Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

OHAL rejimi: Mithat Sancar ile söyleşi

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/290803207″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba iyi günler. Mithat Sancar’la beraberiz. Mithat Sancar HDP Mardin milletvekili. Kendisiyle Olağanüstü Hal rejimi üzerine bir sohbet yapacağız Skype üzerinden. Ancak Sancar’ın milletvekili kimliğine ek olarak esas daha fazlasıyla akademisyen, hukukçu akademisyen, profesör kimliğini de ele almak istiyoruz. Daha bir uzman olarak da, tam onun konuları bu konular. Yanılıyor muyum Mithat?

Yani doğru. Biraz iltifatlar da var içinde söylediklerinin ama doğru. Benim uzun yıllar üzerinde çalıştığım konular bunlar. Bu açıdan değerlendirmeyi ben de isterim.

Seninle biz bu yayını konuştuğumuz zaman gözaltı vardı HDP Diyarbakır eş başkanlarının, tutuklamalar geldi. Ama onun öncesinde Kanun Hükmünde Kararnameler geldi Olağanüstü Hal’in uzantısı olarak. 10 bini aşkın kişinin görevden alınması, rektörlük seçimlerinin kaldırılması ve özellikle savunma hakkının iyice sınırlandırılması yönünde. Bu sabah da Cumhuriyet gazetesine yönelik çok ciddi bir operasyon var. Hepsi üst üste geldi. Biz bu olayı, bu söyleşiyi seninle yapmayı düşündüğümüzde tabii ki ülkedeki gidişat belliydi; ama böyle de üst üste geldi. İstersen önce bu şeylerden başlayalım, son yaşanan olaylardan başlayalım. Tabii bunları konuşurken de bu OHAL rejimini de konuşmuş olacağız. Öncelikle doğrudan partinizi ilgilendiren hususla başlayalım. Belediye eşbaşkanlarının gözaltına alınması, şöyle söyleyeyim –ne derece doğru olur bilmiyorum– çok şaşırtmadı belki, ama böyle hızlı bir şekilde tutuklanmaları çok büyük bir etki yarattı tabii. Bu konuyu biraz açar mısın? Parti çevresinde nasıl bakılıyor bu olaya? Yapılan birtakım siyasi açıklamaların ötesinde nasıl değerlendiriyorsunuz bu gelişmeyi?

Şimdi şöyle söyleyelim. Zaten 15 Temmuz’dan kısa bir süre sonra gidişatın rengi aşağı yukarı belli olmuştu. Olağanüstü Hal ilan edildi. Olağanüstü Hal yetkilerinin nasıl kullanılacağına ilişkin ilk örneklerle birlikte iktidarın ve Cumhurbaşkanı’nın hedefi de netleşmeye başladı. Esasen bu yönde bizim uzun süredir yaptığımız tespitler vardı. Başkanlık sisteminin sıradan bir hükümet sistemi değişikliği olmadığını söylüyorduk. Basit bir Anayasa değişikliğinden ibaret düşünülmemesi gerektiğini belirtiyorduk. Çünkü burada amaç yeni bir rejim kurmak, toplumu ve siyasal sistemi yeniden dizayn etmektir diyorduk. Nitekim 15 Temmuz’dan sonra bu stratejinin uygulanması çok hızlandı; Cumhurbaşkanı ve AKP hükümeti hızlarını çok fazla arttırdılar. Şimdi genel olarak biz tabii bu kayyum atamalarıyla birlikte yeni bir döneme girildiğini söyledik. Bunu düşünüyorduk. Kayyum atamak çok ciddi bir siyasi darbedir. Onu tekrar belirtelim. Fakat kayyum uygulamasına başladıkları yer daha çok küçük belediyelerdi. İkinci perdede, ikinci level’da artık büyükşehir belediyelerine yöneleceklerini tahmin ediyorduk. Eğer bu gidişatı durdurmak mümkün olmazsa büyükşehir belediyelerini de gasp edecekleri anlaşılıyordu. Ve üçüncü halkada da HDP’yi siyaset alanından iyice tasfiye etmek için Meclis grubunu hedef alabileceklerini öngörüyorduk. Şimdi 15 Temmuz sonrası iyice hızlanan bu stratejinin gidişatında dünden itibaren yeni bir kavşağa geçtik. Yani büyükşehir belediyelerine yöneldiler. Eşbaşkanları tutuklattılar. Tabii ki şimdi herkesin aklında olan, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atamaktır. Ondan sonra da HDP’yi siyasetten iyice dışlamak için, siyasal alanı tamamen kendilerine göre dizayn etmek için muhtemelen Meclis grubuna da yönelecekler.

