Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Graham Fuller: Katar Körfez’de gerçekten bir tehdit mi?

Graham Fuller’in kendi web sayfasında 13 Haziran 2017’de yayınlanan analizini İlker Kocael çevirdi.

Graham Fuller
Graham Fuller

Küçücük bir Körfez ülkesi olan Katar bugün Ortadoğu’nun neredeyse tüm aktörleri tarafından çevrelenmiş ve “terörizm destekçisi” olarak kabul edilmiş durumda. ABD de bu söylenenleri kabul etmiş görünüyor. Peki gerçekte olan ne?
1990’larda Arap dünyasında şu şaka sıkça tekrar edilirdi: “Katar, Basra Körfezi’nde küçük bir ülkedir ve başkenti El-Cezire’dir.”
Aslında bu şaka bize bugün bile önemli bir şeyi anlatıyor. Katar’ın gerçek başkenti Doha’nın Ortadoğu siyasi bilincinde ön plana çıkması; yeni uydu kanalı El-Cezire’nin 1996’da kurulmasıyla gerçekleşti; o tarihten sonra Arap medyasında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. El-Cezire; bölge çapında ne kadar devlet kontrolü altında işleyen sıkıcı medya kuruluşu varsa hepsini ezdi geçti. Arap izleyicileri –daha önceden tabu olarak görülen geniş bir konu yelpazesine sahip- merak uyandıran ve cesur programlarla şaşırttı, kendine çekti ve izleyici olarak kazandı. İzleyiciler, Arap dünyasında hem de Arapça dilinde yayına başlayan bu heyecan verici profesyonel televizyon kanalı karşısında ekrana yapışıp kaldı. Kanal, herkesin aklında olan konularda hararetli tartışmalar ve yeni perspektifler sundu: İslam, İslamcılık, demokrasi, Arap milliyetçiliği, kadın hakları, ifade özgürlüğü, Batı radikal düşüncesi, Batı emperyalizmi, Filistin’in içine düştüğü durum ve Arap dünyasında Batı’nın yürüttüğü savaşların yakın takibi. Hatta önemli konularda İsrailli yorumcuları bile ekrana çıkardı. Popüler şeyhlerin günlük hayat ve kadın erkek ilişkileri gibi konularda, yaşanmış olaylar üzerine canlı bağlantılardan gelen sorulara yanıtlar verdiği programları finanse etti.
Belki de daha önemlisi, El-Cezire Arapça yayında BBC-VOA’nın (Amerika’nın Sesi) tekelini kırdı. Bu sayede Araplar Müslüman dünyanın perspektifinden sunulan haberlere kavuşmuşlardı. Arap dünyasında liderlerin bu duruma tepkisi tahmin edilebileceği gibi pek olumlu olmadı. Geleneksel otoriter rejimlerin devlet kontrolü altında ve devlete hizmet eden haber kanallarının yerini Katar çıkışlı bu yeni haber kanalı alıyordu. El-Cezire’nin aldığı belki de en önemli övgü, onun neredeyse tüm Arap rejimleri tarafından mahkum edilmiş olmasıydı. Ortadoğu dışında özellikle Washington da El-Cezire’ye kızgındı çünkü kanal bölgede ABD’nin yürüttüğü tüm savaşları ayrıntılı bir şekilde vermişti: ABD medyasının kendi vatandaşlarına sunmaktan imtina ettiği katliam ve yıkım görüntüleri dahil. Hatta El-Cezire’nin ofisleri ABD tarafından iki kez “yanlışlıkla” bombalandı; birincisinde Afganistan’da, sonrasında Bağdat’ta.
El-Cezire ABD’nin politikalarına eleştirel bir biçimde yaklaşıyordu; bu da aslında bölge kamuoyunun bir yansımasıydı. Buna karşılık kanal Müslüman Kardeşler’in propaganda aracı olmakla suçlandı –birkaç yayıncının Müslüman Kardeşler’le bağının olduğunu da söylemek gerek- ancak hiçbir zaman şiddet yanlısı olmadılar. Aynı zamanda El-Cezire Arap milliyetçiliğini, sekülerliği ve hatta Marksizmi körüklemekle de suçlandı. Bu eleştirilerin hepsinde bir parça gerçeklik var; dediğim gibi kanal da zaten Arap dünyasındaki çok farklı fikirlerin bir yansıması.
El-Cezire’nin yazılı olmayan bir kuralı vardı: Katar’la ilgili haber yapılmaması. Bu şüphesiz bir tür içeriyle ilgili bir sansürden kaynaklıydı; ancak dünyanın geri kalanıyla ilgili bilgi alabildikleri için izleyiciler bu durumu pek umursamadı.
El-Cezire fenomeni; bugün Katar’ın birçok Arap rejiminden –Arap vatandaşlardan değil- neden bu kadar sert resmi tepkiler aldığını anlamak için önemli ipuçları veriyor. Bugün, El-Cezire’nin sesinin kesilmesi Katar’a karşı kurulan ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği koalisyonun en önemli taleplerinden biri.
Katar devletinin El-Cezire’ye desteği bu küçük Körfez ülkesinin cesur bağımsızlığının göstergelerinden biri. Katar aynı zamanda müthiş servetiyle de büyüklüğüyle orantısız bir etkiye sahip: Körfezde bulunan Güney Pars doğalgaz sahasının yarısını İran’la paylaşıyor, bu da onun doğalgaz rezervleri açısından dünya üçüncüsü olmasını sağlıyor.

