışı bombardımanda Nasrallah’ı öldürmesi “Filistin davası”nın tüm fraksiyonlarında şaşkınlık ve şok yarattı.
Hizbullah’ın 100 bin elit savaşçısı ve binlerce roketi bulunduğu, dilerse İsrail’in askeri ve ekonomik tüm noktalarını vurabileceği ve ülkeyi felç edebileceği, İsrail Lübnan’da bir binayı bombalarsa karşılığında İsrail’de birkaç binanın bombalanacağı, İsrail’in cehenneme çevrileceği vs. tehditlerinin tümü boş çıktı. Nasrallah’ın ve ardından onun yerine atandıktan birkaç gün içinde Safiyuddin’in öldürülmesiyle de “direniş ekseni” buharlaştı.
Umutsuzca “Nasrallah ölmedi” propagandası
Sipah her zaman yaptığı gibi ilk tepki olarak gerçeği inkar etmeyi seçti ve Nasrallah’ın ölmediği yalanını söyledi. Ancak birkaç gün sürebilecek bir yalanı neden tercih ettikleri, yalanın politik davranış seçilmesiyle ilişkisi kurulursa açıklayıcı olur. Her konuda gerçek ortaya çıkana dek yalan söylüyorlar ve bunu savaş hilesi görüyorlar.
Peygamber’den “Savaş hud’adır” diye bir hadis rivayet ediliyor. (Buhari 3030, Müslim 1739). “Hud’a”, aslında sıcak çatışma veya savaş sırasında düşman güçlere karşı uygulanacak askeri taktik demek. Ama Müslüman elitler ve liderler bunu “hile” olarak tercüme edip kendi taraftarlarını motive etmek için yalan söylemeyi de onun kapsamına alıyorlar. “Filistin endüstrisi” “hud’a”dan ibaret. Bu endüstriyi yeterli miktarda yazdığımı düşünerek (Filistin endüstrisi 1, 2, 3) tekrar etmeyeceğim.
Nasrallah’ın ölmediğine inananlar onun bir gün çıkageleceğine umut besliyor olmalı. Oniki İmamcı Şia’nın 941’de bir mağarada kaybolduğuna, şu anda yaşadığına ve bir gün zuhur edeceğine inandıkları Mehdi gibi. Bu itikadın mucidi Ömer b. Hattab olabilir. Peygamber’in vefatı üzerine, “O ölmedi. Musa gibi Rabbine gitti. Musa kırk gün sonra geri dönmüştü. O da Musa gibi kesinlikle geri dönecek,” diye haykırmıştı. (Nisaburî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’an / Tefsiru İbni’l-Munzir, 1/408, rivayet: 986).
İsrail’den izinli cenaze töreni
Beş ay önce İsrail’in saldırma ihtimali nedeniyle ertelendiği söylenen Nasrallah ve Safiyuddin’in cenaze töreni, belli ki aracılar marifetiyle sağlanan saldırmama güvencesiyle rahatça düzenlendi. Bir hafta öncesinden başlayarak yapılan aleni hazırlıklıklar, Washington-Tel Aviv ve Tehran’ın belli bir mutabakata vardığını kanıtlıyor. Bu nedenle IDF savaş jetleri cenaze töreninin üzerinde uçmakla yetindi. Ama boşuna yakıt tüketmedikleri, cenaze töreni devam ederken ve Hizbullah taraftarları heyecanlı sloganlar haykırırken Hizbullah’tan geriye kalan yerlerdeki hedefleri vurdukları sonradan ortaya çıktı.
Jetler tören alanının üstünde ses duvarını aştığı sırada İsrail Savunma Bakanı İsrael Katz, X hesabından, “Siz cenazelerin uzmanı olacaksınız, biz ise zaferlerin,” mesajını yayınladı.
Diğer 33 kişinin cenazesi?
Nasrallah’ın âmiri Kudüs Ordusu komutanı İsmail Kaani’nin cenaze töreninde olmaması dikkat çekti. Hizbullah’ın Tehran’da mukim yeni lideri Naim Kasım da yoktu. Naim Kasım’ın Lübnan’a dönüp cenazeye katılmaması Tehran’daki stratejik karar olsa gerek. Gelseydi İsrail onu öldürmek için hava saldırısı düzenleyebilir ve İran’ın üst düzey memurları da kaosta canından olabilirdi. Hameneî’nin ofisi (Beyt-i Rehberi) bununla yüzleşmek istemedi demek ki.
