Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Gültekin ile söyleşi: Erdoğan ve Ak Parti’nin geleceği

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu

Merhaba, iyi günler. Levent Gültekin ile birlikteyiz. Levent, seninle baş başa yaptığımız yayınlara biraz ara vermiştik; ama sen buraya birkaç kere geldin, başka arkadaşlarla yayın yaptın.
Birkaç kere geldim, evet.

Görmeyeli nasılsın?
İyi çok şükür. Uğraşıp gidiyoruz.

Başlığı “Erdoğan ve AK Parti’nin geleceği” olarak verdik. Bu başlığı vermenin nedeni açıkçası, peş peşe gelen yazılardan dolayı oldu. Hakan Albayrak, Karar gazetesinde bir yazı yazdı. Ardından, Akif Beki Hürriyet gazetesinden sonra geçtiği Karar gazetesinde, 11 Eylül’deki ilk yazısında aynı şekilde eleştirel bir yazdı. İkisi de peş peşe eleştirel yazılardı ve ikisinin de Karar gazetesinde olması –özellikle Hakan’ın yazısı çok netti–, insanlara “Ne oluyoruz?” dedirtti.
Sırayla gidelim. İkimizin de tanıdığı insanlardan bahsediyoruz. Hakan da, Akif de ayrı ayrı hukukumuz olan insanlar. Hakan’ın çok ciddi bir “reisçi” pozisyonu vardı, “Reis” lafını fazlasıyla sık kullanırdı. Çok net bir yazı yazdı. Çok açık, fazla dolandırmadan, genellikle görülen “Reis iyi, çevresi kötü” yaklaşımı yerine, doğrudan… Ne diyorsun buna?
Bu arkadaşların eleştirilerinin iki yönü var. Bir tanesi: Evet, onların eleştirileri kıymetli. Çünkü Türkiye’de iktidarla ilgili o mahalleden bir ses çıkarsa, işe yarıyor. O yüzden oradan gelen eleştiriler ne kadar çoğalırsa, hepimiz için, ülke için iyi bir şey. Bu eleştiridir. Düşmanlık demiyorum, altını çizeyim. Bu, bir yönü. Ben sadece iktidarla ilgili değil, Türkiye’de herhangi bir iş –Barış Süreci olabilir, Avrupa Birliği olabilir–, herhangi bir konuda bir mesafe katedeceksek muhafazakâr toplumun orada olması gerekiyor. Muhafazakâr kesimin dahil olmadığı bir iş sonuca varmıyor, Türkiye’nin lehine bir yarar sağlamıyor. O yüzden, İslamcı yazarların, aydınların bu son dönemde vurguladıkları “demokrasi, özgürlük” eleştirilerini çok kıymetli buluyorum. Eleştirilere başlamış olmaları, geç olsa bile çok kıymetli. Bu, işin bir yönü.
Fakat başka bir yönü var. Dün o yazıyı okuyunca, içimdeki adalet duygusu “Tayyip Erdoğan’a haksızlık ediyorlar” duygusunun oluşmasına neden oldu. Niye? Tayyip Erdoğan’ın bugün bu halde olmasının temel sorumlusu bu arkadaşlar.

Ya da bunların da sorumluluğu var.
Hayır.

Temel sorumlu?
Temel sorumlu. Niye? “Tayyip çok iyiydi, bunlar bozdu” cümlesi değil bu. Her birimiz insanız. İnsan dediğimiz canlı türü, kaymaya, şımarmaya, güçle beraber bozulmaya, kontrolden çıkmaya çok müsaittir. Hele entelektüel bir birikimin yoksa, bir devlet terbiyesi, normal bir insan terbiyesi bile almamışsan –ki bu bizim toplumda çok azdır–, öyle bir gücün karşısında yamulmak, kaymak, azmak, otoriterliğe kaymak çok kolaydır. Bu arkadaşlar Tayyip Erdoğan’ı “elleriyle” diktatör yaptılar.
Hakan benim çok eski arkadaşımdır. İyi niyetinden hiç şüphe etmem. Çok duygusaldır. Tayyip Erdoğan’a “Reis” derken de eminim ki iyi niyetle söylüyordu. Bugün eleştirirken de eminim ki iyi niyetle eleştiriyor. Çünkü Hakan’ı çok iyi tanıdığımı düşünüyorum. Beraber iş yaptık, beraber yedik, beraber dolaştık. İyi bir arkadaşlığımız vardı geçmişte. Uzun zamandır görüşmüyoruz. Onun cümlesiyle: “Farklı dünyaların insanı olduk”. Öyle bir yazı yazmıştı, “Levent’le farklı dünyaların insanı olduk” diye. Hakan bir televizyon programında Tayyip Erdoğan’a şöyle bir cümle etti: “Reis, ben bir gazeteci olarak bir şey hayal ediyorum, ertesi gün bakıyorum siz onu yapmışsınız, yapmış oluyorsunuz. Bu nasıl olur?” Düşün ki, defalarca seçim kazanmış bir insanın etrafındaki herkes, “Sen çok büyüksün, sen bizim başımıza gelmiş en büyük nimetsin, sen şöylesin, sen böylesin” dediler, dediler. Bu, bir yönü.
Başka bir yönü daha var. Sen Tayyip Erdoğan’ı eleştirdiğinde, “Yanlış yapıyorsun” dediğinde, sana dediler ki: “Ruşen, Erdoğan düşmanı”. Hakan’ın dünkü yazısını ben tam altı yıl önce yazdım. Aynı yazı. Altı yıl önce ben yazdığımda bana dedi ki: “Bu Erdoğan düşmanı”. Bana demesi önemli değil. Benim, senin, öbürünün, AK Parti’nin yanlışa gittiğini gören insanların düzeltme çabasını da boşa çıkarttılar. Bizim eleştirimizi, senin eleştirini, öbürünün eleştirisini… Eleştiriydi aslında Tayyip Erdoğan’ı bir yerde tutacak olan. O eleştirilerle eleştirileri değersizleştirdikleri için, kıymetsizleştirdikleri için bizim AK Parti tabanına etki etme gücümüz kalmadı.

