Barbaros Gökdemir, önümüzdeki ay düzenlenecek 44. İstanbul Film Festivali’yle ilgili beklentilerini ve öngörülerini yazdı.
Bizi nasıl bir İstanbul Film Festivali bekliyor?
Nisan ayında düzenlenecek olan İstanbul Film Festivali seçkisi, geçtiğimiz hafta sessiz sakin bir şekilde açıklandı. Türkiye’nin içinden geçtiği bu sert günlerde, nasıl bir festival ayı geçireceğimize dair kafamda tabii ki birçok soru işareti var. Dilerim filmlerin ve sinemacıların, seyirci ile özgürce buluşabildiği ve anlamlı diyalogların kurulabildiği günler yakın olur. Ne de olsa festivallerin amacı bu değil mi? Ancak durum bu sene, pek de iç açıcı gözükmüyor…
Din, dil ve ırk ayrımı gözetmeyen farklı hikayeler, farklı mücadeleler
Bu seneki festival programına baktığımda, radikal değişikliklere gidildiğini görüyorum. Festivalin 10 yıldır devam eden, LGBTİ+ sinemacıların işlerinden oluşan ve queer sinemanın örneklerini izleme şansı bulduğumuz “Neredesin Aşkım” bölümü artık yok. Her sene, yeni birçok yerli yapımı seyirci ile ilk defa buluşturan ve sinemamızın en prestijli seçkisi olan ulusal yarışma bölümü de programdan tamamen kaldırılmış; ulusal filmlerin, uluslararası filmler ile yarışacağı ana bir yarışma seçkisi oluşturulmuş. Memleketin dört bir yanından, din, dil ve ırk ayrımı gözetmeksizin farklı hikayeleri ve mücadeleleri bir araya getiren ulusal belgesel yarışma bölümü de bu yılki festival programında yer almıyor. Yine ulusal filmler seçkisinde olduğu gibi, yerli belgesellerin, uluslararası yapımlar ile bir arada yarışacağı bir programlama tercihi yapılmış.
Bütün bunlara bakınca, biz bu filmi daha önce görmüştük demeden edemiyor insan…
Yakın geçmişte, Antalya Film Festivali yöneticileri, festivalin uluslararası olma iddiasını bahane ederek ulusal sinema bölümünü rafa kaldırmışlardı. Buna karşılık sinemacılar, bu karara sert bir tepki göstererek protestolarını Antalya ile eş zamanlı olarak İstanbul’da düzenledikleri ‘Ulusal Yarışma’ adlı alternatif bir festivalle dile getirmişlerdi.
O tartışmalı karar
Benzer bir tepki İstanbul Film Festivali için de yaşanır mı açıkçası emin değilim lakin birçok insan hali hazırda demokrasi arayışı için zaten sokakta ve sinema, kültür ve sanat alanlarında yaşadığımız birçok sorunun demokrasi kaynaklı olduğunu ve daha yapısal sorunlar çözülmeden kendi içinde hallolamayacağı kesin. Ancak şurası bir gerçek: İKSV, programında yaptığı bu değişikliklerle, bazı filmleri programına dahil etme yükünden kurtuluyor. Vakfın aldığı bu karar, çeşitliliği ve çok sesliliği baltalıyor; yerli sinemamızın, özellikle böylesine zorlu zamanlarda en çok ihtiyaç duyduğu seyirci ile özgürce buluşabileceği bir festival ortamını net bir şekilde erozyona uğratıyor.
Her ne kadar İstanbul Kültür Sanat Vakfı (IKSV) Bianet’e yaptığı şu açıklama ile bu değişikliğin film sayısını veya çeşitliliğini etkilemeyeceğini savunsa da görünen köy kılavuz istemiyor.
Yerli yapımların vitrinde olması neden önemli?
Bu sorunun cevabı aslında oldukça basit: Eğer yerli filmlerimizi, bugün festivallerimizde kucaklamazsak, bu filmlerin nefes alabileceği, hayat bulabileceği ve sinemacıların bu filmlere imza atarak sürdürülebilir kariyerler inşa edebileceği bir ortam yaratmak imkânsız hale gelir.
Son on yılda Türkiye’de bazı film festivalleri, tıpkı Antalya’da yapıldığı gibi, ulusal yarışma bölümlerini kaldırarak yerli filmleri uluslararası yapımlarla aynı seçkiye dahil eden yarışma programları oluşturdular. Bu kararlarını savunurken, Cannes ve Venedik gibi uluslararası festivallerin programlarını örnek gösterip Türkiye’deki festivallerin de benzer şekilde ‘uluslararası’ bir konuma ulaşması gerektiğini öne sürdüler. Ancak durum, sanıldığı gibi pek de öyle olmuyor. Bu konuda film eleştirmeni Selin Gürel, X gönderisinde durumu çok güzel özetlemiş: “Türkiye’de hiçbir festival ulusal ve uluslararası yarışmalarını birleştirerek “uluslararası bir nitelik” kazanamadı.”
Dahası, bu yaklaşımın göz ardı ettiği iki önemli nokta var. Birincisi, örneğin Cannes Film Festivali’nin yapıldığı Fransa gibi ülkelerde Fransız sinemacıların Cannes dışında da filmlerini gösterebilecekleri birçok mecra bulunuyor. Bir Fransız yönetmen, projesini tasarlarken televizyon kanallarını, alternatif film festivallerini ve sinema salonlarını rahatlıkla ana gösterim alanları olarak düşünebilir ve finansmanını sağlayabilir. Türkiye’de ise böyle bir imkân maalesef söz konusu değil. Hele ki sansürün giderek arttığı, televizyon kanallarının alternatif sinema yapımlarını tamamen göz ardı ettiği ve sinema salonlarının tekelleştiği bir ortamda, sinemacıların seyirci ile buluşabileceği ve finansman sağlayabileceği alternatif mecraların eksikliği daha da çok hissediliyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Nasıl bir sinema?
İkinci ve belki de asıl önemli olan nokta şu: Ulusal yarışma bölümleri kaldırıldığında, programa daha az yerli film dahil ediliyor ve böylece potansiyel sansür tartışmalarının da önüne geçilmiş oluyor. Bu durum, sadece sinemacıların sesini kısmakla kalmıyor; aynı zamanda izleyicilerin de farklı perspektiflerle buluşma şansını ellerinden alıyor.
Maalesef geçmişte yapılan hataların bize pek bir şey öğretmediğini ve ısrarla dümenin aynı yöne doğru kırılmaya çalışıldığı günlere tanık oluyoruz.
Sansürsüz, çok sesliliğe hizmet eden ve kapsayıcı sinemayı ülke olarak hak ediyoruz. Ve bunun ihtiyacını her geçen gün daha çok hissediyoruz.