Bu konuda anladığım kadarıyla bayağı bir bekliyorsunuz o zaman, öyle mi?

Bunun biz hazırlıklarını fikren de fiilen de uzun süredir yapıyoruz. Dokunulmazlıkların kaldırılması gündeme geldiğinde bunun basit bir şantajdan ibaret olmadığını biliyorduk. En azından hazırlıklarımızı, dediğim gibi hem fikri hem fiili hazırlıklarımızı çok daha fazlasına göre yapmıştık. Ve Türkiye kamuoyunu da sık sık uyarmıştık. “Dokunulmazlıkların kaldırılması basit bir yasama işlemi değildir, bu bir darbe başlangıcıdır” demiştik. Fakat maalesef CHP’ye de diğer çevrelere de bunu yeterince duyuramadık. Burada hükümetin de sahnelediği oyunun esasen gelişecek siyasi darbe sürecinin ilk kritik yoklaması olduğunu ısrarla belirtmemize rağmen, mesela CHP yönetimi o dönem bu değişikliğe “Evet” diyeceğini belirtmek suretiyle bu uyarımızı ciddiye almadığını gösterdi. Oysa ondan sonraki gelişmeler de ortaya koydu ki zaten bizim dediğimiz gibi ortada bir siyasi darbe planı var. Ve 15 Temmuz da bu siyasi darbe planının hayata geçirilmesi için güçlü bir fırsat, “Allah’ın sunduğu bir nimet” gibi kullanıldı tabii.

29 Ekim kararnamesi, tabii bunun Cumhuriyet Bayramı gecesinde gelmesi, 10 bini aşkın kişinin işinden çıkarılması vs. Bir, işten çıkarılmalar var, bir de çok önemli düzenlemeler var. Rektörlük seçimlerinin doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından yapılacak olması, aslında daha önce yapılan seçimler de bir anlamda sembolik gibi oluyordu. Sonuçta yine Cumhurbaşkanı karar veriyordu, ama yine de bir seçim oluyordu. Ona bile izin vermeyen bir düzenleme var. Ama en önemlisi galiba savunma hakkıyla ilgili düzenlemeler. O konuyu biraz açabilir misin?