Katar-İsrail ve Katar-İran ilişkileri

Katar’ın diplomatik yaygınlığı da şaşırtıcı derecede geniş, örnek olarak İsrail’le ilişkilerinden başlanabilir. Katar yıllar içinde İsrailli yetkililerle birçok yüksek profilli toplantı yaptı ve 2008’de İsrail’in Gazze’de giriştiği yıkıcı savaşa kadar 13 yıl boyunca İsrail ticaret ofisini Doha’da ağırladı. Katar İsrail ve Gazze’nin seçilmiş hükûmeti Hamas arasında arabulucu olarak görev aldı, Gazze’de koşulların iyileştirilmesi için önemli harcamalarda bulundu. Katar, başarılı bir siyasi parti ve İsrail karşıtı direniş hareketi olan Hamas ile yakın çalışıyor.
Daha da önemlisi Katar İran ile istikrarlı biçimde iyi ilişkilere sahip oldu –kısmen ortak gaz sahası dolayısıyla. Ancak Katar Şii değil, Suudi Arabistan’da baskın mezhep olan Vahhabi İslam’ı takip ediyor. Ancak Katar’ın Vahhabilik yorumu daha serbest –teolojik açıdan katı olsa da pratikte daha esnek; sinemaya, kadın-erkeğin aynı ortamda bulunmasına açık, kadınlar araba kullanabiliyor ve yerel seçimlerde aday olabiliyor, Hıristiyan kiliseleri açık, bazı kamusal bölgelerde alkole ulaşılabiliyor ve modern sanat galerileri canlı kamusal yaşama katkıda bulunabiliyor. Katar, bir düzineden fazla ABD üniversitesine de Doha’da ev sahipliği yapıyor; Georgetown, Carnegie Mellon ve Texas A&M dahil. Tüm bunlar Riyad’ın kültürel çoraklığı ile taban tabana zıt.
Ancak Suudi perspektifinden en kabul edilemez olanı Katar’ın İran’la kurduğu iyi ilişkiler. Katar demokrasi olmasa da; bir monarşi olarak siyasi açıdan Suudi Arabistan’dan, Bahreyn’den ya da Birleşik Arap Emirlikleri’nden daha özgürlükçü. Umman ve Kuveyt de Katar’dan daha özgürlükçü ve ikisinin de arası İran’la iyi, ayrıca yine bu iki ülke Katar karşıtı Suudi koalisyonuna katılmadılar.
Bu çelişkili tabloyu tamamlamak için ABD’nin Ortadoğu’da sahip olduğu en büyük askeri üssün Doha’da, Al Udeid’de bulunduğunu ve Katar’ın arasının Rusya’yla iyi olduğunu da eklemek gerek.
Katar neden bu farklı türden açılımları içeren inisiyatiflere girişti? Kısmen öne çıkmak için –yani varoluşsal ve yaşamsal sebeplerle. Katar, Arap Yarımadası’nda, Suudi ana karasına bağlı küçük bir yarımada; fiziksel açıdan güvenlik durumu kırılgan. Riyad istese bir gün içinde ülkeyi askeri olarak kontrol altına alabilir. Dolayısıyla Suudi tahakkümüne ve yayılmacılığına karşı ülkenin bağımsızlığını koruyacak uluslararası desteğe sahip olmak için, Katar uluslararası alanda güçlü bağlar kurma konusunda kararlı. Şu anda Katar’ın yapmaya çalıştığı şey de bu: bağlantılarını kullanmak.

