Hatem Ete ile söyleşi: Erdoğan süreci ağırdan mı alıyor? 

Ruşen Çakır’ın konuğu Hatem Ete çözüm sürecinin mevcut durumunu, aktörlerin rollerini bu süreçte karşılaşılan zorluklarla beraber geleceğe yönelik risklerini yorumladı. Ete, çözüm sürecinin gidişatını olumlu değerlendirirken dikkat edilmesi gerekilen kritik noktaları vurguladı. 

Yeni çözüm süreci kapsamında PKK’nın fesih ve silah bırakma kararının ardından yürütülecek süreçte, gerekli yasal düzenlemeler için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu oluşturuldu. Ruşen Çakır’ın konuğu Hatem Ete, başlangıçtan bugüne olan bu sürecin umut verici olduğunu söyledi. Ete şöyle devam etti:

“Kötü gitmiyor, iyi gidiyor süreç. Baştan beri zaman zaman ritminin değişeceği belliydi ama bugüne kadar ki gidişat iyi gözüküyor. Bir yılı dolmadı, yakında dolacak. İmralı heyetinin kurulması, Öcalan’a ziyaretler… O günden bu yana da yaklaşık 2-3 ayda bir somut bir gelişme yaşandı. Dolayısıyla bu sürecin takvimi ve ana doğrultusuyla ilgili ciddi bir sorun gözlemlemiyorum. Bu riskler yok anlamına gelmiyor. Önümüzdeki dönemde riskler olabilir. Fakat bugüne kadar ki gidişatı genel anlamıyla olumlu buluyorum.”

Hatem Ete ile söyleşi: Erdoğan süreci ağırdan mı alıyor? 
Hatem Ete ile söyleşi: Erdoğan süreci ağırdan mı alıyor? 

AKP sürece mesafeli mi?

AKP’nin sürece MHP’ye kıyasla daha mesafeli durduğu yönündeki yorumlara katılan Ete, bunun nedenlerini şöyle açıkladı:

“AK Parti biraz MHP’ye göre de DEM Parti’ye göre de hatta CHP düzeyinde bir yerde duruyor. Çünkü AK Parti bir merkez partisi, kitle partisi. %10–15 ile yetinebilecek bir parti değil. İktidarını sürdürebilmesi için Erdoğan’ın seçimlerde %50’yi göğüslemesi gerekir. Bu nedenle Erdoğan temkinli davranıyor. PKK’nın silahsızlanma sürecinden emin olana kadar tamamen sürece angaje olmaktan imtina ediyor. Bunu bir siyasi gerçekçilik olarak görmek lazım. Öte yandan AK Parti kadroları da on yılın güvenlikçi dilinden çıkıp yeni döneme adapte olmakta zorlanıyor. Kapasite eksikliği de var. Dolayısıyla parti sahaya ağırlığını koymuyor.”

Komisyon toplantısında tartışma çıktı, DEM Partililer tepki olarak salonu terk etti
Hatem Ete ile söyleşi: Erdoğan süreci ağırdan mı alıyor? 

“Demirtaş kamuoyu için kritik”

Ruşen Çakır’ın “Öcalan örgütü bağlar ama kamuoyuna hitap edemez. Demirtaş ise kamuoyuna hitap eder. Buna katılıyor musun?” sorusu üzerine Ete şöyle yanıt verdi:

“Öcalan örgüt üzerinde bağlayıcılığını kanıtladı. Fakat Türkiye kamuoyunda hitap edebilecek bir aktör değil. Hem fiziksel kısıtlıkları hem de toplumsal önyargılar var. Demirtaş ise farklı. Uzun yıllar partinin genel başkanlığını yaptı. Cumhurbaşkanı adayı oldu. Toplumun birçok kesiminin kulak kabarttığı bir siyasetçi. Özellikle CHP tabanına güven verecek bir isim. Dolayısıyla Demirtaş gibi aktörlerin sürece dahil olması önemli.”


Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler, iyi hafta sonları. ‘’Çözüm süreci,’’ ‘’barış süreci’’ ‘’Terörsüz Türkiye’’ süreci veyahut Cengiz Çandar’ın tabiriyle sadece ‘’süreç.’’ Tabii ki gündemde CHP çok fazla yer tutuyor ama bu konuyu konuşmakta yarar var ve konuşmaya devam ediyoruz. Ankara Enstitüsü Başkanı Hatem Ete ile bunları konuşacağız. Hatem, merhaba. 

Hatem Ete: Merhaba. 

