Bülent Arınç ile söyleşi: “Öyle muğlak ifadelerle insanları tutukluyoruz ki!”

Bülent Arınç

AKP kurucularından ve eski TBMM Başkanı Bülent Arınç, Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladı. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve diğer siyasilerin tutuksuz yargılanmalarının doğru olacağını söyleyen Arınç, “Öyle muğlak ifadelerle insanları tutukluyoruz ki, sonradan pişmanlık fayda etmiyor” dedi.

Eski TBMM Başkanı Bülent Arınç, 19 Mart operasyonu, AKP’nin gidişatı ve çözüm süreci gibi konularda Medyascope’ta Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladı. Ruşen Çakır’ın, “Ekrem İmamoğlu içeride ve sosyal medyadan Erdoğan’a çağrıda bulundu; güvendiği hukukçulardan komisyon kurarak dosyayı incelesin dedi. Bu nasıl bir fikir?” sorusuna Arınç, “Bu fikir bir Batı ülkesinde olsa taraftarı olabilir ama Erdoğan kesinlikle böyle bir şey kabul etmez” yanıtını verdi.

Bülent Arınç’tan tutuklamalara tepki

Tutuklu yargılamalara karşı olduğunu yineleyen Arınç, “Tutukluluk bir tedbirdir, cezaya dönüşmemelidir. Unutmayalım ki bugünkü Anayasa Mahkemesi kararlarının yüzde 67’si adil yargılama hakkının ihlal edilmesinden” dedi. İmamoğlu’nun davasını kastederek, “Tutuksuz yargılama mümkünse bunu gerçekleştirmek lazım. Çünkü tutuklu yargılamalar sonunda cezadan daha beter hale gelebiliyor” dedi.

Bülent Arınç
Bülent Arınç’tan tutuklamalara tepki: Muğlak ifadelerle…

Yargıya güvenin azaldığını vurgulayan Arınç, “Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı bizim referandumla anayasaya koyduğumuz hükümdür. Bir kimse hakkında isnatta bulunurken dikkatli olunmalı. Lekelenmeme hakkı ve masumiyet karinesi ihlal edilmemeli” dedi.

“AK Parti yüzde 50’yi tekrar bulabilir ama bugün itibariyle zor görünüyor”

Ruşen Çakır’ın yerel seçimlerden sonra CHP’nin birinci parti olmasıyla ilgili sorusu üzerine Arınç, “Bugünkü anketler şöyle böyle gösteriyor. Yüzde 50’ye varmak bugün itibariyle zor görünüyor” dedi.

Partinin tekrar güç kazanması için ‘kuruluş ilkelerine dönüş’ önerisinde bulunan Arınç, “2001’de neyin sözünü verdiysek ona dönelim. Yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar üçlüsüne geri dönelim” çağrısını yaptı.

“Erdoğan yargı işlerine karışmamalı”

Erdoğan ile 1978’den beri “dava arkadaşı” olduğunu vurgulayan Arınç, “Ama bu tür olaylarda onun taraf olmamasını arzu ederim” dedi.

Siyasi dilde “terörist” ve “hain” gibi kelimelerin aşırı kullanımını eleştiren Arınç, “Bunların içeriği zayıfladı. Herkes hakkında bu isnatlar yapılınca ağırlığı kalmadı” ifadelerini kullandı.

Söyleşinin sonunda Arınç, Türkiye’nin bugün en çok ihtiyaç duyduğu şeyin “adalet” olduğunu vurguladı:

“Adalet olmazsa hiçbir şey olmaz. Bugün ekmekten, sudan bile önemlidir. Çünkü adaletsizlik ekonomik krizleri de doğurur. Kul hakkının vebali büyüktür. Attığımız her adımı bilerek ve inanarak atmamız gerekir.”

Çözüm süreci: “Bu işi bitirmek boynumuzun borcu”

Arınç, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ekim ayında başlattığı ve PKK’nın feshine kadar gelen çözüm süreci hakkında da değerlendirmelerde bulundu. DEM Parti çevresinde yükselen beklentilerin kendisini de etkilediğini ifade eden Arınç, “Hepsini çok umutlu buldum. En sonunda Bakırhan’a da gittim. Herkes bir umudun içinde. O zaman biz de umutlu olacağız dedim” diye konuştu.

“Geçmişte çözüm sürecinin içinde bulunmuş biri olarak” bu defa da süreci desteklediğini söyleyen Arınç, “Bu işin bitmesi taraftarıyız, ne şekilde olursa olsun” dedi. Türkiye’nin bir dönem “askerde bir evlat, dağda bir evlat” trajedisi yaşadığını hatırlattı. “Bunun ne büyük acı olduğunu bizatihi biliyorum” diyen Arınç, Diyarbakır Cezaevi sonrası oluşan atmosferin de Türkiye’de şiddet ortamını beslediğini vurguladı.

“Teröristle değil, terörle mücadele edilmeli”

Arınç, güvenlik eksenli politikalara da mesafeli bir duruş sergiledi. “Biz teröristle mücadele ediyoruz, terörle değil” ifadesini kullandı ve ekledi: “Terör bir bataklıksa, o bataklığı kurutmadan, oraya neden su biriktiğini anlamadan bu bitmez. Terörün toplumsal, siyasal, tarihsel nedenleriyle yüzleşmeden sadece askeri yöntemlerle sonuç alamayız.”

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın durumu bağlamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına da atıfta bulunan Arınç, umut hakkı vurgusunu şöyle yaptı: “Umut hakkı önemli bir haktır. Sadece Öcalan için değil, aynı durumda olan herkes için geçerli. Umut, insanın yaşamasını sağlayan en temel duygudur.”

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba iyi günler. Stüdyomuzda çok önemli bir konuğumuz var: Bülent Arınç Kendisinin CV’sini anlatmama gerek yok. Bülent Bey’le her şeyi konuşacağız. Hoş geldiniz Bülent Bey. 

Bülent Arınç: Hoş bulduk efendim, hayırlı sabahlar. 

Sağ olun. Biz sizinle Sanayi Mahallesi’ndeki eski yerimizde, Ağustos 2016’da bir yayın yapmıştık. 

Arınç: Doğru. 

Tekrar baktım, o yayın 1 saat 33 dakika sürmüş. O yayında konuştuklarımızla ortalığı bayağı sarsmıştık. Hükümetten, Başbakan Yardımcılığı’ndan birdenbire pasifize edilmenizin hemen ardından yapmıştık galiba o yayını. Neredeyse 10 yıl olmuş. Anladığım kadarıyla, sizin sorgulayan, eden duruşunuz hâlâ değişmedi. Ama hâlâ AK Partilisiniz 

Arınç: Haklısınız. Tekrar hayırlı sabahlar. Bugün güzel bir gün, inşallah arkası da böyle güzel gelir. Yarın da biliyorsunuz milli bayramlardan bir tanesi, onu da şimdiden kutluyorum. Ben 2015 seçimlerinde aday olmayarak, aktif siyasi hayatımı noktaladım. Üç dönem AK Parti’de, bir dönem Refah Partisi’nde ve bir dönem Fazilet Partisi’nde olmak üzere toplam beş dönem milletvekilliği yaptım. Bunun içerisine de Komisyon üyeliklerinden grup başkanvekilliğine, grup başkanlığından Meclis başkanlığına, sonrasında da Başbakan Yardımcılığı ve Hükümet Sözcülüğüne kadar, her şeyi sığdırdım. Üç dönem kuralı benim için de bir can simidi olmuştu. ‘’Ben buna uyacağım’’ dedim. Son milletvekili olduğum Bursa’ya da veda ettim. 2016 Ocak ayından itibaren de o zaman hükümet kurmak biraz uzamıştı biliyorsunuz. Hatta Sayın Davutoğlu Başbakandı. Yeni hükümeti oradan buradan aldığı bakanlarla kurmuştu. Kasım seçimlerine de zaten katılmadım. 

O 2016’da çok acı bir olay yaşandı Temmuz ayında biliyorsunuz. Hain bir darbe girişimi oldu; şehitlerimiz oldu, gaziler oldu, Meclis bombalandı. Bu alçaklığı yapanlar, yargılamalar neticesiyle cezalarını herhalde buldular. Ama Türkiye çok büyük bir kayıp yaşadı. Onun etkisiyle ben siyasete aktif olarak girmedim, ama Sayın Cumhurbaşkanımızla görüşerek birlikte olma kararı verdim. Çünkü bu darbe girişimi hem Türkiye’ye hem AK Parti’ye hem de şahıslarımıza karşı yapılmıştı. Tabii o günün heyecanı içerisinde birtakım kötü insanlar, bizi de FETÖ’cü olarak itham etmek alçaklığına gittiler. Siz o zaman benim için kurtarıcı bir can simidi oldunuz. Çünkü herkesin televizyonu ve ekranları bize kapalıyken, yaşadığımız olayı anlatmak için size geldim. Sizinle güzel bir program yaptık ve her zamanki gibi samimi olarak yaşadığımız olayları anlattım. O günden sonra ara ara AK Parti’nin bütün toplantılarına katılıyorum; ‘’Kurucu’’ sıfatım var Hatta AK Parti’nin kurucuları içerisinde grup başkanlığı da yaptığım için ayrı bir yerim var. Eski bir tâbiri tekrar kullanacağım: Özgül ağırlığı biraz fazla olan bir insanım, bununla da iftihar ediyorum. Bu çok önemli bir şey. Ama tabii itelendik kakalandık. Yani birileri durumdan vazife çıkartarak bizi işlevsiz hâle getirmek istedi. Bu sadece benim için değil, Abdullah Bey (Gül) için de, o dönem birlikte olduğumuz pek çok arkadaşımız için de geçerli oldu. Ben fiili bir müdahale görmedim ama başta Pelikan grubu olmak üzere, dilleriyle bize hakaret eden, aşağılayan troller, troliçelerle mücadele etmek zorunda kaldım ve bu mücadeleyi yalnız başıma yaptım. Allah’a dayandım, ‘’Ben bunlarla baş ederim’’ dedim, cevap vermeye gayret ettim. O sıralarda bana kimse yardımcı olamadı; ya korkularından ya da bize de bir şey bulaştırırlar diye endişe ettiklerinden dolayı. Hamdolsun, o günleri atlattık. 

