Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Wittgenstein’ın barakası: Felsefe inzivada mı yapılır?

Felsefeci Nigel Warburton’un 23 Eylül 2013’te aeon.co’da çıkan yazısını İlker Kocael çevirdi.

Felsefe; diyalog hâlinde –yani kozmostaki yerimiz ve nasıl yaşamamız gerektiği ile ilgili yüz yüze konuşmalar biçiminde- yapılmalı, dogmalaştırılmamalı.

1913’te, filozof Ludwig Wittgenstein, Cambridge’in dikkat dağıtıcı ve oyalayıcı atmosferini terk edip Norveç’te münzevi bir hayata yelken açtı. Orada kimse kendisini tanımıyordu, mantık üzerine yaptığı çalışmalarına nihayet inzivada odaklanabilecekti. İşe yaradı. Bergen şehrinin 200 mil kuzeyinde uzak bir köy olan Skjolden’de bir süre bir postane müdürü ile birlikte yaşadı. Sonrasında fiyorta bakan bir barakada kalmaya başladı. Yalnızlık içinde, daha sonradan Tractatus Logico-Philosophicus’u (1921) oluşturacak fikirlerle boğuştu. Onunla vakit geçirmek isteyen herhangi biri anında ağzının payını alıyordu. “Bas git! Beni böldüğünden hemen önceki noktaya geri dönmem iki haftamı alacak” demişti. Bu paylamanın muhatabı; neyin söylenemeyeceği üzerine durup kafa yorarken ona selam verme hatasına düşen yerel halktan bir adamdı. Wittgenstein’a göre, Norveç’te geçirdiği bir yıl onun felsefi yaratıcılığının kökenini oluşturduğu gibi, bu yoğun filozofun hayatı boyunca eriştiği en yoğun tefekkür dönemlerinden biriydi. Oradayken tefekkür, yürüyüş, ıslık çalma ve depresyon dolayısıyla acı çekme dışında çok fazla bir şey yaptığı söylenemez.
Norveç’teki “barakasına” (gerçek bir baraka; iki katlı, ahşap ve balkonlu bir ev) yerleşmiş Wittgenstein imajı, birçokları için iş başında bulunan filozof modelinin ta kendisini oluşturur. Burada yalnız dâhi; inzivaya çekilerek ağırbaşlı felsefi çabasının ciddiyetini gösterir. Dikkat dağıtacak herhangi bir şey yok. Eşlik eden kimse yok. Yalnızca fiyorda dalıp giderken ya da karlı yolları arşınlarken ilk ilkeler üzerine düşünecek keskin bir zihin var. Wittgenstein, bu konuda bir ilk değil. Altıncı yüzyılda yaşamış olan Boethius, Felsefenin Tesellisi’ni Roma’nın bir hücresinde yazmıştı. Zihni, eli kulağında bulunan idamı ile meşguldü. Niccolò Machiavelli, Prens kitabını sürgündeyken, Floransa’nın dışında bulunan sessiz bir çiftlikte yazdı. René Descartes, İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar’ını (1641) bir şöminenin karşısına kıvrılıp yazdı. Jean-Jacques Rousseau, medeniyetten uzak, ormanın ortasında dünyanın en mutlu insanıydı. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Felsefenin en yüce biçimi, inzivada yapılır gibi duruyor. Başkalarının varlığıyla da sanki zarar görüyor.
Ancak inzivaya çekilmiş iş başındaki dâhi klişesi yanıltıcı; Wittgenstein, Boethius, Machiavelli, Descartes ve Rousseau için bile. Felsefe, özü itibariyle farklı fikirlerin çarpışması yoluyla yeşerebilecek toplumsal bir etkinlik. Meydan okunmayan iç monologlardan doğduğu pek görülmüş şey değil. Wittgenstein’ın Norveç ormanlarında geçirdiği bir yıla daha yakından baktığımızda, onun bu dönemde Cambridge profesörlerinden Bertrand Russell ve G. E. Moore ile mektuplaştığını görürüz. Hatta Moore’u Norveç’e seyahat etmeye –o dönemde meşakkatli bir tren ve tekne yolculuğu gerektiriyordu- ve orada iki hafta kalmaya ikna etmişti. Moore’un ziyaret amacı, Wittgenstein’ın mantık ile ilgili yeni fikirlerini tartışmaktı. Tabii “tartışma” Wittgenstein’ın (ki o dönemde teknik olarak hâlâ bir lisans öğrencisiydi) konuşması ve Moore’un (o dönemde çok daha meşhurdu) dinleyip not alması anlamına gelecekti.
