Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adalet Yürüyüşü: Erdoğan’ın stratejik yanlışları

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/331682359″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler! Adalet Yürüyüşü 21. gününe vardı ve gördüğümüz kadarıyla şu âna kadar çok ciddi biri sorun yaşamadan şaşırtıcı bir şekilde hedefe doğru yürüyor. Normalde hesaplanan, Pazar günü Maltepe Sahili’nde büyük bir mitingle bu yürüyüşü sonlandırmak, ama hâlâ birtakım belirsizlikler var. Özellikle, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, İstanbul’a yaklaştıkça birtakım provokasyonların tezgâhlanabileceğini söyledi; en son Murat Yetkin’e yaptığı açıklama var. Orada söylediği, iktidara yakın bir ülkücü grubun provokasyon yapacağı ve ardından da OHAL’e dayanarak İstanbul’daki mitingin engellenmek isteyeceği şeklinde. Umarım böyle bir şey olmayacaktır ve sorunsuz bir şekilde tamamlanacaktır.
Şu âna kadar, 21. güne kadar bu yürüyüş gerçekten çok şeyleri bize gösterdi. Daha önce yaptığım bazı yayınlarda bunların altını çizmeye çalıştım. Bugün özel olarak siyasi iktidar açısından, dolayısıyla Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan açısından yürüyüşe bakmak istiyorum. Başlıkta da söylediğim gibi çok stratejik yanlışlar yaptı Erdoğan. Adalet yürüyüşü bunu bize gösterdi. Aslında şöyle söyleyelim: Stratejik olarak Erdoğan’ın ve iktidarının konumunun çok da rahat olmadığını yürüyüş bize gösterdi. Buradan da hareketle Erdoğan’ın yürüyüş karşısında bir cevap geliştiremediğini, yürüyüşe karşı etkili bir duruş gösteremediğini söyleyebiliriz ve birçok yanlışın iç içe girdiği bir durum söz konusu. Bunları biraz değerlendirmeye çalışacağım.

Herkes Erdoğan’a bakıyor, o da etkili olamıyor

Öncelikle şunu vurgulamak lazım: Yürüyüşü bir kenara bırakarak, Erdoğan’ın stratejisinin büyük bir tıkanıklık içerisinde olduğunu zaten referandum sürecinde de görmüştük; burada da bunların değerlendirmelerini yapmıştım. “Reisçiliğin krizi” olarak tanımladığım, Erdoğan’ın bütün iktidarı tekeline almasıyla beraber artık iktidar paylaşan değil; iktidar dağıtan bir liderden ibaret olmasıyla beraber, tek adamlığının onu aynı zamanda yalnızlaştırdığını ve bunun da bir dizi sorunu beraberinde getirdiğini söylüyorum. Bu yürüyüşte bu çok net bir şekilde ortaya çıktı. Ne çıktı ortaya? Kimse yürüyüşle ilgili bir şey söyleyemiyor, etkili bir çıkış yapamıyor; herkes bir tek Erdoğan’a bakıyor. Erdoğan’ın da bugüne kadar yürüyüşle ilgili söylediği şeylerin çoğunun etkili olmadığını gördük; hatta hiçbirinin etkili olmadığını gördük. Yürüyüşün gidişatını değiştirebilecek, yürüyüşe katılımın artmasını engelleyebilecek bir şey yapamadı. Burada, çok ciddi bir mesele var; ideolojik, politik bir sorun var.
Yürüyüş sadece adaleti öne çıkartıyor ve adalet Türkiye’de büyük bir kesimin artık birleştiği bir acil ihtiyaç olarak karşısında duruyor. Adaletin yanına Kemal Kılıçdaroğlu başka kavramlar koymayarak çok akıllıca davrandı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ve siyasi iktidarın diğer sözcüleri adalet talebine karşı bir şey söyleyemiyorlar. Yani adaletten şikâyetin yersiz olduğunu, Türkiye’de adaletin çok güçlü bir şekilde var olduğunu söyleyemiyorlar; bunun yerine muhalefetin, Kılıçdaroğlu ve CHP’nin adaleti paravan olarak kullandıklarını anlatmaya çalışıyorlar. Bu da aslında onları bayağı etkisiz kılıyor. Yani şunu diyebilselerdi: “Ne adaleti? Nesinden şikâyet ediyorsunuz? Adalet var zaten. Her şey tıkırında yürüyor, işlerinden atılanlar hukukî yollara başvurabiliyorlar. Herkes haklarını sonuna kadar takip edebiliyor.” Böyle bir şey denemiyor.
Türkiye’de şu anda, özellikle OHAL döneminden itibaren on binlerce insanın değişik şekilde mağduriyet iddiası var ve bu mağduriyet iddialarının takibini yapma iddiasında bir komisyon var, o komisyon da hâlâ bir araya gelip toplanabilmiş değil. Böyle bir ortamda kalkıp tabii ki adaletin olduğu, adaletin mekanizmalarının tıkır tıkır işlediğini söyleyemediği için, yürüyüşteki adalet iddiasının aslında gerçek olmadığını kanıtlama gibi bir yola gidiyorlar.

