Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Batı’dan bakıldığında 24 Haziran seçimleri

Yayına hazırlayanlar: Şükran Şençekiçer & Gamze Elvan

 

Merhaba, iyi günler Transatlantik’te karşınızdayız. Bu hafta yine Ömer Taşpınar ve Gönül Tol Washington’da birlikteler. Arkadaşlar merhaba, hemen girelim: Bu hafta sadece 24 Haziran konuşalım istiyorum; herhalde konuşacak çok şey vardır. Gönül, ne diyorsun? Washington’da nasıl karşılandı seçim sonuçları? Medya ve oradaki Türkiye üzerine çalışan araştırmacılar vs.?

 

Gönül Tol: Ruşen Washington Post’ta ve New York Times’ta başyazılar çıktı. New York Times’ın başyazısı aslında Türk demokrasinin bütünüyle ölmediğine dair daha pozitif bir yazıydı. Washington Post’unki daha negatifti; Erdoğan’ın başarısıyla birlikte artık Türk demokrasisinin bütünüyle cendereye sıkıştığından ve bundan sonraki günlerin Türkiye için çok daha güç olacağından bahsetti. Bir toplantı vardı –aslında pazartesi gününden itibaren birkaç toplantı vardı–; Türkiye’yi izleyen insanların katıldıkları açık toplantılar vardı. Orada genel olarak söylenen şey şuydu: Bu aslında milliyetçiliğin bir zaferi oldu; seçim sonuçları beklenmiyordu — en azından Erdoğan’ın kazanacağı bekleniyordu, fakat birinci turda kazanacağı beklenmiyordu. Birinci turda hem başkanlığı alması, hem Parlamento’da MHP’yle birlikte çoğunluk elde etmesi biraz şaşkınlık yarattı. İki gruba ayırmak istiyorum Türkiye analistlerini, seçime bakış açısı noktasında: Bir grup, “Artık bu seçimler demokrasinin son çıkışıydı, bundan sonra artık demokrasiyi isteyen tabanın etkili olarak kullanabileceği çok fazla araç kalmadı” düşüncesinde. Bir diğer taraf da, “Hayır, aslında böyle değil” diyor — ki ben de onlara katılıyorum. Aslında sivil toplum örgütlerinin bu kadar iyi örgütlenmiş olması, vatandaşların oyuna sahip çıkmak için gösterdiği mobilizasyon ve seçimleri kaybetmiş olmasına rağmen aslında muhalefetin ne kadar iyi bir performans gösterdiğini söyleyenler var — ben de bunlara katılıyorum ve bu yüzden de aslında Türk demokrasisi için bunun bir son olmadığını, aksine demokratik mücadelenin devam edeceğine dair bir görüş var. Bir de tabii Amerikan yönetiminden gelen sesler var. Salı günü Kongre’de bir toplantı vardı. O toplantıda Amerikan Dışişleri Bakanı Yardımcısı bir konuşma yaptı; Türk-Amerikan ilişkilerine değindi, Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorunlara değindi. Beyaz Saray sözcüsü Türkiye’nin bu seçimlerden sonra demokratikleşme konusunda daha net adımlar atmasının beklediğini dillendirdi. Yani genel olarak hava şu: Amerikan yönetiminde, “Evet, bu seçimler oldu bitti; biz yolumuza bakalım, ama hâlâ ikili ilişkilerde bir sürü problemimiz var; demokratikleşme noktasında da Türkiye’nin atması gereken adımlar var” yönünde.

 

Ömer, senin yanılmıyorsam Washington Post’ta yazın çıktı ve Gönül’ün demin tarif ettiği analistlerden birincilere daha yakın gibiydin, Gönül ikincilere yakın. Bir milliyetçilik vurgun da vardı; ama yazıyı yazdıktan sonra bir iki gün de geçti. Hâlâ aynı pesimistlikte, kötümserlikte misin? Yoksa biraz daha yumuşadın mı?