Seninle her ay PANORAMATR’nin araştırmalarını konuşuyoruz ve onun içerisinde süreç de son dönemde bayağı bir yer tutuyor. Onları da konuştuk. Ama siz Ağustos ayı araştırmasını pas geçtiniz. Eylül ayının araştırmasını yapıyorsunuz, ekim ayı başında da onu konuşacağız. Seninle PANORAMATR’nin araştırmasını konuşamadık, ama senin çok hâkim olduğun bu konuyu başlı başına konuşalım istedim. Hatta dün DEVA Partisi’nden, Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu üyesi Mehmet Emin Ekmen ile yaptığım yayında, önümüzdeki komisyon toplantılarının birisine senin de katılacağını söyledi. Ben de ‘’o zaman Komisyondan önce Hatem’i hemen biz sorguya çekelim” dedim. Nasıl gidiyor süreç? 

Ete: Kötü gitmiyor, iyi gidiyor süreç. Baştan beri biraz zaman zaman ritminin değişeceği belliydi tabii. Ama bugüne kadarki gidişatı olumlu görüyorum. Bir yılı dolmadı, 11. ayın içindeyiz; yakında bir yılı dolacak. Aralık ayına kadar da sadece ‘Bir zemin var mı yok mu? Devlet Bahçeli bu açıklamayla, bu jestlerle ne yapmak istiyor?’’ onu anlamakla geçti. Dolayısıyla, aslında aralık ayında başlayan bir süreçten bahsediyoruz. İmralı heyetinin kurulması, Öcalan’a ziyaretler vesaire. O günden bu yana da yaklaşık olarak iki, üç ayda bir, somut bir gelişme yaşandı. Şimdi Meclisin yaz tatilinde olması nedeniyle biraz süreçle ilgili gelişmeler yaşanmıyor gibi görünüyor. Çünkü temmuz ayındaki silah bırakma töreninden sonra temel mesele, bir yasal düzenlemenin gerçekleştirilmesiydi ve o yasal düzenlemeye paralel olarak, süreç içerisinde PKK’nın silahlarını bırakması safhasına gelmiştik. Meclis tatilde olduğu için, bu ara, biraz Meclis komisyonunun çalışmaları bağlamında süreçle ilgili nabzın atmaya devam etmesini sağlamakla geçirildi. Ama bildiğim kadarıyla, bu arada da gelen haberler yanlış değilse, silah bırakmaya yönelik hızı güvenlik bürokrasisini tatmin etmese de bir süreç ilerliyor. İmralı’yla heyet arasında, DEM Parti arasında görüşme trafiğinde de bir aksama yok. Bütün bunları göz önünde bulundurduğumda, sürecin takvimi ve ana doğrultusu ile ilgili ciddi bir sorun gözlemlemiyorum. Bu, riskler yok anlamına gelmiyor. Önümüzdeki dönemde riskler olabilir, ama bugüne kadarki gidişatı genel anlamıyla olumlu buluyorum. 

İlginç. Genellikle çok içeriden insanlara da sorduğumda, mesela DEM Partililer de bir hayli sıkıntıdan, duraksamadan bahsediyorlar. Suriye meselesine birazdan geleceğiz; en sona sakladığım en önemli meselelerden birisi o. O konuyu da dile getiriyorlar. Ama bir de şöyle bir şey var: Dünkü yayında Ahmet Şık da bunu söyledi. Sezgin Tanrıkulu da benzer bir şey söyledi. Baştan beri konuşulan bir husus bu. Ahmet de, Sezgin Tanrıkulu da, “AK Partililer komisyonda çok fazla bir şey yapmıyor” diyor. Yani AK Parti topa çok fazla girmiyor, ama öte yandan, MHP çok fazla giriyor. En son, Feti Yıldız, “Öcalan’la bir heyet görüşsün çağrısı yaptı” mesela. O baştan beri söylenilen, “Bahçeli bu konuya daha angaje, ama Erdoğan daha tereddütlü” meselesi, sence doğru muydu ve hâlâ geçerli mi? 

Ete: Başlangıcı itibariyle doğru olduğunu düşünüyorum bu tezin. Yani Bahçeli’nin ekim ayında, özellikle 22 Ekim’den itibaren doğrudan adres ve aktörü işaret ederek bir sürecin fitilini ateşlemesi, Erdoğan’la üzerinde konuşulmuş, tartışılmış mutabakata varılmış bir sürecin deklarasyonu olarak gelmiyordu bana. Seninle birkaç defa yayınlarda da konuştuk. O dönemde AK Parti, Bahçeli’nin bu süreci başlatma inisiyatifinden biraz tedirgin oldu ve anlamaya çalıştı. Onun da ötesinde, bence sahici bir endişesi de vardı o dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AK Parti’nin. Daha önceki süreci yürütmüş ve nihayete erdirmemiş bir aktör olarak, ‘’bu sürecin başarılı olması için uygun koşullar var mı yok mu?’’ üzerinden bir tereddüt yaşandı o dönemde. Fakat Aralık ayında Suriye’de yaşanan gelişmeler bu fotoğrafı değiştirdi diye düşünüyorum. Çünkü Bahçeli’nin başlarda süreci dile getirirken referans verdiği en önemli duygu, endişeydi. Yani ‘’bir tehdit algısı var. İsrail’in bölgesel jeopolitikte tetiklediği gelişmeler Türkiye’yi tehdit ediyor ve bu tehdide karşı bir çare olarak bizim bu meseleyi çözmemiz lazım’’ duygusu daha hâkimdi. Aralık ayı Türkiye için sadece tehdit değil, fırsatların da olabileceğine yönelik bir bağlam üretti. Ben, ondan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sürece daha çok ikna olduğunu, süreci yönetmeye karar verdiğini düşünüyorum. İmralı heyetinin oluşması, MİT’le Öcalan arasında görüşmelerin başlaması ve sürecin, bugün bildiğimiz anlamıyla devletin bürokrasisini, devletin mekanizmalarını süreci yönetmeye angaje etmesinin miladı olarak, aralık ayında Suriye’de yaşanan rejim değişikliği olduğunu düşünüyorum. Esad’ın düşmesi ve Türkiye’ye daha yakın bir yönetimin Suriye’ye hâkim olması. Bu, biraz SDG’nin de, PKK’nın da bölgesel etkisini sınırlandıran, psikolojik üstünlüğünü zayıflatan bir bağlam ürettiği için, Türkiye de bu meseleye daha inandı, bu işin olabileceğini gördü. 