İki sorum var. Aslında Hakan’ın yazısı daha açık ve net. Akif’in yazısı daha sembolik bir yazı. Ama peş peşe geldiği ve aynı gazetede çıkmış olduğu için bir zincirmiş gibi algılandı. Aynı gazetede…
Evet.

İki soru geliyor aklıma. Önce şunu sorayım: Bu insanlar gözden düştükleri için mi bunu yapıyorlar? Bu çok söylenen bir husus.
Bence bunu söyleyen haklı. Bu endişe hepimizde var. Yani “Arkadaş, sen gözden düştüğün için mi bu yazıları yazıyorsun? Yoksa artık gerçekten gidişat seni de rahatsız etmeye başladığı için mi yazıyorsun?” Bunu anlamamızın çok basit bir yolu var. O yüzden dün öyle bir tweet atmıştım. Bu yazarların çıkıp bir özeleştiri yapması lazım ki biz anlayabilelim, gözden düştüğü için mi yazıyor yoksa rahatsızlık duyduğu için mi? Yani, şunu demesi lazım: “Biz bunu yaptık”. Özür dilemek, özeleştiri yapmak insana has bir davranıştır. Çıkıp şunu demeleri lazım: “Evet, çok geç fark ettim. Çok yanlış. Ben de bu işe katkı sundum, benim de katkım oldu. Böyle olacağını bilmiyordum. Ben iyi niyetle, işlerin daha derli toplu olacağını düşünüyordum. Meğer dışarıdan baktığında çok kötü işler yapıyormuş”. Bunu hiç yazmıyorlar. Kendi katkılarını, memleketin bu hale gelmesine sebep olan katkılarını ortaya döküp, bir hesaplaşma, en azından bir özür… Benim gibi muhafazakâr camiadan çıkmış, Ak Parti’yi eleştiren 3-5 kişi vardık zaten. Bugün değil, üç gün değil, yedi yıldır. Ya bize yaptıkları? Bana selam vermediler. Kendimi ortaya koymak için söylemiyorum. Bunlarla ilgili bir şeyler söylemeleri lazım. O zaman, bana niye küstün arkadaş? Bana niye arkanı döndün? Benden selam sabahı niye kestin? Bana niye “Erdoğan düşmanı” dedin? Ya da Erdoğan’ı eleştiren diğerlerine? Kendi özeleştirilerini yapmadıkları için yazıları etki etmiyor. Ve halk, toplum, hepimiz, haklı olarak “Acaba Davutoğlu yerinde duruyor olsaydı, Hakan böyle bir yazı yazabilir miydi?” diye düşünüyoruz. Çünkü yazının bütün odağı Davutoğlu’nu korumak.

Akif’in yazısında yok ama.
Hayır. Ama Hakan’ın yazısında var. Akif’in, Başbakanlık sözcülüğü yaptığı dönemde, akreditasyonu yok diye bir gazeteciyi basın toplantısından dışarı attığını hatırlıyorum.

Evet. Bayağı bir tartışma çıkmıştı.
Bugün Tayyip Erdoğan’ın başka gazetecilere yaptığını, birkaç yıl önce sen yapıyordun. Ve Tayyip Erdoğan adına yapıyordun. Tayyip Erdoğan adına gazeteleri arayıp, “Şu, programa çıkmasın; şu, yazıyı yazmasın” diye gazetecileri susturuyordun. Tamam, şimdi aynı durumla karşı karşıya kaldın. Olabilir, geçmişte hata yapmışsın, bunu da anlarım. Ama bir tane yazı yaz ve “Özür dilerim, ben de çok yanlış yaptım” de. Bunu demezlerse biz mecburen “Bunlar sadece dışlandıkları için böyle konuşuyorlar” duygusuna kapılacağız.

Bir de şöyle bir sorum var. Özeleştiri lafını sen Hakan, Akif ya da bir başkası için söyledin.
Mehmet Ocaktan vs. ve hepsi için.