 

Ömer Taşpınar: Öfkeyle yazdığımı mı ima etmek istiyorsun?

 

İma etmiyorum, söylüyorum!

 

Taşpınar: Aslında evet, birazcık hayal kırıklığı içinde, o ruh halini de yansıtan bir yazıydı; fakat genel hatlarıyla gördüğümü yazdım; yani Türkiye’de bence gerçekten şu anda karanlıkta ıslık çalabiliriz. Gerçi Erdoğan çok büyük bir zafer elde etmedi, Türkiye’de demokrasi hâlâ canlı; fakat benim görebildiğim kadarıyla Türkiye’de Kürt meselesi konusunda hiçbir adım atılmayacak bir durum çıktı ortaya ve milliyetçiliğin oldukça faşizan yükselişini görüyoruz. Benim hep söylediğim şey; Erdoğan’ın MHP’yle kurduğu ortaklık, daha önceki taktiksel ortaklıklara göre çok daha organik bir ortaklık oldu ve bunun arkasında TSK ve devletin de ortaklığı oldu. Şunu unutmayalım: Erdoğan liberallerle, Gülen Cemaati’yle ve Barış Süreci’nde Kürtlerle kurduğu ortaklıklarda tam olarak devlet olamamıştı henüz ve hatta tam olarak devlet olamadığı için bu gruplarla ortaklık halindeydi. Yani hâlâ bir TSK vardı; hâlâ bir darbe korkusu vardı; hâlâ tam olarak bütünüyle bütün istediği kurumları elde edememişti. Şu anda Erdoğan tek adam yapısını oluşturdu, seçimleri de istediği gibi birinci turda kazandı ve bunu da milliyetçilikle yaptığı ciddi bir ortaklıkla kazandı ve buradan Kürt barış süreci bence önümüzdeki yakın dönemde hiç gerçekçi değil. MHP’nin eğer Türkiye’de bir denge ve denetleme görevi varsa, bu herhalde demokrasiye gitmeme konusunda bir denge ve denetleme görevi olacaktır. Oldukça güçlü bir milliyetçi damar var, AKP de zaten bu milliyetçi damara oynadı ve Kemal Can’ın deyimiyle sonuçta milliyetçi damarın ana markası, ana adresi olan MHP’ye oy kaybetti. Biz bunu neden göremedik? İYİ Parti kuruldu diye göremedik herhalde. Devlet Bahçeli çok karizmatik bir lider olmadığı için göremedik, kamuoyu yoklamaları göstermedi; fakat Türkiye’de çok ciddi bir yerli ve millî ulusalcı, Avrasyacı, milliyetçi bir gidişat olduğunu ben hissediyordum. Dolayısıyla o açıdan karamsarlığıma karamsarlık kattı bu seçim sonuçları ve o nedenle arkasında duruyorum söylediğimin. Bana göre maalesef ortada faşizan bir gidiş var.

 

Yani “Sen de atla gel buraya” diyorsun!

 