İktidarın davası kalmadı

Onun ötesinde tabii, Türkiye’de uzun bir süredir siyasi iktidarın bir hedefi yok, bir davası kalmadı. Bunun Türkiye’de İslamcılığın iflasıyla iç içe geçmiş bir olay olduğunu öteden beri zaten dile getiriyorum, takip edenler bilir, şu anda Türkiye’de hedef olarak Tayyip Erdoğan’ın liderliğinin ötesinde bir hedef konulamıyor. İşte, konulan hedefler birtakım maddi hedefler olabiliyor: yollar, köprüler, yeni havaalanları, en son uçak gemisi gibi. Bunlar ne derece gerçekçi değil bir yana, ama Türkiye gibi büyük bir ülkenin daha büyük medeniyet projelerine ihtiyacı var, daha büyük perspektiflere ihtiyaçları var. Avrupa Birliği’yle beraber yaşanan sorunla beraber zaten Türkiye bu anlamıyla yörüngesiz de kalmış bir ülke olduğu için çok ciddi bir sorun yaşıyor.
Bir diğer önemli mesele; Erdoğan artık “kültürel anlamda iktidar olamadık” diyor. Olma imkânı aslında vardı, daha doğrusu şöyle söyleyelim: Türkiye’deki kültürel ve sosyal iktidarın içerisinde yer alma imkânı vardı, onun belli bir bölümünü kontrol etme imkânı vardı; bunun yerine Türkiye’de kültürel ve sosyal alanı çölleştirerek buraları budama yoluna gittiler ve kabaca o çok âmiyâne deyişle, “Bana yâr olmayanı kimseye yâr etmem” yaklaşımıyla Türkiye’yi böyle bir yere sürüklediler. Bunun en basit örneği Türkiye’deki medya atmosferidir. Türkiye’de medya organlarının sayısı artmakla beraber kalitesi gerçekten diplere vurmuş durumda ve bunlar büyük ölçüde siyasi iktidar tarafından kontrol ediliyor. Ama siyasi iktidar tarafından kontrol edilen medyanın artık kamuoyu oluşturma, rıza inşa etme, insanlara belli şeyleri anlatma, onları belli konularda ikna etme gibi özellikleri kalmadı; içi boşaldı.
Öyle bir durumla karşı karşıyayız ki, mesela son dönemde “Adalet Yürüyüşü”ne yönelik olarak yapılan, iktidara yakın medya kuruluşları tarafından yapılan propagandalara karşın, hiçbirisinin hiçbir etki yaratmadığını görüyoruz. Sosyal medyada iktidarın trolleri üzerinden yapılan birtakım hashtag’ler vs. ile her gün yürüyüşü karalamaya yönelik bir şeyler yapılıyor, değiştiriliyor; ama bunların da hiçbir etkisi olamıyor. Tam bir çaresizlik durumu söz konusu.
Tabii burada çok önemli bir husus var; dün Levent Gültekin’in burada söylediği gibi Türkiye’de