Açalım. Şöyle diyelim: Türkiye’de Olağanüstü Hal Anayasa’da düzenlenmiştir. Normal ya da çağdaş demokratik ülkelerde anayasalar olağanüstü hal düzenlemelerine yer verirler. Şartlar ortaya çıktığında Olağanüstü Hal’in ilan edilmesi de çağdaş demokrasilerde ilke olarak kabul edilen bir durumdur. Ancak çağdaş demokrasiler Olağanüstü Hal’i düzenlerken ayrıca bunun denetimine de, sınırlarına da açıkça yer verirler. Türkiye’de 1982 Anayasası’yla getirilen Olağanüstü Hal düzeni keyfî bir düzendir. Anayasa’yı bütünüyle askıya almayı mümkün kılan bir düzendir. Hukuku tamamen bir kenara bırakmayı mümkün kılıyor. Bu nedenle herhangi bir demokratik ülkedeki Olağanüstü Hal düzenlemesiyle bir alakası yoktur. Madem buradan açılmış konu, şöyle devam edelim istersen Ruşen. Aslında Olağanüstü Hal’in iki kullanım şekli var kavram olarak. Biri teorik kullanım şekli, biri de hukuksal anlamı. Hukuksal anlamı, dediğim gibi çağdaş demokrasilerde denetim ve sınırlamalarıyla birlikte olağanüstü şartlar yaşandığında geçici olarak başvurulan bir rejim olmasıdır. Anlamı budur. Bu geçicidir ve mutlaka denetim yolları açıktır. Olağanüstü Hal uygulamalarının denetimi noktasında hukuk yolları açıktır. Şimdi bizde böyle değil. Onu geçelim. Diğer kullanım şekli, siyaset teorisindeki kullanım şekli ise daha çok Nazi döneminin öncesinde ortaya çıkan literatürde gözümüze çarpıyor, en önemlisi. O da çok meşhur siyasetbilimci Carl Schmitt’in teorisidir. Carl Schmitt Nazi siyaset teorisyeni olarak bilinir. Son derece önemli bir kalemdir, bir akademisyendir. Bu konuda en önemli kitapları, diyebilirim ki 20. yüzyılda Olağanüstü Hal ile ilgili en önemli tartışmaların merkezinde olan yazardır, teorisi de öyledir. Olağanüstü Hal teorisi Carl Schmitt bilinmeden anlaşılamaz. Ortada söylenen şudur: Olağanüstü Hal bir kriz ya da devletin tehdit altında olması halinde hukukun tamamen devre dışı bırakıldığı bir haldir. Yani burada kimse anayasaya ve hukuka uygun davranmak zorunda değildir. Bu durumda egemen olan, yani iktidardaki güç hukuka uymak zorunda değildir. Ayrıca der ki Schmitt: “Böyle zamanlarda aslolan iç düşmanı tasfiye etmektir.” Yani Olağanüstü Hal teorisi Nazi literatüründe iç düşmanla birlikte oluşturulmuştur. Ve iç düşman kavramıyla şekillenmiştir. Daha da sade şöyle diyelim: Diyor ki: “İçeride güçlü bir düşman varsa buna karşı her türlü yöntemi kullanabilirsin, tasfiye edebilirsin, hakları falan tanımak zorunda değilsin. Ve bu uygulamaları yaparken hukuk seni bağlamaz”. Aslında Naziler de iktidara böyle yerleştiler. Şimdi bugünkü dönemdeki şartlarla Nazi dönemi sık sık karşılaştırılıyor ama çok kaba bir karşılaştırma bu. Ben çok daha kılcal yerlerden karşılaştırma yapmanın çok daha fikir vereceğini düşünüyorum ve bunları çok uzun zamanlar da yazdım zaten. Özellikle Susurluk’tan itibaren adım adım bunları pek çok akademik yazımda da, gazete yazımda da kaleme almıştım. Şimdi şöyle diyelim: Şu an içinde bulunduğumuz dönem tam da diktatörlüğü yerleştirmek için bir geçiş sürecidir. Ve Schmitt de diyor ki geçiş sürecinde hukuk olmaz. Ayrıca mutlaka bir iç düşman yaratılır zaten. Teori de odur. Diyor ki “Siyaset dediğimiz şey dostla düşman arasında ayrım yapma sanatıdır.” Ve siyasetin, daha doğrusu egemenin iç düşmanını tasfiye etmektir. Şimdi biliyorsun Naziler iç düşman olarak esas itibariyle Yahudileri belirlediler ve soykırım uyguladılar. Böylece diktatörlüklerini iç düşman yaratarak ve iç düşmanın vatan için, ülke için çok tehlikeli olduğunu toplumun geniş kesimlerine kabul ettirerek yerleştirdiler diktatörlüklerini. Anayasayı da hukuku da askıya aldılar. Biz de diyoruz ki aynı döngü devam ediyor. Bakın orada da iç düşman olarak önce Yahudileri gösterdiler ama bu arada da pek çok başka çevreyi, komünistleri sendikacıları, sosyalistleri, sosyal demokratları da tasfiye ettiler, yok ettiler. Burada da Cumhurbaşkanı anlaşılan stratejisini Kürtleri iç düşman ilan etmek üzerine kurmuş. “FETÖ” dedikleri yapıyı iç düşman gibi gösterse de etrafındaki koalisyonu sadece FETÖ karşıtlığı üzerinden ayakta tutacak gibi görünmüyor. Cemaati büyük bir lanetli düşman göstererek etrafında kurduğu ulusalcı, eskilerin devletçi şoven ırkçı koalisyonu sürdüremez. O nedenle daha büyük bir düşman göstermek zorunda. O düşman da Kürtlerdir. Esasen PKK diyor, HDP diyor ama uygulamalara baktığınızda HDP’yle ilgisi olmayan, PKK’yle ilgisi olmayan, başka bir yapıyla ilgisi olmayan pek çok Kürdü kimliği yüzünden, kimliğine sahip çıktığı için kamu görevinden uzaklaştırdılar. Öğretmenleri, doktorları… Şimdi belediyeleri tasfiye ediyorlar. Ve şu süreç, tam olarak, içinde bulunduğumuz süreç diye dinleyicilerimize söyleyelim tekrar: Geçiş sürecidir.