Sonra Cumhurbaşkanımız bizleri bir kongre sonrasında, eski Meclis Başkanları olarak davet etti. Hatta kongre salonunda bir odada, ‘’sizinle birlikte çalışmak istiyorum, benim başdanışmanım olur musunuz?’’ dedi. Sonunda İstişare Kurulu olarak görev alabileceğimizi beraberce kararlaştırdık Yedi, sekiz ay sonra bunu kurdu. Sadece eski AK Partili meclis başkanlarını dahil etti. Ben orada 1,5 sene kadar görev yaptım. Adı istişare olunca, önemli konularda kendime özgün fikirlerimi de söyleyeceğimi zannettim. Yine safiyâne, böyle sizinle konuşur gibi anlattım, Sayın Cumhurbaşkanı da nezaketle dinledi. Ama anladım ki birileri bundan rahatsız olmuş. Bazen televizyonlara da çağırıyorlar, davet ediyorlar. Her konuşmanın başında da ‘’bakın bu Yüksek İstişare Kurulu üyesi sıfatıyla yaptığım bir konuşma değildir. Bu bana ait bir konuşmadır’’ diyorum. Adeta Âmentü Billâhi gibi başlıyoruz. Fakat buna rağmen, Mehmet Akif Ersoy’la yaptığımız bir programda… Televizyon ismini söylemek mahsurlu olur diye düşünüyorum.

Hayır, olmaz. 

Arınç: Habertürk‘te iki üç gazeteci arkadaş da vardı. İki saat 15 dakika konuşmuşum. Biz Erbakan sünnetini yerine getiriyoruz. Onunla ilgili yıllıkta yazılanı bilirsiniz. ‘’Erbakan Hoca çok detaycıdır. Kendisine bir cıvata ve somunun nasıl yapıldığını sorsanız, o yeraltındaki kömür cevherinden başlar. Tam cıvataya gelecekken, ikindi ezanı okunur, Hoca camiye gider işin arkasını öğrenemezsiniz’’ diye yazar. Bizde kısa sorulara bile uzun cevap vermek gibi bir geleneğimiz var. Biliyorsunuz, Covid’den dolayı hastanede yatmıştım. Hastanede çok şükür her zamanki gibi ilgilendiler. Sonraki konuşmalarımdan bir tanesi bu Habertürk’te oldu. Uzun tutukluluk hallerine isyan ettim. ‘’Ben bir hukukçuyum’’ dedim. Yani ekonomist değilim, artist değilim, istatistikçi değilim, doktor değilim, mühendis değilim. Benim bildiğim bir tek şey var, o da hukuktur. Hukukun genel kaideleri üzerinde çalışırım. İkincisi, ‘’şeriatın kestiği parmak acımaz’’ derler Anadolu’da, ama şu anda şeriat da parmak da kesmiyor. Bu Anadolu irfanında ‘’adalet bir karar verirse başımızın üstünde’’ demektir İnançlı insanlar için de Allah adaleti emrediyor. En az 20’den fazla âyet-i kerime biliyoruz. ‘’Bu adalete mutlaka ihtiyacımız var, hukuka ihtiyacımız var. Tutukluluk bir tedbirdir, cezaya dönüşmemelidir. Siyasi tutuklular olmamalı’’ dedim. 

Bunun acısını çekenlerden birisi de benim. Hamdolsun tutuklanmadım, ama 5 yıl ağır hapse mahkûm edilmiş bir insanım ben. Onu da geçenlerde ifade ettim. ‘’Bizler, Sayın Tayyip Erdoğan, rahmetli Sayın Necmettin Erbakan ve diğerleri, hep tutuksuz yargılandık. Hüküm kesinleşti, cezaevine aldılar Bundan tabi de bir şey olamaz. Ama tutuklu yargılanmak istisna olmalıdır’’ dedim. O zaman sanıyorum Deniz Zeyrek veya Nagehan Hanımdı, ‘’Peki ne diyorsunuz Osman Kavala ve Demirtaş için?’’ diye sordu. Bu söylediğim çerçevede bence onlar da tutuklu olmamalılar’’ dedim. Ertesi gün veya birkaç gün sonra, Sayın Bahçeli bize bir saydırdı, ağzına geleni söyledi. Hani ben bizimki bize sahip çıkar diye düşündüm, o da onun kadar bir şeyler ilave etti. ‘’Ben bu şartlar altında çalışamam deyip istifamı verdim. Hatta önce, af dilediğime dair İletişim Ofisi’nden bir yayın yapılacakmış. ‘’Ben hiçbir zaman af dilemedim. Suç işleyen insan af diler’’ dedim ve bireysel kararımla istifa ettim.

O günden sonra yine görüşmelerimiz devam etti, ediyor. Ben kendime prensip olarak şunu seçtim. Sorunuzu bu kadarla bitirmiş olayım Ben AK Parti’nin kurucusuyum. Önde gidenlerdenim. Yaptığım hizmetler var. AK Parti, 60,70 yıllık, 80 yıllık cumhuriyet döneminde yapılacak en hayırlı işleri başardı. Bundan dolayı memnunum. Hayatım boyunca muhalefette kalmış, sadece Erbakan Hoca’nın kıytırık bir koalisyonda 9 aylık hükümetinin, -ki sadece 6 ayı onun başbakandır, geriye kalanı önüne geçilen bir dönemdir- sadece o zaman iktidar ortaklığını görmüş bir insanım. Ama tek başına iktidarın lezzetini ve Sayın Erdoğan’ın Başbakanken yaptığı icraatların bakanlar kurulundan da tanığıyım. Dolayısıyla ben her halükârda yine AK Parti’de olacağım. Her halükârda AK Parti benim evim. Evimden dışarı çıkmayacağım. O benim liderim, genel başkanım. Hangi şart altında olursa olsun, onunla beraberliğimi devam ettireceğim. Bunu hayret edenler var. Kısaca söylüyorum: Bir partide kalarak, o partinin iyi işlerine sahip çıkmak, yanlışlarına da eleştiri hakkımı kullanmayı tercih ediyorum. Orada Peygamberimizin bir hadisini kendime örnek aldım, arkadaşlarıma da bunu tavsiye ediyorum. Sen de bu işleri bilenlerdensin bildiğim kadarıyla. Bir yanlışlık bir kötülük gördüğünüz zaman Peygamberimiz “Onu elinizle düzeltin. Eğer elinizle düzeltmeye muktedir değilseniz, onu dilinizle, kötü, yanlış olduğunu söyleyin. Ona da imkânınız yoksa -ki bunu düşünenler için vardır mutlaka, O zaman da kalben buğz edin. Bunun yanlış olduğunu söyleyin ki o imanın en asgarisidir’’ diye buyuruyor.  Şimdi bırakınız buğz etmeyi, yanlışı göre göre alkışlayan insanların olduğu bir yerde, ben eleştirel hakkımı kullanarak şahsiyetli bir duruş sergilemeye çalışıyorum. Bugünkü pozisyonum bu. Hiçbir resmi sıfatım yok. 

Girizgahı öyle yaptık. Hukukçu kimliğinizden bahsettiniz, ben de buna tanığım. Çok yeni, mecburen konuşacağımız bir olay var: 19 Mart operasyonu. Ekrem İmamoğlu yaklaşık 2 aydır içeride. Sosyal medya hesapları yasaklı, ama bir şekilde görebiliyoruz. Geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Güvendiğiniz partili hukukçulardan bir komisyon oluşturun. Bu dosyayı incelesin” çağrısı yaptı. Nasıl bir fikir?

