Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan’ın Avrupa serüveni

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/319616905″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Bugün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Batı’yla ama özellikle Avrupa’yla ilişkisinin, Avrupa’ya bakışının bir kronolojik öyküsünü anlatmak istiyorum. Bir gazeteci olarak bunu uzun bir süre yakından izlemiş birisi olarak çok ilginç bir grafik söz konusu. Bu grafiğin başında katı bir Batı ve Avrupa karşıtlığı, dolayısıyla o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu ya da Avrupa Topluluğu gibi isimleri vardı, o zamanlardan itibaren hatta daha öncesinde Ortak Pazar’a karşıtlık, daha sonra bunu benimsemek hatta Türkiye’de en fazla benimseyen olmak, sonra bu uğurda çok önemli reformlar gerçekleştirmek ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakeresini almak, ondan sonra da gerek Avrupa Birliği’nin, gerekse kendisinin ipleri gevşetmesiyle beraber ilişkilerin belli bir rutin şeklinde ağır ağır ilerlemesi ve son iki üç yılda da net bir şekilde bunların tekrar kopma noktasına doğru evrilmesi.
Dün Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin aldığı karar Türkiye’yi 2003-2004’lü yıllara yani AKP’nin iktidara geldiği yıllara geri götürdü. Bunu dün burada Selefi cihadcılık üzerine yaptığım yayında Sisyphos söylencesiyle örneklemiştim. Bu bir kayaydı, zor bir kayaydı ve bu kaya bayağı bir zirveye doğru taşınıyordu elbirliğiyle. Avrupa’nın da katkılarıyla ama esas olarak da Türkiye’nin çabalarıyla tam kaya yukarıya, zirveye doğru gelecekken tekrar aşağı indi. Şu anda aşağı inmiş durumda. Kimilerine göre henüz inmemiş ama bence artık indi. Şu anda da sorun şu: Bu kayanın tekrar yukarıya taşınmasının gerekip gerekmediği konusunda bir belirsizlik var ve siyasî iktidarın içerisinden ve önemli yerlerinde olan birçok kişi, ona destek veren kişiler de aslında kayanın burada daha iyi olduğunu söylüyorlar. Yani: “Biz kendimize yeteriz, biz iyiyiz, bize bulaşmasınlar, biz halimizden memnunuz, siz bizi istemiyorsanız biz de sizi istemiyoruz” gibi. Mesela AGİT’in yaptığı en son açıklama neydi? “Seçimlerle ilgili tavsiyelerimiz ciddiye alınmazsa biz Türkiye’yi bırakırız, Türkiye’den çıkarız” dendiği zaman “Çık, nereye gidersen git” gibi yaklaşımlar.

Türkiye’nin Batı’dan başka seçeneği yok

Şimdi kişisel olarak tabii ki ben kayanın yukarıya taşınmasını arzulayanlardanım. Türkiye’nin Batı’dan ve Avrupa’dan başka bir yönünün olamayacağını düşünenlerdenim. Her türlü Batı karşıtlığı, Avrupa karşıtlığı, düşmanlığı bana uzak. Eleştiri eyvallah, ama düşmanlık anlaşılabilir bir şey değil. Bu arada son günlerde geliştirilen “Zaten Avrupa Birliği dağılıyor” gibi –ki Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunu dillendiriyor–, “Zaten Avrupa birleşemeyecek, İngiltere de ayrıldı”, “Zaten bizi almayacaklardı” gibi yapılan açıklamaların da çok fazla anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Avrupa Birliği olduğu müddetçe Türkiye onun içerisinde yer almak durumunda. Aksi takdirde Türkiye’nin bakabileceği bir yer yok.
Neyse, bu benim kişisel görüşlerimi bir kenara koyalım. Erdoğan ve çevresinin, yani bu hareketin içerisindeki insanların Avrupa’yla kurdukları ilişkinin nasıl bir seyir izlediğine biraz detaylı bir şekilde bakalım. Gazeteci olarak Brüksel’de tanık olduğum çok ilginç bir olay hatırlıyorum. O tarihte Refah Partisi kapanmıştı, Fazilet Partisi kurulmuştu ve başına da Recai Kutan getirilmişti. Refah Partisi’nin yenilikçileri ise her ne kadar şikâyetleri olsa da partinin içerisinde yer alıyorlardı. Recai Kutan ilk dış gezisini ABD’ye yapmıştı, ikinci gezisini de Avrupa’ya yaptı. Brüksel ve Strazburg’a gitti. Ben de gazeteci olarak orada izleyenlerden birisiydim, İstanbul’dan bunu izlemeye gitmiştik. Ellerinde birtakım yabancı dilde hazırlanmış broşürler vardı ve broşürlerde kabaca “Türkiye’de AB’yi en çok biz savunuyoruz, biz AB’nin değerlerine inanıyoruz ve birlikte hareket etmek istiyoruz, bizi dinleyin, biz sandığınız gibi değiliz” şeklinde broşürler vardı. Bir yığın görüşme ayarlamıştı Recai Kutan. Orada Avrupa Parlamentosu’nda değişik grupların temsilcileriyle görüştü, basın toplantısı yaptı. Daha sonra Strazburg’a geçip Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde temaslarda bulundu.

