Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İlhan Kesici ile söyleşi: Seçim arifesinde ekonomik gerçekler

Yayına hazırlayanlar: Şükran Şençekiçer & Gamze Elvan

 

 

Merhaba, iyi günler. CHP İstanbul Milletvekili ve yine İstanbul Milletvekili Adayı İlhan Kesici’yi ağırlıyoruz. Hoşgeldiniz.

 

İlhan Kesici: Çok teşekkür ediyorum, sağolun.

 

Ekonomi konuşacağız, ama tabii ki siyasetle bağıyla konuşacağız. Başlık olarak “Seçim arifesinde ekonomik gerçekler” dedim. Size atfen bir söz duydum, şöyle bir söz: “Bu seçim kampanyasında sadece ve sadece ekonomi konuşulsa yeterli”. Dediniz mi bu sözü?

 

Kesici: Evet, dedim. Oradan başlayalım: Şimdi, biz ara ara çeşitli münasebetlerle kapalı grup toplantıları yaparız. Grup toplantıları, biliyorsunuz, milletvekilleriyle Meclis gruplarının katıldığı ve basın da seyirci de olursa “açık grup toplantısı” bunun adı. Kapalı gruplar ise sadece milletvekilleri olursa; basın yok, izleyici yok. Böyle bir cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin veya adaylıklarının belirlenme süreçlerinin içerisinde bir-iki tane kapalı grup toplantısı yapıldı. Önce Parti Meclisi’yle sayın Genel Başkan bir kapalı grup toplantısı yaptı; bir de ertesinde milletvekilleriyle kapalı toplantı yapıldı, burada insanların kanaatleri alındı. Yani aday profilinden ziyade bu cumhurbaşkanlığı kampanyası ve seçim kampanyasında ne tür konuları öne çıkaralım. Hemen hemen bütün arkadaşlarımız konuştu bu toplantılarda; tam o toplantıda 47 milletvekili konuştu, çok güzel bir sayı — netice itibariyle 8-10 saatlik. Ben o toplantılarda az konuşanlardanım, fakat hem konuşmak icap etti hem de konuşmam gerekiyor gibiydi; şöyle bir örnek verdim: Yani bir yığın meselesi var Türkiye’nin, siyasî meselesi var, hukukî meseleleri var vs. bütün bunlar; ama bu kampanyada Türkiye’nin ben içinde bulunduğu en ciddi durumun ekonomiyle ilgili olduğunu görüyorum. Daha doğrusu bütün seçimler aşağı yukarı böyledir yani. Şimdi anketlerin siyasî parti bölümleri, yıkamalı yağlamalı falan olmayabilir; ama “Sizce Türkiye’nin bir numaralı meselesi nedir?” diye sorduğunuz zaman ucu açık. İnsanlar “ekonomi” diyorlar, başka bir başlık “enflasyon” diyor, başka bir başlık “işsizlik” diyor, başka bir başlık “hayat pahalılığı” diyor. Aslında bunları topladığınız zaman tamamı ekonomi — hep %70 bu rakam. Ondan sonra terör geliyor, ondan sonra başka meseleler filan geliyor. Seçim kampanyalarının da ana teması bu olmalı; hem içinde olduğu hal hem de bu halin daha ilerisine ait bir öngörü. Ben bir de örnek verdim orada; dedim ki: “1277 yılında Karamanoğlu Mehmet Bey tüm Moğollar geldi, yaktı yıktılar her tarafı, bizim Sivas Kösedağı muharebelerinden itibaren. Karamanoğlu Mehmet Bey bir fermanda bulundu, dedi ki: “Bundan beru –o zamanki Türkçe’ye yakın bir şekilde ifade edeyim ben de, hoş hoşuma gidiyor yani– divanda, dergâhta, çarşıda, pazarda Türkçe’den gayrı dil konuşulmaya”. Ben de dedim ki Sayın Genel Başkan’ın huzurunda, “Bundan beru bu kampanyada ekonomiden başka bir dil konuşulmaya”.