Şimdi o günden bu yana, ben de aynı şeyi gözlemliyorum. AK Parti, MHP’ye göre de, DEM Parti’ye göre de neredeyse, Mecliste grubu bulunan CHP düzeyinde bir yerde duruyor. Yeni Yol Grubu’nun da gerisinde duran bir tavırla yaklaşıyor. Bunu nasıl yorumlamamız gerektiği üzerine kafa yorarken, birkaç dinamiği görüyorum. Birincisi, AK Parti, DEM Parti’den ve MHP’den farklı olarak bir merkez parti, kitle partisi. Kitle partisi olduğu için de sağlam ve garanti bir oy tabanına sahip değil. Dolayısıyla, siyasal yanlışları, hataları seçimlerde kendisine maliyet çıkarabilir. İkincisi, %10-15’le yetinebilecek bir parti de değil. İktidarını sürdürebilmesi için, Erdoğan’ın seçimlerde %50’yi göğüslemesi gerekir. Bu iki dinamik dolayısıyla, Erdoğan’ın biraz daha temkinli davrandığını düşünüyorum. En azından, sürecin toplumsal mobilizasyonunu sağlamada, ayağını yere sağlam basma ihtiyacı hissediyor diye görüyorum. PKK’nın silahsızlanma sürecinden emin olana kadar, tamamen sürece angaje olmaktan imtina ediyor diye görüyorum. Bunu biraz bir siyasi gerçekçilik ve temkinlilik olarak görüyorum. Bunu, sürecin doğasına yönelik bir endişe olarak okumuyorum açıkçası. En azından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsında. Çünkü söylemlerine baktığın zaman, bir taraftan da aslında çok vurgulu, çok altı çizilebilecek ciddi desteklerde de bulunuyor sürece. Yani, “Bizim iktidarımızın en önemli eseridir bu süreç” diyor. Dolayısıyla, ben Erdoğan’ın meseleye bakışında bir temkin ya da tedirginlik görmüyorum. Ama AK Parti’nin sahaya ağırlığını koymamasını da, %50 oranında kitle partisi olması ve sürecin nereye gideceğine emin oluncaya kadar risk almamasıyla ilişkilendiriyorum. 

İkincisi, %50 mi deriz buna, %40, 30 mu deriz, orada da meseleyi, son 10 yıllık güvenlik politikası, güvenlik söylemi, beka endişesiyle, Cumhur İttifakı’nın ideolojisine alışmış bir kadronun, hızlıca kendisini yeni döneme adapte etmesindeki zorluklarla biraz ilişkilendiriyorum. Daha önceki süreci göğüsleyen, bunu kamuoyunda dile getiren kadroların kelime dağarcığıyla, bugünkü kadroların dağarcığı aynı değil. O da, bu meseleye dönerken biraz kekremsi bir şey oluşturuyor diye görüyorum; AK Parti kadroları adapte olmakta zorlanıyor. Belki bir nebze de kapasite eksikliğinden bahsetmek mümkün. AK Parti uzunca bir süredir, güçlü, kurumları çalışan, organları çalışan, toplumu mobilize eden, siyasi bir programı olan, bu programla toplumla etkileşim kuran bir parti olmaktan uzaklaştı. Daha çok, kendisini organizasyonel yetkilerle, işlevlerle sınırlandırıyor. Dolayısıyla, bütün bunlar bir araya geldi gibi görüyorum. Yani %50’yi ilk unsuru olarak görüyorum, ama politikasını değiştirse ve ‘’biz artık bu süreci sahiplenmeliyiz’’ diye düşünse bile, bu sonradan bahsettiğim iki dinamiğin mahzurları yine yaşanacak diye okuyorum. 