Suudi yayılmacılığı

Suudi Arabistan’ın yarımadada bölgesel hegemonya olduğunu unutmayalım. Bölge iki yüzyıl içinde Vahhabi dini güçlerinin Körfez’e kadar yarımadayı silip süpürdüğüne şahit oldu; Vahhabi/Suudi “Açık Kader” politikasının bir parçası olarak Suudilerin tüm yarımada üzerinde stratejik hakimiyet kazanmayı amaçlayan bir plana sahip olmaları akla yatkın görünüyor. Tabii Körfez ülkeleri bu türden endişeleri açık etmeyi siyasi açıdan tercih etmeseler de akıllarının bir köşesinde böyle bir düşünce olduğu bir gerçek.
Aslında bu türden korkulara sahip olan tek ülke Katar değil. Bahreyn neredeyse bir Suudi şehri olmuş durumda; Riyad, ülkede çoğunluğu oluşturan Şii nüfusu baskıyla sindirerek iktidara tutunmaya çalışan baskıcı monarşiye arka çıkıyor. Birleşik Arap Emirlikleri bile –şu anda beklenmedik bir biçimde Katar krizi sürecinde Riyad’a arka çıksa bile- kendi egemenliğini tehdit eden Suudiler’in bölgesel güvenlik anlayışı yönünde baskılanmaktan kaçmaya çalışıyor. BAE’nin emirliklerinden biri, Dubai, İran ile sessiz ancak dostane ilişkilere sahip. Ve iki diğer Körfez ülkesi, Umman ve Kuveyt, Suudi baskılarından çok daha açık bir şekilde bağımsız hareket ediyor.
İşte Riyad’ın bu ay başında Katar’a karşı ilan ettiği sert ve ceza niteliğindeki ablukanın (kara, deniz ve hava sınırları Katar’ın kabul edilemez bağımsız tavırları dolayısıyla kapatıldı) arkasında yatan birçok sebepten biri bu.
Birçok başka rejim Suudi koalisyonuna arka çıkıyor, çünkü çıkarları bu doğrultuda: Mısır (zaten Müslüman Kardeşler’i sevmiyor), Libya, Yemen’in sürgün hükûmeti ve diğerleri –tümü Riyad’a borçlu.
Katar’a karşı alınan önlemlerin sertliği Körfez için pek alışıldık değil; daha çok hırslı ve içinden geldiği gibi davranan genç Muhammed Bin Selman’ın (Suudi Kralı’nın oğlu) karakterini yansıtıyor. Suudiler geleneksel olarak tüm bölgesel problemleri İran ve Şiilik üzerine yıkarlar. Ancak gerçekte, Suudi-İran arasındaki gerginliğin dinle neredeyse hiçbir ilgisi yok; asıl mesele jeopolitika.
Ancak yine de İslam etrafında bir mücadele de var. Hayır, bu mücadele Şiiler ve Sünniler arasında değil. Katar gayet Sünni, Suudi Arabistan da bir o kadar öyle. Hamas da aynı şekilde. Ancak Katar, Müslüman Kardeşler’i bölgedeki ılımlı siyasi İslam’ın gelecekte önemli roller üstlenecek temsilcisi olarak görüyor. Aslında Müslüman Kardeşler nispeten modern İslamcı bir hareket. Temel olarak şiddete başvurmuyor, cihatçı değil, Sünni-Şii ayrımından kaçınıyor ve demokratik siyaset prensipleriyle beraber siyasi partileri kabul ediyor, modernist ve geleneksel olmak üzere iki kanada sahip. Ancak ABD ana akım medyasına bakarsanız, bunların herhangi birini duyabilmeniz pek mümkün değil, çünkü İsrail Müslüman Kardeşler’den pek hazzetmez.

