Ruşen Çakır ile Kemal Can, Haftaya Bakış’ın bu bölümünde Meclis açılışında öne çıkan fotoğrafları, Erdoğan’ın ABD gezisini ve yeni Gazze planını ele aldı. Bu haftanın gündemini değerlendiren Çakır ile Can, güncel durumu yorumladılar.
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) 28’inci Dönem, dördüncü yasama yılı faaliyetlerine Atatürk Anıtı’na çelenk konuşması töreni ve ardından Genel Kurul’da AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmasıyla başladı. Yasama yılı açılış programı, saat 19.30’da Erdoğan’ın da katıldığı resepsiyon ile devam etti.
Erdoğan mermerli salonda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, DEM Parti Eş Genel Başkanları Tuncer Bakırhan ile Tülay Hatimoğulları, Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan, Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ve DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ile de bir araya geldi. Gecenin ardından tepki çeken görüntüler ortaya çıktı.
Ruşen Çakır, “Fotoğraflar için pek çok insan altılı masaya atıfta bulunarak, ‘Meral Akşener ve Kemal Kılıçdaroğlu eksik’ dediler” diye yorumladı.
Meclis açılışından fotoğraflar: CHP’nin bu görüntülerde eksik olması nasıl yorumlanıyor?
Çakır, bu yalnızlığın iyi yönetilmemesi durumunda tehlikeye dönüşebileceği konusunda uyardı. Ruşen Çakır, “Erdoğan CHP’nin dışındaki partileri gerçekten yanına alıp ve bir de CHP’yi de içinden bölme çalışmalarını etkili bir şekilde devam ettirirse bu yalnızlık, yalnız başına kalmak ve kolay lokma olmak anlamına da gelebilir” diye konuştu.
Kemal Can, bu görüntülerin rastlantı olmadığını vurgulayarak şunları söyledi:
“Bu çalışılmış bir açılıştır. Görüntülerin rastlantı olmadığını düşünüyorum. Erdoğan bir sene önce resepsiyona bile gelmedi. İstenildiği kadar saygıdan yaptık desinler asıl yanlış bu görüntüleri hazırlamak için olan niyete dahil olmanızdır.”
Yeni Gazze planı
ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Beyaz Saray’da Gazze için hazırlanan 20 maddelik barış planını açıkladı. Plan, Hamas’ın silahsızlandırılması, rehinelerin iadesi, Gazze’nin geçici yönetimi ve yeniden inşasını içeriyor.
Kemal Can, Erdoğan- Trump toplantısına dair, “Toplantıda amaç sadece yanında oturmak değildi, bir nevi öncü etmekti” dedi. Can, “Yeni Gazze planının daha önce hazırlandığını sonradan Trump’la tamamlandığını düşünüyorum. Türkiye aktif rol oynayacak” diye konuştu.
Ruşen Çakır, “Trump’ın hazırlayıp Netanyahu’nun kabul ettiği planın Filistinlilere hayır geleceğini düşünmek saflık olur” dedi.
Bir eziyet aracı olarak yargı
YouTube kanalındaki sözleri nedeniyle “Cumhurbaşkanı’nı tehdit” suçundan tutuklanan Gazeteci Fatih Altaylı ilk kez hâkim karşısına çıktı. Fatih Altaylı savunmasında, “Sayın Cumhurbaşkanı’nı tehdit ettiğim iddiasıyla yargılanmak üzere karşınızda bulunmak beni hem çok şaşırtıyor hem de çok üzüyor” dedi.
Mahkeme heyeti Altaylı’nın tutukluluğunun devamına karar verdi. Ruşen Çakır ile Kemal Can, Altaylı’nın tutukluluğunun devamına dair değerlendirmelerde bulundular. Çakır, “Tahliye kararı çıkmadı. Orada şunu gördüm normalde insanların olur mu demesi gerekiyorken kimse şaşırmadı. Bu artık bir eziyet ama insanların kanıksadığı bir eziyet haline geldi” diye konuştu.
“Bunlar ibret davalarıdır”
Kemal Can ise, bunun bir yargı meselesi olduğunu söyleyerek şu değerlendirmede bulundu:
“Fatih Altaylı ve Ayşe Barım davaları tabir yerindeyse ibret davalarıdır. Yani doğrudan o insanların yaptıklarından ziyade belirli bir çevreye, belirli bir düşünüş biçimine hatta o düşünüş biçiminin dışında olsa bile yaşananların problemli olduğunu düşünen herkese dair bir ibret meselesidir.”
Can şöyle devam etti:
“Aslında iddia ile iddiaya dayanak teşkil eden eylem arasında bir illiyet de yok hukuken tartışılırsa. Altaylı, tarihsel birtakım hadiseleri hatırlatıyor. Bunun kişisel bir tehdit olarak kodlanarak bir suç isnadı zaten mümkün değil ama onun peşinde de değiller. Ayşe Barım hadisesini de görüyoruz. İhbarcı ‘ben niye ihbar ettiğimi hatırlamıyorum’ diyor.”
Videonun deşifresi – Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız ve uzun bir aradan sonra Kemal stüdyoda. Hoş geldin, Kemal.
Kemal Can: Hoş bulduk.
Ruşen Çakır: Ama haftaya yine uzakta olacaksın.
Kemal Can: Evet. Bir süre daha öyle olacak.
Ruşen Çakır: Çok şey var konuşacak. Ama öncelikle, tutuklanan Kemal Can’ın sen olmadığını kanıtlayalım.
Kemal Can: Burada olduğuma göre zaten bunu kanıtlıyorum.
Ruşen Çakır: Evet, kanıtlamış oluyorsun. Ama o öbür Kemal Can “Ne yaptıysak devlet büyüklerinin bilgisi dâhilinde yaptık” diye ifade vermiş.