Adaletin karşısına demokrasi çıkartmak

İslamcılıkla özdeşleşmiş ve hâlâ siyasi iktidarın yakınında duran, yani ona tavır almayan isimler bile “Adalet Yürüyüşü” konusunda siyasi iktidarın çizgisinde değiller; hatta yürüyüşü meşru ve haklı gören ve bunu da açıkça ifade etme cesareti gösteren isimler var. Bu da çok çarpıcı bir olay, çünkü burada çok önemli bir mesele var; “adalet” kavramı Türkiye’de ve dünyada İslamcı hareketin en temel kavramlarından birisidir. Hatta birazdan tekrar ona geleceğim, “demokrasi” kavramı uzun süre İslamcılar tarafından –ki hâlâ büyük ölçüde bu geçerli aslında, Türkiye’de azaldı ama– beşeri bir ideoloji olarak görülüp dışlanırken, bunun yerine demokrasinin karşısına adalet çıkartıldı yıllarca. İslamcı hareketler demokrasi iddiasını beşeri olduğu için fazla dillendirmezken, adalet iddiasını daha İslami bir kavram olarak öne çıkarttılar; nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi, adını da adalet koydu. Şu anda adaleti savunan isimler bu yolla muhafazakâr kitlelere, yani “Adalet Yürüyüşü” tek başına bu kavramla bile muhafazakâr kesimlere ulaşmayı kolaylaştırıyor; siyasi iktidar ve Erdoğan bunun önünü kesemiyor.
Tabii Erdoğan’ın en büyük stratejik hatası, TBMM’yi iyice işlevsizleştirmiş olmasıdır. Bu zaten öteden beri vardı; en son referandumla beraber, zaten artık başkanlık sistemiyle beraber Meclis iyice işlevsizleşiyor. Dolayısıyla siyasette her zaman önemli bir yeri olan sokağın önünü de iyice açmış oluyor. Yani insanlara, ana muhalefet partisine “Adalet sokakta aranmaz” diyorlar, ama arayabilecekleri bir yer göstermiyorlar. Şu ana kadar Meclis’te dile getirilen soru önergelerinin vs. araştırma önergelerinin akıbeti belli, Meclis’te çoğunluğu AKP muhafaza ediyor zaten, yanına MHP’yi de aldı –ihtiyacı yoktu ama– istediği şeyleri yapıyor ve muhalefete hiçbir şekilde Meclis’te etkili olma şansını vermiyor ve vereceği de yok; zaten belli bir yerden sonra Meclis’in de etkisi kalmıyor, bu da sokağı önemli bir siyaset üretme alanı haline getiriyor ve buna karşı söylenen “Sokakta aranmaz” argümanının hiçbir etkisi olmuyor.