Ancak bu fikirlerin doğması için Moore’un varlığı bir anlamda gerekliydi: Wittgenstein’ın dinleyici kitlesine; düşüncelerine odaklanmasına yardım edecek ve onu eleştirecek zeki bir dinleyiciye ihtiyacı vardı, bu eleştiriler açıkça seslendirilmese bile. Ayrıca dinleyici kitlesine ihtiyacı olan yalnızca o değildi. Boethius’un hücresinde hayali bir ziyaretçi vardı: Felsefeyi, üzerinde Pi’den Teta’ya kadar harfler bulunan bir elbise giymiş uzun bir kadın olarak kişileştirmişti. Onu terk ettiği için paylıyor ve Stoacı felsefeden bahsediyordu. Boethius’un kitabı, içinde bulunduğu zor duruma bir yanıttı.
Bu sırada Machiavelli, sürgün edilmişti ve saray yaşamının entrikalarından uzak bir yerde, kendi iradesi dışında pastoral bir yaşam sürüyordu. Ancak 10 Aralık 1513’te arkadaşı Francesco Vettori’ye yazdığı mektupta, akşamlarını nasıl geçirdiğinden bahsediyordu: Çalışmalarına bir süre ara veriyor, büyük antik düşünürleri hayalinde canlandırıyor ve onlarla en iyi nasıl yönetilebileceği ile ilgili hayali tartışmalara girişiyordu. Bu hayali tartışmalar, Prens kitabının hammaddesini oluşturdu. Descartes, yazmak için kendini bir köşeye çekmiş ve dikkatinin dağılmaması için işlerinin çoğunu yatakta uzanarak yapmış olabilir, ancak Meditasyonlar yayın aşamasına geldiğinde Thomas Hobbes dahil olmak üzere birçok filozoftan eleştirel yorumlar almış ve onların eleştirilerine yanıt vermişti. Aynı şekilde, Rousseau yalnızlığı severdi, ancak yazılarına diyaloglar da ekledi, hatta Jean-Jacques’ı Yargılayan Rousseau (1776) isimli garip kitabı yazdı. Kitapta kendisinin iki versiyonu birbiriyle tartışıyordu.
Batı felsefesinin kökü diyaloğa; gerçeklik, kozmostaki yerimiz ve nasıl yaşayacağımızla ilgili yüz yüze yapılan tartışmalara dayanır. Gizem, merak, şaşkınlık ve salt görünümün ötesinde hakikate ulaşmaya yönelik güçlü istek ya da, o değilse bile en azından bir tür bilgelik ya da denge anlayışıyla başladı.
Sokrates, felsefi diyalog ile ilgili diyaloğu başlatan kişi. Beşinci yüzyıl Atinasının pazar yerlerini arşınlayan ve gelen geçeni durdurup onları meşhur tarzı ile sorguya çeken bu kılıksız garip adam, felsefi tartışma ve felsefe öğretiminin temelini attı. Onun öğrencisi Platon, Sokratik diyaloglar yazma konusunda mahirdi. Bu diyaloglar sanıyoruz ki Platon’un hocasının insanlara nasıl tumturaklı nutuklar attığı ve onları sıkıştırdığı ile ilgili bazı ipuçları sunuyor; her ne kadar bunları Platon kendi yazmış olsa da. Platon’un Phaedrus diyaloğuna itibar edersek, Sokrates’in yazılı eser bırakma eylemine pek de saygı duyduğunu söyleyemeyiz. Bunun konuşmadan daha aşağı bir şey olduğunu iddia ediyordu. Bir sayfalık yazı çok zekice görünebilir, ancak ona hangi soruyu sorarsanız sorun, okuduğunuzda her seferi aynı yanıtı verir –aynı bu cümlenin de yapacağı gibi, kaç kez geriye dönüp okursanız okuyun.