Kemal Can: Öyle demiş, ama onun orada kastettiği insanlar ve kastettiği ilişkiler konusunu hâlâ bilmiyoruz. Orada işaret ettiği devlet büyükleri kimlermiş?
Ruşen Çakır: Tam da oradan, yargı meselesiyle gidelim. Ben bu sabah Silivri’deydim. Fatih Altaylı’nın ilk duruşması vardı ve Fatih Altaylı orada bir devlet büyüğünü, Cumhurbaşkanını tehdit etmekten yargılanıyor. Yanılmıyorsam, 104 gün oldu, haziran ayının sonunda tutuklanmıştı Fatih Altaylı. Mahkemede bayağı bir kalabalık vardı. Çok sayıda avukat vardı, Barolar Birliği Başkanı da vardı. Epey bir milletvekili, Fatih’in Galatasaray Lisesi’nden 113. dönem arkadaşları vardı. Ben de bir dönem, bir yıl onlarla okudum. Ailesi vardı tabii; kızı, eşi ve diğer yakınları. Fatih Altaylı Cumhurbaşkanı’na hakaretten de değil, Cumhurbaşkanı’nı tehdit etmekten yargılanıyor. Tabii orada cumhurbaşkanının avukatı müdahil olmak için, müşteki olarak bulundu ve başvuru yaptı. O da neden olduğunu söyleyince işin rengi değişti. Bir diğer husus da şu: Mahkeme heyeti, Ayşe Barım’ı tahliye eden heyetmiş. “Bu şimdi iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?” dedik. Yani o mahkeme heyeti Ayşe Barım’ı tahliye ediyor, bu iyi bir şey. Ama tahliyenin bir gün sonrasında bir başka mahkeme, itiraz üzerine Ayşe Barım’ı tekrar tutukluyor. Dolayısıyla, “Heyet ne yapar?” derken…
Normalde zaten bir de şöyle de bir şey var biliyorsun. Fatih Altaylı’nın, programında yaptığı bir konuşma söz konusu. Fatih, “O konuşmayı sosyal medyada kesip biçtiler” diyor, oradan yürüyor. Konuşma ortada. Her şey ortada. Delil neyse, delil ortada. Fatih’in yeri yurdu belli. Zaten tutuklu olması abesti ve mahkeme heyeti tahliye kararı vermedi, duruşmayı 26 Kasım’a attı. Orada şunu gördüm. Çok ilginç ve acı aslında. Normalde insanların karara “Olur mu?” demesi gerekirken, kimse şaşırmadı biliyor musun, Kemal? Arkadaşları da ailesi de, herkes de tabii ki tahliye olmasını istiyordu. Tutuklanmanın zaten abes olduğunu biliyordu. Yargı konusunun son derece zorlama olduğunu biliyordu. Onu mahkemeden alıp götürmeyi düşünüyorlardı. Mesela liseden arkadaşları, “Mahkemeden bir kişi fazla döneceğiz” diye yazışıyorlar. Ama tutukluluğunun devamı kararı çıktığı zaman, “Olur mu, nasıl olur?” diye bir tepki olmadı. Tabii ki insanlar bunu söylüyor, ama kimse şaşırmıyor, Kemal.
Daha yeni Ayşe Barım olayı olunca, biz Ayşe Barım’da neye şaşırdık? Tahliyesine şaşırdık. Ama bir arkadaşım bana, “Buna muhakkak itiraz ederler” demişti. Ben de, “Yeter artık,” demiştim. Yine o arkadaşım haklı çıktı. Böyle bir garip bir durum var. Doğrudan bunlara benzemiyor belki ama, bir diğer husus Cumhuriyet Halk Partisi’ne kayyum meselesi. Yüksek Seçim Kurulu Özgür Çelik’e mazbatasını veriyor. Daha ne olsun? Yani hâlâ neyin çağrı heyeti? Çağrı heyeti hâlâ binanın birinci ve ikinci katında oturuyor. Sürekli toplantı yapıyorlar. Ne konuşuyorlar, ne ediyorlar? Özgür Çelik seçilmişti. Hadi diyelim onu iptal ettiniz, Olağanüstü Kongre yapıldı. Kongreye itiraz ettiler. Yüksek Seçim Kurulu, “Hayır, yapılabilir” dedi, kongre yapıldı. Hatta mazbata birkaç saat gecikse de, Özgür Çelik mazbatasını da aldı. Hâlâ kayyum var ve benim gördüğüm, Gürsel Tekin, birtakım muhalif medyaya, “Bana söz hakkı verin” diye sürekli fırça atmakla meşgul. Ama o da yerinde duruyor ve kimse de ona, “Senin işin bitti artık. Yok” demiyor. Çünkü 45. Asliye Hukuk Mahkemesi sürekli Gürsel Tekin lehine karar alıp duruyor. O arada, Yüksek Seçim Kurulu da sürekli olarak, CHP tarafından yapılan bütün süreçlerin yasalara uygun olduğunu söylüyor. Böyle bir çift başlılık sürüyor. Sonuçta bir mahkeme Ayşe Barım’ı bırakıyor. Başsavcılık itiraz ediyor. Yerine, üst bir mahkeme değil, numarası bir fazla olan İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi, savcılığın itirazını kabul ediyor. Tam bir eziyet ve artık insanların kanıksadığı bir eziyet.
Kemal Can: Evet. Bu normalleşme kavramını çok kullanıyoruz. Normalleşme kavramı, hatırlıyorsan geçen yıl yerel seçimden sonra daha da çok kullanılmıştı ve normalleşmeyi bir tür olumlama gibi kodluyoruz. Ama aslında normalleşme, senin dediğin gibi. Şaşırmamak ve esasen olmaması gereken bir şeyin olmasını yadırgamamak.