Erdoğan muhalefet cephesini okuyamıyor

Şimdi, yürüyüşün kendisine geçecek olursak; burada en önemli hususlardan birisi, Erdoğan’ın en büyük hatalarından birisi, referandum sonuçlarını tam okuyamamış olması, ya da okumuşsa da buna karşı bir anlamda çaresiz oluşu. Bence referandum bize çok net bir şekilde şunu gösterdi: Hayırcılar –resmî rakamlara göre %50’ye yakın– burada birtakım ideolojileri, farklılıkları, hatta kendi aralarındaki hasmâne duyguları atarak “Hayır”da birleşebilmişlerdi, çok somut bir talep vardı: “Başkanlık sistemine hayır” talebiyle birleşmişti ve burada –hatırlanacaktır– referandum sürecinde hep yapmaya çalıştığı, Erdoğan’ın özellikle başlarda yapmaya çalıştığı, “Hayır”ı terörle eşleştirmek, FETÖ’yle ve PKK’yla eşleştirmek çabasındaydı, ama bu etkili olmadı. Şimdi benzer bir şeyi “Adalet Yürüyüşü”ne yapmaya çalışıyorlar, ama buradaki partiler-üstü durumu yine okuyamıyorlar. Burada gerçekten her ne kadar CHP bu işin başını çekiyor olsa da, Kemal Kılıçdaroğlu en önde yürüyor olsa da, bu olay CHP’yi çoktan aşmış bir olay, bunu bir kere görmek lazım. Referandumda da ana taşıyıcı, “Hayır”ın taşıyıcısı CHP’ydi, ama CHP’yi ve Kılıçdaroğlu’nu aşmıştı. Bu sefer de böyle bir durum var.
Bu nasıl başarılıyor? Başarılmasının belki birinci derecede sorumlusu Erdoğan’ın kendisi. Erdoğan siyasi alanı iyice daraltıp otoriter sistemi Türkiye’de inşa ettikçe, insanlar bir araya geliyorlar. Artık aralarındaki sorunları, tartışmaları vs. pekâlâ geri plana itip bir araya geliyorlar; çünkü başka türlü yaşam alanı kalmadığını görüyorlar. Bunu hatırlayacaksınız, Gezi’de Nabi Avcı’nın söylediği, “Birbirine benzemeyen bütün karşıtlarımızı bir araya getirmeyi becerdik” demişti; tam bu cümlelerle değil, ama bu bir süredir Türkiye’de geçerli. Erdoğan rakiplerini, karşıtlarını bir araya getiriyor, çok etkili bir şekilde getiriyor. Onlar masa başlarında oturup günlerce tartışsalar etseler yapamayacakları şeyi, bu sayede bir adalet kavramı etrafında mesela yapabildiler.
Terörle eşleştirme, irtibatlandırmanın artık hiçbir anlamı kalmadı ve sürekli bu yolda birtakım propagandalar yapılıyor; “Adalet Yürüyüşü”nün bir FETÖ oyunu olduğu, PKK oyunu olduğu vs. şeklinde — ki Erdoğan da bunu değişik meselelerle dile getiriyor. Bunların artık hiçbir etkisi olmuyor, tam
tersi bir etki yaratıyor, gerçekten çok çarpıcı bir durum bu, referandumda da yaşanmıştı.

Erdoğan CHP ile HDP’nin arasını kapattı

Deminki bir araya getirme hususunda çok önemli bir olay, CHP’yle HDP arasında hep belli bir mesafe vardı ve hâlâ var. Çünkü CHP HDP’yle bir arada görünmek istemiyor; özellikle siyasi iktidarın terörle irtibat propagandalarından ürktüğü için bu. HDP’nin böyle bir şeyi yok öteden beri. HDP sürekli CHP’ye birlikte hareket etme çağrısı yapıyor, ama CHP buna yanaşmıyordu. Bu son yürüyüşte yan yana gelebildiler, çok kısa süre de olsa yan yana gelebildiler ve kıyamet kopmadı. Bu çok önemli, bunun da CHP’liler ve HDP’liler kadar bunun böyle yaşanmasında Erdoğan ve siyasi iktidarın birinci derecede etkili olduğunu düşünüyorum.
Artık şunu kabul etmemiz lazım: Dokunulmazlıklar meselesinde de birçok meselede de gördük, Yenikapı olayında da gördük, Erdoğan CHP’ye HDP üzerinden bir tür şantaj yapıyordu; yani “Sizin adınızın HDP’yle beraber anılmasını istemiyorsanız bizimle beraber olmanız lazım” diyerek birçok konuda CHP’den çok ciddi tavizler kopardı, ama bu sürdürülebilir bir politika değildi; CHP’de hep bir ürküntü vardı ve bu yürüyüşte bu ürküntünün de bir şekilde, doğal bir şekilde –siyasi iktidarın yardımıyla, Erdoğan’ın yardımıyla, gördük– yan yana yürüdüler, hiç de kıyamet kopmadı, daha sonra Roboskili aileler de yürüdü, hiçbir kıyamet kopmadı. Demek ki “Adalet Yürüyüşü” gerçekten siyasi iktidarın yanlışlarıyla, özellikle Erdoğan’ın stratejik yanlışlarıyla beraber, aslında yan yana gelmekte zorlanan kesimlerin yan yana gelmelerini kolaylaştırdı ve hızlandırdı, bu çok önemli.