Bunun yanında, bir düşünür neden çorak topraklara tohum savursun ki? Şüphesiz tohumları, onların gelişmesine uygun topraklara ekmek; düşüncelerinizi dinleyici kitlenize en uygun biçimiyle sunmak, söyleyeceğinizi karşınızdakini dikkate alarak söylemek daha iyidir. Wittgenstein da defterine şunları yazarak aynı noktaya parmak basıyordu: “Birine anlamayacağı bir şey söylemek anlamsızdır, onun anlamayacağını özellikle belirtsek bile.” Konuşmanın esnek yapısı Sokrates’in meşhur ironisini yapmasını, belirli şeyleri vurgulamasını, alaya almasını, dil oyunlarına başvurmasını kolaylaştırdı; tüm bunlar yazıya döküldüğünde yanlış anlaşılabilirdi. Sokrates’e göre filozof, aklından geçen düşünceleri bir kağıda karalayabilirdi, ancak felsefi iletişim için en iyisi diyalogdu.
Platon’un diyalog kullanımı, felsefede diyaloğun ne ölçüde merkezi bir yerde olduğunu söyler. David Hume’un Doğal Din Üstüne Söyleşiler’i (1779) ve Søren Kierkegaard’ın farklı karakterlerin içeriden alternatif fikirler sunduğu Ya – Ya da’sı (1843) haricinde çok az filozof kitabında birden fazla sese yer vermeyi becerebildi. Çoğu kendi fikirlerine karşı şeytanın avukatlığını yaparmış gibi göründü, ancak John Stuart Mill’in de söylediği gibi, hayali eleştirmenler gerçek olanlardan çok daha az zorlayıcı olacaktır ve argümanları zayıf kalacaktır.
Şimdi bile, felsefe en iyi Sokratik soru cevap yöntemiyle öğretiliyor. Evet, uzun okuma gerekliliği etkileşimi daha zor bir hâle getirebilir ancak Harvard’da profesör olan Michael Sandel’ın Adalet konuşmalarında ve kamu yararı ile ilgili tartışmalarında gösterdiği gibi, burada bile diyalog mümkün. Bu birçok anlamda Wittgenstein’ın eğitim tarzıyla karşılaştırdığımızda bir ilerleme: söylenenlere göre Wittgenstein öğrencilerin önünde gelişim hâlinde bulunan kendi fikirleriyle boğuşurdu, öğrenciler de bu ıstırap çeken dâhiyi izlerdi. Wittgenstein zaman zaman durur ve dakikalarca eline bakar, zaman zaman da kendi aptallığına küfrederdi: “Ne kadar da aptalım!” Dikkat çekici ve lisans öğrencilerine bıkkınlık verecek derecede tekdüze ve daha önceden prova edilmiş monologlardan çok daha iyi olmasına rağmen, bu tarzda Sokratik sorgulamanın heyecanı eksikti.
Yeni teknoloji; felsefi (ve diğer türden tüm) diyalogların içinde bulunduğu atmosferi değiştiriyor. Artık çağdaş filozoflar; fikirlerini geniş kitlelere ulaştırabiliyor ve bunun için büyük salonlara da ihtiyaç yok. Ancak “konuşularak yapılan felsefe”de telaffuz edilen sözler ve tartışılan fikirlerden fazlası var. Etkileşimin söz içermeyen ancak duyulabilen tarafı (birinin sesindeki gülümsemeyi, bir sabırsızlık anını, bir duraksamayı ya da şüpheyi, bir içgörüyü duymak gibi) felsefeyi insanileştiriyor. Onu, katı mantığın mekanik uygulaması olarak düşünmeyi imkansız hâle getiriyor; düşünür ve onun aldığı pozisyon ile ilgili bir şeyler söylüyor. Ses yolu ile ifade edilen coşku, bulaşıcı ve ilham verici olabilir.