İsrail bombardımanında Nasrallah’la birlikte örgütün üst düzey yetkilisi en az 33 kişi daha öldürülmesine rağmen onlar cenaze törenine dahil edilmedi. Sessiz sedasız defnedildiler. O kadar sessiz ki defin görüntüleri bile yok.
“Direniş ekseni”nin reenkarnesi umuduyla cenaze töreni
Hizbullah taraftarlarının “cenazeye milyonlarca kişinin katılacağı” umudu gerçekleşmese de 50 bin kişilik Kumeyl Şam’un stadyumunu hemen hemen dolduran yaklaşık 45 bin kişi katıldı cenaze törenine. “Milyonlarca insanın katılımıyla” duyuruları, İstanbul’da metrobüs kazası üzerine video kaydı yapan politik bir genç kızın “binlerce yaralı, sayısı belli olmayacak kadar ölü var” demesindeki yalan gibi. İçinde yetiştikleri kültürün müfredatıyla ilgili bu. Söylediği yalan sayesinde bir pozisyon açılacağını ummaya müsait toksik bir iklim. Yahut taraftar tribününün dağılmaması için motivasyon amaçlı. Müslüman akıl böyle işliyor. Böyle yalanlarda ahlaki bir sorun görmüyorlar. Din kültürü bu davranışın kaynağı.
Nasrallah ve Safiyuddin’in cenaze töreninin Tehran tarafından “Direniş Ekseni”nin reenkarnesi, yeni bir bedende yeniden doğuşu olarak planlandığı anlaşılıyor. Ama tam tersine “Direniş Ekseni”nin defin merasimiydi canlı yayında izlenen. İsrail ordusu, son noktayı koymak istercesine, cenaze töreni sırasında Nasrallah’ın öldürüldüğü saldırıda binaların vurulma görüntüsünü yayınladı.
Nasrallah’ın bedeninden geriye kalanlar için sembolik tören
İran’da gelenektir, şehit kabul ettikleri kişilerin naaşını yüzü açık biçimde yakınlarına ve sevenlerine gösterirler. En azından fotoğrafı yayınlanır. Eğer ölünün beden bütünlüğü bozulmadıysa.
Bombardımandan sonra Nasrallah’ın bombadan doğrudan etkilenmediği, patlamanın travmasıyla hayatını kaybettiği açıklandı. Sipah’tan yapılan açıklamada da beden bütünlüğünün zarar görmediği belirtildi. İsrailliler de Nasrallah’ın bombadaki zehirli gaz nedeniyle “yavaş ve acılı bir ölüm” yaşadığını iddia etti.
Nasrallah’ın üst düzey Hizbullah komutanlarıyla bir yer altı ofisinde toplantı halindeyken 80 ton sığınak delici bombayla saldırıya uğramasından sonra bedeninden geriye çok fazla bir şey kalmadığı için mi naaşa ilişkin fotoğraf yayınlanmadığına ilişkin kuşku giderilemedi.
Dolayısıyla bu cenaze töreni fiziksel beden için değil sembolik bir merasim oldu. Ama o sembolizm Nasrallah’tan çok “Direniş Ekseni”yle ilgili. Cenaze töreni “Direniş Ekseni” projesi içindi.
Direniş ekseni ve Tehran’ın Hizbullah markasını geri döndürme çabası
Tehran, Nasrallah’ın cenazesine olabildiğince çok Hizbullahçının katılmasını sağlayarak Hizbullah markasını Lübnan siyasetine etkin biçimde döndürmek istedi, bu kesin. Fakat gözden kaçırılan şu ki, Hizbullah’ın sahneden çekilmesi Lübnan siyasetinde dengelerin yeniden oluşmasına yolaçtı ve yeni durumun yıkılmasına hiçbir taraf onay vermeyecektir. Hizbullah’tan geriye kalanların böyle bir meydan okumaya kalkışması onları riske atmak demek. Ama öyle görünüyor ki Tehran bununla çok ilgili değil.