Arınç: Bu fikir bir Batı ülkesinde olsa belki bunun taraftarı olur, ama bu, Türkiye’de ve Sayın Erdoğan kesinlikle böyle bir şey kabul etmez. Partinin genel başkanı olarak bu tür şeylerde muhatap alınmasını istemez. Doğru veya yanlış demiyorum, bana göre bu, onun kendi görüşüdür. Bir de buna benzer olarak, duruşmalar naklen yayınlansın şeklinde bir şey ifade ediyorlar. Yanlış mı anladım? TRT‘den veya bir başka yerden canlı yayınlansın. Bu da hiç mümkün olmayacak bir şey. Bugün duruşmalarda dışarıdan kamera almak, içeriden fotoğraf çekmek bile yasaktır. Ancak bir ressam belki orada oturanların resimlerini yapabilir. Bu mümkün değil. Bunu Yassıada duruşmalarına benzetmek bence yanlış bir fikir. Sayın İmamoğlu veya onun arkadaşları bu tür şeyleri zorlamasınlar. Bu tür şeyleri konuşmanın da kimseye bir faydası yok. Ortada bir mevcut durum var. Benim burada düşünebileceğim tek şey bir tutuksuz yargılama; mümkünse bunu gerçekleştirmek lazım. Çünkü tutuklu yargılamalar sonunda cezadan daha beter hâle gelebiliyor. Unutmayalım ki bugünkü Anayasa Mahkemesi kararlarının %67’si, âdil yargılama hakkının ihlâl edilmesinden dolayıdır. Demek ki bazı yargılamalarda hak ihlalleri söz konusu. Bunun sonradan telafisi mümkün değil. Hayatı cezaevlerinde tutuklu veya hükümlü ziyaretiyle geçmiş bir insan olarak, milletvekilliğime kadar, bir insan için hürriyeti bağlayıcı cezadan daha ağır bir şey yoktur diye düşünüyorum. Özellikle masum olduğuna da inanıyorsa. Bir insanı bir karanlık odaya koysanız ve 4 saat buradan dışarı çıkmayacaksınız deseniz bile o büyük bir işkence haline dönüşür. Kapalı yerde kalma korkusunu da bir kenara koyun. Ben artık dışarı çıkamayacağım düşüncesi. Bunu 4 seneye, 7 seneye, 10 seneye çıkartan bir suçluluk veya bir suçluluk isnadı hiçbir zaman insani değildir. Burada uymak zorunda olduğumuz şeyler şeriat kuralları değil. Uymak zorunda olduğumuz şeyler pozitif hukuk. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış, uygulamış ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargısına, kararına “evet” demiş bir Türkiye olarak bundan bahsediyoruz. AYM kararları da Anayasa gereğince uyulması gerekli kararlardır. Bunlara uyulduğu takdirde inanın hiçbir eksiklik ve yanlışlık olmaz. 

Peki, siz hukukçu ve aynı zamanda siyasetçisiniz ve Türkiye’de hukukun siyasete kurban edildiği birçok olayı gördünüz, yaşadınız, bizzat mağduru da oldunuz. Partileriniz kapatıldı.

Arınç: Benim Milli Nizam’dan başlayarak dört tane partim kapatıldı. 

Bir de tutuklamalar da siyasi yasaklar da birçok şey oldu. Ben şahsen 19 Mart’ta yaşanan olayın siyasi bir dava olduğunu düşünüyorum.  Bu gerçekten, geçen gün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın grup toplantısında söylediği gibi, Cumhuriyet tarihinin en büyük organize suç örgütlenmesi, ulusal güvenliği tehdit eden dış istihbarat servisleriyle alâkalı mı? Cemaatler dedi biliyorsunuz, epey bir şey saydı.  Gerçekten böyle bir milli güvenlik sorunu mu söz konusu? Siz nasıl bakıyorsunuz? 

Arınç: Sayın Erdoğan… Sayın Erdoğan dediğim zaman Sayın Cumhurbaşkanımızı kastettiğimizi herkes bilsin, o yüzden ikide bir bunu ifade etmeme de gerek yok. Çünkü onun Başbakanlık dönemi de var. Kendisiyle 1978’den beri çok şükür bir dava arkadaşıyız, en azından ben öyle biliyorum. Başkaları, dava arkadaşı diye koluna girdikleri başka insanlarla fotoğraf çektiriyorlar, ama bizim davamız onlardan çok farklıydı. İyi günlerimiz oldu, zor günlerimiz oldu; bugünleri hep beraber aştık. Ben bu tür olaylarda onun taraf olmamasını arzu ederim. Çünkü geçmişte yaşanan olaylarda biz ‘’terörist’’ ve ‘’hain’’ kelimelerini tükettik Türkiye’de; bunların bir ağırlığı vardı. Ama hemen hemen herkes hakkında bu isnatlar, bu konuşmalar yapılınca, bunların içeriği zayıfladı. Avrupa Parlamentosunda bir milletvekili çıkıyor ve gülerek konuşma yapıyor.  “Arkadaşlar, geçenlerde öğrendim, resmi kişilerden biri söyledi, Türkiye’de 3 milyon terörist varmış” diyor, gülüşüyorlar. Bu benim için utanç vesilesi. Çünkü irtibattı, iltisaktı, aidiyetti, bilmem neydi derken, biz herkesi terörist ilan ettik. Terörist, elinde silah, cebir ve şiddet kullanarak eylem yapan insandır. Bir yeri basan, tarama yapan, bomba patlatan insandır. Cebir, şiddet, tehdit unsurunu biz kanuna böyle yazmıştık. Cebir şiddet olmadan bir insan terörist olmaz. Anayasanın 38. maddesi gereğince hakkında kesinleşmiş hüküm bulunmadıkça, hırsıza bile hırsız diyemezsiniz. Bütün bunlar insanlığın doğuşundan beri, özellikle demokratik ülkeler içerisinde nastır, kesinleşmiş inanç gruplarıdır. ‘’Rahip Brunson terörist. Birleşik Arap Emirlikleri 15 Temmuz’u yaptı, terörist. Kaşıkçı cinayetini yapanlar terörist. Deniz Yücel terörist. Büyükada’da toplantı yapanlar terörist…’’ Bunu bir savcı iddianamesine yazabilir. Savcının görevi lehinde ve aleyhinde olan delillerle iddianame yazmaktır. Biz artık bunun kitabını yazacak noktadayız. Ben ceza hukukunda danışmanlık yapıyorum. Daha hiçbir para da kazanmadım ama gelip bana dosyaları getiriyorlar. Önerilerde bulunuyorum. Kardeşim bu adamlar çıktı gitti, biz Arap Emirlikleriyle de Suudi Arabistan’la da terörist Sisi ile de el sıkışıyoruz. Demek ki çok iddialı konuşmamak lazım, kapıyı sertçe çalmamak lazım. Bir kimse hakkında isnatlarda bulunurken, en azından bizim veya sizin gibi insanların bu kolay isnatlardan kaçınması lazım. Mademki yargıya intikal eden bir olay var, bize düşen görev, “Kardeşim bu yargının işidir” demek. 

Ben yargının bağımsız ve tarafsız olduğuna inanmış bir insanım, Anayasada biz bunu yazdık. 12 Eylül 2010 referandumunda, ben, Sayın Cumhurbaşkanımız ve birkaç arkadaşımız heyetin içindeydik ve bunları bilerek yazdık. Yirmi altı maddesini değiştiriyoruz, en son, %58’lik bir referandumla 25 maddeyle kabul edildi. Orada “Yargının bağımsız olması yetmez aynı zamanda tarafsız olacak veya tarafsız olması yetmez aynı zamanda bağımsız olacak” dendi. Bunlara inanmış, iman etmiş bir insanın, bir tarafta karşı tarafı suçlayan bir konumda olmaması lazım. Bu bana göre bir komplodur. Bazı kişiler inandırılıyor ve onlar devreye sokuluyor. Ama sonunda bir mahcubiyet olabilir. Ben ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkumluktan, bir yıl iki aya kadar düşen cezalar biliyorum. O da ‘’adamı bu kadar yatırdık, sonra bunu bizden sorarlar’’ diyerek. Şimdi bana açtırmasınlar, öyle dosyalar biliyorum ki ben. Bu yüzden Sayın Cumhurbaşkanımızdan rica ediyorum, istirham ediyorum, bu tür adli konularda kendisini tahrik edenler olabilir, ‘’şöyle oldu efendim’’ diyerek onu belki bir noktaya götürmek isteyenler olabilir. “Kardeşim bu yargının işi, beni ne ilgilendirir? Yargı ne isterse yapsın” demeli. 

Tabii yolsuzluk gibi adi suçlamalar var, bunlar yargının işidir. Ruşen Bey, sen de benim kadar biliyorsun da bana sorduğun için ben cevaplandırıyorum. Sistem şu; herhangi bir olay üzerine savcılık kendiliğinden de harekete geçer. Şikayetle olur, ihbarla olur, vesaireyle olur. Bunun üzerine bir soruşturma yapar. Ama ‘’lekelenmeme hakkı’’ diye bir şey de var, onu da biz getirdik üstelik. Bir de ‘’masumiyet karinesi’’ var. En azından deliller toplanıncaya kadar bu konularda sükût edilmesi lazım. Savcı sonunda iddianamesini yazar. Tabii gecikmeden yazması lazım, çünkü kişi o iddianame süresince tutuklu kalıyor, tahmin ediyorum. Sonra bu iddianamesini mahkemeye sunar. Mahkeme yeterli görürse kabul eder. Yeterli görmezse, “Düzelt bakalım burada bir sürü yanlışlık var” der. Sonra soruşturma safhası biter, kovuşturma safhası başlar. Savcı ne derse desin, suçun vasfını mahkeme tayin eder. Çok büyük bir iddiayla açılmıştır, çok küçük bir şeyle bitebilir. Küçük bir şeyle başlamıştır, ama kovuşturma genişledikçe suç vasfı ciddiyet gösterirse, ek savunma, ek delil getirme hakkı verilir. Bunların içinde yaşamış bir insan olarak söylüyorum. O yüzden, şu anda daha iddianamesi bile yazılmamış bir olayda bence yargı yapacağını yapmalı, tutuksuz yargılama olmalı. Çünkü kovuşturmanın da daha ne kadar süreceği belli değil. Yargımız da ithamdan kurtulmalı çünkü bugün yargıya güven yerlerde sürünüyor. Ben hiçbir mahkememizin, hiçbir hâkimimizin bu zan altında kalmasına gönlüm razı olmaz. Yargının bir tarafı onlarsa, bir tarafı avukatlardı, bir tarafı da savcıydı. Biz üçlü bir saç ayağıyız ve bugün yargı bağımsızlığının teminatı da avukatlardır, bunu iyi bilelim. Avukat orada savunma hakkını gözetirken bildiklerini konuşur ve bunlara riayet edilmesi lazım. Dolayısıyla, Sayın İmamoğlu bir Büyükşehir Belediye Başkanı’yken arkasından ithamlar olabilir. Bu ithamların bir kısmı gerçek olabilir, tamamen yanlış da olabilir. Ne zaman ortaya çıkacak? Yargılama sonunda. Onu bekleyelim, ama bu süre içerisinde de kimsenin zarar görmesine yol açmayalım. 