Ruşen Çakır: İtiraz etmemek.
Kemal Can: Herkes normalleşmeyi olumlu bulmak ya da desteklemek gibi düşünmesin. Normalleşme aslında tam da dediğin şeyle başlıyor. Ve genellikle, bu tür kural tanımaz, fütursuz, ölçeği abartılı baskı, eziyet ve başka şeylerde en çok yaşanan şey de, tam da senin söylediğin türden normalleşme. Yani en yıpratıcı olan şey, insanların, artık şaşırmayı bırakıp, bunun olabileceğini düşünmeye başlaması. Şimdi yargı üzerinden konuşuyoruz, ama bu birçok başka alanda da var. Yani bir sürü şey aşırı normal. Biraz sonra konuşacağız, uluslararası alanda da bunun örnekleri var. Dünya artık biraz, birçok şeyin kolay normalleştiği bir alan hâline geldi. Ama biz çok daha spesifik şeyler yaşıyoruz. Şimdi bu yargı meselesi, verdiğin örnekler, Fatih Altaylı’nın tahliye edilmemesi, Ayşe Barım’ın tahliye edilip, itirazla tekrar tutukluluk kararının çıkması, senin söylediğin gibi, CHP’ye açılan davalar ve onlardan çıkan sonuçlarda ve daha pek çok örnek davada görüyoruz ki bir arada birkaç şey var.
Özellikle iki örnek, Fatih Altaylı ve Ayşe Barım davaları, tabir yerindeyse ibret davaları aslında. Yani doğrudan o insanların yaptıkları şeylerden ya da o insanlarla ilgili bir şeyden ziyade, belirli bir çevreye, belirli bir düşünüş biçimine, hatta o düşünüş biçiminin dışında olsa bile, aklından, yaşananların problemli olduğunu geçiren herkese dair bir ibret meselesi. Ayşe Barım hadisesinde, senin de söylediğin gibi, tutukluluğa itiraz da belki bir prosedür olarak makul görülebilirdi. Çünkü savcı tutuklamanın devamını istemiştir, mahkeme aleyhte karar vermiştir. Ona prosedür gereği itiraz eder. Ama önemli olan, bu itirazın sonuç vermesi ve bir başka mahkemenin tutuklama kararı çıkartması. Yani savcı itiraz edebilirdi, ama itiraz dikkate alınmayabilirdi. Tıpkı daha önce Osman Kavala’da yaşadığımız gibi. Orada da hemen, hatta orada çıkmasına da izin verilmeden, neredeyse kapıda, yeniden tutuklama kararı çıktı.
Ruşen Çakır: Ayşe Barım da hastanede.
Kemal Can: Evet. Şimdi Fatih Altaylı meselesinde de sen hadiseyi söyledin. Aslında şu anda, iddia ile iddiaya dayanak teşkil eden eylem arasında bir illiyet de yok. Yani hukuken tartışılırsa, tarihsel birtakım hadiseleri hatırlatıyor. Bununla ilgili, kişisel bir tehdit olarak, bunun kodlanmasıyla bir suç isnadı zaten mümkün değil. Ama zaten onun peşinde de değiller. Ayşe Barım hadisesinde zaten görüyoruz. İhbar eden ihbarcı, “Ben niye ihbar ettiğimi hatırlamıyorum” diyor. Daha da önemlisi, “Ben tanımıyorum bu insanı” diyor Şimdi bütün bunlar bize şunu gösteriyor. Aslında bunun evveliyatı da var. Burada pek çok siyasi dava ile ilgili tartıştık, konuştuk ve çoğunda benzer şeyler söylediğimizi hatırlıyorum. Burada bazen, “Olur mu böyle şey? Bu kadar saçma gerekçe olur mu? Gizli tanığa dayalı tutuklama olur mu? Niye doğru dürüst bir kanıt bulmadılar?” diye konuşuyorduk. Hatta daha önce Fethullahçıların yaptığı şeylerle kıyaslıyorduk. ‘’Onlar hiç olmazsa sahte belge buluyorlardı. Burada ona bile ihtiyaç duyulmuyor’’ diyorduk. Ben bunların bir beceriksizlik ürünü olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Bunların maksatlı bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani Ayşe Barım hadisesinde herkes, ihbarcının ne dediğini bilmediğini, ihbar ettiği insanı tanımadığını söylemesinin bir hukuki mesnet oluşturduğunu düşünüyor. Ama tam tersine, ibret davası olduğu için aslında bize şu söyleniliyor: “Bunun bir önemi yok. Siz kendinizi koruyamazsınız. Eğer biz size bir şey yapmaya karar verirsek, bunun için bir gerekçeye, haklı bir dayanağa vesaireye ihtiyacımız yok.”
Fatih Altaylı davasında da benzer bir durum var. Yani ‘birine ceza kesmeye karar verirsek ya da o cezayı bir eziyete dönüştürmeye karar verirsek, bunun önünde kimse duramaz. İnsan Hakları Mahkemesi de duramaz, Anayasa Mahkemesi de duramaz, hukuk normları da duramaz, mevcut yasalar da duramaz.’’ Şimdi bu, işin bir tarafı. Bu bize sürekli, tekrar tekrar anlatılıyor pek çok davada. Anlamadıysanız bir daha anlatılıyor, anlamadıysanız bir daha anlatılıyor. Dolayısıyla, bu işin hukuki tartışmasını elbette normalleşme açısından, yani normalleşmeyi kabul etmemek için sürdürmek lazım. Ama açıkçası, buradaki boşlukları da bir beceriksizlikmiş, paniğe kapılıp alelacele birtakım davalar tanzim edilmiş gibi düşünmemek lazım. Bu davaların bu kadar derme çatma olması maksatlı bir şey. Çünkü bu kadar çok rastlantı fazla. Bu kadar çok davada bu kadar boş iddia ve iddianame ile yargılama yapılması, insanların bu kadar uzun sürelerle tutuklu ve eziyet altında bulundurulması maksatlı bir şey. İşin bir bu tarafı var.