Türk sağının trajedisi

Tekrar şunu vurgulamak istiyorum; adalet kavramının bugün CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun elinde merkezî bir kavram haline gelmesi, Türkiye’deki sağın çok ciddi bir dramıdır, hatta trajedisidir. Türkiye’de adalet kavramını hep sağ dile getirdi, dünyada da aslında adalet kavramı özellikle İslami muhafazakâr çevrelerin hep öne çıkardığı bir kavramdı. Yıllarca Türkiye’yi “Adalet Partisi” adında, Süleyman Demirel liderliğinde bir sağ parti yönetti; daha sonra da yaklaşık 15 yıldır AKP yönetiyor; ama Türkiye’de adalet çok acil bir hayati bir kavram olarak, talep olarak önümüzde dururken, CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu bunu sahiplendi ve götürüyor. Onu, o kavramı Ankara’dan İstanbul’a yürütüyor ve binlerce insan da, farklı kesimlerden binlerce insan da adalet talebi etrafında bir araya geliyorlar. Bu aslında şu anda belki çok fark edilmiyor, ama Türkiye’deki sağ siyasetin, İslami siyasetin çok ciddi bir fiyaskosudur diyelim. Bu olayın etkilerini daha uzun bir süre süreceğini varsayabiliriz.
Tabii Erdoğan’ın en önemli yanlışlarından birisi –ki bunu sadece Erdoğan yapmadı, birçok kişi yaptı– CHP ve Kılıçdaroğlu’nu çok küçümsedi, bir şeyi beceremeyeceğini düşündüler, bunun yürümeyeceğini düşündüler, zaten ilk başta biliyorsunuz yürüyüş başladığı zaman genellikle alaycı ifadeler vardı. Nasıl olsa bu yürüyüşün olmayacağı, bir yerlerde CHP’nin bir şekilde bunu sürdüremeyeceği, Kılıçdaroğlu’nun sürdüremeyeceği beklentisi vardı, işin ciddi olduğu anlaşılınca bu sefer suçlamalara gidildi. Birtakım suçlamalarla, özellikle terörle eşleştirme vs. gibi suçlamalarla bu işin hallolacağı sanıldı, bu da olamadı.
Burada garip bir şekilde –ilginç aslında– CHP’nin ve bir lider olarak Kılıçdaroğlu’nun ve parti olarak CHP’nin bir türlü başaramadığı bir şey, şu anda CHP belki de ilk defa son dönemde ciddi etkili bir şey yapıyor. Ben bunu ilk yaptığım değerlendirmede, “üzerindeki ölü toprağını attı” diye tanımlamıştım. Bunda tabi ki CHP’lilerin ve Kılıçdaroğlu’nun payı çok önemli, ama buradaki arslan payının aynı zamanda Erdoğan’da da olduğunu söylemek lazım. Yani CHP’yi ve diğer muhalefeti o kadar her şeyin uzağında tuttular ki, o kadar iktidarı kendi ellerinde monopolize ettiler ve Türkiye’yi çoğulcu bir toplum olmaktan, tamamen çoğunlukçu bir topluma evirdiler ki, CHP de sonunda –can havliyle diyelim– bir yol buldu. Nasıl sürdüreceği ayrı bir tartışma konusu, ama şu âna kadar, 21 günde bunu net bir şekilde gördük ki CHP yapabiliyormuş.
Ve şimdi artık tabii ki AKP’nin ve Erdoğan’ın yeni stratejiler bulması gerekiyor; artık eski CHP ve Kılıçdaroğlu değil, muhalefet eski muhalefet değil. MHP’nin iktidara yamanmış olmasının çok bir anlamı olmadığı ortaya çıkıyor. Meral Akşener ve diğer MHP’li muhaliflerin yürüyüşe katılmamış olmaları da çok büyük bir soruna yol açacağa benzemiyor.