Bir başka tecrübemi de anlatıp bununla kapatayım. Bir dosya, -ki bu 15 Temmuz yargılamaları sonrasında daha çok ortaya çıktı- eğer etkin pişmanlıkla ve itirafçıyla destekleniyorsa, burada çok dikkatli olmak lazım. Çünkü geçenlerde bir haberde, eski İlçe Savcısı Bayram Bozkurt’tan bahsediyordu. Başka dosyalarda da ismi geçince merak ettim. Adam seyyar itirafçı olmuş. İliç’ten başlamış, Ankara’ya gelmiş, Ankara’dan Konya’ya gitmiş, Konya’dan bilmem nereye gitmiş. İsim veriyor. Yargıtay, bu isim vermelerle ilgili son kararlarında “Etkin pişmanlıktan istifade eden kişinin verdiği bilgilerin sahih olup olmadığını, kendisinin samimi olup olmadığını da bir araştırın” diyor.  Kişi kendisini kurtarmak adına “Ben etkin pişmanlıkta bulunuyorum” diyebilir çünkü kendisine de “Sen bana üç beş isim ver, kendini kurtarmaya bak” gibi bir teklif yapılıyor. Bütün bunların sağlık derecelerinin ciddi olması lazım. Min gayri haddin hukukçuluğu bugüne getirmiş bir insan için söyleyebileceklerim bunlar. 

Şimdi biraz siyasete geçelim. Başlarken Haziran 2015 seçiminden bahsettiniz, orada AK Parti ilk defa tek başına iktidar olma şansını kaybetti. Ama sonrasında yapılan seçimde de gördük ki %50 civarında oy aldı. Yani iki kişiden birinin oyunu almış bir parti. 

Arınç: Doğru. 2011’de olduğu gibi. 

Ama 2024 yerel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi yıllar sonra ilk defa birinci parti oldu. Kazandığı belediye başkanlıkları ayrı ama rakamlara bakalım. ‘’Bu yerel seçimlerin özelliği farklıdır, şudur, budur’’ dendi ama 19 Mart’tan sonra yapılan kamuoyu araştırmalarında Cumhuriyet Halk Partisi yine birinci parti. Siz de bu araştırmalara göz ucuyla bakıyorsunuzdur herhalde, ben işim gereği çoğunu takip ediyorum. 

Arınç: Ben de sizden öğreniyorum. Yayınlarınızı dinliyorum çünkü. 

Benim gördüğüm kamuoyu araştırmalarında, Cumhuriyet Halk Partisi birinci parti ve AK Parti ile arasındaki fark kimilerinde 4-5 puan, kimilerinde 2 puan ama birinci parti. Cumhur İttifakı’nın, yani AK Parti ve MHP’nin toplam oyu, %50’nin çok gerisinde.  Böyle bir siyasi realitemiz var. Tabii ki bu konjonktürle ilgili olabilir, ama herhalde bu bir şeylerin sonucu değil mi? açıkçası sizi yönlendirmek gibi olmasın ama açıkçası ben, 19 Mart’ta yapılanın CHP’nin önünü açtığını düşünüyorum. Ne dersiniz? 

Arınç: Geçen mahalli seçimlerdeki sonuca göre, tabii ikinci parti durumundayız. Bunu Sayın Erdoğan da itiraf ediyor; irtifa kaybı olarak bakıyor ve “Kendimizi toparlayacağız, tekrar birinci parti olacağız” diyor. Hatta son konuşmalarında %50’yi tekrar bulacağımız iddiasını dile getiriyor. Bir lider böyle yapar. Hiçbir gerçek lider ümitsizlik vermez. Biz Erbakan Hoca’mızdan bu dersleri alırken, o mutlaka, “Biz yükseleceğiz, şöyle olacağız, böyle olacağız” diye çevresine ümit verirdi. Hatta partileri tek tek, sapır sapır kapatıldığı zaman bile “Bu bizim büyük hedefimizin yanında küçük bir noktadır” derdi ve tekrar yola koyulurdu. Tamamen siyaset yolunu tercih etmişti; şiddete sapanları hiçbir zaman yanında barındırmamıştı. Şimdi bundan çıkış mümkün, ama bugünkü anketler ‘’şöyle gösteriyor böyle gösteriyor’’ deniliyor ya, üzülerek ifade etmeliyim, eskiden Türkiye’de biz dinamik bir toplumduk. Ama bir günde iki defa, üç defa gündem değişmez. Eskiden İsveç’ten, Norveç’ten, Danimarka’dan, o bölgelerden siyasetçiler gelirdi. Onlara, “Siz ne kadar mutsuz bir ülkede yaşıyorsunuz” derdim. “Neden?” diye sorarlardı. “Sizde gündem 4 senede bir bile değişmiyor” derdim. “Biraz öyle, ama sizde nasıl?” derlerdi. “Biz daha değişkeniz,” derdim. Ama hiçbir zaman günde iki defa, üç defa gündem değişmez. Gündem pozitif olarak değişirse bir anlam ifade eder. Negatif gündeme her gün rastlıyorsanız karamsarlığa kapılırsınız. 

Mesela bugünlerde, en son Öcalan’ın sözü üzerine örgütün verdiği kararlar çok tartışılıyor ama, bu Ekim ayından beri Sayın Bahçeli’nin ortaya attığı bir sözle başladı. Hepimiz bunun arkasına takıldık. Şimdi de bunun ne anlama geldiğini düşünüyoruz. Onun içerisinde de kendi gündemini ortaya çıkardı. Belki başka şeyler arkada kaldı. Ama ekonomi nasıl gidiyor dediğinizde uzun uzun ekonomideki sıkıntılardan bahsedilebiliyor. Bunun yanında, adalet konusunda son tutuklamalar, gözaltılar konusunda da bir huzursuzluğun olduğu söyleniliyor. Aslında bu gündemlerin dışında, herkesin güler yüzle birbirine baktığı, nezaketi elden bırakmadığı, birbirlerine ‘’günaydın, hayırlı sabahlar’’ dediği bir Türkiye’yi herkes arzu ediyor. Bu yüzden o kamuoyu araştırma sonuçları biraz konjonktüreldir, ama bir ortalamayı da gösteriyor. Bizim, bu şartlar altında bırakın %50’lere varmayı, belki birinci parti olabiliriz. Ama amaç cumhurbaşkanlığı seçimini ve parlamento çoğunluğunu tekrar kazanmaksa, yanlış anlaşılmasın, o, bugün itibariyle biraz zor görünüyor. Tabii eski müttefiklerimiz ne durumda onlara da ayrıca bakmak lazım. Peki, onlara bakalım da muhalefet cephesi nasıl? CHP’deki son hareketliliğin dışında, bu tarafa güven duyabilecek bir topluluk var mı? O da yok. Onlar da kendi içinde parça parça. Yani milliyetçi oylar Türkiye’de %10’sa, bu %10’a talip 10 tane milliyetçi parti çıktı. Her birinin birbirinden ne kadar farkları var derseniz, ufak nüansları gösterebilirsiniz. Seçmen bizde her şeyi yapar eder de seçim zamanı geldiğinde çok hesaplı oy kullanır. Mesela mahalli seçimde kullandığı oyları milletvekili seçiminde veya cumhurbaşkanlığı seçiminde kullansaydı, farklı bir sonuç çıkardı. 

Ben oradan hareketle, bu milletin, hâlâ AK Parti’nin yaptığı iyi işleri, güzel işleri düşünerek, ‘’bizi bugünkü sıkıntılardan da herhalde bu kurtarır. Öbürleri paramparça’’ diye düşündüğünü görüyorum. Sekiz ayaklı masa mı olur Ruşen Bey, Allah aşkına? Altı yetmiyormuş gibi 8’e çıkardılar bir ara. Normal vatandaş ne düşünüyor biliyor musun? Ben halkın içindeyim. Ankara’da, Samanpazarı’nda her gün esnafla beraberim. Camiine gidiyorum, cemaatle oturuyorum. Esnafa gidiyorum, çayını içiyorum, dertlerini dinliyorum. Siyasetten kopamayız. İnsanlar size hâlâ eski kimliğinizle bakıyorlar. “Bu adam aslan gibi. İyi de yapsa, kötü de yapsa akşam düşündüğünü sabah yapıyor. Bize böyle adam lazım” diyor. Anadolu ağzıyla konuşuyor. Öbür tarafta, o dönemde Kılıçdaroğlu için “Adam bir şey yapmaya kalksa, Davutoğlu’na gidecek, ‘Ben şöyle bir şey yapacağım’ diyecek. Davutoğlu ‘’E Biz bir ay düşünelim” diyecek. Sayın Davutoğlu’nu da çok sevdiğimi ifade edeyim. Bunu misal olsun diye söyledim. Sonra öbürüne gidecek, “Ben de bir ay düşüneyim,” diyecek. Yani Çorum’dan gelmiş, bir yerde hamallık yapan bir insanın söylediği bu. Bizim Samanpazarı böyle. Berberi Yozgatlıdır, şusu Çorumludur, öbür taraf Çankırılıdır. Böyle bir yerden bahsediyorum.  “Sekiz ay sonra bir iş yapılacaksa yapılmaz olsun” diyor. Bununla bile biz %52’yi buluyoruz. Yani kritik bir eşikteyiz aslında. 