 

Peki oradaki neden sorusunu hemen… şimdi tabii ki ekonomi önemli, ama bugün siz şu anda Türkiye’nin yaşadığı ekonomik koşullara çok büyük bir önem ve aciliyet ve bir de vahamet atfediyorsunuz. Nedir bu işin özü? Klasik muhalefet politikacıları genellikle “Ekonomi iyi gitmiyor” diye hep söylerler, durum ne olursa olsun vs.; ama sizin buradaki esas meselenizin çok daha detaylı ve kapsamlı olduğunu düşünüyorum.

 

Kesici: Bir detaylı, kapsamlı, adını bu biraz da biz çok güzel laflarla çok fazla söyleyince böyle çürütmüş oluyoruz. Adına işte “yapısal reform” diyeceğimiz reformlar var, işte “altyapı reformları” diyebileceğimiz reformlar var, maliye politikaları, para politikaları filan… Bütün bunlar doğru, ama şimdi bu her zaman lazım, epey bir zamandan beri lazım, şimdi aciliyet kesbeden bölümü için dış dünyanın, hem içerideki iş dünyasının –bu iş dünyası demek TÜSİAD demek değil–, yani en büyük holdingden sizin bu sanayi çarşısında karşımızdaki kaportacılara kadarki olan bütün bir spektrum, bunun tamamının adı. İş dünyası –bir-iki gösterge dolayısıyla söyleyeceğim– tedirgin oldu ve bu tedirginliği giderecek güven arıyor; güven de bulunamadı. Yani Sayın Cumhurbaşkanı’ndan itibaren, siyasî ekonomiyi yöneten bakanları, ekonomi bürokrasisi, burada yüksek bir güven kaybı var. Bu hemen mi oldu? Hayır olmadı, ama bu güven kaybı ince ince geliyordu, birden sanki bir şeyler oldu, bunu da besleyen davranışlar oldu, bir de çok yüksek bir tedirginlik başladı. Bu içerideki iş dünyasında olduğu gibi dış dünyada da oldu. Dış dünyanın endişesi, tedirginliği bizimkinden daha önemli; şundan dolayı önemli: Şimdi doğru söyleyeyim ben, biz bu sene 220 milyar dolar civarında, bu Haziran’ın ikinci yarısında da 170-180 milyar dolarlık bölümü için taze dış borç bulmalıyız ve döndürebilecek kadar kredi bulmalıyız. Bulacağımız taze parayı da döndüreceğimiz krediler de Batı dünyasında, yani o AB ülkeleri, Amerika, bunlara bakan finans merkezleri falan. Şimdi bunlar bizde çok yüksek tedirginlik ve güvensizlik gösterir gibi olunca, hadise birden patlar gibi oldu, dolar onun göstergesidir: 4.60, 4.70,  4.80, 4.90. “Acaba ucu nereye doğru gidecek?” falan, bir endişeye kapıldık yani. Toparlayayım ben şimdi, ekonomi yönetimine olan güvensizlik, bu tadât edersek olmaz, ama Türkiye’deki iş dünyasında da var dışarıdaki iş dünyasında da var — şimdi bu ekonomi yönetimiyle ilgili bir bakıyorlar, Sayın Cumhurbaşkanımız rol alıyor değil mi? Sayın Cumhurbaşkanımız o kadar rol alıyor ki Merkez Bankası Başkanlığı, politikalarıyla birebir tartışmazlık durumuna giriyor. 1994’te –hatırlar mısın?– 93’ün ikinci yarısında veya 94’ün başlarında, o zamanki Sayın Başbakanımız Tansu Çiller, Merkez Bankası seans odasına da girdi, öyle bir fotoğrafı da vardır. İşte orada görüntü veriyor. Bu işler iyi işler değildir yani; Batı, bu işlerin kurumlar marifetiyle yapılmasını ister, kendilerinde öyledir bu iş; yani bir başbakanın, bir cumhurbaşkanın doğrudan teknisyenlik icap ettiren ekonomiyle ilgili olan bölümlere girmesinden, karışmasından hazzetmez yani ve bundan da endişe ederler. “Peki, hazzetmezse etmesin, değil mi? Ne yapalım?” denilebilir; onlar “Ne yapalım?” diyemezler; şundan dolayı diyemezler, yani bizim şimdi içeride bir şey söyleyeyim ben, bizim bunu gören Batı da karışır gibi, endişe ifade eder gibi olduğu zaman, AKP’li arkadaşlarımızın bir bölümü, “Ya, bu dış mihrak!” diye bir laf çıkartıyor.