Tol: Ruşen ben de sana şunu söylüyorum: Hayır, sen orada kal; çünkü senin gibi insanların aslında fark yaratabildiğini gördük seçimlerde. Dediğin gibi bütünüyle kendi inisiyatifiyle… yani parti platformlarına dahil olup seçim müşahitliği yapmış insanlar var; ama bütünüyle kendi inisiyatifiyle bunu yapan, vatandaşlık bilinciyle yapan insanlar da var ve bunlar bana ümit veriyor. Öncelikle şunu söylemek istiyorum; benim ilk gözlemim şuydu seçimlerle ilgili: Gerçekten bir kimlik siyasetine sıkışmış bir yapı var Türkiye’de. Yani hep o seçimlerin ardından Türkiye haritasına baktığınızda; işte, sahillere sıkışmış seküler, eğitimli, ekonomik olarak gelişmiş bölgelerdeki CHP varlığını görüyorsunuz; Orta Anadolu’da dinî olarak muhafazakâr ve milliyetçi kesimin AKP ve MHP’yi desteklediğini görüyorsunuz ve Kürt bölgesinde de bir HDP egemenliği var. Bu resim aslında ilk önce bir ümitsizliğe sevk ediyor insanı; çünkü şunu düşünüyorsunuz: Aslında ülkenin geçtiği bütün, yaşadığı bütün problemlere bakın, ona rağmen Erdoğan’ın arkasında aşağı yukarı yüzde 50’ye yakın destek olmuş –AKP’ye demiyorum, ama Erdoğan’ın arkasında– bir bu kadarlık bir destek var ve bizim etkileyeceğini düşündüğümüz ekonomik problemler etkilememiş, içerideki gerilim etkilememiş, dış politikada yaşanan problemler etkilememiş gibi görünüyor ve işte bu kimlik siyasetine sıkışmak tehlikeli bir şey. Bu bende ümitsizlik yaratıyor; fakat ben şunu da söylemiyorum diğer taraftan: Ben bu grupları asla değişmesi imkânsız çelik kalıplar olarak görmüyorum — bu haritaya baktığınızda üç kimlik grubunu. Nitekim Muharrem İnce’nin aldığı yüzde 30’luk oy o anlamda bana ümit veriyor; çünkü Kürtlerden de oy aldı; yani CHP’nin aday gösterdiği insanın Kürtlerden oy alması, hatta belki İslamcılardan oy alması, milliyetçilerden oy alması bana şunu gösteriyor: Bu kimlik kalıpları kırılabilir ve biraz çabayla, 50 günlük bir çabayla bu olabildi. Fakat burada yapılması gereken, yine görevin büyüğü ana muhalefet, en büyük muhalefet bloku olarak CHP’yi düşüyor. CHP o yüzde 25’lik puanı kırabilmek için o muhafazakâr kesimin varoluşsal endişelerini gidermeye yönelik adımlar atması gerekiyor. O yüzden de bütünüyle ümitsiz görmüyorum durumu; ama diğer taraftan da özellikle CHP açısından da atılması gereken çok önemli adımlar var.

 

Peki Ömer, ben sadece ABD olarak vermedim, Batı’dan bakıldığından dedim ve senin içimizde Avrupa’yı bilen isim olduğuna istinaden; Avrupa’da da çok değişiklikler oluyor, orada da sağ popülizmin yükselişi var; ama hâlâ ana merkezde klasik, eski liberal demokrasinin –en azından Fransa ve Almanya’da– bir hâkimiyeti var. Şimdi baktığımız zaman, Türkiye’deki bu gidişat Avrupa’yı genel olarak ve özel olarak tek tek ülkeler bazından baktığımız zaman endişelendiriyor mudur? Yoksa “Bunlar bizi fazla ilgilendirmez, hatta tam tersine çıkarlarımızı bu yönetimle daha kolay gözetebiliriz” duygusu mu öne çıkar?

 