O kadar ilgili değil ki, İmad Mugniye, Kasım Süleymani, Ebu Mehdi el-Mühendis, Heniye, Nasrallah vs., “Direniş Ekseni”nin ağır toplarını birbiri ardınca defnedip hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edebiliyor. Ülkenin cumhurbaşkanı (Reisi) şaibeli helikopter kazasında hayatını kaybetti, unutulması üç gün sürmedi. Doğru dürüst soruşturma bile yapılmadı. “Hava şartları” deyip dosyayı kapattılar. Tehran’daki egemenlerin titizlendiği tek şey dinî istibdadın ayakta durması.
Nasrallah’ın 25 sene saklanmasını başarı gören tezahürat
Sipah kanalı, Nasrallah’ın cenazesinin “Direniş Ekseni”nin gövde gösterisi olacağını duyurdu. Haberde İsrail’in çok uğraşmasına rağmen Nasrallah’ı ancak 25 sene sonra öldürebildiğine dikkat çekildi.
Nasrallah’ın 25 sene saklanarak yaşamak zorunda kalması ve İsrail’in elinden kaçmasının başarı gösterilmesi tabii ki garip. İkincisi, 25 sene, Hamenei’nin İsrail’e biçtiği ömürdü. Bu süre trajik biçimde Hizbullah’ın ömrü oldu.
İslamcılık kıvraklıkta yetenekli. Nasrallah’ın gizlenip saklanmasından ve bulunamamasından başarı ve zafer çıkarıyor, bulunup 80 ton bombayla öldürülmesinden de mağduriyet öyküsü. Neticede öykü hüsranla final yaptı. Hizbullah’ın kalesi, daha doğrusu merkezi hükümetten fiilen bağımsız bölgesi Dahiye harabeden ibaret şu an.
Gerçi Hizbullah en güçlü olduğu zamanda bile 128 sandalyeli mecliste 13 vekil çıkarabildi. Diğer Şii grup Berri’nin Emel’inin 17 vekili var. Yani Hizbullah, 2018 milletvekilliği seçimlerinde Şii seçmen içinde (yaklaşık 1 milyon) %29 (290 bin) oy alabildi. İmam Musa Sadr tüm Şiileri temsil edebiliyordu. Muhammed Hüseyin Fadlullah da.
Hizbullah’ın gücü denilen şey de, Nasrallah’ın detayını verdiği, İran’dan gelen yıllık 400 milyon dolar para, Suriye üzerinden ulaştırılan füzeler ve silahlar idi. Lübnan’da hiçbir siyasi hizbin bu nitelik ve nicelikte gücü olmadı hiç. Bu nedenle Hizbullah’a kafa tutacak halde değillerdi. Mecburen sükut ediyorlardı. O sükutu Hizbullah’ın gücü zannedenler, Nasrallah ve beraberinde Hizbullah’ın tüm üst düzey yöneticilerinin öldürülmesinin ardından Lübnan’da siyasi havanın radikal biçimde değişmesinden şaşkınlık içindeler.
Hamas ve Hizbullah’tan geriye sadece tabela kalmışken
Şii Müslümanların üst düzey âlimlerinden İranlı Ayetullah Sâfi Gulpâyegânî, bazı ülkelerle zıtlaşmanın bedelini halkın ödediğini söylediği için ultra muhafazakarların hakaretine uğramıştı çok kere. Hayat pahalılığı ve maişet meselesini sık sık gündeme getirirdi. Nasrallah’ın İsrail’le savaş stratejisinin Tehran’dan alınan maaşların hatırı dışında rasyonel herhangi bir temeli var mı?
Nasrallah’ın ölümünün ardından Hizbullah, silah bulundurma tekelinin devletin elinde olması gerektiğini savunan Nevaf Selam’ın yeni hükümetine ‘evet’ oyu verdi. Hizbullah’ın teslim olması anlamına gelen bu karar bu kadar ağır kayıplardan önce de verilebilirdi. Fakat Hamenei’nin ofisindeki liyakatsız memurların güdümündeki Hizbullah bu manevrayı zamanında yapamadı.