 

Tam onu soracaktım, yani Türkiye global bir ekonominin içerisinde yer alıyor ve onunla birçok bağımlılık ilişkisi var; ama bunun dışında, bu bağımlılığın getirdiği etkileşim dışında, Türkiye gibi bir ülkeye şu ya da bu dış odak –devlet olabilir, banka olabilir vs.– böyle birtakım şeyler yapabilir mi? Dışarıdan manipülasyonlar, onu diz çöktürmeye yönelik vs. bunun örnekleri var mı?

 

Kesici: Bunun örnekleri yok; yani ben de milliyetçi-muhafazakâr damardan –çocukluğumdan itibaren– geliyorum; bizim o çevrede var yani böyle bir iş. CHP, sosyal-demokrat, sol damarda da bu “emperyalizm” diye var; yani bizimkinde öbür damarda başka bir terminoloji var, burada da emperyalist ülkeler var, emperyalist odaklar var. Ben bütün bu hassasiyetleri de biliyorum, bu dünya denen, bu odaklar denen yerlerin de tamamını neredeyse biliyorum. Onunla ve bütün yüksek samimiyetimle ifade ediyorum, böyle bir iş yok; ama Batı dünyası –Batı diye burada da bir tane dünya yok; yani Amerikan bilgileri başka, sebepleri başka, mahiyeti başka, AB’nin başka, mahiyeti başka, onun için de İngiltere, Fransa, Almanya büyük ekonomilerin sebebi başka, mahiyeti başka– ama bunlar Türkiye’ye ilgi duyuyorlar, birkaç sebebi var; ama şimdi asıl güncel olan ilgi duyma sebebi, Türkiye’nin buralara 453 milyon dolar döviz borcu var; yani adam bizden alacaklı. Şimdi borcunu tahsil edebilecek mi, edemeyecek mi? Bunun endişesi içerisinde adam. Öyle değil mi? Bizim de, senin de bir alacağın olsa; alacaklı olduğun insan sana göre düzgün olmayan hareketlerde bulunmuş olmaya başlamış olsa; sen endişe etmeye başlarsın. “Ya, bu adam bu işleri yapar, ama bizim parayı ödeyecek mi, ödeyemeyecek mi? Acaba ödeyemeyecek gibi olursa ne yapmalıyım? Ödemesini kolaylaştırmak için ne yapmalıyım?” gibi bir yığın işlerin içerisinde. Bu insanların bizden 453 milyar dolar alacağı var; daha doğrusu bu siyasî yönetim diyelim, şimdi 453 milyon dolarlık borç yapmış; normali, yapmaması lazım, bu kadar olmaması lazım. Bu büyüklüğün Türkiye ekonomisine göre, millî gelir büyüklüğüne göre, öbür bulacağımız parametrelere göre ne olsa mesele 453 yerine 250 milyar dolar filan olmuş olsa, ne Türkiye tedirgin olur, ne bu alacaklılar tedirgin olabilir? Bazen hoşumuza gidiyor, diyoruz ki “Doğrudan yabancı sermaye yatırımı getirelim Türkiye’ye, gelsin fabrika olsun, turizm işletmesi olsun, hizmet sektöründe bir şeyler olsun” değil mi? Olsun, gelmişler aslında. Türkiye’de Batı’nın doğrudan 470 milyar dolarlık doğrudan yatırımı var. Önemli bir rakam bu.

 

Bu borca ayrıca.