Hobbes, Descartes’ın Meditasyonlar’ına yazı ile yanıt verdi, ancak bu iki düşünürün kamuya açık bir alanda tartışmalarını izlemek ve deneyimlemek ne kadar büyüleyici olurdu, bir düşünsenize. Aynı şekilde, Wittgenstein’ın Frank Ramsey (onun öngörüsü yüksek erken dönem okuyucularından biri) ile Tractatus’u tartışırken çekilmiş bir kaydı olsaydı, bu kayıt her iki düşünür hakkındaki görüşlerimizi değiştirebilirdi. Bu hayal edilen diyalogların muadili bugün üniversitelerde ve üniversiteler dışında kaydediliyor. Bunlara internetten ücretsiz ulaşmak mümkün: YouTube, iTunes ve başka bir çok yerde, eğer nereye bakacağınızı iyi bilirseniz.
Diyalog ve karşıt görüş olmadan, felsefe Mill’in korktuğu gibi hızlıca ölü bir dogmaya dönüşür. Ancak bu demek değil ki her görüş eşit değerde ya da herkesin kendi doğrusunu bulduğunu kabul etmeli. Tüm büyük filozoflar görünürün ötesine geçip şeylerin aslında nasıl olduğu ile ilgili bir şey söyleme azmi ile hareket eder. Felsefe, tarafların pozisyonlarını yalnız ortaya sermez, onları ölçer de. Eleştirel düşünce içermeyen diyalog gevezeliğe ve farklı fikirlerin ortaya boca edilmesine dönüşür. William Empson’ın da “Bırak Gitsin” (1949) şiirinde söylediği gibi:
Çelişkiler öyle bir alanı tutar ki.
Konuşulur, konuşulur ve sonunda bir yöne meyledilir.
Orada tımarhaneyi, hiçbir şeyi istemezsin.
Ancak, sizinle aynı fikri paylaşmayan diğer insanlarla etkileşim yoluyla fikirlerinize meydan okunmasının önemini en net biçimde ortaya koyan John Stuart Mill oldu. Özgürlük Üzerine (1859) kitabının ikinci bölümünde Mill, çatlak seslerin müthiş değerli olduğunu iddia etti. İşte bu farklı sesler bizi düşünmeye zorlar, kalıplaşmış fikirlere meydan okur, eleştirel meydan okuma sonrasında ayakta kalan inançlara dayalı ölü dogmalardan uzak tutar; daha ne olsun. Muhalifler, fikirlerinde büyük oranda ya da tamamen yanılıyor olsalar da çok değerlidirler. Mill’in de dediği gibi: “Hem öğretenler hem de öğrenenler işleri başında uykuya dalar, ortamda düşman yoksa eğer.”
Felsefe eğitimi tarihsel olguları metinler yoluyla öğrenme biçimini aldıkça, öğreten kişinin papağan gibi tekrar ettiği ya da kitaptan hatmedilen bir şekle büründükçe, Sokratesçi diyaloğa dayalı köklerinden uzaklaşıyor. Bu da hem felsefe için hem de bundan mağdur olan öğrenciler için durumu daha da kötüleştiriyor: Paolo Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi’nde bilginin “depolanması” dediği şey bu. Felsefenin amacı, elinde belli alanlarla ilgili bilgiler olması –her ne kadar bu da işe yarar bir şey olabilirse de- ya da kişinin yürüyen bir Wikipedia’ya ya da seyyar bir bilgi bankasına dönüşmesi değildir. Felsefenin amacı daha ziyade kendimize sorduğumuz en önemli sorulardan bazıları ile ilgili argüman üretmek için gerekli beceri ve duyarlılığı geliştirmektir. Bu sorular gerçeklik ve görünüm, yaşam ve ölüm, tanrı ve toplum ile ilgilidir. Platon’un Sokrates’inin bize söylediği gibi, “Biz burada ipe sapa gelmez meseleler tartışmıyoruz, nasıl yaşanması gerektiğini tartışıyoruz.”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.