Hamas’ın dış ilişkiler bürosunun başındaki Musa Ebu Merzuk da New York Times’e yaptığı açıklamada, “Saldırının sonuçları öngörülseydi 7 Ekim yaşanmazdı,” dedi. Merzuk, İsrail’in tepkisini tahmin edebilseydi 7 Ekim saldırısını desteklemeyeceğini söyledi.
Bu çıkışı Hamas içindeki çatışmaya bağlayan var. Ama öyle anlaşılıyor ki Hamas’ın bazı kadroları örgütün 7 Ekim saldırısıyla varlık hakkını kaybettiğini görüp post-Hamas dönem için yatırım yapıyor.
Hamas ve Hizbullah’dan geriye sadece tabelanın kaldığı yeni dönem bu. Nasrallah, Hamas’ın 7 Ekim saldırısının büyük sonuçlara yol açacağını anlamıştı. Şartların 2006 Temmuz savaşından çok farklı olduğunu, bu kez Tel Aviv’in gözünü kararttığını görmüştü. Bu nedenle beklentinin aksine İsrail’e kuzeyden cephe açmadı ve savaşa dahil olmadı. Hatta Kassamcıların saldırısını çok sonra öğrendiğini özellikle belirterek konuya ne kadar uzak olduğunu göstermeye çalıştı. Ama geç kalmıştı, iş işten geçmişti.
İsrailliler, onları yok etmeye yönelik tehdit ve tehlike büyüdükçe daha sofistike tedbirler almayı başarıyor. Kendini koruma güdüsü savunmanın en akıl almaz teknolojilerini geliştirmeye yöneltiyor onları ve şaşırtıcı başarılar elde ediyorlar.
“Kurtuluş Hareketleri”nin kötü kopyası “Direniş Ekseni”
İran’da 1979 devriminden sonra oluşturulan Devrim Muhafızları Ordusu’nun kurucularından Seyyid Mehdi Haşimi, Sipah içinde bir birim olarak faaliyetine başlamış “Kurtuluş Hareketleri”nin komutanıydı. Entelektüel ve kurmay yeteneği yüksek bir askerdi. Seviye kaybede kaybede sınır muhafızlığı kariyeriyle Kasım Süleymani’ye kadar gelen Sipah’taki Kudüs Ordusu’nun atasıydı Kurtuluş Hareketleri.
Birim; inanç, ideoloji ve siyasi eğilim farketmeksizin her türlü kurtuluş hareketiyle temasta olmakla birlikte esas itibariyle İslam ülkelerinde İran benzeri devrimler yapılmasına destek olmayı amaçlıyordu. Mehdi Haşimi, başka suçlar gerekçe gösterilse de gerçekte öncelikle Şii nüfus barındıran Sünni ülkeler olmak üzere Müslüman ülkelerde İslami devrimler gerçekleştirmek için örtülü operasyonlar yürüttüğü için devletler arası ilişkilere kurban verildi.
Haşimi düzmece bir yargılamayla 1987’de idam edildi. Hubrigan Meclisi’nin Haziran 1985’teki oturumunda tüm üyelerin oyuyla lider vekili (kâim-i makam-i rehberi) seçilmiş Muntazıri’nin damadının abisiydi.
Mehdi Haşimi operasyonu, Muntazıri’yi tasfiye etmek içindi. Humeyni henüz sürgündeyken ‘79 devriminin liderliğini yapmış olan Muntazıri, 1988’de cezaevlerinde siyasi mahkumların binlercesinin infaz edilmesi üzerine, “Tarih sizi caniler arasına yazacak,” diyerek istifa etti. Uzun bir konuşmayla azarladığı “ölüm heyeti” arasında helikopter kazasında yanarak ölen İbrahim Reisi de vardı.
Yıllar sonra Hamenei, “Kurtuluş Hareketleri”ni “Direniş Ekseni” markasıyla canlandırdı. Ama bu kez Müslüman ülkelerde devrim yapılmasına destek gibi romantik bir amaçla değil, Şiilikler arasında yayılıp İran’ın nüfuzunu tahkim etme ve kendi liderliğinde (imamet?) bir küresel Şii ulusu oluşturma fikriyle. Fakat macera büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı. “Direniş ekseni”, mali ve insani bakımdan dünya siyasi tarihinin en pahalı başarısız projesi olarak not edilebilir.