 

Kesici: Bu borca ait değil, o borç; bu, adam gelmiş, Almanlar, aşağı yukarı ilk on Avrupa ülkesinin ortalama 10 milyon dolarlık yatırımı vardır, en büyüğü de Hollanda’dır mesela; pek bilinmez yani 10 milyonluk, 8 milyonluk nüfusu var Hollanda’nın, ama Türkiye’de ülke bazında en yüksek yabancı sermaye yatırımı olan ülke. 10 küsur milyar dolar. Onu Almanya takip eder, İngiltere takip eder, Fransa takip eder. Amerika’nın yabancı sermayesi daha azdır. Bir de bu emperyalizm diye bakan arkadaşlarımıza hitaben bir şey söylemiş olayım. Yahu bu emperyalizm denen iş, yani sömürü ise, iktisadî sömürüdür. Oraya bir para yatırmış olması, o münasebetle sömürüyor olması lazım değil mi? Amerika’nın Türkiye’de yatırımı 5 milyar doların altında. Ama tek başına Hollanda 12-13 milyar dolar. Bu 170 milyar dolar. Başka tahvillere yatırdıkları rakamlar var, bir iki başka yatırımları daha var. Buna da 200 milyar dolar diyelim. Demek ki 450 milyar dolar doğrudan alacağı var adamın. 200 milyar dolarlık yatırımı var. Türkiye’de iktisadî durum –ister sebebi AK Parti olsun, ister başka bir şey olsun, fark etmez– sıkıntıya düşerse, onlar sıkıntıya düşmüş oluyorlar. O yüzden Türkiye’nin ekonomik olarak sıkıntıya düşmesini senden benden daha az isterler.

 

Tahsil edebilmek için.

 

Kesici: Tabii, muhalefet belki isteyebilir. Ekonomik sıkıntı olsun, seçmen beni seçsin. Ama Almanya’daki, Fransa’daki, Hollanda’daki iş dünyası Türkiye’nin sıkıntıya düşmesini istemez. Onu hangi iktidarın geleceği, yöneteceği çok ilgilendirmiyor. Onu ilgilendiren bölümü, emniyetli bir şekilde salimen alacaklarını tahsil edebilecekler mi? Burada yatırdığı yatırımların karşılığında elde ettikleri kârı transfer edebilecekler mi?

 

Güven meselesi en çok vurgulanan. Siz de vurguladınız. Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir Londra ziyareti var meşhur. Ve orada güven vermesi beklenirken tam tersine güvensizliği artırdığı yorumları yapıldı — dünya ekonomi medyasında vs.. Daha sonra birtakım toparlamalar oldu ama, şu anda mesela Cumhurbaşkanı miting alanlarında televizyonlarda hep şunu söylüyor: Ekonomiyi 25 Haziran’dan itibaren rayına oturtacağız. Bu güven doğurabilen bir açıklama mı? Yoksa tamamen siyaseten söylenmiş bir söz mü?

 

Kesici: Yani onun için bir kere iyi bir şey. Yani Sn. Cumhurbaşkanı’nın siyasî tartışma alanlarından çıkıp ekonomiye konsantre olacak gibi olması, oluyor gibi olması, millette hissettiği bu tedirginliği, “Merak etmeyin, 25’inden sonra ben bu işi daha derli toplu…”

 

Ama nasılını anlatmıyor.

 

Kesici: Hayır anlatmıyor. Ama bu bile iyi bir şey. Bunun karşılığında bizim arkadaşlarımız, bizim arkadaşlarımız dediğim elbette Sayın Cumhurbaşkanı da bizim insanımız ama, bizim arkadaşlarımız dediğim siyaseten. Yani bizim bu siyasetin özelinde ne var? Millet İttifakı. Biz şimdi bir ittifakın içindeyiz. Hani nasıl NATO ittifakının içindeyiz, AB’nin içindeyiz. Burada da bir siyasî ittifakın içindeyiz. Bir CHP varız, İYİ Parti var, Saadet Partisi var. Yanda da HDP var. Şimdi bu tarafın da bence Sayın Cumhurbaşkanı’nın yaptığı gibi veya çok daha yüksek bir seviyede ekonomiyle meşgul olması lazım. Yani Meral Hanım da, Muharrem İnce Bey de, Selahattin Demirtaş Bey de, onların konumu biraz başka, başka şeylere girmeleri makuldür ve mazurdur. Temel Karamollaoğlu’nun da daha çok ekonomi merkezli konuşmuş olsalar ve dediğin endişeyi mesela, deseler ki: “Sayın Cumhurbaşkanı böyle diyor, halbuki bu tedirginliğin sebebi ne? Asıl Cumhurbaşkanı değil mi?” Veya ekonomi yönetimini getirdiği durum. Sebepleri şu idi, asıl sebebi şimdi ben bırakıyorum, bunun çözümü budur. Buna sıçrasalar daha doğru yaparlar. Ama benimki şimdi hariçten gazel okumak.