Peki, toplumsal destek boyutuna bir bakalım. Seninle daha önce yaptığımız yayınlarda genellikle şöyle bir tablo çıkıyordu, yanlışım varsa düzelt. Yüzde 60 ve üzeri, süreç için “Çok iyi olur” diyordu. Ama “Süreç başarılı olur mu?” sorusuna %40 civarı ‘’evet’’ geliyordu. Yani isteyen çok, ama güvenen az gibi bir şey vardı. 

Ete: Çok doğru. 

Bu, sürüyor mu? Kamuoyunun buradaki sorunu ne? Kimseleri niye böyle düşünüyorsun diye dövemezsin. Bunu anlamaya çalışmak lazım. Yani, “Olsun” diyor, ama “Olacağa benzemiyor” da diyor. Nedir bu? Siz bunu araştırmalarda bunları daha fazla tahlil etmişsinizdir, aranızda tartışmışsınızdır. 

Ete: Aynı oranlar Eylül ayındaki araştırmamızda da yansıdı aslında. Belki Ekim ayındaki PanoramaTR programında da konuşuruz bunu. Bu ay biz de toplumsal destekte bir azalma olup olmadığını merak ediyorduk. Çünkü ağustos ve eylül aylarında, kamuoyuna yansıyan pek çok endişe, karşılıklı suçlamalar yaşandı. Özellikle de Suriye bağlamında. Dolayısıyla bu, toplumun sürece desteğinde, bakışında bir değişime yol açtı mı diye merak ediyorduk biz de. Gelen ilk rakamlar, temmuz ve haziran ayındaki destek oranının olduğu gibi sürdüğünü gösteriyor. Yani senin de özetlediğin gibi, sürece destek, genel itibariyle %55 ile 60 arası bir yerde duruyor destek. Fakat, “Bu iş nihayete erer mi? PKK silah bırakır mı?” diye sorduğumuzda, bu, %40’ların altında bir yerde, 35 ila 40 arası bir yerde duruyor. Şimdi bunu nasıl yorumlamamız lazım? Birincisi, bunun biraz önce bahsettiğimiz konuyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Yani AK Parti’nin ağırlığını koymaması, sahayı neredeyse tamamen MHP ve DEM Parti’nin çalışmasına bırakması, toplumda mobilizasyon zayıflığı yaratmakta etkili oluyordur diye düşünüyorum. Çünkü AK Parti’nin toplumu mobilize etme gücü var. Belki CHP de AK Parti ile beraber sürece destekte biraz daha kararlı, biraz daha istekli dursa, bu meselenin başarılı bir şekilde sonuçlanacağına yönelik kanaat daha da güçlenir. Ama CHP ile ilgili meselede de başka bir problem var. Bence, CHP’nin sürekli yargı operasyonlarıyla baskı altına alınması, gündemi, neredeyse tamamen kendisini ve belediye başkanlarını yargı süreçlerinden kurtarmaya hasreden bir teyakkuz hâlinde siyaset yürütmesi ve mesaisini başka meselelere ayıramaması da bunda negatif bir rol oynuyor. Muhtemelen CHP tabanı da bir yandan, çözüm sürecinde samimi olan bir iktidarın CHP’yi bu kadar hırpalamayacağını düşünüyor. Dolayısıyla burada, CHP tabanı nezdinde bir inandırıcılık sorunu oluşuyor diye okumak gerekir. 

Üçüncü olarak da, diğer süreçlerin, çözüm ve açılım süreçlerinin akamete uğraması dolayısıyla, toplumun PKK’ya yönelik de ciddi bir güvensizliği var. Dolayısıyla, bu Suriye meseleleri gündeme geldikçe de kendi zihnindeki o endişelerin doğrulandığını düşünüyor ve, “Evet, yine bir süreç yürütüyoruz, ama bir şekilde PKK yine Amerika’yla, İsrail’le işbirliğini sürdürerek, bu işbirliğini derinleştirerek, en nihayetinde bu süreci akamete uğratacak ve gerçek anlamda silah bırakmayacak” diye düşünüyor. Dolayısıyla, bu üç dinamik de bu meselede etkili oluyor diye düşünüyorum. 

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Bu yasal düzenlemeler konusunda da, İmralı ile ilgili taleplerinin biraz yavaşlatılması, zamana yayılması konusunda devletin ya da iktidarın yaşadığı temkinlilik, tereddüt de biraz da bununla ilişkili diye düşünüyorum. Başta süreç öyle kurgulanmıştı çünkü. Bu sürecin diğer süreçlerden farklarından biri şu olacaktı: PKK silah bırakacak, silah bıraktığını gösterecek. Silah bıraktığının gösterilmesi sonrasında yasal düzenleme de, Öcalan’ın İmralı’daki koşullarının iyileştirilmesi de, görüşme trafiğinin kolaylaştırılması da çok daha rahat olacaktı. Çünkü o zaman toplumsal destek yüksek olacaktı. Bu toplumsal desteği gören bir siyasal iktidar da muhtemel riskleri üstlenmeye razı olacaktı. Şimdi, özellikle Suriye bağlamında yaşanan tartışmalar, iktidarın, ‘’biraz önümü göreyim, gerçekten ne olacağını bir görelim. Toplum da buna ikna olsun. Bu süreçte bu adımları da öyle atalım’’ gibi bir temkinliliğe yatırım yapmasına yol açıyor. Dolayısıyla, biraz hem o güven eksikliği hem de bu güvenin, yani senin baştaki soruda sorduğun üzere, benim iyimserliğimin kamuoyuna yansımamış olması, kamuoyunun meseleyi henüz tam anlamıyla böyle görmemesinin ürettiği bazı problemler var aslında. 