15 Temmuz hazırlıkları

Dolayısıyla yeni arayışlara gidiyorlar ve arayışların ilkini gördük, 15 Temmuz’u bir nevi kampanyayla, 15 Temmuz’un yıldönümünde “devlet, millet el ele” olayı yapmak, tekrar demokrasi nöbetleri başlatmak, ülkenin her yerinde yürüyüşler yapmak ve buna da Cumhurbaşkanı’nın katılacağı yönünde açıklamalar yapıldı, Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın tarafından. Bu toplumun karşısına toplumu çıkarma olayı aslında Erdoğan’ın Gezi’den beri dile getirdiği bir şey “Evde %50’yi zor tutuyorum” çıkışını Gezi’de dile getirmişti, bu öteden beri söylediği bir şey. Tabii ki birileri bir şey isterken toplumun bir başka kesimi de başka bir şey isteyebilir, ama bunun bir kapışma ve çatışma olmadan olabilmesi evladır, iyidir; ama bir diğer husus şu: Bir yanda toplumsal bir hareket var, toplumsal hareket devletin birtakım uygulamalarına karşı şikâyet dile getiriyor. Bu dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde bu tür toplumsal hareketlerin belli bir anlamı olmuştur. Bir de devletin önünü açtığı, devletin harekete geçirdiği, devletle toplumsal dayanışma hareketleri var. Bu da Türkiye’de ve dünyada değişik dönemlerde harekete geçirilmiştir, ama çok da etkili oldukları söylenemez. Yani birisi sivil toplum hareketiyken, birisi de resmî sivil toplum hareketi oluyor. Bunu daha sonra, bu olaylar başladığı zaman, yani 15 Temmuz vesilesiyle siyasi iktidarın yarattığı mobilizasyonla beraber onları tekrar daha sonra önümüzdeki hafta özellikle yoğun bir şekilde tartışacağız; şimdilik bu notu düşmek istiyorum.
Tabii bir diğer husus da –başta da söyledim– adaletin karşısına demokrasinin çıkarılması. Aslında bunlar birbirlerini tamamlayan kavramlardır, birbirlerinin karşısına çıkarılmaması gerekir; ama adalet talebinin karşısına “Aslında Türkiye’de adalet var. Niye şikâyet ediyorsunuz?” diyemedikleri için ve adalet taleplerini karşılayamadıkları için şöyle bir şey oluyor. “Adalette sorun olabilir, ama bizim demokrasimiz var” gibi bir yaklaşım denenecek, ne derece etkili olur? Açıkçası bilmiyorum.
Burada toparlayacak olursak, Erdoğan’ın ve destekçilerinin en önemli hatası “Adalet Yürüyüşü”nün bir dönemlerdeki “Cumhuriyet yürüyüşleri” gibi olacağını düşündüler; sadece belli bir kesime, tıkanmış, keskin çıkışları olan ve şikâyet eden, sadece ve sadece şikâyet eden ve esas şikâyeti de ellerinden iktidarlarının kaybolması, gitmesinden şikâyet eden bir topluluk bekliyorlardı. Bu olmadı; bambaşka bir şey oldu. Adalet talebi çok ciddi bir şekilde “Cumhuriyet yürüyüşleri”nin vs. çok ötesinde bir yere taşıdı “Adalet Yürüyüşü”nü. Henüz bitmiş değil, çok önemli bir dört gün. Perşembe, cuma, cumartesi, pazar, bugünü de sayarsak beş gün; bakalım nasıl gelişecek?
Ama şu âna kadarki haliyle bile bu yürüyüşün Türk siyasetinde çok önemli, Türkiye’de siyasi hareketin gidişatında çok önemli bir dönüm noktası olduğunu gördük. Siyasi iktidarın ve muhalefetin yeniden biçimlenmesinde çok etkili olduğunu görüyoruz, tabii ki hayat boyu bunun etkileri sürecektir anlamına gelmez bu. Bundan sonrasında neler olacağı çok önemli, ama şu net bir şekilde ortaya çıkıyor ki; bu olay bize Türkiye’de Erdoğan’ın tek adam yönetiminin çok sürdürülebilir bir şey olmadığını; Türkiye’nin çoğunlukçu bir şekilde gitmesinin mümkün olmadığını, Türkiye’nin çoğulculuğa doğru yeniden açılması gerektiği ve toplumun farklı kesimlerinin haklı taleplerinin devlet tarafından yerine getirilmesinin şart olduğu, Türkiye’nin acil bir şekilde yeniden hukuk devleti arayışına yönelmesi gerektiği, temel hak ve özgürlüklerin muhafazasının son derece hayati olduğu ve artık Türkiye’nin daha fazla OHAL’le yürümesinin bir anlamı olmadığını bize çok ciddi bir şekilde gösteriyor. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.