Taşpınar: Büyük resimden başlarsak eğer, Fransa, Almanya, İngiltere medyalarında “Doğu cephesinde fazla bir değişiklik yok” diyecekler; yani Erdoğan’ın kazanması onlar için bir sürpriz değil. Onlar için sürpriz olan Erdoğan’ın bir süre sanki kazanamayacak gibi gözükmesiydi. Yani hatalar, Türkiye’deki ekonomideki gidişat, Erdoğan’ın yaptığı hatalar, yorgun gözükmesi, karizmatik bir muhalefet liderinin ortaya çıkması, muhalefetin canlı gözükmesi, enerjik gözükmesi… Bunlar bir ümit yaratmıştı — özellikle Financial Times gibi gazetelerde. Ama Fransız basınında takip ettiğim üzere, genelde Le Monde’a, Le Figaro’ya ve Le Point dergisindeki “diktatör” kapağına baktığımızda, Erdoğan’ın kolay kolay seçimi kaybetmeyeceği yönünde bir hava vardı. Şimdi şu konuda da haklısın: Küresel platformda –Avrupa’da da, ama küresel platformda bence–, bir milliyetçi-popülist-otoriter dalga var. Dolayısıyla “Türkiye küreselleşmeden koptu, Türkiye dünyadan kopuk, faşizan bir yere doğru gidiyor” dediğimizde, aslında doğru değil; çünkü dünya belki otoriter, milliyetçi ve popülist bir yöne doğru gidiyor. Siyasetten bıkmış siyasetçiler seçim kazanıyor İtalya’da mesela, İtalya’da bunun en ciddi örneğini görüyoruz. Fakat şu kesin: Bu ülkelerde oturmuş bir anayasal düzen var, hukuk devletleri var, özgür basın var ve seçimlerde de acaba hile oldu mu, olmadı mı tartışmasıyla büyük bir meşruiyet sorunu yaşanmıyor, serbest ve adil seçimler yapılıyor. Dolayısıyla biz özgürlükçü olmayan demokrasiler diyebiliriz; çünkü demokrasinin ana unsuru olan seçime gölge düşmüyor. Türkiye’de ise seçime gölge düşüyor. Niye gölge düşüyor? Bana göre tabii ki burada serbest ve adil seçimler olmadığı ortada; eğer televizyonlar, gazeteler muhalefetle konuşmuyorsa, eğer OHAL varsa, eğer o ülkede en karizmatik muhalefet lideri hapishanedeyse, bu ülkede serbest ve adil seçim yapılıyor diyemeyiz. Dolayısıyla Türkiye tam bu illiberal demokrasi kavramına oturmuyor. Yani Macaristan değil Türkiye, Macaristan’dan daha geri bir yerde. Macaristan medyasına baktığımızda, Macaristan’daki muhalefete baktığımızda, Türkiye’den daha şansları var bir gün Orban’ı devirmek için. Türkiye’deki muhalefetin ise gerçekten eli kolu bağlı. Bundan güçlü bir fırsat herhalde ellerine geçemezdi; ama milyonların katıldığı mitingleri devlet televizyonu vermedi veya birkaç dakika verdi. İstediği liderleri göstermedi sonuçta. Dolayısıyla Türkiye’deki dinamikler bana göre Rusya’yla Avrupa arasında bir yerde duruyor. Rusya kadar kötü değil. Bir Putin Rusyası kadar kötü değil. Çünkü Putin, daha önce de söyledim, zaten hiç medyaya yer vermiyor ve muhaliflerini de öldürtüyor. Tam bir mafya devleti kurmuş durumda. Türkiye orada değil. Ama Türkiye Avrupa’daki popülist partilerin olduğu yerde de değil. Bir İtalya hiç değil. Dolayısıyla İtalya’daki, Fransa’daki, İngiltere’deki tepki Türkiye’ye, Erdoğan’ı seçerek Türkiye’nin artık AB hayalini kaybettiği yönünde. Ama realist olmak gerekir diyorlar. Özellikle Fransa’da Macron ve Almanya’da Angela Merkel’de, “Realist olmak gerek, Erdoğan’la bir beş yıl daha yaşamak zorundayız. Dolayısıyla Türkiye’yle gümrük birliğini reforme edelim, Suriyeli göçmenler, göçmenler konusundaki bir bakıma realist al-ver ilişkisine devam edelim. Fakat uzun dönemde Türkiye’den ciddi bir demokratik reform da beklemeyelim” havası hâkim.