Ben geçenlerde yazdığım yazıda, “Öcalan’ın Demirtaş’a Demirtaş’ın Öcalan’a, sürecin ikisine de ihtiyacı var” dedim. Şöyle ki: Öcalan olmasa, örgüt silah bırakma, kendisini feshetme kararı alamazdı. Öcalan onun için çok kilit bir rol oynuyor. Ama Öcalan Türkiye’de kamuoyuna süreci pazarlayabilecek bir isim değil. 

Ete: Çok doğru.

Kürt hareketi adına, Kürt olmayan kamuoyuna seslenecek insan ihtiyacı var. Ve bu anlamda, daha önceki tecrübelerden hareketle ilk akla gelen, her ne kadar sonra birtakım şeytanileştirme girişimleri olsa da, bence hâlâ Selahattin Demirtaş. Bilmiyorum katılıyor musun? Şu andaki DEM Parti kadrolarına baktığımız zaman, genel kamuoyu tarafından bilinen, benimsenen, söylediğine kulak kabartılan kimse pek yok. Dolayısıyla, bu sürecin kamuoyu ayağının inşasında, Kürt hareketinden kalkıp, karşı tarafa seslenecek, ama söylediği ciddiye alınacak insan ihtiyacı var sanki. 

Ete: Çok doğru. Öcalan ile Demirtaş farkıyla ilgili söylediğin şeyler de doğru, ben de böyle düşünüyorum. Öcalan’ın örgüt üzerinde gücü ve bağlayıcılığı konusundaki endişeler ortadan kalktı. Yani süreç başlarken, ‘’Öcalan kendisine yüklenen bu güce sahip mi?’’ tartışmalarını bitirdi aslında. Dolayısıyla, o konuda bir şüphe yok. Ama Öcalan özellikle Türkiye kamuoyu açısından hem konuşma kısıtlarına sahip hem de psikolojik bariyerler var kendisiyle ilgili olarak. Dolayısıyla, bulunduğu fiziksel koşullar nedeniyle de bu işlevi yerine getiremez. Kendisine yönelik toplumsal önyargılar dolayısıyla da doğru bir aktör değil. Yani, Türkiye’deki bu psikolojiyi dağıtabilecek bir kapasiteye sahip değil. Ama Demirtaş daha önceden uzunca yıllar bir partinin Genel Başkanlığını yapmış, Cumhurbaşkanlığı adaylığı yapmış ve bu adaylık sürecinde de ciddi oy almış, toplumun birçok farklı kesiminin kulak kabarttığı bir siyasetçi. Yoğunlukla, muhalefet ekseninde etkisi çok daha fazla. Ama zaten bugün süreçle ilgili temel kaygılara sahip olan kesim de daha çok CHP’nin tabanı gibi gözüküyor. Sayıya vurduğun zaman, en büyük çoğunluk onlar. Dolayısıyla, Demirtaş’ın hem rahatlıkla kamuoyuna seslenebilme kapasitesi nedeniyle, hem de toplumla Demirtaş arasında bu tür psikolojik bariyerler olmaması sebebiyle, ona ve onun gibi isimlere ihtiyaç var. 

Ama ben temelde, aslında kamuoyunun bu sürece bakışında çok ciddi bir yanlış okuma olduğunu görmüyorum. Toplum sürece destek veriyor. Bu imkâna, bu ihtimale yatırım yapıyor. Buradaki temel mesele, süreçlerin aksadığı, süreçlerde karşılıklı suçlamaların ya da ilan edilen takvimlerde bir gecikme yaşandığı durumlarda, toplumun inancının zedeleniyor olması. Bu inancın zedelenmesi meselesini de, sürece destekte bir yavaşlamaya, sürece destek veren siyasal partilerin oy oranında bir gerilemeye yol açmadığı müddetçe, sürecin ilerleyişinde ciddi bir pürüz olarak okumamak lazım. Nihayetinde, inanç dediğimiz şey bir kanaat. ‘’Bu süreç başarıya ulaşır mı, ulaşmaz mı?’’ kanaati. Sürecin takviminin iki ay gecikmesi dolayısıyla inançta bir sarsılma yaşanır. Ama iki ay sonra eğer süreç kendi mecrasını tekrar bulursa, somut adımlar atılırsa, bu inanç kolaylıkla tazelenir. Burada bütün ağırlığı da bir söyleme ya da güvenilir aktörlerin sürecin savunuculuğunu yapmasına da yüklememek lazım. Burada somut bazı adımların atılmasına ihtiyaç var. O somut adımlar atıldığında, bu inancın kendiliğinden tazeleneceğini ve güçleneceğini düşünüyorum. 