Bir de şöyle bir şey var: Bunu söyleyen insanlar, bu hareketi ne derece temsil ediyorlar ve ne derece bu hareketin içindeler meselesi var. Bu, Ahmet’in, Mehmet’in bir takım fevri çıkışları mı? Yoksa genel bir eğilimin öncüleri mi?
Aslında tam da bununla ilgili bir yazı yazmıştım, ama Zafer Çağlayan olayı olunca onu pazar günü yayınlayacağım. O yazı da şuydu: Son dönemlerde benim eski mahallemden muhafazakâr insanlarla oturup konuşuyorum. Memlekete gittim bayramda annemi görmeye, orada konuştum. İstanbul’da görüyorum, çocuklar, gençler geliyorlar. Tahmin edilenden daha büyük bir yıkım var orada. Hayal kırıklığı, moral bozukluğu, ne yapacağını bilmemenin verdiği çaresizlik, tıkanıklık. Tahmin edilenden daha fazla, hatta Hakan’ın yazdığından daha büyük olduğunu düşünüyorum ben.
AK Parti’nin, birçok katmanı var tabii; ama asıl iki tür seçmeni var: dindarlığından dolayı AK Parti’de olanlar ve ekonomik ilişkileri nedeniyle olanlar. Para yardımı alıyor; bakıyor yol yapılıyor, köprü yapılıyor, havaalanı yapılıyor vs. Dindarlarda olağanüstü bir moral bozukluğu var. Bir kere, ideolojik iflası artık hissediyorlar. İslamcılık çöktü.

Hissetmenin dışında yaşıyorlar.
Yaşıyorlar tabii. İdeolojik iflas çok korkunç bir şeydir. Hele de hayatını, çoluğunu çocuğunu, ruhunu, kişiliğini bütünüyle onun odağında şekillendirmişsen, o dramatik bir hal almaya başlıyor. Yalnızlaşmaya başlıyorsun, ne yapacağını bilmiyorsun, sudan çıkmış balığa dönüyorsun. Bir anda yıllarca kurduğun hayalin boş bir şey olduğu çıkıyor ortaya. Böyle bir hayal kırıklığının çok yoğun olduğunu gördüm. Fakat ne yapacaklarını bilmiyorlar. Tıkanmış. Erdoğan’ın dışında bir el uzatıp “Gel arkadaş, korkma. Tamam, yaptık, her birimizin geçmişte hatası oldu, ama artık şunu yapacağız” deyip o duyguyu ve güveni verecek bir el yok. Olağanüstü bir tıkanıklık var. Birçoğu, Erdoğan’ın berbat ettiğini düşünüyorlar. “Berbat etti” diyorlar.
Şimdi biraz geçmişi düşünüyorum; bir kitap meselesi var, onu konuşuruz. Anılarımı tazeliyorum. Erdoğan çok büyük kötülük etti mahalleye. Ne yaptı biliyor musun? Aslında, 95’ten itibaren, Yeni Şafak’la beraber bir demokratikleşme ve dönüşüm vardı. Mahalle kendine bir yol arıyordu aslında. Sekülerleşiyordu, demokrat olmaya çalışıyordu, özgürlükçü olmaya çalışıyordu. Tayyip Erdoğan bütün mahalleyi aldı götürdü bir kuyuya oturttu. Bu yazarların, bu arkadaşların da katkısıyla o değişimi tamamen yok etti. Buraya kadar gelmiş insanları şuraya geri götürünce çöküp kaldılar. Ne yapacaklarını bilmiyorlar. Niye bilmiyor? Senin soruna tam cevap vereyim. Hakan’a bakacak, fakat şöyle bir endişeye kapılıyor; acaba dışlandığı için mi böyle yazıyor? Tayyip Erdoğan’ın da çok ince bir stratejisi var, başından beri çok zekice bir şey yapıyor, hiç kimsenin kendi kopmasına müsaade etmiyor. Harcıyor ki konuşmaya başladığında etkisi kalmasın. Ne yazık ki tabanda etkileri yok.

Bence şöyle de bir husus var: Bu insanlar uzun bir süre, “Erdoğan’ın bir bildiği vardır, o, krizleri yenebilen birisidir” duygusunu bir şekilde yaşadılar. Yani “Reis” meselesini. Genellikle de “O aslında iyi, ama çevresi doğru dürüst çalışmıyor,” şudur, budur dediler. Anladığım kadarıyla, zaten kafamda olan bir şeydi bu, Hakan’ın yazısında da bunu gördüm; Hakan gibi bir figürün doğrudan Erdoğan’ı eleştirmeye başlamış olması, “İşler kötü gidiyor olabilir, ama Reis bir şekilde bize bir yol gösterir” duygusunun da artık aşındığı…
Orada şöyle bir sıkıntı var. Hayır, bence aşılmış değil, o tıkanıklık devam ediyor. Hakan’ın yazısında “Reis”e eleştiri var. Ne diyorsun, ne öneriyorsun reise? “Nazik ol, kibar ol, kibirli olma.” Ama bütün bunlar ideolojik bir şeye kaynaklık ediyor. Ona bakmıyor.
Hakan bugün Suriye politikasındaki desteğinden vazgeçmiş mi? Hayır, hâlâ sonuna kadar destek veriyor. Benim İslamcılığı eleştirmeye başlamam 2005’li yıllardı. “İslamcılık çok düzgün, ama uygulamada problem var. Uygulamada Ahmet yanlış yapıyor, Mehmet yanlış yapıyor” diye düşünüyordum. Hakan hâlâ burada. “İslam çok düzgün, Tayyip Erdoğan yanlış uyguluyor” diyor.