Siyasal İslam’ın geleceği

Katar’ın bakışı gayet gerçekçi. Siyasal İslam’ı temsil eden hareketler geniş bir spektrumda var olabilirler: otokratik ya da demokratik, gelenekçi ya da modernist, hoşgörülü ya da hoşgörüsüz, şedit ya da barışçı, pragmatik ya da ideolojik. Yerel şartlara bağlı olarak süregiden bir evrim içerisindeler. Kesin olan bir şey var: siyasal İslam yakın zamanda ortadan kaybolmayacak. Müslümanların kültürüyle öyle iç içe geçmiş ki siyasi tahayyüle etkide bulunmaması düşünülemez. Burada asıl soru şu: nasıl bir şekil alacak ve bugünün dünyasından ne tür dersler çıkaracak? Ne yazık ki, Batı liberalizminin Müslüman dünyadaki kökleri pek derine inmiyor.
Katar’ın bölgenin geleceğinde tercihi ilerici bir İslamcılıktan yana. Müslüman Kardeşler hareketine destek verdi, çünkü bu grubun özgün ve demokratik olduğu fikrinden yola çıkarak grubun seçimlere dayalı siyasi sisteme esasen şiddet içermeyen bir şekilde nüfuz edeceğini düşündü. Suudi Arabistan ve BAE’nin tiksindiği Arap Baharı’na Katar sempati ile yaklaştı. Türkiye’nin ılımlı İslamcı AKP hükûmeti de aynı şekilde Müslüman Kardeşler’e yönelik bir sempati besliyor. Onların umudu da, Suriye’de Esad rejiminin düşmesi hâlinde, on yıllardır Suriye muhalefetinin bir parçası olan Müslüman Kardeşler’in öne çıkmasıydı. Ancak Suriye’deki kaos dolayısıyla çok daha radikal ve şiddet yanlısı El Kaide ve IŞİD gibi hareketler askeri olarak üstünlüğü ele geçirdi.
Ne yazık ki bölgede birçok ülke Esad’ı devirmek için –Katar, Suudi Arabistan, BAE, Türkiye ve başka birçok ülke- şiddet yanlısı –ve etkili- cihatçı gruplarla yardım yoluyla flört etti. Suudilerin “Katar terörizmi destekliyor” suçlaması ikiyüzlü bir ifade; bu suçlama en başta aşırı katı İslam anlayışını yaymak üzere küresel çapta harcamalar yapan Suudilerin kendileri olmak üzere birçok ülkeye yöneltilebilir. Demokratik uygulamalara geçilmesinin kendilerini tahtlarından edeceğinden korkan otokratlar; Katar’ın (esasen) şiddet yanlısı olmayan ve daha demokratik Müslüman Kardeşler’e verdiği desteğe kızıyorlar. Mısır da onların bu korkusuna katılıyor. İran, ilginç bir biçimde, Sünni Müslüman Kardeşler’i bölgede nispeten daha ilerici bir güç olarak gördüğünden ona sempatiyle yaklaşıyor.
BAE bu noktada masaya bir toprak sorununu getiriyor: şu anda İran’ın kontrolünde bulunan üç küçük Körfez adası. Aslında bu İran’ın herhangi bir yerde tek sınır problemi. Britanyalılar Körfez’den askerlerini çektiğinde ve BAE henüz kurulmamışken, 1971’de İran Şahı üç adayı İran topraklarına kattı, bugün BAE hâlâ bu toprakların kendisine ait olduğunu öne sürüyor. Meseleye nereden bakarsak bakalım, İran’ın toprak kazanma amaçlı bir saldırı politikası izlediğini söylemek mümkün değil. Ki bu durumun neredeyse iki yüz yıldan bu güne sürdüğünü söyleyebiliriz.
Suudi Arabistan İran’a karşı “Ortadoğu NATO’su” kurma hedefini gerçekleştiremeyecek; hatta uzun ömürlü bölgesel ittifak kurmakta bile başarılı olamayacak. Ancak üzerine pek fazla kafa yormadıkları belli olan Katar’ı izole edip ezme politikasının dış politikada ciddi sonuçları olacak. En nihayetinde üç devlet muhtemelen günü kurtaracak bir formül üzerinde anlaşacak –Körfez’deki kavgalarda genelde olan şey.
Ancak kimse Katar etrafında dönen olayların “terörle mücadele” ya da “Şiilikle mücadele” ile ilgili olduğunu düşünmemeli. Burada asıl mesele otokratik yöneticilerin kendilerini kurtarma çabası. Ancak Washington da Suudilerin Ortadoğu’ya bakışını benimsemiş görünüyor. Katar, Körfez’in geleceğini farklı bir biçimde görüyor –belki de diğerlerinden biraz daha aydınlık bir gelecek bu.
ABD’nin büyük oranda Suudi Arabistan’ın güç gösterisine dayanan bu karmaşık mücadelede taraf tutmaktan kaçınması gerekebilir. Washington ayrıca Katar’ın hizaya getirilmesine de izin vermemeli. Katar’ı ezmek; İran’ın gözünü korkutmaya dayalı şaibeli oyunda aşırı derecede zayıf ve gerici bir araç olurdu.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.