Doğrusu, ortaklarımızın bize bel bağlamasından veya bizim onlara bel bağlamamızdan ziyade, AK Parti’nin kuruluştaki ilkelerine dönecek bir reformu gerçekleştirmesi lazım. Ben bunun bir örneğini büyüklerimize kısaca söyledim. Sen de sorduğun için söyleyeyim. Mesela 2001’deki kuruculara bakalım. Ben dâhil bunların tekrar göreve gelmesini düşünmeyelim. Bir suda iki defa abdest alınmaz. Su aktı gitti. O günlerden kalan da zaten bir ben varım, bir de birkaç kişi varsa var. Önemli olan ilkelere dönmek. Mesela diyelim bir gün Sayın Genel Başkanımız: “Biz 2001’de neyin sözünü verdiysek ona dayanarak %50’ler aldık. Bugün buradan biraz uzaklaşmış olabiliriz. Hatalarımız da yanlışlarımız da olabilir. Ama biz şimdi tekrar yolsuzluk, yasaklar ve yoksullukla mücadeleye döneceğiz. Hatalarımızı affedin. Biz tekrar bu konuda sizin yüzünüzü yere baktırmayacağız’’ dedi. ‘’Al sana 5 puan” dedim. Onlara söylediğimi burada söylüyorum. Çünkü güzel bir soru sordun. 

“İkinci 5 puan nedir?” dedim. Abdülhamit Gül “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun’’ demişti.  Allah ‘adil olun’ diyor bize. Her Cuma’ya giden hutbede bunu dinler. Dinler mi dinlemez mi bilmiyorum? Dinlediklerine inanıyorum da yaptıklarına inanmıyorum. Ve çok güzel bir hüküm var, diyor ki: “Bir topluluğa olan nefretiniz sizi adaletten ayırmasın.” Tam bugünler için. Rabbim bugünlere ait söylemiş. ‘’Ben adalet istiyorum. Yargı işine baksın. Ey hâkimler, ey savcılar, ey yüksek mahkeme üyeleri lütfen adaleti tam uygulayın.’’ Al sana 5 puan daha. Bu anlattıklarımla %50’ye getirdim. Bunlar yapılırsa olur. Bizim insanımız bunu bekliyor. Bizim insanımız buna muhtaç. 

O zaman bu rejim böyle süremez. Eskiden ‘’Yasaklamak yasak’’ deniyordu.

Arınç: Günde üç defa gündem değişir dedim ya, al sana bir pozitif gündem ve bunun için atılacak adımlarla Türkiye’de iklim değişikliği olur. Kemal Burkay’ın şiiri ne kadar güzeldir: “İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse” diyor.

Gelen habere göre, DEM Parti İmralı heyetinden Pervin Buldan ve Avukat Özgür Erol Sayın tekrar İmralı’ya yola çıkmışlar. Biraz önce bahsettiniz, “Destek olduk” dediniz. Şimdi kritik bir aşama geçildi; fesih ve silah bırakma kararı açıklandı. Ama henüz daha hiçbir şey belli değil. Umutlu musunuz, kaygılarınız var mı? Neler sizi umutlandırıyor, neler sizi kaygılandırıyor? 

Arınç: Bu Aşil’in topuğu gibi bir şey. Ben yazılı basına da biraz mülakat vermiştim Erbil forumundan sonra. Siz Erbil’de miydiniz? 

Evet, karşılaşmıştık. 

Arınç: Evet, ama siz erken döndünüz.

Evet, ben döndüm, siz geldiniz. 

Arınç: Yani açıklama yapıldığı zaman ben oradaydım, siz ayrılmıştınız. Öyle hatırlıyorum.

Evet, Otelde karşılaşmıştık.

Arınç: Bravo. Güzel de olmuştu. Sonra gündem buna dönünce onun üzerine de bir şeyler konuşmuştuk. Doğrusu, Ekim ayının bir gününde Sayın Bahçeli’nin böyle bir söz sarf etmesini ben kıyamet alâmeti gibi gördüm. “Öcalan gelsin, Mecliste DEM Parti grubunda konuşsun. Örgütü feshettiğini söylesin Umut hakkından mı, bir başka şeyden mi yararlanacaksa filan filan…” dedi. Birincisi, bu sözler çok iddialı. İkincisi bu sözleri Bahçeli nasıl söyler? Geçmişe bakarak düşünüyorum. Yani ikide bir ip atan bir insanın, ‘’kapatılsın, cezalandırılsın’’ diye başlayan bir kişinin böyle bir konuşma yapmasını doğrusu şaşkınlıkla karşıladım. Burada da milyonların önünde itiraf ediyorum, başkaları gibi de belki. Ama biz sokaktaki bir seyyar satıcı değiliz. Geçmişte de çözüm sürecinin içerisinde önemli bir rol içerisinde bulunmuş bir insanım. Ben son hükümet döneminde de Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Başkanı’ydım. Buradaki çalışmalarımızdan hareketle şunu düşündüm: Öcalan çıkacak, gelecek, Mecliste konuşacak ve şöyle şöyle diyecek. Öcalan 25 yıldır İmralı’da özel güvenlikli cezaevinde, nasıl çıkacak oradan? Nasıl gelecek? Olabilir, af çıkar. Bir genel af. İkincisi, ‘’umut hakkı’’ zaten doğru olan bir şey bence. İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği karar, 10 yıldan beri bekletiliyor. Sadece o değil, belki aynı durumda olan insanların da yaşam hakkına bağlı bir şeydir umut hakkı ve umut hakkı önemli bir haktır. 

‘’Esaretin Bedeli’’ diye film vardır, iki saatten fazla sürüyor. O filmde bir insanın, şu kadarcık küçük bir çekiçle kendine nasıl bir yol açıp, 19 yıl sonra özgürlüğüne kavuştuğunu görüyorsunuz. Oradaki tek kelime, umut. Benzetmemi başka mânâda anlamasınlar. İnsan umudunu yitirdiği zaman ölür zaten. O yüzden umut hakkı, iyi hâlle geçirmiş bir insanın belli bir süre sonunda dışarıya çıkabileceği inancını zihninde yaşamasıdır. Acaba o mu olacak? İkincisi, Öcalan niye Meclise gelsin? Meclise gelmek bugün sizin için bile zor. Yedi sülalesinde irtibatlı kimse var mı diye GBT’sine bakarlar, oraya bakarlar, buraya bakarlar, ondan sonra lütfen içeri kabul ederler. Öcalan gibi hakkında idam cezası verilmiş bir insan -ki hala sıfat olarak ona terörist başını ekliyorlar-, Meclise gelemez. Üstelik niye DEM Parti grubunda? Ona bir meydan bulsunlar, çıksın meydanda konuşsun, ne diyecekse desin veya İmralı’da bir basın toplantısı yapsın ya da bir canlı yayın yapsın vesaire. Aklıma gelenler onlar. ‘’Bu iş çok zor’’ diyorum kendi kendime. Ama hayret ettiğim bir şey oldu. DEM Parti ve o taraf, dört elle sarıldı bu işe. Hâlbuki ben onların biraz daha böyle nazlı, nazenin olmalarını, “Nasıl gelecek, kardeşim? Nereden çıkardınız bunu?” demelerini beklerdim. Sonra rahmetli kardeşimiz Sırrı Süreyya Önder’le de konuştum. Mithat Bey’le (Sancar) konuştum, Ahmet Türk’le konuştum. Hepsini çok umutlu buldum. En son da Tuncay Bakırhan’a gittim, taziye vesilesiyle. Herkes bir umudun içerisinde. O zaman, ‘’biz de umutlu olacağız’’ dedim. Çünkü bundan milletin neler çektiğini, ne kadar şehitler olduğunu ve hatta işin o noktaya geldiği bir zamanda, evin iki evladından birisinin askerde, birinin dağda olduğu günleri yaşadığımızı biliyorum ben. Diyarbakır Cezaevi’nden sonra buranın nasıl bir kuluçkalık yaptığını biliyorum. Yaşananları biliyorum. Dolayısıyla ne şekilde olursa olsun, bu işin bitmesi taraftarıyız. Altı yıllık çözüm sürecinin içerisinde de bulunmuş bir insan olarak, “Hadi hayırlısı” diye biz destekledik bunu. 

Sonra Öcalan’ın bir açıklaması oldu. O açıklamaya birkaç ay sonra belki veya bir ay sonra onlar bir cevap verdiler. Tabii şunu da sorduk o zaman: Türkiye’de zaten kalmadı ama, yurtdışında YPG’siyle, PYD’siyle, Mazlum Kobani’siyle, Salih Müslim’iyle, Amerika’nın da kendilerini koruduğu eski Esad rejimi içerisinde belli yerleri elde etmiş insanların durumu ne olacak? Oraya da Ahmet eş-Şara geldikten sonra, Amerika’nın da katkısıyla bir şeyler olacağı, kulaklarımıza geldi. Nitekim de oluyor galiba bir şeyler. Bu açıklamanın arkasından şimdi 10 soru daha çıkıyor. Silahları nereye bırakacaklar, ne zaman bırakacaklar, onlar nereye gidecek, bunlar nasıl gelecek? Aklıma şu geldi: Bugünlerde konuşulmuyor ama biz çözüm süreci içerisinde Toplumsal Bütünleşmenin Sağlanması başlığı altında bir kanun çıkarmıştık. Belki biraz daha uzundu başlığı. İlgilenen arkadaşlar internetten bakabilirler. Hem o süreçte görev alan kişilere bir bağışıklık hem de ondan sonra ne yapılacağı konusunda ipuçları vardı. Bu hâlen yürürlükte diye biliyorum. Yani altı yedi senedir elini eteğini bu işlerden çekmiş bir insan olarak söylüyorum veya yeni bir şeyler çıkabilir. Zannediyorum CHP’nin ‘’Mecliste bir komisyon bu işlere baksın’’ önerisi oldu. O da olabilir, ama Sayın Erdoğan ve bu süreci götürenler ne derler bilmiyorum? 

Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu süreçteki rolü bence olumlu. Onu desteklemek lazım. Hem temkinli konuşuyor hem de bu işin sonucunda Türkiye’nin ‘’terörsüz Türkiye’’ hâline geleceğini ümit ediyor. Bu başlıktan ben çok mutluyum. Çünkü benim de görev yaptığım zamanlarda bir iddiam vardı: Ben onlara, “Biz teröristle mücadele ediyoruz, terörle mücadele etmiyoruz. Askerimiz dağdakilerle kavga ediyor. Onlar bizimkilere ateş ediyor, biz onları vurabilirsek vuruyoruz veya başlarına bomba atıyoruz, mağaralarını bombalıyoruz. Bu, içerideki üç beş kişinin itlaf edilmesine, öldürülmesine yöneliktir’’ diyordum. İtlaf kelimesini de kullanmamış olalım. Bugünlerde telef olma iyice gündeme geldi. Yani onlarla ciddi bir savaşın içerisinde askerimiz. Köylüsünden öğretmenine, askerinden siviline kadar maalesef çok şehit verdik. Allah rahmet eylesin onlara. Ama terör bir olgudur, aynen bir bataklık gibi. Bu bataklığı kurutmadıkça, bataklığı ortaya çıkaran sebepleri yok etmedikçe, o orada durdukça, 3 tane de olsa, 100 tane de olsa, 30 bin de olsa, bu devam eder gider. Önemli olan terör olgusunu sonlandırabilmek. Demokratik ülkeler bunu yapmışlar. Siyaset yoluyla yapmışlar, toplumsal barışla yapmışlar. Biz Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı kurmuştuk. Onlar, ETA nasıl oldu, Bask nasıl oldu, IRA nasıl oldu, Katalan bölgesi nasıl oldu, bunlarla ilgili raporlar gönderdi. Biz bunları okuyarak kendimizi geliştirdik, ama o yol tercih edilmedi. Şimdi edilecek mi bilmiyorum? 

Sonuç olarak, tabii siz çok daha eskiden beri, ben de artık yaşım gereği, bütün bunları en azından 1984’ten beri yaşadım. Ben gazeteciliğe 1985’te başladım. Gazetecilik hayatım boyunca bu konuyla hep yaşadık. Siz siyasetin içinde yaşadınız ve 40 küsur yıl sonra bu olayın kapanacak olma ihtimali bile başlı başına inanılmaz bir şey.

Arınç: Doğru. Çünkü buna her şey verilir.

Evet. Bu böyle kuşaklar boyu sürebilecek bir şeydi. O anlamda çok önemli. 

Arınç: Hatta bak bir güzel bir kıssa var: Mevlâna ile Şems-i Tebrizi arasında geçen bir olay. İki âşık gibi bunlar. Şems, Güneş, Mevlâna’yı etkiliyor, Mevlâna Şemsi-i Tebrizi’yi etkiliyor. Tabii bir kısım insanlar çekemiyorlar aradaki bu ilişkiyi, onu uzaklaştırıyorlar. Mevlâna Şems’in gidişine çok üzgün. Her gün ondan haber getirecek birisini bekliyor. Bir rivayete göre bir Musevi, bir rivayete göre de başka biri bir gün kapısını çalıyor ve heyecanla, “Ya Mevlâna, sana müjde getirdim. Önce müjdemi isterim” diyor. Mevlâna, “Ne istersen al” diyor. Adam, “Şems geliyor” diyor. Şems geliyor deyince Mevlâna o kadar çok seviniyor ki evinde ne kadar kıymetli eşya varsa, “Al, bunların hepsi senindir” diyor. Adam da zil takıp oynaya oynaya gidiyor. Arkadan Mevlâna’nın müritleri veya bağlıları diyelim, koşup geliyorlar. “Efendim, bu adam şuydu. Size yalan söyledi” diyorlar. Mevlâna, “Yalan söylediğini biliyorum. Yalanına malımı verdim. Doğrusu olsaydı canımı verecektim” diyor. Biz yalana bile hakikaten bir umut besliyoruz. Neden? Bu işin acısını çeken insanlar umut beslediği için. İnşallah sonu iyi olacak.

İnşallah. Bülent Bey, dışarıdan sizin hareketinizi yıllardır izleyen birisi olarak, ben bile bazen dayanamayıp isyan ediyorum. “Bunlar kim, nereden çıktılar bunlar?” diyorum. Ben bunları tanımıyorum. Birtakım insanlar kalkıyorlar, özellikle sosyal medyada ya da medyada iktidar adına, hatta Cumhurbaşkanı adına ya da hükümet adına, Türkiye adına talimat dağıtıyorlar yahut da insanları hedef gösteriyorlar. Şu oluyor, bu oluyor ve yaptıkları da yanlarında kâr kalıyor. Hiç kimse de onlara, “Oturun, siz kimsiniz?” demiyor. Böyle yeni bir şey çıktı. Eğer Milli Görüş hareketi İslami bir hareketse, ki bence öyle, bu gördüğüm insanların büyük bir kısmının dinle imanla pek ilişkisi var mı, açıkçası çok emin değilim. Çünkü hâllerinden, tavırlarından da klasik tabirle hiç öyle İslam terbiyesi görmüş insanlara benzemiyorlar. Kim bunlar, niye çıktılar? Türkiye’yi yönetenlerin böyle bir şeye gerçekten ihtiyacı var mı? 

Arınç: Vallahi söylediğiniz kişileri tanımamak daha iyi. Sende Lazlık vardır, öyle bir fıkra hatırlıyorum. Adam alacağını istemeye gitmiş, borçlu olan “Ben seni tanımayrum” demiş. Alacaklının da canı sıkılmış, “Ben de seni tanımayrum,” demiş, alacağından olmuş. Bunlar en azından 10 seneden beri var. Ama bu insanlar gazeteci desen gazeteci değil, siyasetçi desen siyasetçi değil. Ben tek başıma bunlarla mücadeleye girdim. Onların arkası kuvvetliydi. Yenilmedim, ama söylediğimle kaldım. Ama onlar her şeylerini kaybettiler, itibarlarını kaybettiler, şahsiyetlerini kaybettiler. Sadece cepleri para gördü. Bunları isimlendirmeye bile gerek yok. Bunlarla hiç vakit geçirmemek lazım. Bugün onların veyahut da birilerinin onlar vasıtasıyla desteklediklerini zannettikleri şu seçim sonuçlarına baksınlar. Bu seçim sonuçlarının içerisinde %60 oy kaybı bunların yüzündendir. Televizyonda bunlar varsa, yazdıklarını birilerine gönderip, “Bak, ne güzel şeyler yazmış” diyorsa, bunların ortaya çıkardığı olumsuzluk, trilyonların karşılığı bile olmaz. Partiye kaybettiren de bunlardır. 

Ben geçmişte televizyonları çok kullanan bir insandım. Ekranlara davet ederlerdi ve hepsine giderdik. Bu, Refah Partisi zamanında da böyleydi, Fazilet’te de. AK Parti’de de böyle. Şimdi yaşadığım bir olay var, onu her zaman hatırlıyorum; bazı arkadaşlarıma da hatırlatıyorum. 2001’de partiyi kurduk, gümbür gümbür gidiyoruz. Ben de Fazilet’in Grup Başkanvekiliyim. AK Parti kuruldu, Grup Başkanı oldum. Tayyip Bey milletvekili olmadığı için Genel Başkanımız. Tayyip Bey’e siyasi yasak getirdiler. Hâlbuki biz de hukukçuyuz. Rahmetli Dengir Bey (Mir Mehmet Fırat) var, Hayati Bey (Yazıcı) var. Hukukçu bilinen insanlar toplandık. Hasan Celal Güzel Bey’in durumuyla Sayın Erdoğan’ın durumu aynı. Hasan Celal Güzel Bey hakkında Yargıtay olumlu bir karar verdi, siyaset yasağı yoktur dedi. Biz Sayın Erdoğan’a, “Bu karar sizin için de bir emsaldir. Bu karara göre siz de aday olabilirsiniz” dedik. İstanbul 1. Bölgeden birinci sıra adayı oldu. Fakat Yargıtay 8. Ceza mıydı, 5. Ceza mıydı, toplandı. “Hayır, Tayyip Bey genel başkan da olamaz, milletvekili de olamaz, aday da olamaz” dedi. Yerini boşalttılar. Rahmetli Kemal Unakıtan geldi, onun yerine aday oldu. Hepimiz üzgünüz ama. Tayyip Bey bunu bazen hatırlatır. Yani ifadeye çağırdılar, o oldu, bu oldu o zamanlar, gidiyoruz. 