Akif’inki biraz farklı sanki.
Akif’inki farklı. Zaten Akif İslamcı değil, seküler bir kafa yapısına sahip. Asıl konuşmamız gereken şu: Muhafazakâr mahallede gerçekten bir hayal kırıklığı ve tıkanıklık var. Bunu oradan çıkaracak bir akıl da yok, muhalefet de yok Türkiye’de. Türkiye’nin sıkıştığı en temel nokta, muhafazakâr dindarlarla diyalog kurabilecek bir siyasî parti yok. Herkesin sorduğu şey: “Tamam, durum çok kötü, ne yapacağız bilmiyoruz”. O iki türlüdür, sadece oy verme meselesi değil. “Bundan sonra laikliği savunacaksın, korkma, laikliği savunmak seni dinden çıkarmaz” diyebilecek –aslında kendi de biliyor bunu, ama bir güven duyması gerek– “Korkma, Atatürk senin, bizim düşündüğümüz gibi değilmiş, yanlış anlatmışlar bize” ya da “Cumhuriyet, özgürlükçülük, barış, demokrasi, hukuk, adalet”. Bu dil yok ne yazık ki.
Dikkat ediyorum, Karar gazetesindeki birçok arkadaş demokrasi, özgürlük, barış, Avrupa Birliği yazıyor. Ama etkiniz yok, bunu etkili hale getirmeniz lazım.

Karar gazetesi dedin. Son dönemde en ilginç yazıları Yıldıray Oğur yazıyor. Kadri ile ilgili yazdığı bir yazı vardı, Büyükada toplantısı ile ilgili, Kürt referandumu ile ilgili.
O da aynı. Dışlandığı için mi yazıyor? Niye? O seçim otobüsünün arkasından verdiği poz… Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan milyonlarca insana hakaret ederken; yani bu üç günlük bir şey değil ki, Türkiye’nin son 5 yılı. Gezi zamanı Gezicilere “çapulcu” derken yanında Yıldıray vardı. “Kabataş Yalanı”nı söylerken yanında Yıldıray vardı. Berkin Elvan’ın annesini yuhalatırken yanında Yıldıray vardı.
Tekrar ediyorum, şu pozisyona düşmek istemiyorum: “Orada kalın, çıkmayın”. Hayır, çok iyi oldu çıkmanız. Doğru bir şey yapıyorsunuz, fakat bunu etkili bir hale getirmeniz gerekiyor. Etkili bir hale getirmenizin yolu da, toplum önünde kendinizle hesaplaşmanızdır; “Yanlış yaptım, şurada yanlış yaptım çünkü şöyle düşünüyordum. Çünkü şurayı görmemiştim, çünkü şuna dikkat etmemiştim”. Mesela ben şimdi Yıldıray’ın veya Hakan’ın niye böyle düşündüğünü bilmiyorum. Neyi gördüler? Tayyip Erdoğan’ın kibrini mi yeni gördüler? Üç sene önce de vardı. Soma’da gariban bir işçiyi tokatlarken görmediler mi?
Hakan yazısında diyor ki: “Tayyip bey her zaman ‘kibirli olmayacağız’ diyor, fakat önüne gelene de ‘haddini bil’ diyor. Bu yakışır mı?” Arkadaş, 3 yıl önce gariban işçiye tokat attı. O zaman niye rahatsız olmadın o kibirden? Ya da Mersin’deki işçiye küfür etti. Ondan niye rahatsız olmadın? Bir sürü örnek verebilirsin. Bugün niye rahatsız olduğunu anlatması lazım. “Bugün niye böyle düşünüyorum? Ne oldu da bugün eleştiriyorum?” Bunu yapmalarını kendim için istemiyorum, onlar için istiyorum. Onların AK Parti tabanında etkili olmalarını istiyorum.

Her ne kadar çoğu aynı gazetede toplaşmış gibi gözükse de, farklı farklı eleştiriler, itirazlardan bir şey çıkar mı?
Çıkmaz. Aslında bu toplaşma şöyle, sen de biliyorsun. Daha önce de burada konuştuk. Tayyip Erdoğan bir şekilde İslamcılığı tasfiye etti. İslamcı kökenden gelen yazar-çizerlerin % 90’ını, sadece yazar-çizerler değil, bürokrat, siyasetçi de tasfiye oldu. Abdullah Gül yok, Abdüllatif Şener yok, Bülent Arınç yok, Beşir Atalay yok. Süleyman Soylu var yanında iş tuttuğu. Bir tasfiye var. O tasfiye sonucunda dışarıda kalmışlık, “Tamam, bu iş böyle değilmiş” duygusu var. Normaldir, bunu anlarım. Çünkü kendimden de biliyorum. İçerideyken başka türlü görüyorsun olayları, dışarı çıktığında başka türlü. Dışarı çıkarken, ister kendi isteğinle çık, ister biri seni atmış olsun, fark etmez. Binaya içeriden baktığında başka bir duvar görüyorsun, dışarıdan baktığında başka bir duvar. Bu insanî bir şey.
Şundan dolayı bir şey çıkmaz. Birincisi, tabanı anlamında söylüyorum, Tayyip Erdoğan bütün İslamcıları dönüştürdü. Biraz milliyetçilik hamuru kattı, biraz devletçilik hamuru kattı, biraz ulusalcılık hamuru kattı, ortaya tuhaf bir taban çıkardı. Yeni bir nesil, yeni bir insan, yeni bir seçmen türü. Bu İslamcı arkadaşların artık onlara söyleyecek bir sözü yok. Ne söyleyeceksin? Tamam, Erdoğan olmasın ama ne olsun? Şunu diyebiliyor mu: “Tamam biz yanlış yaptık. Dindarlıkla bir yere varamayız. İslamcılıkla olmaz artık. Daha demokrat, daha özgürlükçü olmamız lazım”. Ama bunu demiyorlar.
İkinci bir neden var: Tabanda ne kadar eleştiri olursa olsun, tabanın yapabileceği bir şey yok. Bunu ben de görüyorum. Havaalanında konuşuyorum mesela, çocuk diyor ki: “Abi, beni işten attılar, ben FETÖ’cü filan değilim”. Tanıdığım, bildiğim insanlar. Müs-Genç’ten (Müslüman Gençlik) mesela. Biliyorsun Müs-Genç’i.