Peki burada Cumhuriyet gazetesine yapılan operasyon, tam bu söylediğin yerde geçiş sürecinin neyine denk geliyor?

Aynen onun da anlamıdır. Şöyle söyleyelim: Bütün muhalifleri susturabileceğine dair bir pervasızlık öngörüsü olarak yorumluyorum. “Herkesi susturabiliriz” diyor. Çünkü Cumhuriyet gazetesine yöneldiğinde karşısındaki cepheyi de genişletiyor, ama bundan çekinmiyor. En azından öyle görünüyor. “Ben cepheyi de genişletseniz bildiğim yolda gideceğim” demek istiyor. Verdiği mesaj da aynen öyledir. “Kim itiraz ederse ben onu sustururum, tasfiye ederim” mesajı veriliyor. Şimdi bu yeni aşamadır dedim. Dünden beri bu aşama derinleşiyor. Dün çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname gerçekten yeni bir aşama. Bir kavşağı daha geçiyoruz. Bu kavşakta da gördüğünüz gibi büyükşehir belediye eşbaşkanları tutuklanıyor. Cumhuriyet gazetesi basılıyor. Yazarları, yöneticileri gözaltına alınıyor. Dün bir sürü ajans da kapatıldı. Ayrıca 10 binin üzerinde kamu görevlisi görevden uzaklaştırıldı. Şimdi geçiş sürecinde bütün hukuku askıya alırım diyor. Aslında kendini güçlü hissettiği için değil, bence korktuğu için ve güvensiz hissettiği için bu kadar sertleşiyor. Çünkü en ufak bir tökezlemede neler olabileceğini tahmin ediyor. Neler olabilir? Birikmiş suçlar var. Çok fazla suç iddiası var. Çok fazla hukuksuzluk var. Ve bunların hesabının sorulacağını biliyor.

Mithat Sancar, bir şey söylemek istiyorum. Şimdi Türkiye’de 7 Haziran’a kadarki siyasi yelpazeyle 1 Kasım sonrasındaki Türkiye’deki siyasi yelpaze arasında, siyasi konumlanışlar arasında çok büyük farklılıklar var. 7 Haziran öncesinde HDP etrafında sadece Kürtler değil, Kürt olmayan birçok kesim de HDP’ye oy vermese bile belli bir ilgi vs. vardı. Ve bir yakınlaşma oldu. Diyelim ki ülkenin doğusu ve batısı arasında bir yakınlaşma yaşanıyordu. 1 Kasım’dan sonra da tam tersine bir mesafe açılıyor. HDP’li belediyelerin başına gelenlere batıdan tepki yok. Ya da Cumhuriyet gazetesinin başına gelenlere de bazı Kürtler, “Siz bizim gazetelerimize ses çıkarmadınız, kimden destek buluyorsanız bulun” diyen Kürtler de oluyor vs. Bu aradaki mesafenin kapanma ihtimali falan, bunu görebiliyor musunuz? Böyle bir işaret var mı?