İkinci bir şey daha var: Buradaki mağdurlar, evet, tutuklanan insanlar, hapiste olan insanlar ve yakınları ağır bedeller ödüyorlar. Ama aslında şöyle bir mağduriyet de var. Senin saydığın örneklerin hepsinde vardı. Mesela bu hengâmenin içerisinde YSK da bir mağdur. Çünkü açıkça, “Anayasada da yazsa, ben senin yetkini tanımıyorum” diyen bir yerel mahkemeye kimse bir şey diyemiyor. Hatırlarsan, daha önce Anayasa Mahkemesi aynı duruma düştü. Bir yerel mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin kararına, “Sen kimsin?” dedi ve “Sen kimsin?” dediği karar uygulanmaya devam etti ve bütün siyasi irade de yerel mahkemenin arkasında durdu. Aynı şey Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları için geçerli. Şimdi Demirtaş için yakın bir tarihte, galiba 8 Ekim’de tekrar AİHM’de karar çıkacak.
Şunu söylemek istiyorum. Burada, ilginç biçimde tek tek birtakım insanlar hapiste tutularak ya da hakları gasp edilerek, Can Atalay meselesinde olduğu gibi başka türlü hakları da gasp edilerek zulüm görüyorlar. Ama bir yandan da bu tahribat, doğrudan hukuk kurumlarının birbirini mağdur ettiği bir tuhaf işleyiş hâline gelmiş durumda. Ve bu hadiselerde bir heyetin tahliye talebi vermesi, bir diğer mahkemenin aksine karar vermesi ki hatırlarsan, Osman Kavala’ya da tahliye talebi verildikten sonra, doğrudan Erdoğan bir komplodan bahsetti ve pat diye birdenbire karar değiştirildi.
Dolayısıyla, yargı içerisinde de bu iş, başka ekiplerin mücadelesi için veya başka bir nedenle ya da başka birtakım denemeler için, tuhaf gerilimlerin parçası hâline geldi. Bir, insanlara yapılanlar var, bir ibret için yapılanlar var. Bir de, bu siyasi davalar başka mücadelelerin arenası hâline gelmiş durumda.
Ruşen Çakır: Evet.
Kemal Can: Birileri, birilerinin mağduriyetini yaratan davalar üzerinden başka hesapların peşindeler. Yani onu tahliye ederken aslında hukukun gereği bir şey olmuyor.
Ruşen Çakır: Başka birisine mesaj yolluyor.
Kemal Can: Öyle bir acayiplik var.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
Ruşen Çakır: Fatih cezaevine girdikten sonra onunla bir röportaj yapmıştım. İspanya’ya bir tatile gitmişti biliyorsun. Cezaevinde bana, “Birtakım AK Partili tanıdıklarım bana, ‘dönme seni tutuklayacaklar’ dediler. Ona rağmen geldim” dedi. Belli ki birileri bir şeyi öğreniyor içeride ve ona müdahil olmaya çalışıyor.
Kemal Can: Bunu akçalı davalarda da, bu yolsuzluk hikâyelerinde de, başka şeylerde de, tuhaf operasyonlarda da görüyoruz.
Ruşen Çakır: En son yine bir şey gördüm. Şimdi isimleri hatırlamadığım bir belediye davasında etkin pişmanlıktan yararlanan birisi, yine iktidardan birisinin avukatı olan bir ismi, kendilerinden para alıp mahkemeye müdahil olmak… Bu daha önce Mücahit Birinci ile olmuştu hatırlarsan.
Kemal Can: Evet. Bu, şunu gösteriyor. Bir taraftan, yargının siyasallaşmasıyla birlikte, büyük bir baskı ve adaletsizlik hüküm sürüyor. Ama o alanın yargı kurumlarını ve temel yargı normlarını da bozmasından kaynaklanan zeminde de tuhaf gerilimler, mücadeleler yaşanıyor. Ve sonuçta ne oluyor? Dediğin gibi, kamuoyu bu tür meselelerdeki reaksiyon kabiliyetini kaybediyor. Geçmişe kıyasla, bu tür haksız hukuksuz davalar karşısında kamuoyunun gösterdiği reaksiyonların bir zayıflamaya doğru gittiğini görüyoruz bir yandan. Dediğin türden bir normalleşmenin etkisi olduğunu görüyoruz. Bir de, bu ibret davaları yüzünden korkunun belirgin bir durum hâline geldiğini görüyoruz.
Ruşen Çakır: Fatih Altaylı’ya bunu yapan bana ne yapar? Ayşe Barım’a bunu yapan ne yapar?’
Kemal Can: Fatih Altaylı yine gazeteci ve çok gazeteciye benzer şeyler yapıldı. Ama mesela Ayşe Barım olayı iyice acayip bir şey. Osman Kavala ile başladı aslında bu.
Ruşen Çakır: Şimdi Mabel Matiz’e 3 yıl istiyorlarmış. Neyse, şimdi Meclis açılışındaki fotoğraflara gelelim. Şimdi gördüm; Ali Babacan, “Bizimle ne uğraşıyorsunuz?” diye özellikle CHP’ye yakın medyaya çok kızmış. Ahmet Davutoğlu da bir açıklama yaptı. Şu anda ekranda verdiğimiz fotoğraf, akşam yapılan resepsiyonun fotoğrafı. Biliyorsun, Nuray Babacan Meclisi çok iyi takip eden bir gazeteci. Nefes gazetesinde, “Numan Kurtulmuş insanları davet ediyor” diyor ve şimdi verdiğimiz fotoğrafı buluyorlar. Bu da gündüz olan olay.