Ne?
Eskiden Müs-Genç vardı ya.

Evet.
Onlardan bir çocukla karşılaştım. “Beni işten attılar” diyor. O çocuk ne yapacağını bilmiyor. Gidip CHP’ye oy vereyim, HDP’ye oy vereyim duygusunda değiller, o yüzden söylüyorum.
Buradan bir şey çıkmaz. Bülent Arınç gibi, Ahmet Davutoğlu gibi insanlarda karakter sorunu var. Bunu üzülerek söylüyorum. Bu kadar aşağılandın, bu kadar istiskal edildin, bu kadar kovuldun. Nerede bir açılış var, oradalar. Nerede bir kutlama var, oradalar. Nerede bir tören, bir düğün var, oradalar. İnsanın birazcık kendine saygısı olur. Kendine saygısı olmayana kimse saygı duymaz. O yüzden bunların bir etkinliği kalmadı. Hem etkinliği kalmadı, hem de cesaretleri yok. “Bir araya gelelim, bir organizasyon yapalım, o organizasyonla Tayyip Erdoğan’a alternatif bir şey çıkaralım.” Bu teknik olarak mümkün değil. Mahalle kabaracak, kabaracak, kaynayacak, tartışacaklar, tartışacaklar. Seküler kesim o mahalleye elini uzatmadığı müddetçe, o insanlarla diyalog kurmazsa, o insanlara “Gel arkadaş, bu ülkeyi beraber yeniden düzelteceğiz” diye el uzatmazsa, o mahalle kabarmakla kalır ve Tayyip Erdoğan da bunu kullanır.
Tayyip Erdoğan’ın en büyük özgüven kaynağı, şu anda hiç kimsenin kendi seçmen tabanıyla konuşamayacağını düşünmesidir.