Hamenei, Mossad’ın Hizbullah’a sızdığını ikaz etmiş
Tehran, her sarsıcı olayın ardından önceden öngörüde bulunulduğuna ilişkin bir kehanet açıklaması yaptığı gibi Nasrallah’ın öldürülmesinden sonra da Hamenei’nin Hizbullah’a sızıldığına ilişkin uyarılar yaptığını iddia etti.Bu biraz da İsraillilerin, “Sen onlarca kayıp vererek Hamenei’nin rejimini korudun, ama o seni korumadı,” beyanının kafa karıştırma potansiyeline karşı tedbir gibi gözüküyor. Değilse, Hamenei’nin kendini aklama propagandası da olabilir. Ama zaten Nasrallah’ın yanıbaşındaki isimlerin yıllarca İsrail’e bilgi sızdırdığına dair örnekler var. Mesela askeri operasyonlar sorumlusu “hayalet” lakaplı İmad Muğniye böyle öldürüldü.
Ayrıca Hamenei’nin kendisi bile bu güvenlik açığından muaf değil. İngiltere casusu olduğu suçlamasıyla idam edilen, uzun süre en hassas görevler üstlenmiş eski savunma bakan yardımcısı Ali Rıza Ekberi, Hamenei’ye arkasında ilk safta namaz kılacak kadar yakındı. Rejimin güç gösterisinin kofluğuna ve kudretinin savunmasız vatandaşlardan başkasına işlemediğine kanıttır.
İmad Mugniye nasıl öldürüldü?
Amerika ve İsrail’in bir türlü bulamadığı “hayalet” lakaplı İmad Mugniye 2008’de İsrail’in beklenmedik suikastı sonucu Şam’ın Kefr Suse mahallesinde öldürüldü. Mugniye, Hizbullah’ın askeri operasyonlarından sorumlu en kritik kişiydi.
İmad Muğniye’nin koruma seviyesi o kadar yüksekti ki korumaları bile kimi koruduklarını bilmiyordu. Fakat İsrail casusu aralarına sızmayı başardı, Muğniye’yi teşhis etti ve cep telefonunu alarak Mossad’ın takip etmesini sağladı. Telefonu takip edilen İmad Muğniye’nin konumu iki yerde belirlendi. Biri, Şam’daki sevgilisinin evi, diğeri Suriye Güvenlik Teşkilatı’nın Kefr Suse’deki bürosunda. Mossad suikast için gerekli teçhizatı Suriye’ye CIA’nın yardımıyla ABD Şam sefaretinin diplomatik kargosu olarak soktu.
Sipah’ın ilk neslinden Kasım Muhammedi, X hesabında Mugniye suikastiyle ilgili bilinmeyenleri aktardığı seride, İsrail kaynaklarını dayanak göstererek İsrail Başbakanı Olmert ve Bush’un suikasta izin verdiğini aktarıyor. 12 Şubat 2008 akşamı Mossad ajanları, Muğniye’nin cep telefonu sinyalini takip ederek “ölüm bölgesine” patlayıcı taşıyan bir SUV park etti. Saldırı Tel Aviv’de çok gizli operasyon odasında canlı yayınlanıyordu. Muğniye geldiğinde yalnız değildi. Yanında Suriye ordusunun üst düzey komutanlarından Beşar Esad’a yakın Mahmud Süleyman ve Kudüs Ordusu komutanı Kasım Süleymani vardı. Üç komutanın alışılmadık ve üst düzey görüşmesiydi.
Eski bir İsrailli yetkili, New Yorker’a anlatmıştı: “Düğmeye basardık ve üç komutan da tarihe karışırdı. Önümüze gelmiş olağanüstü fırsattı.” Yeni durum için izin almak istediler, ama Olmert uçaktaydı, ulaşamadılar. Yetkili, Kasım Süleymani’nin bu sayede kurtulduğunu söylüyor.