Kemal Can: Evet. Bu, Numan Kurtulmuş’un çalışma ofisinde.
Ruşen Çakır: Tam karşıda Müsavat Dervişoğlu, arkada Turhan Çömez var. Şimdi özellikle Turhan Çömez’e birtakım muhalif çevrelerden çok öfke var. Çünkü Turhan Çömez muhalif medyada sık sık çıkıyor ve sürekli olarak iktidarın meşruiyetini sorguluyor. Ama burada bir meşruiyet teatisi oluyor, değil mi? Bu, gündüz Erdoğan’ın konuşmasından sonraki olay. Sonra, akşamki olay ki fotoğrafı şu anda arkada. Akşamki olayda, fotoğrafta neredeyse herkes var. Tülay Hatimoğulları’nın yanındaki, Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan olması lazım. Ona benzettim.
Kemal Can: Evet, Mahmut Arıkan.
Ruşen Çakır: Arıkan Bülent Arınç’ın yanında, değil mi? Tülay Hatimoğulları, Tuncer Bakırhan. Devlet Bahçeli yine Zekeriya Yapıcıoğlu’nun yanına düşmüş. Daha önce de biliyorsun, birbirlerinin ellerini kaldırmışlardı.
Kemal Can: Malazgirt’te.
Ruşen Çakır: Evet, Malazgirt’te. Ve Erdoğan bunun üzerine dün sosyal medyada acayip uzun bir paylaşım yaptı ve bunun bir demokrasi göstergesi olduğunu söyleyip CHP’ye yüklendi.
Kemal Can: Bu mizansenin oturuş düzeninden de, koltukların pozisyonundan da, bunun zaten hazırlanmış olduğu belli. Zaten o haberde de öyle bir kulis var. Bahçeli ve Erdoğan’ın varaklı koltuklarda oturmaları. Bu resmin çok hazırlanılmış olduğu belli.
Ruşen Çakır: Erdoğan’ın Davutoğlu ile bir fotoğrafı var. Arkadaşlar onu gösterirlerse. Evet, şu anda gördüğünüz fotoğraf. İnsan bu fotoğrafı görünce, “Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı, Davutoğlu’nun Başbakan olduğu döneminden bir fotoğraf diye düşünüyor. Ama biliyorsun birbirlerine çok iyi yaklaşmadılar. Sonuçta, eski dostlar düşman olmuyormuş.
Bir diğer tartışma konusu da tabii çok ciddi. Şimdi Nuray Mert’in bugün bizde bir yazısı çıktı. DEM partililerin Erdoğan’a ilgileri konusunu eşelemiş daha çok. Mesela bu fotoğraf çok konuşuldu, konuşulmaya devam ediyor. Zaten öteki fotoğrafta da gördük, yanında yine Tuncer Bakırhan var. CHP, TİP, EMEP ve TÖP milletvekili olup da buna katılmayanlar var. Şimdi insanlar, “Zafer Partisi, Anahtar Parti de var,” diyorlar, ama onların milletvekili yok. Yani Mecliste bir şekilde temsil edilen partiler içerisinde dört parti katılmadı. CHP ve Türk solu diyelim, Türk solunun üç partisi katılmadı. CHP’nin Erdoğan’a yönelik meşruiyet eleştirisinin kaynağı ne? Amerikan Büyükelçisi Tom Barrack’ın söylediği o acayip laf. “En çok ihtiyacı olan şeyi, meşruiyeti verdik” lafı. Ben Meclis resepsiyonundaki bu fotoğrafların ekmeğini epeyce yedim birkaç gündür.
Dün izleyicilerle de yayın yaptım bu konuyla ilgili. Sosyal medyada da ilk fotoğrafı paylaştığımda çok ilgi gördü ve birçok kişi, özellikle Babacan ve Davutoğlu orada olduğu için Altılı Masa’ya ve Kılıçdaroğlu’na referans vererek, “Burada Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener eksik” diyor. Bir de CHP’nin bunun dışında kalıyor olması iyi mi, kötü mü tartışması var. Bu sabah da ‘’CHP’nin ‘değerli’ yalnızlığı’’ başlıklı bir yayın yaptım. ‘’Değerli’’ yalnızlık aslında fena bir şey değil, ama onu yönetmeyi bilmek lazım. Bir yerden sonra yönetemezsen yapayalnız kalabiliyorsun” diye açıkladım. Kurumlar anlamında yalnız olabilirsin, ama toplumsal anlamda kalabalıklar seninle beraber olursa onu dengelersin. Ama hem kurumlarda yalnızlaşıp hem de toplumsal olarak bunu taşıyamazsan, gerçekten sorun olur. Bir anlamda, geçtiğimiz sene 1 Ekim’deki Meclis açılışı, Bahçeli’nin sürecin startını vermesi anlamında bir milat oldu. Bu olacak mı, yoksa böyle anlık bir şey mi? Ne diyorsun?