Bizler biliyoruz o insanları, ama bunlar Erdoğan’ın uçağına bindikçe, Erdoğan’ın gazetelerinde yazdıkça, televizyonlarına çıktıkça bir anlamları vardı. O anlamda, belki de kendilerini oraya bağlamışlardı. Oradan uzaklaştıkları andan itibaren etkileri azaldı.
O kadar yakın bir ilişki kurdular ki. Bir yazarın, bir gazetecinin, bir kanaat önderinin bir başbakana “Reis” demesi kabul edilir bir şey değil. Akıl alır gibi bir şey değil. İnsan kendini düşünür. “Reis” dediğinde köleliği kabul etmiş oluyorsun bir anlamda. Eşitlikten vazgeçmiş oluyorsun. O üste çıkıyor, sen de altta kalıyorsun. Halbuki şu anda ben ve Tayyip Erdoğan eşit birer insanız. Tayyip Erdoğan daha iyi veya daha üstün olduğu için başkan olmuş değil. Tayyip Erdoğan, ben düzgün gazetecilik yapayım, öbürü doktorluğunu rahat yapabilsin, öbürü ressamlığını, öbürü öğretmenliğini rahat yapabilsin diye, içimizden bir tanesi çıkıp demiş ki “Ben sizin bu işlerinizi organize ediyorum. Çocuğunuzun okullarını ayarlayacağım, yollarını yapacağım” filan. Siyaset budur zaten. Eşitler arasında. Hatta bana göre, diyelim ki yüz cerrahı olan bir bilim adamı bana göre çok daha üstündür. Çünkü o adam şunu diyor: “Benim uğraştığım, uzman olduğum bir iş var, ama vaktimi alan diğer işler var, köprüler, yollar, vs. Onları sen yap, ben de işlerimi yapayım. Sen benim yükümü al.” Eşitlik pozisyonundaki bir siyasetçiye “Reis” dediğinde onu tepeye koyuyorsun. Kendini küçültüyorsun. Sonra çık ne söylersen söyle etki etmez. Adamı yücelttin, bir noktaya koydun.
Son dönemlerde Tayyip Erdoğan’a çok üzülüyorum. Hakikaten üzülüyorum. Vardığı nokta açısından kendini yaktı, ülkeyi yaktı, bu arkadaşlar o adamı yaktılar. Yıllarca bir adama “Sen Tanrı’sın, sen Allah’sın, sen çok büyüksün. Ol de, olur” dediler, dediler, dediler. Adam şimdi “Ol” dediğinde, “Ya bu kadar da olmaz ki” diyorlar. E ama sen dedin “Ol de olur”, bu adam da o yüzden geldi, şimdi “Ol” diyor. O yüzden üzülüyorum. Adamı attın ateşe. Adam da zaten teşneydi ateşe atılmaya, o da ayrı bir şey. Attılar ateşe, şimdi çıkmış diyorlar ki “Sen niye oradasın?” Bari özeleştirini ver.
Muhafazakâr mahallede büyük bir umutsuzluk var. Bunu çok samimi olarak söylüyorum, çok da üzülüyorum. O iflası kendim yaşadığım için biliyorum. Çok dramatik bir şeydir. Nereye gideceğini bilmezsin. Bir de, bunun yarattığı korku var. O korku da şu: “İktidar kaybolduğunda ne yapacağız?” Çünkü çok can yaktı iktidar. İnsanları hapse atıyor, gazeteciler içeride. Toplumun öteki kesiminde bunun yarattığı birikmiş bir öfke var. O öfkenin muhatabının kendileri olacağını düşünüyorlar. Benim de bütün çabam, bütün söylediğim, toplumun AK Parti tabanına, hem bu korkusunu yenecek, hem bu moralsizliğini ortadan kaldıracak, hem yenilmişlik duygusunu… Bu sadece AK Parti için değil, Kürtler için de böyledir. Her birimiz bir şey yaptık. Her birimizin onurlu çıkış yolunu açması gerekiyor. PKK’ya “Silahını bırak, gel” diyebilirsin. Ama adam 30 yıldır dağda. Tamam, silahını bıraksın da, bir yol göster, bir yol aç. Yanlış da olsa bir şey yap. Sen nasıl yanlış yaptıysan, o da yanlış yaptı, öbürü de yanlış yaptı.
Kesimlerin birbirine onurlu çıkışı açması gerekiyor. Buna umudum var mı? Yok. Son yazımı gördün mü CHP ile ilgili? CHP’lilerin tamamını tenzih ediyorum, halkı da tenzih ediyorum. Halk da yok çok şükür bu anlamda. Gidiyorum, konuşuyorum, bütün kesimlerle dostluğum var. Adalet Kurultayı’na gittim, herkesle kucaklaştım. Belli başlı birkaç grup siyasetçi AK Partililerin oradan kopmasına müsaade etmiyor. Bunlar çok mu etkili diye sorarsan, öyledir zaten, bir, iki kişinin sözüne, tavrına bakarsın.
Birkaç gün önce CHP milletvekillerinden bir tanesi yazı yazmış, adını vermeyeyim de polemik olmasın. “CHP, mahallesinde tutunamayanları Kurultay’a davet ederek bir yere varamaz.” Bir taraftan AK Partililere diyorsun ki: “Mahallenizi terk edin”. Terk edene de diyorsun ki: “Mahallesinde tutunamayan”. Ben tutunamadığım için mi buradayım? Diyelim ki tutunamadım. Ne istiyorsun? Geldim işte sana, sevinsene. Normalde sevinmen lazım, tutunamadım, geldim.

Bunu bir tehdit olarak görüyorlar.
Ne tehdidi? Ben milletvekili olmayacağım, bakan olmayacağım, onların işini almıyorum. Biri başka bir şey yazıyor, öteki başka bir şey yazıyor. Arkadaş, benden ne istiyorsun? Mesele ben değilim. Muhafazakâr camiada buna baktığım zaman, bunlar hâlâ oradalar. CHP’nin tamamı böyledir anlamına gelmez tabii.

Muhafazakârlık her yerde var. O bir statükoculuk.
Muhafazakârlıktan başka bir şey bu. Her yerde var bu. Sadece CHP için söylemiyorum.

O anlamda yani. Dinî anlamda değil.
Ama niye CHP’ninki gözümüze batıyor? Şu anda başka bir umut yok. CHP toparlanmazsa, bu insanlara bir el uzatmazsa ne yapacağız? İzliyoruz böyle. Yazıyoruz durmadan, yaz, yaz, yaz…

Yazmak dedin. Kitap yazıyorsun. En son burada bana film demiştin. Bekliyoruz filmi hâlâ.
Filmi çekemedik. Hala senaryo üzerinde uğraşılıyor, çıkamadı bir türlü. Ama kitabı yazıyorum.