 

Ama hariç derken adınız bayağı geçti CHP’nin adayı olarak.

 

Kesici: Adım geçti, evet.

 

Eğer ezkaza olmuş olsaydınız, anladığım kadarıyla çok istememiş misiniz?

 

Kesici: Hayır ben çok talepkâr değilim. Bunu bütün arkadaşlarımız bilir, Sayın Genel Başkan da bilir.

 

İngilizce’de dendiği gibi: “Let’s assume that”, yani varsayalım ki adaydınız. Sadece ve sadece ekonomi konuşup orada tabloyu çizmenin dışında, insanlar tabii ki şunu merak ediyorlar: E peki nasıl olacak? Ne derdiniz? Siyaseten yani.

 

Kesici: Burada aslında bunu bir ekonomik referanduma getirmek lazım. Yani siyasî referandum değil. Siyasî referandum demek, şimdi AK Parti diyoruz ama, AK Parti demek ne demek? 2002’nin hemen bir ay öncesinden itibaren eski Refah Partisi, bugünkü AK Parti’nin kompozisyonu, eski Refah Partisi’nin yüzde 20 civarında. Eski Anavatan Partisi işte 15-20 civarında. Eski Doğru Yol Partisi 15-20 civarında. Yanında şimdi MHP ve onun yanında da BBP var değil mi? Siyasî denk bu. Bu aşırı muhafazakârlıktan en liberal muhafazakârlığa kadar bir spektrumu ifade ediyor. Aşırı milliyetçilikten liberal milliyetçiliğe kadarki spektrumu da ifade ediyor. O yüzden bu kampanyayı milliyetçilik, muhafazakârlık, sosyal demokratlık, CHP’nin eksenine oturtursak; kim oturursa otursun kazanacak olan kesim bellidir. O yüzden bu eksene oturtmak yerine, milletin içinde bulunduğu ekonomik durum eksenine oturtmak daha doğrudur. Şimdi işsizlikte muhafazakârın işsizliği, milliyetçinin işsizliği, sosyal-demokratın işsizliği diye bir fark yok, öyle değil mi? Geçim darlığında, geçim zorluğunda böyle bir şey yok. Dolar 4.60 olduğu zaman muhafazakârlar 4.50’den kullanıyor, milliyetçi de 4.30’dan kullanıyor falan yok. O yüzden bunun üstüne oturtmak normal. Aslında şimdi zaten Meral Hanım benim dostum, arkadaşım. Çok saygı duyduğum bir politik lider. Muharrem Bey zaten ilk iki dönemdir CHP’de beraber milletvekilliği yapıyoruz, arkadaşlık dostluk yapıyoruz. Temel Karamollaoğlu hem Sivaslı, iki dönem Sivas belediye başkanlığı var, hem Devlet Planlama Teşkilatı eski uzmanıdır. Yeteri kadar öne çıkarmadı Temel Bey bu rengini. Halbuki İngiltere eğitimli, İngiltere’de yüksek mühendislik eğitimi almış. Turgut Özal’ın birinci müsteşarlığında Temel Karamollaoğlu uzman idi, ikinci müsteşarlık döneminde –aramızda da sekiz-on yıllık bir zaman dilimi var– ben mesela Devlet Planlama Teşkilatı uzmanıydım. O yüzden Devlet Planlama Teşkilatı disiplini de vardır, görgüsü bilgisi de vardır. O yüzden Temel Bey de ekonomik unsurları öne çıkarmak istiyor. Ama Sayın Cumhurbaşkanımız der ki, ekonomi yerine bu arkadaşları meşgul olacakları başka işlerle meşgul ediyor olabilir yani. Ama ekonomi. Şimdi, bunun çözümü… her ekonomik sıkıntının çözümü var, tamam. Ama Türkiye’deki durumun ciddiyetini de, epey bir ciddi olduğunu da kabul etmek lazım. Yani böyle ufak tefek “Ben geldim, ayın 25’inde bu iş çözülür, 26’sında, bunu yaparım bu çözülür” hâlinde de değil. Bunu böyle dersek inandırmak istediğimiz kitleler inanmazlar buna. Çünkü adam bakıyor, herkes belli oranda biliyor bu işi, tam bilenleri var, aşağı doğru falan. Bu iş böyle bu kadar kolay bir mesele falan değil; yani çok ciddi bir mesele. Eğer çok kolaymış gibi takdim edilmek istenirse, “Sen merak etme, bir tek beni seç, ben bunu çözerim” derseniz, adam sizden uzaklaşabilir yani. Şimdi o yüzden ben cumhurbaşkanı adaylarımızın bu işe biraz daha konsantre olmalarını, yoğunlaşmalarını, hem kendi hesabımız bakımından, kendi ittifakımız bakımından doğru görüyorum.