Kemal Can: Bence şöyle bir şey var, ki demin de onu söylemeye çalıştım. Bu, hazırlanmış bir mizansen. Bu açılış için bence çalışmışlar, kim çalıştıysa. Numan Kurtulmuş’un odasındaki o ilk organizasyonda, peşinden, gece yapılan organizasyonda da bu resmin oluşması için bir çalışma yapılmış. Bunun bir anlamı var. Yani bir nedenle yapılmış olduğunu, rastlantı olmadığını düşünüyorum. Erdoğan, zaten daha önceki sene resepsiyona bile gelmemişti. Erdoğan’ın bu seneki resepsiyona gelmesi, aslında demin söylediğin Amerika meselesiyle çok bağlantılı. Tıpkı, itibar alınabilen, satılabilen, değiş tokuşa konu olabilen ve maddi bir karşılığı olan bir şey hâline nasıl döndüyse, ‘itibardan tasarruf edilmez’ mottosuyla, itibar nasıl bir meta hâline dönüştüyse, aslında meşruiyet de sadece Amerika tartışmasından mülhem değil. Bu resimlerden de anladığımız üzere, meşruiyet de senin söylediğin gibi, değiş tokuşu yapılabilen, temin edilen, bedeli mukabilinde alınıp verilebilen, birine bahşedilebilen, birisinin elinden alınabilen bir siyasi değiş tokuş metası hâline gelmiş oluyor.
Şimdi burada istediğiniz kadar, “Biz makama saygıdan yaptık, ondan yaptık” deyin, isterseniz zemini mümkün kılmak ve diyalogu sürdürmek için yapılmış olduğunu söyleyin. Asıl olan, bu resmi oluşturmak için hazırlanan niyet, bu meşruiyet değiş tokuşunun bir aracıysa, ona dâhil olma biçiminiz sizin niyetinizden ibaret olamaz. Kaçınılmaz olarak, onu hazırlayanların niyetini dikkate almak zorundasınız. En azından, orada yer alma biçiminizi buna uydurmak zorundasınız. Bunu dikkate almadan, ‘’Onlar ne için yaptı ben bilmem, ama ben kendi yaptığımı biliyorum’’ denilemez pek çok durumda. Bu tür resimler biraz böyle şeyler. Türkiye’nin talep ettiği ya da Erdoğan’ın ihtiyacı olan meşruiyete, tıpkı, Amerika’da Barrack’ın, “Bu ülkeye bizim verebileceğimiz şey meşruiyet’’ derken çizdiği çerçeve ve onun karşılığının Amerika’dan alınması nasıl bir şeyse, burada da Meclise gelip, bu insanları kendi varaklı koltuğunun etrafına yerleştirme mizanseni de benzer bir şeydir. Dolayısıyla, siz tamamen başka bir niyetle, başka bir mantıkla, başka bir akılla orada bulunuyor olabilirsiniz, ama hiç fark etmez, bunu, fotoğrafın sahibi belirler. Tıpkı Amerika’da Trump’ın belirlediği gibi.
Ruşen Çakır: Evet, değil mi? Birazdan Trump meselesine geleceğiz.
Kemal Can: Barrack, “İhtiyaçları olan şey meşruiyetti. Biz de onu veriyoruz,” dedikten sonra, siz istediğiniz kadar, “Biz bunun için gitmedik,” deyip sonra Meclise gelerek, “Meşruiyet milletten alınır” dediğinizde, sonucu değiştiremediğiniz gibi, burada da değişmez. Sen, “Bu kalıcı bir şey mi?” diye sordun. Çünkü şu anda en çok tartışılan konulardan biri, o resim üzerinden, “Buradan anayasa çıkar mı?” konusu, ‘’bu aslında Altılı Masa fotoğrafı,’’ ‘’Erdoğan dışarıdan aldığı meşruiyeti buradaki meşruiyetle tahkim etti’’ iddiası. Bence bunların hepsinin, bu önümüzdeki dönemde atılacak siyasi adımlarla ve belki siyasi operasyonlarla yakın bir ilişkisi var. Ben burada CHP meselesine şöyle bakıyorum: O ‘’değerli’’ yalnızlık gerçekten kıymetli bir şey. Orada mesele, yalnızlığın, farklılık ve bağımsızlık anlamında kıymetli olması. Yani o kurulan oyunun parçası olmamak anlamında yalnızlık kıymetli bir şey. Yalnızlığın problem olduğu şey, yapayalnız olmak, yalıtılmak. Asıl mesele o. Yani sizin siyasetten, toplumdan yalıtılmanıza izin vermiyorsanız, yalnızlığın hiçbir problemi yok. Hatta ben daha fazlasını söyleyeyim. Bunu daha önce de söylemiş olduğum için, şu anda söylememde bir beis yok. Özgür Özel bugün, “Meşruiyeti toplum verir, seçmen verir” diyor ya, aslında geçen yıl yerel seçimden sonra, 2024 seçimleri itibariyle kamuoyunda bu meşruiyet tartışmasını açmak varken, normalleşme niye? Bir yıl önceki şey bambaşkaydı, başka bir tablo vardı. Bence zaten problem oydu. Zaten bence CHP’nin, yalnızlığı, Erdoğan’ın yalıtma girişimlerine koymadan öne koyması gerekirdi. Biraz Erdoğan ittiği için iş oraya geldi. CHP ve kamuoyu, onun kıymetini Erdoğan itmeye çalıştığında, fark etti ve onun arkasında oluştu. Yani o tarihten, 2024 yerel seçiminden beri CHP’nin oyunun düşmemesi, araştırmalarda üç aşağı, beş yukarı aynı olması, bir yükselme trendi göstermese bile düşme eğilimine girmemesi, buna karşılık, iktidarın bir toparlanma alameti göstermemesi, yalnızlığın kıymetini gösteriyor. Bugün de, bu resim itibariyle, Mecliste bütün yaptıklarıyla birlikte, bütün yaptıklarına rağmen, önemli ve kendilerinin pozisyonunu da belirlemeye müsaade edilen birer aktör olarak, diğer aktörlerin meşruiyet tanıması bence sıkıntılı. Bu, hepsini de sıkıntılı bir duruma düşürür. Orada o koltuk ve o koltuğun etrafına yerleştirilenlerin tasarımını yapmaya onay verdiğiniz anda, bu, Meclis oturumuna katılıp katılmamak gibi bir şey olmaz. Bu başka bir şey.