Toplumun bu sürece bakışında asıl dikkat etmemiz gereken şey, bence en önemli mesele, birincisi, sürece destekte genel bir gerilemenin yaşanması. İkincisi de, süreci omuzlayan, öncülüğünü üstlenen aktörlerin oy oranında bir düşüşün yaşanması. Bunlar olduğu zaman, özellikle iktidar partisi açısından, aktörlerin sürece desteklerini çekme riskleri belirir. O zaman çok daha fazla tedirgin olabilir. Özellikle de iki merkez parti olan CHP ve AK Parti açısından, bunu bir risk olarak okuyorum. Ama şu anda böyle bir durum yaşanmıyor. Henüz sürece destekte de bir azalma yok, sürece destek verdiği için siyasal partilerin oy oranında da bir düşüş yaşanmıyor. Böyle olmadığı müddetçe, ben, toplumsal ayak kısmını henüz gözetmemiz gereken bir sorun olarak görmüyorum. Orada destek yüksek çünkü. 

Peki, komisyona da kısaca bir değinsek. Sen de yanılmıyorsam haftaya orada Ankara Enstitüsü adına sunum yapacaksın, soruları cevaplayacaksın. Komisyon şu âna kadar sadece dinliyor. Geçenlerde yaşanan bir tartışma dışında pek bir olay olmadı. İlk kuruluşunda birazcık ilginçlikler oldu. Sanki, komisyon çok fazla bir heyecan katmıyormuş gibi sürece. Ne dersin? Haksızlık mı yapıyorum? 

Ete: Doğru. Komisyon bir heyecan ve motivasyon oluşturma konusunda ciddi bir katkıda bulunmadı. Ama komisyona yüklenen işlev bu muydu, ondan da emin değilim. Mesela daha önceki süreçte âkil insanlar heyetine yüklenen anlam, biraz toplumsal mobilizasyonu sağlamaktı. Çünkü gidip sahada, bölgede, sürece yönelik endişeleri olan kesimlerle sıcak karşılaşmalar yaşanıyordu. Dolayısıyla her an tansiyonun canlı olduğu bir süreçti o. Zaten bu soğukkanlı ve resmi bir süreç. Meclisin yerini tam bilmediğim bir salonunda, milletvekillerinin yer aldığı oldukça resmi toplantılar serisi düzenleniyor. Buradan bir heyecan çıkması beklenilmiyordu. Yüklenen bazı işlevler vardı komisyona. Ben o işlevlerini yerine getirmekte henüz bir zaaf oluşturduğunu gözlemlemiyorum. Birincisi, bir siyasal taban genişletme ihtiyacı vardı; süreci destekleyen siyasi partilerin gerçekten süreci destekleyip desteklemediklerinin kayda geçirilmesi anlamında bir geniş konsensüs kuruldu. CHP’nin buraya katılmaması ciddi bir riskti. O risk de CHP’nin talepleri yerine getirilerek karşılandı. Dolayısıyla, o geniş tabanlı siyasal destek kısmı sağlama alındı. 

İkincisi, bir yasal düzenleme gerçekleştirilecek. O yasal düzenlemeye sadece iktidar kanadındaki partilerin meclisteki sayısı yeterli aslında. Ama toplumsal meşruiyetin ve desteğinin artması için ‘’siyasal taban ne kadar geniş olursa o kadar iyi olur’’ düşüncesiyle, biraz maliyet dağıtma, muhalefete de biraz sorumluluk ve maliyet yükleme, bir ön hazırlık yapma amacıyla komisyon kurulmuştu. O konuda da henüz bir zaaf yok. Zaten başta ilan ettikleri takvimde, eylül ayının sonlarına doğru yasal düzenleme hazırlıklarına başlayacakları söylenmişti. Üçüncüsü, benim asıl, ismi konulmayan ama en belirleyici işlev olarak gördüğüm işlevlerden birisi, Meclisin tatilde olduğu bir dönemde, PKK’ya ve kamuoyuna, “Bu süreç aksamadı. Devlet üstüne düşeni yapmaya devam ediyor. Bisiklet dönüyor” duygusu vermek üzere komisyona yüklenen işlevdi. O işlevini de yerine getirdi komisyon. Yani tatile gitmedi, haftada iki defa üyeler toplandı. Türkiye’nin birçok yerinden insanlar çağrıldı, görüşmeler yapıldı. Bir de, yine kamuoyuna söylenilmeyen, ama benim yine ısrarlardan, komisyonun asli işlevlerinden biri olduğunu düşündüğüm, komisyonun Öcalan’la görüşmesi meselesi var. Yani özellikle Öcalan’ın ve DEM Parti’nin komisyona yüklediği en önemli işlevlerden birisi, bir şekilde Öcalan’ın resmi olarak muhatap alınması, Meclis üzerinden bir muhataplık ilişkisinin kurulmasıydı. Onunla ilgili de tartışmalar devam ediyor. Şimdi ibre pozitife doğru dönüyor. Dolayısıyla, komisyon aslında başta kendisine yüklenen işlevleri yerine getiriyor. Bizim bunda bir heyecan aramamamız gerekir. Yani işlevlerini yerine getiriyorsa, komisyon çalışıyor demektir. Ben şu na kadar çalıştığını gözlemliyorum. Bir aksaklık görmüyorum. 