CHP’den kim vardı unuttum. DSP’den onların temsilcileri var. DYP’den Ufuk Söylemez oradandı, bir tek onu hatırlıyorum. Hepsinin ağzındaki terane şu: “Tayyip Bey milletvekili olamayacak. Dolayısıyla başbakan da olamayacak. Siz iktidar olacaksınız, ne işe yarayacak? Sizin başbakan adayınız kim?” Ağır bir soru. Kalk altından kalkabilirsen. O zaman sanıyorum Sayın Çiller Muğla’dan aday. “Neden Muğla’dan?” diye sordum. Babası orada üç beş günlük bir valilik yapmış dediler. İkincisi de bir tekerleme hatırlatıyor bana: “Kız alırsan Muğla’dan, ev alırsan tuğladan” diye. O da haklı. Baykal var tabii, Ecevit var veya bir başkası var o tarihte. Ecevit zaten hastaydı, sonra da hükümetten ayrılmıştı. Ne yapayım ben? Bu soruları her gün bana soruyorlar. Aklıma geldi: “Ben bu sorunuza cevap vereceğim ama size bir şey soruyorum” dedim. Ki Doğru Yol Partisi seçimi yüzde yarımla kaybetti. 2002’yi kastediyorum. “DYP seçimi kazandı, ama Sayın Çiller Muğla’da çıkamadı. ‘’Sizin başbakan adayınız kim, ikinci isim kimdir?”  İşte, yok. CHP de DSP de ikinci isim veremiyorlar. “Bana bir isim verin” dedim. “Sizin başbakan adayınız kim?” Belki bir isim verecekler de korkuyorlar başındakilerden.  “Tamam, benim cevabım da şu. Alın size 10 tane isim. Tayyip Bey’in olmadığı yerde size 10 tane başbakan adayı. Bunu 20 de yapabilirim.” İnşallah mektupta vardır bu, bilemiyorum. Bazılarını kaldırmış da olabilirler. Abdullah Bey’den başlayarak 10 tane isim saydım. Bu kadar güçlü bir kadroyduk biz. Şimdi sen bana, “İkinci bir isim söyleyebilir misin?” desen, vallahi öbürlerinin durumuna düştüm ben. İkinci isim söyleyemem. Ama söyleyebilmem lazım. Biz bir kadro hareketiydik. Bir ekiple iş başına geldik. 10 kişi var burada. Diyorlardı ki Tayyip Bey’in bir hatası, yanlışı olursa, Abdullah Bey var. Abdullah Bey’in bir yanlışı olursa Bülent Arınç var. 

Mesela 1 Mart tezkeresi olayı. 

Arınç: Benim iftiharımdır. Onun üzerine Nebil Özgentürk bir belgesel çekiyor.

Öyle mi?

Arınç: Benimle de röportaj yaptı. Onun üzerine doktora yapanlar var. Ben onun üzerine Amerika’ya davet edilen tek Meclis Başkanıyım. Giderken bana, “Herhalde hesap soracaklar” dediler. “Haddine mi? Kim kimden hesap soracak?” dedim. 

Evet. Sizinle orada karşılaşmıştık. Tabii, ben sizinle orada röportaj yapmıştım. 

Arınç: O zamanlar Dennis Hastert isminde iri kıyım bir adam vardı. “Başkan, sizi tebrik ediyorum. Bizde de Kongre böyledir. “Biz başkandan gelen her şeye evet demeyiz” dedi.

O günleri çok iyi hatırlıyorum. Ben de o sabah NTV’de yayında ‘’galiba bu tezkere geçmeyecek’’ demiştim, benimle dalga geçmişlerdi. Ama birkaç kişiyle konuşmuştum. Bir tanesi hiç unutmam, Azmi Ateş’ti. Bir tanesi de Turhan Çömez’di. O zaman AK Parti Balıkesir milletvekiliydi. Birden böyle bir olayın değişik olduğunu gördüm. Çok tarihi bir olaydı. 

Arınç: Meclisin itibarını kazandıran bir olay oldu. Çünkü meclisi halk seçiyor. Milletvekilleri onların iradesini temsil ediyor ve 100’den fazla milletvekili o seçimde kendi vicdanını dinledi. Bu da çok saygıdeğer bir şey. Ben ‘’evet’’ diyeni de haklı buluyorum bazı gerekçelerle, ‘’hayır’’ diyeni de. Ama ortaya çıkan netice de çok kritik bir netice. 

Şimdi 2003’teki bu olaydan bugüne 22 yıl geçti. Bunu bir nostalji olsun diye söylemiyorum, herhalde o günün Meclisiyle bugünkü Meclis arasında kıyas kabul etmez. Ülke kaybetti. 

Arınç: Ülke kaybetti. Evet İnşallah tekrar kazanır. Kazanacak. Ümitlisin. Yani şundan bile umut duyan bir insan bunlardan hiç ümitli olmaz mı?

Yavaş yavaş toparlayalım. Atladığımız bir şey kaldı mı, muhakkak konuşsaydık diyeceğiniz? 

Arınç: Şöyle düşünüyorum, Ruşen Bey. Sen benim dostumsun. Bizi izleyenler de çok kaliteli insanlar. Ben Medyascope‘u bütün yayınlarıyla takip ediyorum. En azından düşünen insanlar. Düşünen insanlardan zarar gelmez. Rahmetli Demirel buna konuşanı da ilave etmişti. ‘’Konuşan Türkiye’’ diyerek. Düşüncesini ifade etmek, ifade özgürlüğü bütün özgürlüklerin bileşkesidir. Biz iktidara gelirken hem hükümet programını hem de parti programını hazırlayanlar buna çok önem verdiler. Bunlardan birisi de Hüseyin Çelik Bey’di. Bir başkası arkadaşlarımızdı. Muhteşem bir program yazdık. O programı on, on bir sene, 2013’e kadar resmen uyguladık ve bu bizim altın dönemimizdir. Allah nasip etti, ben de o dönemde bir görev yaptım. Bütün arkadaşlarım takdire layıktır. Elleri öpülecek derecede. Ve hâlâ bizi gören her insan saygılarını iletiyor. “Sizin zamanınız ne kadar güzeldi” diyor. Tabii hükümetteyken başımızda başbakanımız vardı, mükemmel bir icraat hükümetiydi. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu bütün iyilikleri yaptık. Ama önce Avrupa Birliği hedefi, Kopenhag kriterleri, Maastricht kriterleri, bir taraftan Batı’yla entegrasyon, şunlar bunlar ve ifade özgürlüğü. Çünkü biz ifade özgürlüğünün mağdurlarıyız. İzmir’de Refah Partisi’nin gecesinde 1,5 saat konuşmuşum. Bir cümle: “İnşallah hakkın hâkimiyetini göreceğiz” demişim. Bu yüzden Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandım ben. Güya hukukçuyuz. “Konuşmanın bütününe bakın. Bir cümleyle bir insanı mahkûm edemezsiniz” diyorum. “Sen ‘hak’ kelimesini kullanmışsın. Bu, şeriat anlamına gelir” diyor. Mustafa Nihat Özen’in bir lügati vardı. Orada hak kelimesinin karşılığına baktım. 48 tane anlamı var. Arapça çok zengin bir lisan. Pay, miras, adalet, hukuk falan da var. Bir tarafında şeriat da var. Sordum, hatta sorduğum kişi de hâkim, kıdemli albaydı. “Bu kadar anlamın içerisinden hakkın karşılığı olarak şeriatı nasıl anladınız?” dedim. Bana, “Siz Refahçısınız. Refahçılar ‘hak’ dediği zaman şeriatı kastederler” dedi. Ona Abdülhamid’in hikâyesini anlattım: Hani, havada bulut var, yağmur yağacak. Duruşmanın sonunda 5 yıl verdiler. Merhamet ettiler, altıda bir indirdiler. 59. madde vardır bizde. 4 yıl 2 ay. 1 yıl 3 ay da Bilecik’te sürgün cezası, 86/2’ye geçmiş olduk. Yargıtay’a gitti. Yargıtay’da 9. Ceza bakıyor. İçinde de Sabih Kanadoğlu var. Başkanı Demirel Tavil. “Buradan onama çıkacak mutlaka. Çünkü tertip heyetine onadılar” dediler. Oy birliğiyle, “Devletin temel nizamlarından sayılan sosyal devlet düzenini eleştirmek laikliğe aykırı eylem teşkil etmez” dediler. Bak işte hukukçu burada fark ediyor, Ruşen Bey. Sen iyi bir gazetecisin. Ben de iyi bir hukukçuyum kardeşim. Bu kadar övünme hakkım olsun. 1943 tarihli bir Yargıtay Tevhid-i İçtihat kararı buldum. Tevhid-i içtihat kararı, içtihatları birleştirme kararıdır. Bugünkü Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararı. Hukuk Genel Kurulu da vardır. İkisi ayrı ayrı karar verirler. Kararda, “Unsur-u Cürmiye’nin tefsir yoluyla ihdası mümkün değildir,” diyor. Al bakalım, bunu çözecek kaç tane klavye şampiyonu var? 

Evet, yani bunu yorumlayarak yapamazsınız. 

Arınç: Yani ‘’suç unsurlarını yorum yoluyla ihdas edemezsin’’ diyor. 

Bunu kastetti diyemezsin diyor. 

Arınç: Suç unsuru muayyen olacak, sabit olacak, belirgin olacak, bilinen olacak. Muğlâk olmayacak. Biz bugün öyle muğlâk ifadelerle insanları tutukluyoruz ki, sonradan pişmanlık fayda vermiyor. İstersen son cümleleri bunlarla bitirelim. Adalet olmazsa hiçbir şey olmaz. Bugün ekmek kadar, su kadar, ekonomideki zorlukları da düşünerek söylüyorum, bundan bile daha önemli ki adaletsizliğin sonucu aynı zamanda ekonomik sıkıntılardır. Bizim en çok değer verdiğimiz şey kul hakkıdır, Ruşen Bey. Sizin benim üzerimde, benim sizin üzerinizde bir hakkı varsa, hayattayken bunu birbirimize bağışlamamız lazım. Öbür tarafa bu hakla gidersek, Allah, “Ben sizin hakkınıza karışmam. Bunun cezasını ayrıca görürsünüz” diyor. 