Bence var. Şöyle söyleyelim: Zaten o mesafe ne kadar açılmıştı onu tartışabiliriz, ama arada bir mesafe oluştu, bu doğru. Bunun da oluşmasını sağlayan savaş politikaları oldu. Cumhurbaşkanı’nın “Dolmabahçe mutabakatını tanımıyorum” açıklamasından sonra devreye soktuğu savaş politikaları. Bu da şimdi söylediğim stratejinin hazırlıklarıydı zaten. Yani geçiş sürecini Olağanüstü Hal yönetimini, yani bir tür, kuracağı rejimi şimdiden hazırlama girişimleriydi. Esasen böyle kutuplaşma yaratınca iç düşman da daha tehlikeli hale getirilebiliyor. Yani iç düşmanın daha çok tehlikeli olduğu algısı yaratılabiliyor. Savaş politikalarını bunun için yaptı. Darbe süreci, şimdi içinde bulunduğumuz siyasi darbe süreci 7 Haziran gecesi başladı, en geç 8 Haziran sabahı. Ve 1 Kasım seçimleri bu darbe sürecinin bir dönemeciydi, çok kritik bir dönemeciydi. Orada geçildi. Şimdi ama görüyoruz ki, ve görecek ki insanlar, maalesef söz bazen yetmiyor; tecrübe gerekiyor. İnsanların başına musibet gelmeden bazı şeyleri anlamak kolay olmuyor. Bu siyasi darbe dediğimiz süreç savaş politikasıyla iç içe. Bu hem içeride savaş, hem dışarıda savaş politikasıdır. İçeride savaş bütün Kürtleri ya da genel olarak Kürtleri düşmanlaştıran bir strateji üzerine kuruldu. Dışarıdaki savaş yine Kürt düşmanlığıyla birleştirilerek yürütülüyor. Şimdi böyle bir ortamda eğer kendi etrafındaki bloku sağlam tutabilirse ve demokratik tepkileri tümüyle bastırabilirse, birkaç ay sonra şimdiki durumu anayasallaştıracaktır ve diktatörlüğünü kurumsallaştıracaktır. İnsanlar şunu görmeliler: Barış ile demokrasi kopmaz bir bütündür. Eğer savaş istemiyorsak demokrasiye birlikte sahip çıkacağız. Eğer savaşa sessiz kalırsak, şoven propagandaya kanarsak yarın öbür gün burada üretilen politikalar Türkiye’nin her tarafında rahatlıkla uygulanacaktır. Nusaybin’de, Cizre yolunda seninle yaptığımız o röportajın üzerinden bir yıl geçti. Ve şunu söylediğimi hatırlıyorum: Bugün Cizre’de, Nusaybin’de geliştirilen politikalar yarın batıda uygulanır. Buralar laboratuvar olarak kullanılıyor. Bir süre sonra bunları burada tepkisizce, kendilerine tepki gelmeden uyguladıklarını gördüklerinde batıda da uygularlar demiştim. Maalesef yanılmadım. Yanılmayı isterdim.

Noktayı koyacağım bir yerde. Toparlayalım, noktayı koyalım.

Şöyle söyleyeyim: Şimdi bu bir geçiş sürecidir. Bu geçiş süreci, bu sürecin sonunda başkanlık sistemi adı altında yeni bir toplum projesi ve yeni bir siyasi düzen projesi hayata geçirilmek isteniyor. Bu yeni toplum projesinin temelinde de Sünni İslamcı, Türkçü ideoloji var. Yani Türk-İslam ideolojisi değil. İslam-Türk ideolojisi var. Sünni İslamcı Türkçü ideoloji var. Bunun yanında tek tip, tek adam yönetimine dayalı otoriter sistem var. Dışarıda da çatışmacı bir dış siyaset var. Bu süreci durdurmak mümkün. Bu gidişat kader değil. Bu sonuç kaçınılmaz değil. Ama tek yolu var. 1930’larda Almanya’da yapılamayanı biz burada yapabiliriz. Bütün bu belalara, bütün bu planlara karşı demokrasiden ve barıştan yana olan bütün güçler eski hesapları şimdi illa ısıtmadan, ama unutmadan da, bir kenara atmadan da birlikte durmayı başarmalılar. Elbette birbirimizle siyasi farklılıklarımız devam edecek. Elbette birbirimizle geçmişteki belli tepkisiz kalma veya farklı tepki gösterme nedeniyle ortaya çıkan bazı kırıklıkların hesaplaşması da yapılacak. Ama şimdi yapmamız gereken şey demokrasi güçlerinin – eğer demokrasi istiyorsak, eğer bu ülkede barış istiyorsak, eğer savaş politikalarını durdurmak, diktatörlüğü engellemek istiyorsak yapmamız gereken tek şey var: Buna inananlar bu değerlere inananlar yan yana durmalı. Siyasetin ve hukukun bütün imkânlarını birlikte kullanmalı. Bu gidişatı durdurmak için başka çare yok. Almanya’da 1930’larda çok güçlü bir toplumsal muhalefet vardı ama çok parçalıydı. Birbirleriyle çok kötü ilişkilere sahiptiler. Avrupa’nın ve dünyanın en büyük sendika konfederasyonu Almanya’daydı. Ve Komünist Parti parlamentoya milletvekilleri sokuyordu. Fakat sosyal demokratlar ya birinci ya ikinci partiydiler. Buna rağmen birbirleriyle çekişmekten ve bir araya gelmeyi becerememekten dolayı gidişatı durduramadılar. Hepsi altında kaldılar. Biz Türkiye’de bunu başarabiliriz, ben buna kesinlikle inanıyorum.

Mithat Sancar’a çok teşekkür ediyoruz. HDP Mardin Milletvekili Prof. Mithat Sancar’la Olağanüstü Hal rejimini konuştuk. İyi günler. Kendisine teşekkürler. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.