Ruşen Çakır: Evet. Ali Babacan, “O fotoğrafa bakıp bize saldıranlar ‘Kurtuluş yok tek başına’ diyorlar ya, ana muhalefet daha da yalnızlaşır. CHP’nin sağında solunda daha önce işbirliği yaptığı hiç kimse kalmasın. Biz bize yeteriz’ diyorlarsa kendi bilecekleri işti” demiş. Çok kızmış, rahatsız olmuş. Muhalif medya dediği yerlerde neler yaptılar bilmiyorum, ama çok rahatsız olmuşlar. Mehmet Emin Ekmen de, “CHP içi kavgaları bizim üzerimizden yapmayın” demiş. Yani buradan Kılıçdaroğlu’na da birileri saldırıyor ya. Neyse çok da fazla konuşmayalım. Yalnızlığın karşıtı kalabalıktır, değil mi? Yani ‘’nasıl bir kalabalık getirdiler de, şimdi bunlar oluyor?’’ tartışmasına girmeyelim.
Kemal Can: ‘’Bana arkadaşını söyle…’’ kısmıyla devam edebiliriz.
Ruşen Çakır: Evet. Bu fotoğrafı ilk defa iki gün önce paylaştım; “Ne düşünüyorsunuz bu fotoğraf hakkında?” dedim. Benim çok kullandığım Mahir Çayan’ın “Ayrılar ayrı yerde, aynılar aynı yerde” sözü vardır ya, birçok kişi onu söyledi. Yani bu tabii ki ‘’kartlar yeniden karılıyor’’ anlamına gelmiyor amma, çok büyük bir ‘’ama’’ var.
Kemal Can: Biraz önce onu anlatmaya çalıştım. ‘’Aritmetik bu. İşte Meclisten anayasa aritmetiği çıktı, tekrar onları topladı, ittifakı tahkim ediyor’ gibi söylemler ayrı. Ama burada demin söylediğim şey, yani neyi kabul ettiğiniz ve neyi normalleştirdiğiniz önemli. Sonra yarın çıkıp, gene meydanlarda Erdoğan’a bir şeyler söylüyor olmanız artık başka bir şey hâline geliyor. Hatırlarsan, şimdi bu mizanseni hazırlayan Numan Kurtulmuş, zamanında Erdoğan’a, şimdiki muhalefet aktörlerinin telaffuz bile etmediği şeyleri söylemiş birisiydi. Ne oldu?
Ruşen Çakır: Evet, çok erken söylemişti. Şimdi şu Ahmet Davutoğlu fotoğrafını, Erdoğan’la yan yana oldukları fotoğrafı bir daha görelim, oradan da Gazze’ye geçelim. Trump’ın Gazze planı açıklandığı zaman, Ahmet Davutoğlu bunu yeni sömürgeci plan olarak adlandırdı ve gaflet, delalet vesaire diye sıraladı. Dün yaptığı açıklamada da yine Hamas’ın bunu kabul edeceğine inanmadığını söyledi. Bir de tabii şu fotoğrafın olduğu sırada, o saatlerde herhalde, o Global Sumud filosu İsrail tarafından enterne ediliyordu. Şimdi biliyoruz ki Erdoğan Trump’ın planına karşı çıkmadı. Çıktı mı?
Kemal Can: Hayır. Desteklediğini açıkladı.
Ruşen Çakır: Evet. Şimdi Trump’la görüştüler. Plan açıklandıktan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan orada yaptığı açıklamada, Trump’ın samimi gayretlerini takdir ettiğini söyledi. Sonra İbrahim Kalın Katar’a gitti ve Hamas liderlerini ikna etmeye gittiği söylendi. Şu âna kadar henüz netleşmiş bir şey yok. Erdoğan Trump’la Oval Ofis’te buluşmadan önce, Müslüman ülkeler Trump’la buluşup Gazze’yi konuştular. Öyle bir toplantı oldu. Sonra Erdoğan Trump’la görüştü. Ardından, Trump yine Oval Ofis’te Netanyahu ile görüştü ve Netanyahu o planı kabul etti. Ben de, “Trump’ın hazırlayıp, Netanyahu’nun kabul ettiği bir plandan Filistinlilere hayır geleceğini düşünmek fazlasıyla saflık olur” dedim. Detayları ayrı bir husus. Herhalde benim bu hâlimle söylediğimin bin katını Erdoğan ya da AK Partililer söylüyordur. Ama şimdi o plan uygulanmak isteniliyor.
Uygulanıp uygulanmayacağını bilmiyoruz. Türkiye de bir şekilde o Körfez ülkeleriyle, Mısır’la beraber, ki onlarla bir süre öncesine kadar bayağı kötüydü, şimdi iyi ve bunun bir parçası oluyor. Böyle acayip bir durum var. Tabii burada bir diğer husus da bence çok önemli. Erdoğan’ın son dönemde iç siyasetteki en önemli malzemesi Gazze’ydi. Dikkat edersen, yaptığı konuşmalarda, şurada burada, sürekli Gazze meselesine vurgu yapıyordu. Ekonomi kötü, şu kötü, bu kötü, ama iç kamuoyuna Gazze meselesini anlatıyordu. Şimdi nasıl anlatacak? ‘’Daha önce de çok oldu, şimdi de bir şekilde yolunu bulur’’ denilebilir, ama gerçekten çok kritik bir şey. Bir de bu plan hayata geçecek gibi olursa, oraya gidecek olan birtakım güçler söz konusu. Türkiye’nin, Türk Ordusu’nun gitme ihtimali söz konusu. Onlar sonraki aşama. Ama şu aşamada, Hamas’ın feshini öngören bir plan var aslında. Türkiye de ‘’özgürlük savaşçısı’’ dediği Hamas’ın feshine birinci derecede dâhil olmak üzere.