Takiyye endişesi

Hiç unutmuyorum, birisinde Brüksel’de Recai Kutan’ın bir randevusu vardı, biz de birkaç gazeteci randevu yerine gittik. Henüz Recai Bey gelmemişti. O sırada da randevu sahibi yanılmıyorsam liberal grubun sözcüsü olan kişiydi. O da Recai Kutan’ı bekliyordu bizimle beraber. O arada biz kendisiyle sohbet etmeye başladık. Ve şunu hiç unutmuyorum: O kişi bana yabancı dilde konuşurken “Yahu” dedi, “Biz bu randevuyu verdik ama, siz Türkiye’den geliyorsunuz gazeteci olarak. Hakikaten bu parti gerçekten Avrupa Birliği’ne inanıyor mu?”
Bu soru hep soruldu. Refah Partisi bunu hiçbir zaman söylemedi ama, ardından kurulan Fazilet Partisi ve daha sonra Adalet ve Kalkınma Partisi Avrupa Birliği’ni savunduğu andan itibaren Avrupa’daki çevreler buna olumlu yaklaştılar, ama hep şüpheyle yaklaştılar. Burada popüler bir deyimle “takiyye” olup olmadığını merak ettiler. Aradan geçen süre zarfında bazıları kendilerini kandırılmış hissediyor olabilir Avrupalıların. Hatta bunu böyle dile getirenler de var Tayyip Erdoğan’ın şimdi geldiği nokta itibariyle. Ama ben bunun kandırılma olayı olduğunu düşünmüyorum. Bu olay normal seyrinde yol aldı ve buraya kadar geldi. Yani olması gereken buydu anlamında söylemiyorum; ama yaşananlar, Türkiye’nin yaşadıkları, Avrupa’nın yaşadıkları ve Tayyip Erdoğan’ın yaşadıklarına baktığımız zaman kimsenin kimseyi kandırdığını söyleyemeyiz.