 

Tol: Ruşen şunu ekleyebilir miyim AB ile ilgili? Bir de şöyle bir tartışma var benim görebildiğim kadarıyla AB’de: AB’nin demokratikleşmeye etkisi nedir? Mesela çok şey yazıldı AB’nin Türk demokratikleşmesine etkisi üzerine. Ve hatta demokratikleşmeden otoriter bir yöne gitmesi noktasında da AB’nin bir rol oynadığını söyleyenler var. AB’de de böyle bir tartışma var. “Biz demokratikleştirme sürecinin neresindeyiz? Demokratikleştirme fikrini bir dış aktör olarak atabiliyor muyuz?” tartışması var. Benim gördüğüm kadarıyla çok ilginç bir şey yakaladık orada. Şöyle bir argüman var: AB’ye giriş sürecinde üye ülkelerin demokratikleşmesine çok yardımcı oluyor AB. Fakat bir kez AB’ye girdikten sonra o ülkelerin demokrasiden kopuşlarını engelleyemiyor. İşte Orban örneğinde görüldüğü gibi. Böyle ilginç bir tartışma var, onu da not etmek lazım.

 

Gönül, sana şunu sormak istiyorum: Avrupa’dan sonra tekrar ABD’ye dönelim: Malum, Trump da çok demokrasi sevdalısı birisi değil. Sen her ne kadar Beyaz Saray’dan yapılan açıklamalarda demokratikleşme falan dedin ama, çok umurunda olduğunu açıkçası sanmıyorum, sanan da çok fazla yoktur. Hep konuştuğumuz hususu tekrar konuşalım. Sonuçta, Transatlantik’te çok dile getirdik, özellikle Ömer altını çok çizdi diye hatırlıyorum. Trump’la Erdoğan’ın arasında kişisel hukuk gibi bir şey de var. Şimdi sonuç olarak bu seçimlerin böyle sonuçlanmış olması Trump’ın aslında hoşuna da gitmiştir diyebilir miyiz?

 

Tol: Şimdi birincisi, Trump’ın Erdoğan’ı kutlamak için geç aradığını not düşmek gerekiyor bence. Hatırlarsın, hapisteki rahip Andrew Brunson davasında ilk kez Trump Türkiye’ye karşı eleştirisini açıktan dile getirmişti bir tweet atarak. O gerginliğin de bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Şimdi Trump Erdoğan’la çalışır mı? Tabii ki çalışır. Türk demokrasisindeki problemler sorun mu? Değil. Ve sadece Trump için de değil bu arada. Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihine baktığınızda, aslında hep daha büyük Soğuk Savaş dinamikleri vardı. O yüzden Türkiye’nin içinde olanlar mesele değildi. Hatta cunta rejimini destekledi, askerî yardım yaptı Amerikan yönetimi vs. Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde de, yani Türkiye’nin iç siyaseti, Türk demokratikleşmesi, hiçbir Amerikan yönetimi için temel mesele olmadı. Çünkü bu ilişkinin özünü hep askerî ilişkiler, daha büyük jeo-stratejik alanda yapılan işbirliği oluşturdu. O nedenle Trump Obama’dan çok çok da farklı bir lider değil o anlamda. Obama belki bir parça nüanslı olarak bu mesajları veriyordu; ama günün sonunda Türk demokratikleşmesi çok büyük mesele hâline gelmedi. O yüzden Trump diğer Amerikan liderlerinden farklı bir lider değil. Burada önemli olan şey bence Amerikan yönetimi için: “Bütünüyle önümüze bakalım, meseleler neler?” Daha evvel bahsettiğim gibi bu Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı, Salı günü Kongre’de yaptığı konuşmada Türkiye’ye şunu söyledi: “Biz Türkiye’nin S400 alımından çok endişeliyiz. Ve hatta Kongre’den böyle bir onay gelmese dahi biz Amerikan yönetiminin F35’leri vermeme yetkisi olduğunu düşünüyoruz. Ve ayrıca” dedi, S400’e şunu da ekledi: “Ayrıca bizim şartlarımız da var, Türkiye’den beklentilerimiz de var. Andrew Brunson ve Amerikan vatandaşlarının salıverilmesi ve Suriye’nin kuzeyinde işbirliği için adımlar atılması ve IŞİD’le mücadelede geri adım atılmaması gibi şeylerin altını çizdi. Bu şunu gösteriyor: Bütünüyle pragmatik bakmaya devam edecek Amerika Türkiye’ye. Fakat tabii MHP’nin seçimlerdeki başarısı, yani o yüzde 11’lik oran aslında AK Parti’yi bütünüyle bağımlı kılıyor MHP’ye. Dolayısıyla MHP faktörü, MHP’nin AK Parti üzerinde elinin güçlenmiş olması faktörü, Türk-Amerikan ilişkilerinde ekstra bir gerilim yaratacaktır. Çünkü Kürt meselesi konusunda, YPG-Menbiç meselesi konusunda MHP muhtemelen çok daha sert bir tutum izleyecektir. Bu da tabii zorlaştıracak Suriye’deki ittifakı.