Suriye’yi yine en sona bırakacağım. Ama şunu sormak istiyorum: Suriye dışında, sence önümüzdeki dönemde bu sürecin önündeki en büyük zorluklar nedir? Yani şimdi Öcalan örgüte talimat verdi. Örgüt de gereğini yaptı, fesih kararı aldı. 11 Temmuz’da silahları da yaktı. Ama devletten adım bekliyorlar devletten. Geçenlerde Devlet Bahçeli de kayyum meselesinde çok net bir çıkış yaptı. Ama şimdi adımların atılması ve bir şeylerin oluyor olduğunu görmek gerekiyor herhalde. Anladığım kadarıyla örgüt, “Biz girişimi yaptık, şimdi devletten bir adım bekliyoruz” gibi bir yerde duruyor. Bu bir soruna yol açabilir ama, değil mi?

Ete: Açabilir. Ben, her hafta kamuoyuna yansıyan taleplerin, suçlamaların, süreç önünde ciddi bir risk oluşturduğunu düşünmüyorum. Psikolojik olarak bir sorun bu. Karşılıklı güven eksikliği topluma da yansıyor. Toplum bundan yanlış mesajlar alıyor. Bunun olmaması gerekir, o ayrı mesele. Ama bunlar sürecin gidişatını doğrudan etkileyen sorunlar değil. Bunlar biraz, karşılıklı baskı kurma ve o baskıyla yol alma meseleleri. O anlamda, mesela Öcalan’ın İmralı’daki koşullarının iyileştirilmesi ile ilgili bir gecikme mi yaşanıyor? DEM Parti’nin bu haftaki söylemlerinden birisi buydu. Bunu, sürecin doğası, esası ile ilişkili bir mesele olarak görmüyor. Düzenlemenin tam çıkarılmaması, yasal düzenleme konusunda yaşanacak muhtemel aksaklıklar, yani yasal düzenlemenin çerçevesinin, biçiminin, içeriğinin, silah bırakmış bir PKK’nın topluma entegre olmasını sağlayacak bir kapasiteye sahip olmaması, benim yakın dönemde en önemli risk olarak gördüğüm temel somut mesele bu. Bununla ilişkili olabilecek, buradaki takvimi etkileyebilecek ikinci en önemli risk de, senin de bahsettiğin Suriye meselesinin nasıl ele alınacağı meselesi. Böyle bakıldığında, Suriye meselesi, meseleyi ele alma tarzında yapılacak bir farklılıkla, kolaylıkla sorun olmaktan çıkarılabilir gibi görüyorum. Ama bu yasal düzenleme konusunu çok daha esaslı ve doğrudan PKK’nın silah bırakma sürecini etkileyecek bir başlık olarak görüyorum. Eğer bu konuda bir aksaklık yaşanırsa, PKK’nın silah bırakma süreci aksar. Araya bir şeyler girer. Karşılıklı baskılarla sonraki dönemlerde yine bir yol bulunabilir. Ama burada yaşanabilecek aksaklık, işin gidişatını bozar. Bu sürece yönelik, ‘’suhuletle gidiyor, iyi gidiyor’’ bakışını zedeler diye düşünüyorum. Asıl aksamanın en önemli duraklarından birisinin bu yasal düzenleme faslında yaşanacağını düşünüyorum. 

O zaman, Suriye ile olayı toparlayalım. Son günlerde, en azından birkaç gündür, Erdoğan’dan ve Hakan Fidan’dan Suriye konusunda sert çıkışlar gelmiyordu. Ama son gelen çıkışlar genellikle sert üsluptaydı. En son İbrahim Kalın’ın Suriye’de eş-Şara ile görüştüğünü biliyoruz. Orada sanki bir şeyler kilitlenmiş gibi duruyor. Çözülebilecek mi? Ankara, Suriye’de, Suriye’nin kuzeydoğusundaki gelişmeleri bir tehdit olarak göreceğini söyledi. Bunu birkaç kere ısrarla vurguladı. Oraya yönelik bir müdahale olması durumunda, bunun, Türkiye’deki süreci açıkçası berhava edeceğini düşünüyorum. Ne dersin? Çözülebilecek mi? Yoksa bu bayağı bir zaman alacak. O durumda, alacak olan zaman da Türkiye’deki sürecin gidişatını yavaşlatır herhalde. 