Ulusal sisteme karşı uluslararası sistem

Ama şöyle bir olay vardı, oradaki temel husus şuydu: Refah Partisi iktidardayken, Refah-YOL hükümetindeyken askerî müdahale sonucu kapatıldı, iktidar elinden alındı. Ardından gelen Fazilet Partisi’nin önündeki en önemli sorun şuydu: Sandıktan ne alırsak alalım ülkedeki sistem, Türkiye’deki mevcut müesses nizam –İngilizce tabiriyle establishment– bize izin vermiyor. Bunu aşamıyoruz. Anayasa Mahkemesi ya da başka kurumlar, ordu müdahale ediyor. Dolayısıyla Türkiye’deki ulusal sitemi dengeleyebilecek tek şey uluslararası sistem ya da küresel sistem olarak görüldü. Yani Türkiye’de bulamadığı sistem nezdindeki meşruiyeti dışarıda, Batı’da aradı.
Akılcı bir yaklaşımdı. Bu kapsamda Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail, önemli güç odakları olarak görülen, o zamana kadar en çok karşı çıkılan, en çok hedef tahtasına oturtulan bu yerlerle iyi geçinme, onlarla karşılıklı çıkar ilişkisi içerisinde, onlarla belli bir uyumu sağlamak ve bu uyum sayesinde de Türkiye’de sandıktan çıkacak olan, sandıkla elde ettikleri hakları teminat altına almak olarak adlandırabiliriz.
Fazilet Partisi’nin de ömrü çok uzun olmadı. Ardından kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi ve Saadet Partisi’nden Saadet Partisi tekrar Batı-karşıtı bir çizgiyi benimserken AKP özellikle iktidara gelir gelmez, –iktidar öncesinde de söylüyordu, kurulduktan sonra da söylüyordu ama iktidara gelir gelmez– yönünü Batı’ya ve Avrupa’ya döndü. Çünkü Türkiye’de AKP iktidara geldiği andan itibaren ordunun müdahale edebileceği yolunda şayialar vardı. Buna karşı ülke içerisinde hükümet olup devlet olamayan Adalet ve Kalkınma Partisi burada ulusal establishment’ın karşısına uluslararası establishment’ı, ya da ulusal sistemin karşısına uluslararası sistemi çıkartmak istedi.

Mecburi Batılılaşma

Burada çok önemli bir husus, Avrupa Birliği ile müzakere süreci ve tam üyelik müzakereleriyle beraber bütün bu süreçte yaşanan reformlar Türkiye’yi hem Avrupa’ya yaklaştırdı, aynı zamanda Türkiye’deki mevcut –eski tabirle, hâlâ da kullanılabilir– derin devletin etkilerini ve yetkilerini sınırladı. Meşru devletin yani hükümetin etki alanını genişletmeye başladı. Yani burada Batı’yla, Avrupa Birliği’yle, ABD’yle ve İsrail’le kurulan ilişkiler Türkiye’de AKP iktidarının derin devletle olan ilişkisinde elini güçlendirdi. Ve bu uzun bir süre böyle gitti. O tarihlerde Birikim’e yazdığım bir yazıda bunu, AKP’nin yaşadığı bu süreci mecburi Batılılaşma diye tarif etmiştim. Yani içeride sistem karşısından alanı daraltılan İslamcıların ya da bu partilerin alanı genişletmek için uluslararası sistemle ilişkilerini geliştirmeleri. Bu bayağı yürüdü. Her iki taraf da bundan son derece memnun oldu. Avrupalılar da, Amerikalılar da, AKP de memnun oldu.
Ta ki 27 Nisan 2007’de e-muhtıra ile ordunun cumhurbaşkanlığı seçiminde Abdullah Gül’e vize vermemesiyle işin rengi değişti. Şöyle değişti: Uluslararası sistemin garantörlüğünün bir yere kadar olduğu anlaşıldı. Dolayısıyla artık olay başka bir yerde, doğrudan ulusal sınırlar içerisinde derin devletle birebir hesaplaşmayla görülmeye başlandı. Burada AKP ile Fethullah Gülen Cemaati’nin ittifakını, Ergenekon, Balyoz gibi süreçleri gördük. Karşı hamle olarak da AKP’yi kapatma davasını gördük. AKP’yi kapatma davasında AKP’ye en büyük desteğin de Avrupa Birliği’nden geldiğini gördük. Ergenekon, Balyoz gibi süreçlerde Batı’dan çok az eleştiri geldi. Büyük ölçüde destek verildi. Türkiye’de derin devletin tasfiyesine Batı destek verdi.
Belli bir aşamadan sonra bunların halledildiği ve artık ulusal sistemle bir sorununun kalmadığını düşündüğü andan itibaren Tayyip Erdoğan tekrar uluslararası sisteme meydan okumaya başladı. Öykü aslında şöyle özetlenebilir: Ulusal sistemle karşı karşıya gelmenin zorluklarını aşmak için uluslararası sisteme başvurmak, Avrupa’ya, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve AB’yle üyelik ilişkilerine başvurmak; daha sonra, devleti kontrol ettiğine emin olduktan sonra artık diğer güçlerin kendisine bir meydan okuyuşuna imkân kalmadığını düşündüğü andan itibaren tekrar uluslararası sisteme meydan okuma ve ülkeyi kendi içerisine kapama siyaseti. Erdoğan’ın bir süredir izlediği bu. “Biz bize yeteriz, haddinizi bilin.” Bu son referandum sürecinde AB ülkeleriyle yaşanan olaylarda benzer meydan okuyuşlar oldu. Bütün bunlar Türkiye’yi dünyadan iyice izole etmeye başladı.