 

Ömer, buna tabii bir de şeyi eklemek gerekiyor sanki, İran meselesinde iş ciddiye biniyor. En son bu petrol alımı konusunda tarihler belirlendi vs.. Bu önümüzdeki dönemde Türk-Amerikan ilişkileri üzerinde yeni bir ipotek olabilir mi?

 

Taşpınar: Kesinlikle olabilir. Aslında İran benim anladığım kadarıyla şu anda dışişleri bakanlıkları seviyesindeki çalışma gruplarında da ele alınıyor. Ve ciddi bir sorun olarak ele alınıyor. Çünkü Amerika’nın sert İran politikasına şu anda Türkiye’nin ne derecede destek vereceği ciddi bir soru işareti. Zaten ortada bir ceza geliyor, Halkbank’a. Muhtemelen bu ceza yüklüce bir ceza olabilir. Seçim sonrasına bırakıldı. Yani İran meselesi, ilişkilerde, YPG/PYD, Suriye, S400’ler, F35’lerin üzerine bir de ciddi bir mesele olmaya namzet. Dolayısıyla gerçekten Türkiye-Amerika ilişkilerinde bana göre ciddi bir kırılma noktasına doğru gidiyoruz. Yani burada çok sansasyonel, alarmist bir şey söylemek istemiyorum; ama bakın: Amerika’nın Pakistan’la çok ciddi stratejik ilişkileri vardı; Pakistan bir stratejik ortağıydı Amerika’nın. Ve Afganistan’da kendini muhtaç hissediyordu Amerika Pakistan’a. Bugün Türkiye’deki Amerika uzmanlarına, biraz Amerika-Pakistan ilişkilerine bakmalarını tavsiye ederim. Trump yönetimi, Gönül’ün dediği gibi insan hakları konusunda hiç adım atacak bir yönetim değil. O açılardan kozmetik olarak çok farklı daha önceki yönetimlere göre. Çünkü Obama en azından bir seçim sonrası telefonda birkaç şey söylüyordu. Bunları Trump söylemiyor. Ama Trump yönetimi şu açıdan çok farklı: Gerektiğinde fevrî adımlar atabiliyor ve bunu ittifak kurduğu ülkelere karşı yapıyor. Almanya’ya yapıyor, Fransa’ya yapıyor, İngiltere’ye yapıyor, Kanada’ya yapıyor, Meksika’ya yapıyor. Bana göre Türkiye’ye haydi haydi yapabilir. Yani niye yapamıyor şu anda? IŞİD nedeniyle yapamıyor. Türkiye’nin bir stratejik önemi var diye düşünüyor. Fakat bütün bunlar Pakistan konusunda da var. Hadi Türkiye NATO üyesi diyelim. Türkiye NATO üyeliği konusunda da ciddi ters adımlar atıyor. Dolayısıyla, tekrar ediyorum, çok sansasyonel bir şey söylemek istemiyorum, ama bu fevrî bir yönetim. Eninde sonunda Türkiye bir yerde Trump’ın sabrını taşırırsa ve Pentagon’la, Kongre’yle ilişkilerin bu kadar kötü gittiği bir yerde, beklemediğimiz bir yaptırım meselesi çıkabilir. Ve bu Türk ekonomisini ciddi olarak etkiler. Şunun da altını çizeyim: Cuma günü Dışişleri Bakanlığı’nda bir yuvarlak masa toplantısında Türkiye ekonomisini çok ciddi konuştuk. Yani Amerika’nın aslında bir değişiklik olacaksa Türkiye’de, tek ekonomiden umudu var. “Ekonomi kötü giderse ancak bir değişiklik olur. O zaman Türkiye belki kendine gelir. Belki IMF’le oturur konuşur. Belki atılması gereken demokratik adımları atabilir” algısı vardı. Ben de henüz orada olmadığımızı söyledim. IMF gibi konular çok uzak; çünkü Türkiye ekonomisi tahmin edildiği derecede de dibe vurmuş değil. Zaten bu seçimlerde onu gördük. Türkiye ekonomisi yeterince dibe vurmuş olsaydı herhalde AK Partili seçmenler AK Parti’ye değil MHP’ye oy verelim demezlerdi, başka bir alternatif ararlardı. Dolayısıyla Türkiye henüz orada değil. Fakat bir değişiklik olacaksa Türkiye’de, bence Amerika’nın gözünde de bu, Erdoğan’ın birdenbire adımlar atması nedeniyle değil, dış politikada değişimler olması nedeniyle Türkiye mecbur kalacak bu değişiklikleri yapmaya. Bu değişiklikleri yapmaya da ne zaman mecbur kalır? Ekonomik olarak adım atacak yeri olmaz, o zaman mecbur kalır.