Ete: Doğru. Şu anda da sürecin kimyasını etkileyen en önemli dinamiklerden birisi Suriye. Suriye’deki gelişmelerle Türkiye’deki süreç arasında bir ilişkinin olmadığını iddia etmek zor. Bu iki süreç birbiriyle ilişkili. Başından itibaren de böyleydi. Hatırlarsan, daha önceki sürecin akamete uğramasına neden olan en önemli dinamiklerden birisi de yine Suriye meselesiydi. Dolayısıyla, bu risk bugün için de geçerli. Fakat buradaki mesele şu: Suriye’nin takvimiyle Türkiye’nin takvimini örtüştürmek zor. Suriye’de işlerin rayına oturması için Türkiye tek belirleyici aktör değil. Suriye yönetiminin, etrafına güven veren bir güçlü devlet yapılanmasını sağlaması için de zamana ihtiyacı var. Kurumlar henüz tam olarak inşa edilmemiş. Anayasa meselesi henüz çözüme kavuşturulmamış. İdari sistemle ilgili tartışmaların zamana yayılmasından başka çare yok. Dolayısıyla, iki tane çok önemli imkânsızlık var. Birincisi, Türkiye orada değil. İkincisi de, oranın durulması için bir zamana ihtiyaç var. O zamanı Türkiye’deki hıza adapte etmek zor. Hâl böyleyken, benim kanaatim, Türkiye, diplomatik düzeyde ya da söylem düzeyinde Suriye ile Türkiye’yi birbirinden ayırmadan, bu ilişkiselliği sürekli hatırlatarak, altını çizerek kendi tezlerini sürdürmeye devam edebilir. Ama Suriye’deki gelişmeleri, Türkiye’deki çözüm sürecinin bir ön koşulu hâline getirmemeli diye düşünüyorum. Eğer Suriye’yi Türkiye’deki sürecin bir önkoşulu hâline getirirse, sürecin takvimi de yavaşlar, süreç bir yerde sabote de olabilir. Bunu pragmatik olarak da doğru görmüyorum. Burada pragmatik bir siyasal yaklaşım, kendi tezlerinden, bakışından taviz vermeden, o iddialarını koruyarak ne kadar kazanım sağlayabilecekse o kazanımları elde etmeye yönlendirmek olur. Türkiye’de PKK silah bırakmaya hazır görünüyor. Bunun için de bir sürü girişim sürdürülüyor ve süreç rayında gözüküyor. Takvim de istenilen hızla sonuçlandırılabilir. Dolayısıyla, PKK’da silahsızlanmayı sağlayıp, Türkiye sahasını sağlama aldıktan sonra, Türkiye’nin Suriye’ye dönüp, oradaki iddialarının içine ağırlığını koymasının önünde bir engel yok. Bu daha pragmatik ve tedrici bir süreç olur. Ama, ‘Hayır, bir yasal düzenleme yapmam. Suriye’de işler düzelmedikçe, PYD kendisini feshedip, SDG kendisini feshedip yönetimle bir anlaşmaya varmadıkça Türkiye’deki işi de çözüme kavuşturmam’’ tezi Türkiye’nin zararına bir tez olur diye düşünüyorum. Türkiye orayı tehdit olarak görmeye devam edebilir, bunda bir sorun yok. Ben bunun da değişmesi gerektiğini, bunun da silahlı bir PKK konjonktüründe dile getirilen bir bakış olduğunu düşünüyorum. Silah bırakmış bir PKK’nın Suriye’deki yaklaşımı da farklı olur. Türkiye’nin de oradaki yapılanmaya bakışı da farklı olabilir. Onun için, önce Türkiye’deki PKK’yı silahsızlandırıp, bunun doğuracağı imkânları gördükten sonra Suriye ile ilgili iddialara bir zaman tanımak, baskıyı belli bir zamana yaymak, Türkiye için daha doğru ve pragmatik olur diye düşünüyorum. Aksi takdirde, dediğin gibi, Suriye en önemli risk olmaya devam ediyor. 

Çok teşekkürler, Hatem. Bayağı kapsamlı bir yayın oldu. Artık bu yayının deşifresini haftaya gittiğin zaman komisyonda okursun, ayrıca hazırlık yapman gerekmez. Çok sağ ol, eksik olma. Çok teşekkürler. 

Ete:  Sen de sağ ol. İyi yayınlar. 

Evet, Ankara Enstitüsü’nden Hatem Ete ile, süreci bütün boyutlarıyla konuştuk. Benden bile daha iyimser bir konuğa sahip olmak beni de mutlu etti açıkçası. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.