Yönelecek Doğu yok

Şöyle bir hususun altını çizmek lazım: Türkiye yönünü Batı’dan çevirdiği zaman gidebileceği bir Doğu yok. Türkiye’nin Batı’yla olan ilişkilerini iptal etmesi durumunda, Batılılaşma projesinden ve AB’ye entegrasyondan vazgeçmesi durumunda Türkiye’nin önündeki tek seçenek kendi içine kapanmaktır. Şu anda Türkiye’nin içine girdiği yol bu olarak görülüyor. Bu Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının özellikle son yıllarında çok baskın olan hamasi milliyetçilikle anlatılmaya çalışılıyor. Gezi sürecinden itibaren bunların öne çıktığını görüyoruz. Özellikle son bir-iki yılda daha da fazla öne çıktı. Son referandum sürecinde MHP’yle, daha doğrusu MHP yönetimiyle kurulan ve süreceğe benzeyen koalisyonla beraber daha net bir şekilde ortaya çıktı.
Ancak ortada şöyle bir sorun var: Bu sorun Tayyip Erdoğan ve onun destekçilerinin önüne çıkan bir sorun bence, o da şu: Bütün bu süreç içerisinde AB ile tam üyelik sürecinde Türkiye’nin yaşadığı değişim, dönüşüm, demokratikleşme, özgürleşme, yapılan reformlar vs. Türkiye’de toplumun birçok kesimi tarafından, özellikle de AKP’nin üzerinde yükseldiği zemindeki bazı kesimler tarafından benimsendi, içselleştirildi. Yani kimileri için zorunlu bir Batılılaşma olabilir, zorunlu bir demokratikleşme olabilir, ya da Batılılaşmanın araçsallaştırılması olabilir, demokrasinin araçsallaştırılması olabilir. Ama benim de tanıklık ettiğim gibi Türkiye’de bu süreç içerisinde zorunlu olarak başlayan bu adımın birçok kesim tarafından içselleştirildiğini görüyoruz. Burada işte büyük bir kopuş yaşanıyor.