 

Tol: Bir de İran konusunda Ruşen şunu söyleyeyim: Aslında bunu daha önce de söylemiştik, İran konusunda çok şahin politikalar geliyor. Belki de YPG’den daha çok zorlayabilir Türk-Amerikan ilişkilerini. Bunun testi ne zaman olacak? Şimdi Amerikan yönetimi diyor ki, Kasım’dan sonra petrol alımlarının durdurulmasını istiyoruz İran’dan. Tabii Türkiye, petrol ihtiyacının yarısını İran’dan karşılıyor, bu Türkiye’yi çok vuracak bir şey. İki tarafın da ne kadar birbirinin hassasiyetlerine anlayış gösterdiğini şu noktada göreceğiz: Amerikan yönetimi acaba Türkiye’ye 2015 yaptırımlarında açtığı gibi bir alan açabilecek mi? 2015’te ne demişti mesela? Sen bir süreliğine altınla almaya devam edebilirsin, altın karşılığında demişti, kısa bir süre için. Obama yönetimi böyle bir alan açmıştı Türkiye’ye. Bakalım Trump yönetimi –tabii çok sert İran’a karşı– bakalım Türkiye’ye böyle bir şey sağlayabilecek mi, esneklik sağlayacak mı? Ve o esnekliğin karşısında Türkiye Amerika’ya ne verecek, İran’ın gücünü sınırlandırma noktasında? Bence bu çok kilit, bunu izlemek gerekiyor. Eğer o noktada anlaşılamazsa, YPG’den daha büyük bir problem olabilir Amerikan yönetimi için. Çünkü YPG ve Kürtler konusunda çok pragmatik olabilir Amerikan yönetimi. Daha pragmatik bir yönelime de evrilebilir Türkiye’yi kaybetmemek için. Ama İran konusunda ben Amerikan yönetiminin pragmatik olabileceğini düşünmüyorum. Çok ideolojik bir bagajla gidiliyor meseleye. Çok sert ve bütün bölge politikasını İran karşıtlığı üzerine oturtmuş bir Trump yönetiminden bahsediyoruz. O yüzden İran meselesinde olacaklar Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrinde önemli bir rol oynayacak diye düşünüyorum.

 

Anladığım kadarıyla önümüzdeki haftalarda bu İran meselesini çok daha sık ve detaylı konuşacağız. Evet, bu hafta burada noktayı koyalım. Gönül Tol’a ve Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. Transatlantik’i noktalıyoruz, bizleri izlediğiniz için teşekkür ediyoruz. İyi günler.

 

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.