Ne yazıyorsun?
Film ekip işi. Ama kitap kendi işim olduğu için çok rahat yapabiliyorum. Kitap, hikâye tadında. Çocukluktan bugüne kadarki İslamcılık, İslamcılıkta nasıl düşünüyordum, meseleye nasıl bakıyordum? Niye laiklik karşıtıydım? Niye Atatürk’ü sevmiyordum? Niye Cumhuriyetin felsefesini anlamamıştım? Niye solcularla diyalog kuramıyordum? Kürt meselesine nasıl bakıyordum? Kadınla ilgili nasıl bir diyaloğum vardı? Yolsuzluklara niye inanmıyordum? Mesela Erbakan’la ilgili bir sürü yolsuzluk iddiası vardı, ben hiçbirine inanmıyordum. O inanmamada nasıl bir duygu vardı? Peki, şimdi ne oldu? Niye böyle düşünüyorum? Niye “Laiklik çok kıymetlidir” diyorum. Karşı olduğum Atatürk’e artık niye minnet duyma aşamasına geldim? Cumhuriyet felsefesinin Türkiye için niye kurtuluş olduğunu düşünüyorum? Özgürlük, hukuk, adalet, demokrasi bunları nasıl anladım, eskiden niye karşıydım? Eskiden demokrasi bana küfür gibi geliyordu da şimdi niye tek kurtuluş yolu olarak geliyor? Çocukluğumdan itibaren bütün dönüşümlerim, bütün konuşmalarım, cemaatlerle ilgili yaptığım ziyaretler, konuşmalarım, gördüklerimi hikâye tadında anlatıyorum.

İsimler veriyorsun yani. Anılar anlatıyorsun öyle mi?
Evet, anılar anlatıyorum. Mesela 18 yaşımda Menzil Cemaati’ne gitmişim. Orada yaşadıklarımı anlatıyorum.

Köye mi gittin?
Tabii. Adıyaman’a gittim. İsmailağa Cemaati’ne gitmişim, sohbetlerine. Orada yaşadıklarımı anlatıyorum. Fethullah Gülen’in vaazına gitmişim, kürsüde ağlıyor, onu anlatıyorum.

Kendisini bizzat mı gördün?
Evet, bizzat. Bütün cemaatleri anlatıyorum. İskenderpaşa Cemaati’ne gittim, onu anlatıyorum. Erbakan’la yaptığım konuşmalarımı. Özel, mahrem olan konuşmalar değil, İslamcılığı ilgilendiren konuşmalarımı anlatıyorum. Kitabı yetiştirmeye çalışıyorum. 1 aya kadar teslim edeceğim. Kasım ayına yani fuara kadar da basılacak.

Kendinle yüzleşiyorsun yani.
Kendimle yüzleşiyorum. Kendimle yüzleştim geçmişte. Aslında şunu yapmaya çalışıyorum; Bir tanesi, İslamcılığından dolayı benim gibi tıkanmış, umutsuzluğa kapılmış dindar kesime, “Korkma, bak burada çok güzel bir hayat var” demek için. Kendi hikâyemi çok tatlı bir dille anlatacağım. Seküler kesime ise, “Bak, bu insanların zihni böyle çalışıyor, böyle düşün. Bunların kötü niyeti yok. Onları tanı. Tanı ki tavrını değiştiresin”. Mesela ben kadınlarla tokalaşmıyordum. Niye? Ya da diyelim ki, Atatürk’e olağanüstü karşıydım. Niye? Bunu anlattım. “Böyle görüyordum, siz böyle davranıyordunuz, o davranışınız bana böyle geliyordu. Ben de bunu Atatürk’e bağlıyordum.” Ya da diyelim ki, Kürt meselesini kardeşlik üzerinden çözeceğimi düşünüyordum. Niye “özgürlük” üzerinden değil de “kardeşlik” üzerinden? Çünkü “özgürlük” kelimelerini kim kullanıyordu ona bakıyordum. Kodlarına bakıyordum, o kodları getirip… Bütün bunları anlatıyorum ki, bu iki kesimin birbirini anlamak konusunda işine yarasın. Benim yazdığım kitapla anlarlar demiyorum, ama bir katkı sunayım. İki mahalle birbirini anlar mı? Buradan oraya bir geçiş olur mu? Birbirlerini kabul ederler mi? Kişisel hayatım üzerinden memleketteki bütünlüğe bir katkı sunayım. Çektiğim ıstıraplar, çektiğim acılar, çocukluk anılarım, babamla kavgalarım. Hepsi bu kitapta var.

Son olarak, Adalet Kurultayı’na gittin. Nasıl buldun, nasıldı?
İyi niyet. Çaba iyi. Fakat yeterli değil. Bir töhmet altında bırakmak istemiyorum, ama CHP, “Bir şey yapmıyor” baskısını, eleştirisini üzerinden atmak için bir şey yapma dönemini geride bıraktı. Sahici işler yapması gerekiyor.