“Ghosts of Beirut”
Ghosts of Beirut dizisinde Fadlullah, İmad Muğniye’ye, İranlı ajanların onu kullanışlı aptal gördüklerini ikaz ediyor. Diyalogun gerçek olup olmadığı bir yana, Fadlullah, Lübnan’da cephe açmaya çalışan Devrim Muhafızları içindeki gruba karşı hep ihtiyatlıydı. O grubun üyesi Hamenei, Hubrigan Meclisi’nin tartışmalı oturumunda bir emrivakiyle lider seçtirilince İran’la bağı kopma noktasına kadar geriledi.
Hamenei, “Kurtuluş Hareketleri” biriminin mirasını “Direniş Ekseni” adı altında sürdürmeye çalışırken ihtiyaç duyduğu tarih yazımında Lübnan’ın unutulmaz ismi İmam Musa Sadr’ı “direnişin mimarı” göstermek zorundaydı. Kuşkusuz tahrifat bu. Köksüz, türedi “Direniş Ekseni” projesini kamufle edebilmek için. Halbuki İmam Musa Sadr, tüm din ve inanç gruplarının barış içinde birarada yaşayacağı Ortadoğu barışı için mücadele eden biriydi. İsrail’e muhalefeti, Lübnan’ı karıştırması nedeniyle idi.
İmam Musa Sadr, başkenti Lübnan olacak bölgesel barışın simgesiydi. Yaşasaydı İsrail sorunu da olmazdı. Barışı istemeyen çok taraflı komplonun kurbanı oldu. Komplonun tetikçisi ise Kazzafi’dir. İmam’ın Arafat ile arasının bozulmasının sebebi, Lübnan’ı ele geçirmeye çalışması ve İsrail’le savaşı Lübnan’a getirmesiydi.
Fadlullah, Hizbullah’ı İmam Musa Sadr’ın varisi sayardı. Bu nedenle Hizbullah’ın Hamenei lejyonunun Lübnan kolu yapılmasını reddetti. İntihar saldırısı isimli kör şiddet eylemlerini Lübnan’a sokan Tehran destekli İmad Mugniye ile o miras çöpe atıldı.
Diktatörlüğü hangi hamaset meşrulaştırabilir ki!
Nasrallah’ın ardından hayranlık cümleleriyle feryat edenlere onun adalet, özgürlük, hak ve hukuk namına ne yaptığını sormakta haklıyız. İnsani varoluşu mümkün kılacak ilkeleri bir kenara itip sadece İsrail’e karşıtlığın en yüce değer kabul edilmesinin insanlık ve İslamlık için kıymeti nedir?
Siyonizmle mücadele, Sünni veya Şii iktidarperestliğin narkozu. Ülkede kendi halkına yapılan adaletsizlik, zulüm, haksızlık ve hukuksuzlukları görmeye mani. Gözleri hep ötekine çevirip içeriye hissizleştiren çok etkili narkoz. Siyonizmle mücadele diye diye diktatörlük kurmak mı Peygamber’in mirasına varislik? Müslümanlığın başat örnekleri zorbalığın temsilcisiyken bu dindarlık türünün herhangi bir mesajı olabilir mi? Bu zorbalığa rağbet edecek birileri çıkmışsa ya rant serumuna bağlıdır ya da kaçıktır.
Muhafazakar mukaddesatçı iktidarperestliğin devr-i şahanesinde, saltanatçı irade-i seniye rejiminin hortlağı bir otokrasiyi kaç İsrail aklayıp paklayabilir?
Tek derdi muktedir olmak ve dünyasını âbâd etmek olan ve bunun için istibdadın en kıvamlısını kullanmaktan çekinmeyen iktidarperest reel müslümanlık sıfırı tüketti. İtibarını kaybetti. İnsanlığa söyleyeceği tek kelime sözü yok. Peygamber’in geride bıraktığı ile arasındaki mesafe fersahla ölçülür.
Kuşkusuz flu öbekler, kararsız kümeler, tarafsız edilgenler var ama ana gövde itibariyle “ümmet”in hali, Peygamber’in vefatından beri Ali, Ammar, Selman gibi hakikate sadakat ehline tâbi olan azınlık ile, iktidarperest ‘tuleka’ya tâbi olan çoğunluğun derin ayrılığından ibaret.