 

Bugün Tarhan Bey’in bir yazısını okudum. Ne zamandır yazmıyordu, yazmaya başladı Tarhan Erdem. O da 25 Haziran’ı düşünmek üzerine ve ekonomiyi özellikle vurguluyor ve şöyle bir şey söylüyor. Şimdi mealen, hatırladığım kadarıyla söyleyeyim: Buradaki mesele artık tüm partilerin bir şekilde el vererek halledebileceği bir aşamada diyor. Katılır mısın?

 

Kesici: Yazıyı hemen bulup okuyayım, gözümden kaçmış.

 

T24’te, bugün gördüm.

 

Kesici: İlla da okumam lazım. Bu mesela benim aklıma şöyle gelirdi yani, eski düzen olsa, yani parlamenter demokrasi olmuş olsa orada bu tür hâllerde milli mutabakat hükümeti, milli mutabakat yaklaşımı, hemen hemen Parlamento’da bulunan, temsil edilen bütün siyasî partilerin beraber hareket edebilecekleri bir şey. Şimdi bu yeni düzende bir milli mutabakat kurulma hâli falan yok. Ama bu çapta bir siyasî beraberlik ister Türkiye’nin içinde bulunduğu durum. Yani bu güneydoğumuzdaki –güneydoğumuzdan kastım Suriye ve Irak’taki gelişmeler, en sıcak olan bölümü Suriye–, Türkiye ekonomisindeki bu borç harç içinde bulunulan durum, hiçbir partinin veya hiçbir blokun kendi başına rahat bir şekilde çözebileceği bir şey değil. O yüzden Tarhan Erdem Bey’in o sözüne katıldım. Yani siyaseten bizim bazen sevdiğimiz arkadaşlarımız da gücenmezlerse, milli mutabakat demeyelim ama, milli mutabakata benzer, milli uzlaşmaya benzer bir hükümet modeli yapılması bence çok lazımdır. Yani o zaman Sayın Cumhurbaşkanımız da olabilir, Muharrem İnce Bey de olabilir, öbür arkadaşlar, Meral Hanım da olabilir. Efendim, ama biz hangisi olursa başımızın üstünde yeri var. Bizim elbette tercihimiz Muharrem İnce Bey. Yani hem partimiz, hem yakınlığımız dolayısıyla. O zaman kabinesini, hükümet edeceği insanları AK Partili midir, işte sosyal demokrat mıdır, İYİ Partili midir, MHP’li midir demeden, bir; iki, hatta bilerek onlardan da temsilciler almak suretiyle böyle bir yaklaşım içerisinde bulunmasını ben çok zaruri görüyorum.

 

Peki burada çözüm çok kapsamlı bir şey herhalde. Çünkü sıkıntı çok kapsamlı. Ama herhalde ilk akla gelen, bir güven vermek içeriye ve dışarıya.