Yürüyüş biraz öyleydi sanki.
Evet. Ama Kurultay o kadar değildi. Çünkü Kurultay çok işlevsel değil. Ben başka bir şey önermiştim onlara, yapmadılar. Başka türlü bir şey yaptılar. Yani bir sonucu olmuyor, sadece gündem yaratıyor. CHP en azından kendi tabanına “Bak, biz elimizden geleni yapıyoruz” duygusunu veriyor. Türkiye’nin geldiği otoriterlik, diktatörlük, baskı noktasında, oradan normal bir muhalefetlik yapamazsın. Şu anda Türkiye’deki durumundan şikâyetçi olan herkesin, hepimizin, yazarın, çizerin, gazetecinin, tek bir önceliği var: Bir yolunu bulup ülkemizi bu girdaptan çıkarmak. Yoksa, “Adalet istiyorum, OHAL kalksın”… bunların hiçbir karşılığı yok. Gazeteciler içeride çürüyor. Görüyorsun işte, dün yine bir sürü suçsuz, günahsız adamı içeride yatırıyor. Niye yatırdığını da bilmiyor. Kadri Gürsel’i, Ahmet Şık’ı, Murat Sabuncu’yu… Hakikaten üzülüyorum. İnsanların hayatı çürüyor orada, biz burada “Adalet Kurultayı” yapıyoruz. Bunlarla olmaz.
Bizim, hepimizin kafa kafaya verip “Biz AK Parti seçmenini nasıl ikna ederiz, nasıl yaparız?” diye düşünmemiz lazım. Çünkü hakikaten çok tehlikeli bir noktaya gidiyor, çok endişeliyim. Mesela bu Zafer Çağlayan meselesinde çok endişeliyim. Toplum, sadece toplum değil, aklı başında insanlar bile orada yargılananın Çağlayan olduğunu zannediyorlar. Ceza Çağlayan’a mı gelecek? Sen öyle mi düşünüyorsun? Cezayı Türkiye’ye verecekler. Adam diyor ki: “Sen ambargoyu deldin”. Çağlayan rüşvet aldığı için yargılanmıyor, ambargoyu deldiği için aslında Türkiye’yi yargılıyor. Bu adamlar, bugün ülkeyi yönetenler hepimizin başını yaktılar. Suç işlediler, saçma sapan işler yaptılar, hepimizin başını yaktılar. Adam şimdi orada yargılıyor. Oradan nasıl bir ceza gelecek? Bir yaptırım da gelebilir, yüksek bir para cezası da gelebilir.

Yeni isimler katabilirler.
Tabii, genişleyebilir, yeni isimler de katabilir. Çok korkuyorum. Adam çıkıp der ki: “Ekonomik ambargo uyguluyorum”. Aynen Irak’a yaptıkları gibi. Ne yapacağız kimse bilmiyor. Tayyip Erdoğan, kendi pozisyonunu, kendini sağlama alma çabası yüzünden, Türkiye’nin dünyadaki bütün ilişkilerini heba etti. Hamaset yaptığı için. Oyumu iki tane daha artırayım diye Almanya ile kavga ediyor, Hollanda ile Amerika ile kavga ediyor. İki oy için. Bütün bunların faturası çok ağır. Türkiye yalnızlaştı. Türkiye “haydut devlet” muamelesi görüyor. Bunu “Adalet Kurultayı” ile çözemeyiz. Bunun çözümü “Adalet Kurultayı” değil. “Adalet Kurultayı” sadece, toplumun bir kesimine “Biz bir şey yapıyoruz” demek için. Olumsuzdu demiyorum. Gittik, konuştuk, dertleştik, insanlarla kucaklaştık. Ama iş o değil. İş, bu ülkenin, bir yolunu bulup bu adamın elinden bu ülkeyi alması, AK Parti seçmenini de esaretten kurtarması. Bence, AK Parti seçmeninin önemli bir kısmı orada esir. Gidecek yerini bilmediği için, ne yapacağını bilmediği için, kendine nasıl bir yol çizeceğini bilmediği için esaret altında duruyor. Onu da kurtaracak, Türkiye’yi bütünleştirecek, toplumun önüne yeni bir alternatif ortaya koyacak ve kazanacak, yolu yumuşatacak. Başka yolu yok. İstedikleri mitingi yapsınlar, istedikleri gösterileri yapsınlar, artık geçtik bu dönemleri. Çağlayan yazılarına gelen tepkilerden şunu gördüm. İlk defa derin bir umutsuzluk hissettim o gelen tepkilerden. Çünkü şunu fark ettim ve beni hakikaten ürküttü bu: Irak işgal edilirken Saddam’ın heykeline çıkan o çocuk vardı ya, o çocuğun psikolojisini gördüm toplumda.

“Gitsin de nasıl giderse gitsin.”
“Gitsin de nasıl giderse gitsin.” Hayır, buna giremeyiz. Diyelim ki bir şey oluyor ve Tayyip Erdoğan yanacak. Misal veriyorum. Bayram edemeyiz. Tayyip Erdoğan yanarken Türkiye de yanıyorsa bayram edemeyiz. Şunu demeliyiz: “Abi dur! Sen de yanma, Türkiye de yanmasın. Biz bir yolunu bulup Türkiye’yi yanmaktan kurtaralım, sen ne olacaksan ol.” Ama aklı başında birçok arkadaşımız, hatta tanıdıklarım da, refleksle “Ya Leventçiğim bu yazı olmamış” dedi. Sonra konuştum tane tane “E haklısın, böyle bakmamıştık” aşamasına geldiler. Sonra anladım ki öfkeyle hareket ediyorlar.

Evet, burada noktayı koyalım Levent. Levent Gültekin ile uzun zamandır ara verdiğimiz sohbetlerden birini yaptık. AK Parti’ye yakın çevrelerde ve bazı köşe yazarlarının dile getirdiği eleştirilerden hareketle, Erdoğan’ın, AK Parti’nin ve Türkiye’nin geleceğine baktık. Levent, çok teşekkürler.
Ben de teşekkür ederim.

Bizi izleyen izleyicilerimize de teşekkür ediyoruz. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.