Kemal Can: Evet. Orada, destekleyen diğer Müslüman ülkeler konsorsiyumu açısından baktığımızda, onların dahlindeki hazırlık da, bundan sonra atılacak adımlar da, devamındaki gelişmelerde de Türkiye’nin ağırlığı ne olacak bilmiyoruz, ama o Amerika’daki toplantı, bayağı Türkiye’nin öncülüğünde oldu
Ruşen Çakır: Yanında oturuyordu.
Kemal Can: Hayır. Sadece yanında oturması bir jest gibi değildi. Yani Erdoğan’ın Davutoğlu’nu yanına oturtması gibi değildi. O, ev sahibi pozisyonuydu, yani Erdoğan kendi toplantısında Trump’ı ağırlıyor gibiydi. Dolayısıyla, bu Gazze planında, “Türkiye, sonra ne kadar içinde olur?” dediğin gelişmelerde ne kadar ne olur bilmiyorum, ama zaten büyük ihtimalle, daha önceden ve Barrack’ın olduğu bir zeminde hazırlanmış ve Trump’la tamamlanmış bir iş. Dediğin gibi, bu hâliyle içeride ve Müslüman dünyasında nasıl pazarlanabilir hâle gelir? Büyük ihtimalle, Trump’ın, kendisine Nobel Barış Ödülü getirecek “Ben savaşı sona erdirdim” iddiasının parçası olarak pazarlanabilir. Açıklamada da Erdoğan’ın verdiği hava, yine Trump’ın gayretine destek veriyor olması. Yani iş, ‘’’Trump bizim bulduğumuz bir formüle ya da bizim kabul edeceğimiz bir formüle destek veriyor’’ değil, Trump’ın formülüne biz destek veriyoruz’’ havası. Buradan bunu pazarlayacağı malzeme, “Suriye’de olduğu gibi, biz masada kaldık” yani, “Biz orada belirleyici aktör pozisyonunu sürdürüyoruz” fikri olacaktır. Bundan, Filistinlilerin hamisi olma konusunda, tıpkı Müslüman Kardeşler’i gözden çıkartıp diğerinde nasıl bir pozisyon elde ettiyse, şimdi de Hamas’ı gözden çıkartıp, benzer bir pozisyon elde etmek olacaktır. Mısır ve Suriye’de ne olmuştu hatırla. Türkiye, Suriye’de üzerine yatırım yaptığı Müslüman Kardeşler’i bir anlamda gözden çıkartıp, yeni bir pozisyona çekildi. Şimdi de, bence Gazze hadisesi böyle bir yere gidiyor. Ama bu retorikte. Yine gördüğün gibi hiç takılmıyorlar. Ne Trump takıldı ne Barrack takıldı. Erdoğan Amerika’da çıktı televizyona, “Hamas bir direniş örgütüdür” dedi. ‘’Sen ne istiyorsan onu de’’ diyorlar. Ona takılmıyorlar yani.
Ruşen Çakır: CNN Türk’ün Amerika muhabiri, Trump’ın 20, 25 dakika önce yaptığı açıklamayı yazmış. Trump, ‘’7 Ekim’de medeniyete yönelik Hamas saldırısının intikamı olarak 25 binden fazla Hamas askeri çoktan öldürüldü. Kalanların çoğu kuşatılmış ve askeri olarak tuzağa düşürülmüş durumda. Hayatlarının hızla sona ermesi için benden gelecek ‘başlayın’ emrini bekliyorlar” diyor.
Kemal Can: İkna süreci var ya, ikna sürecinin havuçlu kısmını Katar’daki takım yapıyor. Sopa kısmını Trump getiriyor.
Ruşen Çakır: Ama Trump, “geri kalanların nerede olduklarını, kim olduklarını biliyoruz. Avlanacak ve öldürülecekler” diyor. Şimdi Filistinlilerden böyle bahseden birisiyle, Filistin meselesi üzerine anlaşma yapmaya çalışmak nasıl olacak? Allah kimseyi bu duruma düşürmesin, Allah Filistinlilerin yardımcısı olsun diyelim. Artık dükkânı kapatalım Kemal. Var mı konuşacağımız başka bir şey?
Kemal Can: Belki bu bahse bir not olarak, o uluslararası yardım filosu meselesini ve İsrail’in ona müdahalesini söyleyebiliriz. Ama daha önemlisi, o filoya müdahalenin pek çok dünya başkentinde gördüğü ve Avrupa’da sendikalardan kitlelere kadar yayılan tepki, bence önemli ve kıymetli bir şey. Bu konuda Batı’nın, İsrail bu saldırganlığa başladığı andan itibaren devletler düzeyinde gösterdiğine karşılık, kamuoylarında hâlâ kuvvetli bir itirazın ve bunun normalleştirilemeyeceği konusundaki inancın bence görünür olması çok önemli bir şey. Buradaki, yalandan resmi gösteriler gibi değil. Yani sahiden tam tersi. Oradaki hükümetlerin aksine, İspanya ve birkaç ülke haricinde, kendisi de aktif olarak bu meseleye dâhil olanlar dışında, pek çok ülkede, kendi hükümetlerini de çok ciddi biçimde eleştiren ciddi kamuoyu tepkileri oluştu.
Ruşen Çakır: Amerika’da da öyle, İsrail’de de aynı şekilde. Evet, ‘Haftaya Bakış’ı burada sonlandırıyoruz. Hepinize çok teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.
Kemal Can: İyi günler.