Orta sınıfların endişesi

Son dönemde dile getirdiğim, muhafazakâr orta sınıfların Erdoğan’la aralarına mesafe koymaya başladıkları üzerine önermemin en önemli boyutlarından birisi, büyük ölçüde Batı’yla olan ilişkilerdeki gerileme, mesafenin tekrardan açılması. Bu, Türkiye’de son dönemde AKP iktidarıyla beraber daha da güçlenen birçok kesimi rahatsız eden bir yaklaşım. Yani sizin bu Batı-karşıtı hamâsî çıkışlarınız toplumun bir kesimi tarafından alkışlarla, kefen giyerek vs. takdir ediliyor olabilir, ama orta sınıflar bunlara şüpheyle yaklaşıyor. Bunun doğurabileceği sonuçlar, özellikle ekonomiye yansımaları, kültürel hayata yansıması, temel hak ve özgürlüklere yansıması anlamında çok ciddi bir soru işareti meydana getiriyor.
Şöyle daha somutlaştırabiliriz: Türkiye’de dindarların uzun bir süredir sistemle bir sorunu vardı ve bu sorunlar nedeniyle temel hak ve özgürlüklerinin garanti altında olmadığına inanıyorlardı. Ne derece haklı oldukları konusunda herkes farklı düşünebilir. AB süreciyle beraber bu uluslararası kurumlarla kurulan ilişkilerin bir üst garanti olduğunu, daha kapsayıcı bir garanti olduğunu gördüler. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’de artık herkesin bildiği bir yer olmaya başladı. Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu vs., bunların hepsi Türkiye’de bir şekilde bilinen yerler olmaya başlandı ve buradaki savunulan değerler, Kopenhag kriterleri, Maastricht kriterleri gibi değerler birçok kişi tarafından Türkiye’de –dindarlar da dahil– “tabii ki” olarak görüldü. Yani bunların savunulması gereken değerler olduğu kabul edildi.
Şimdi son birkaç yıldır bunlardan bir uzaklaşma var. AB ile olan tartışmalarda hep dile getirilen “Kopenhag kriterleri olmazsa Ankara kriterleri olur” noktasına maalesef şu an gelmiş durumdayız. Ama Ankara kriterlerinin temel hak ve özgürlükleri garanti altına almadığı, hukuk devletini garanti altına almadığı çok açık ve net. Son yıllarda yaşadıklarımız bunu gösteriyor. Şu anda bunların mağdurları AK Parti’ye oy vermeyen kesimler olabilir, ama yarın öbür gün Ankara kriterleri denen, ne olduğu çok iyi bilinen kriterlerle Türkiye yol alırsa yarın öbür gün bu kriterler nedeniyle Türkiye’de dindarların, muhafazakârların tekrar ciddi bir şekilde hak ve özgürlükler konusunda şikâyetçi olacaklarını kestirmek çok ciddi bir şekilde mümkün.
Dolayısıyla Türkiye’ye –Kopenhag kriterlerinin tadına varmış bir ülkeye– tekrardan Ankara kriterlerini dayattığınız zaman bunun yol açacağı tepkiler olacaktır. Bunlar şu anda görülmüyor olabilir, ama bunun etkisinin orta ve uzun vadede ciddi bir şekilde görüleceğini düşünüyorum. Erdoğan kendisi tekrar başladığı noktaya dönmüş olabilir Batı’ya bakışta. Tam bunu böyle söylemiyor. Hâlâ bir pazarlık marjı bırakmış gibi duruyor. Ama göründüğü kadarıyla geldiği noktanın 2003’ten, 2004’ten daha geri bir nokta olduğu ortada. Ama onun geri bir noktaya gelmiş olması, onunla beraber hareket etmiş olan kitlelerin, kesimlerin de onunla beraber, olduğu gibi aynı geri noktaya gittiği anlamına gelmiyor. Bu anlamda ciddi bir rahatsızlık olduğunu söyleyebiliriz.

Mülteci kozu

Son nokta: Türkiye’nin Avrupa’yla olan ilişkilerinde elinde şu anda maalesef tek bir koz var – bunun da ne derece koz olduğu tartışılır: Mülteciler. Yani: “Siz bize kötü davranırsanız biz de kapıları açarız”. Bu ne derece realisttir, ne derece olabilir, bu tartışmayı bir kenara bırakalım ama şunu söyleyelim: Türkiye zamanında AB tarafından kabul edildiği zaman, AKP iktidarı varken tam üyelik müzakerelerine başlatıldığı zaman, ki o tarihte Avrupa içerisinde çok itiraz eden olmuştu, buna rağmen bu kabul edildiği zaman Türkiye’ye yüklenen anlamlar çok farklıydı. Türkiye’nin soft power olarak, yumuşak güç olarak adlandırılabilecek çok önemli artıları vardı. Genç nüfusu, coğrafi konumu, İslam dünyasına bir örnek teşkil etme ihtimali vs., bütün bunlarla Avrupa Türkiye’yi içine alarak, aynı zamanda dünyaya bir mesaj vermek istiyordu. Bu her iki tarafın da kazanacağı bir tercihti. İlk başta hepimiz bir şekilde bundan umutlanmıştık. Ama şimdi ilişkilerde soft power falan kalmış değil. Ortada bir tek mültecilerin önünün açılıp açılmayacağı, kapıların açılacağı gibi tehdit temelli yürüyen bir ilişki var. Bunun da on beş yıl içerisinde diyelim, yaklaşık on beş yıl içerisinde geldiğimiz noktanın ne kadar kötü bir nokta olduğunu bize göstermekte yeterli olduğunu düşünüyorum.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.