Şimdi düşünün ki benim sizin üzerinizdeki şu kâğıt parçası kadar hakkımdan dolayı böyle bir yargılama göreceğim. Yaptığımız işlerle, aldığımız kararlarla 80 milyonun kul hakkından yemişsek, önce kendi nefsime bakayım. Sonra birileri bundan huylanmasın. Bunun hakkını kimse ödeyemez. Dolayısıyla inançlı insanlar, kul hakkına inanan insanlar attığı her adımı mutlaka bilerek, inanarak atması lazım. Adalet. Bir insanın her gün evinden alınıp da bir taraflara götürülmesi çok kötü bir şey. Bakınız eskiden ben konferanslara çok giderdim. Demokrasinin nimetlerini anlatıyoruz. Demokrasinin nimetlerini anlatırken, birisi bir misal verdi: “Demokrasi şudur: Eğer bir sabah kapı erken saatte çalındığında, siz içinizde beni alıp götürmeye gelenler oluyor diye korkuyorsanız ve diyelim ki bu gelen KGB ajanları olsun. Lituanya’yı, Letonya’yı da bildiğim için oradan esinlenerek söylüyorum. Orada KGB zindanlarına gitmiştik biz. Ama kapıyı çalan sütçüyse orada demokrasi gelmiştir” dedi. Böyle bir şey olabilir mi? 

Geçenlerde adaletle ilgili bir şey duydum, Onu da anlatayım. Tabii başka bir ülkede geçen bir olay, bizimkilerle kesinlikle ilgisi yok, beşinci dünya ülkelerinden bir tanesinde. Adamın birisinin köpeği ölmüş. Köpeğini de çok seviyormuş. E, sevsin. Ben de kedimi çok severdim. Kedimiz öldüğü zaman ağabeyimle beraber onu bir gazete kâğıdına sardık, bir toprağın içerisine gömdük ve gözyaşı döktük. 70’li yıllarda, belki 70 yıl öncesinde olan bir hadise. Bizde akıl hastanesi vardır. Biz kedimizi çok severdik. Evde iki tane kedi vardı. Hiç köpek beslemedik, beslemeyi düşünmedik. Her neyse, adamın köpeği ölmüş. Gitmiş, Müslüman mezarlığına gömmüş. Şu densize bak sen. Git başka bir yere göm. Herkes görmüş. ‘’Bu adam herhalde kafayı kaçırdı. Ne işi var bu köpeğin bir Müslüman mezarlığında?’’ demişler. Adam, “Ben onu çok seviyordum. Bana vasiyet etmişti” demiş. Bak, bak, bak! “Ben ölürsem beni şu mezarlığa gömün diye bana vasiyet etmişti. Ben vasiyeti yerine getirdim” demiş. Bu adam iyice kafayı yemiş. Bağırmışlar, çağırmışlar. Gitmişler kadıya şikâyet etmişler. Kadı olunca tabii eskilerde geçtiği çok malum. Kadı, “Öyle denizlik mi olur? Getirin bu adamı, derakap muhakeme edeyim” demiş. Adamı getirmişler. “Ne oldu?” Adam, “Aynen böyle oldu. Çok severdim. O da beni çok severdi. Vasiyet etmişti, öldüğüm zaman beni şu mezarlığa gömün” demiş. Kadı, “Ulan köpek konuşur mu?” demiş. Adam, “Benimki konuşurdu,” demiş. “Ulan vasiyet eder mi? Adam, “Vasiyet etti,” demiş. Kadı “Alın bunu, 70 sopa vurun. Yarasını sarın, bir 70 daha vurun. Öbür tarafından bir 70 daha vurun. Kapıdan atın bu hergeleyi!” Adam tam kapıdan çıkarken ne demiş, biliyor musun? Bak, bu senin de işine yarayabilir. Adam, “Vallahi, ikinci bir vasiyeti daha vardı” demiş. “Neymiş o vasiyet? “Kadı Efendi’ye de 10 bin dirhem vermemi söylemişti.” Kadı, “Gel bakalım” demiş. Şu kadar bir kara kaplı kitap getirmiş. “Bu önemli bir şy,” demiş. “Bana köpeğini tarif et bakalım. Kulakları nasıldı, rengi nasıldı, o nasıldı, bu nasıldı?” Adam anlatıyor. Tabii işin sonunu söylemeden bir şey sorayım. Ben Kıtmir diyeceğim. Sen Kıtmir’in ne olduğunu biliyor musun? 

Bilmiyorum. 

Arınç: Allah iyiliğini versin senin. Sen de bilmezsen kim bilecek? Ashâb-ı Kehf vardır. Ben aslının Tarsuslu olduğuna inananlardanım. Ashâb-ı Kehf, yani uyku insanları. Uykuda beraber olanlar, uyku sahabeleri gibi. Bunlar Müslümanlık inancında değiller, ama inanmış bir kesim. Devletin otoritesi bunları asmaya kesmeye başlayınca bunlar bir mağaraya sığınmışlar. Mağarada 300 yıl kalmışlar. Altı tanesi erkek tabii. Mernuş, Debernuş, Kefeştetayyuş filan. Bak nasıl biliyorum bunları. Ama bir tane de köpek var. Adı Kıtmir. 300 sene sonra uyandırılmışlar. Allah’ın kudreti. Gidip bir yerde alışveriş yapmak isterken, bakmışlar, “Bu para geçeli 300 sene oldu,” demişler. O zaman uyanmışlar. Şimdi gelelim kadıya. İşte, filan mı, falan mı, falan mı, durmadan soruyor. İkide bir de defteri karıştırıyor, güya tarife uygun bir şey arıyor. “Arkadaşlar, durun. Bu köpek Kıtmir’in soyundan geliyor. O zaman o mezarlığa da gömülebilir. Sen de ikinci vasiyetini yerine getir bakalım” demiş. Bak ama son noktayı koymadım. “Kadıyı elde edersen adalet ölür. Adalet ölürse devlet ölür” demişler. Tabii bu çok geçmişte cereyan etmiş. 

Tabii, geçmişte cereyan etmiş.

Arınç: Kesinlikle. Yani bugün birkaç tane müstesna, böyle para pul işlerine girenlerin dışında, yargı camiası kesinlikle böyle şeyleri düşünmez ve yapmaz. Bu ümit içerisinde bugünkü programı bitirelim.

Evet. Çok sağ olun. Aklıma geldi. Yıllar önce ben daha ilk Refah Partisi çalışmaya başladığım zaman, İstanbul İl Örgütü Tarlabaşı’na giderken Ömer Hayyam’daydı, biliyorsunuz. 

Arınç: Evet, evet.

Oraya gider gelirdim, Erdoğan’ın İl Başkanı olduğu zamanlar. Orada ilk sizin adınızı birisi söylemişti. “Bizim bir hatibimiz var” demişti. O zamandan beri ben size takmıştım. Sonra ilk fırsatta tanıştık ve neredeyse 35 yıldır hakikaten… 

Arınç: Sizin kitaplarınız bize hep yol gösterdi. Bizim camiayı çok iyi biliyorsunuz. Sonradan yamama değil. Hem bilimsel açıdan hem de bunları yaşayarak. Ayet ve Slogan, diğer kitaplarınızın hepsini hatırlıyorum. Siz çizginizi hiç bozmadınız. Ben de bozmamaya gayret ediyorum. Erbakan Hoca, “Biz değişirsek kazanırız” diyenlere, “Biz aslında değişmezsek kazanırız’’ derdi. Yani 95’te birinci parti oluşumuzun altında, her zaman ve her yerde ilkelerimize sahip çıkmak oldu. Bizi o yetiştirdi, Tayyip Bey’i o yetiştirdi. Biz ona çok şey borçluyuz, ama siyasetteki yolunu takip etmemeye karar verdik. İlkeleri farklı. İlkelerine sonuna kadar sahibiz. Çünkü halk, dört defa partisi kapatılmış bir gruba hiçbir zaman iktidar şansını vermez. Nasıl olsa kapatılacak gözüyle bakar. Biz Türkiye’nin şartlarında Türkiye’nin partisi olarak hizmet etmek istiyoruz. Bunu yaptık. Bunun öncüsü de Recep Tayyip Erdoğan’dır. Yani o cezaevinden sonra bir milli kahraman haline gelmişti. O olmazsa biz eksik kalırdık. Ama onun yanında da biz olmazsak, o da Birlik Partisi’nin daha küçük bir nüansı gibi bir parti kurmuş olurdu. Biz birbirimizi tamamladık. ‘’Eşitler arasında birinci’’ sözünü ben bilerek söyledim. O temayüz etti ve güzel günlerde de çok güzel hizmetler yaptı. Gene ben ondan çok ümitliyim. O ümidi yaşatmak zorundayım. O yüzden başkaları gibi yağ çekmeden, onu yapmadan, bunu yapmadan şahsiyetli duruşumuzla onun tekrar bu ülkeye çok şeyler kazandırmasını arzu ediyorum.

Çok teşekkürler Bülent Bey. Evet, 2016 Ağustos yayınını hatırlıyorum, aynıyız, çok fazla değişmemişiz. Ama Türkiye çok değişti tabii. Evet, Bülent Arınç’la çok güzel bir sohbet yaptık. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.