 

Kesici: Güven, bir güven.

 

Ama pratik adım olarak, sonuç olarak şimdi olay acil. Orta vadeli, uzun vadeli birtakım çözüm önerilerini bekleyemeyecek kadar galiba acil. Ben ekonomiden çok anlamam ama, gazetecilikten çıkartabildiğim kadarıyla, mesela nasıl bir yol planı bekliyorsunuz?

 

Kesici: Mesela bugünden itibaren, ben Twitter’a –eskiden daha az kullanıyordum ama şimdi kullanmaya başlıyorum. çok da hoş oldu– mesela şimdi söyleyeceğim bir tweet bir milyon dokuz yüz seksen bin civarında paylaşım almış. Çok yüksek bir rakam yani o. O da bu ekonomiyle ilgili olduğu için ona bağlıyorum. Yani bugün öğleden sonra da yapılabilir bu benim söylediğim, illa da yapılması lazım. Bunu da yazdım bir iki tane. Kısmen yerine getirdi hükümet, mevcut yönetim yani. Dünyaya bu işin sahibi ve sorumlusu benim diyecek bir yüz ister. Sayın Cumhurbaşkanımız Londra’yla beraber kendini koydu bu resme. Londra’dakilerin tedirgin olmalarının sebebi o. Yani bir numarada Cumhurbaşkanı’ysa bu memleket sahipsiz demek. Yani bu ekonomi sahipsiz. Ekonominin başı yok demiş oldular. Yani doğru karışır, ayrı bir bahis. Efendim böyle bir şey mi olur yani? Ülkenin cumhurbaşkanı ekonomiden sorumlu yetkili olur mu yani? Olmaz falan. Ben yazdım ki bir iki tanesinde, bu hükümetin içerisinde kıyıya köşeye saklanan adamlar var. Adı Ekonomik İşlerden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olan birisi var. Adını yazmıyorum. Maliye Bakanımız var. Adı Kalkınma Bakanı olan bakanımız var. Adı Ekonomi Bakanı olan bakanımız var. Olur mu bir kere? Bir kere dört tane bakan olmaz. Teke indirecek. İki, bunun bir tanesi bu işin Turgut Bey, rahmetli Turgut Özal 80 ihtilalinden sonra ekonomik işlerden sorumlu başbakan yardımcısı olunca İngilizce bir ad buldular buna, “char” oldu, ekonominin “char”ı. Ha, dünya biliyor şimdi. Ben ekonomiyle ilgili bir derdim olduğu zaman Türkiye’de gidip kime soracağım? İki tane adam olmayacak bu. Bir tane adam olur. Türkiye’nin iç ekonomik aktörleri de dertlerini kime anlatacaklar, içinde bulundukları hâli? Bir tane adam var, o. O çıkacak, bütün soruları o cevaplayacak. Ben dedim ki, Mehmet Şimşek Bey’in adını söylemeden, ama doğrudan o makamı kastederek, NTV’ye çıktı ben o tweet’i attıktan sonra — “saklanma gizlenme” falan. Ardından Kanal 7’ye çıktı, o da iyi. Bu yetmez. Bu böyle bir şey. Yerli ve yabancı bütün basının huzurunda böyle kapsamlı bir basın toplantısı.

 

Bir zamanlar Ali Babacan’ın ya da Kemal Derviş’in…

 

Kesici: Tabii. Onun huzuruna çıkacaksınız. Sorular açık olacak, her türlü soruyu sorabilecekler. Siz takır takır cevaplayacaksınız.

 

Ama orada şöyle bir mesele yok mu? Şimdi mesela yabancı yatırımcı Mehmet Şimşek’le görüşüyor. Mehmet Şimşek onlara bir şey söylüyor; ama yabancı yatırımcının Mehmet Şimşek’in siyasî gücü ya da siyasî otorite karşısındaki gücü konusunda şüpheleri olduğu için, “Bu şimdi bize böyle diyor, ama yarın Ankara’da birileri kalkıp ona faizi indir ya da şunu şöyle yap derse direnebilir mi?” diye bir şüphe.

 

Kesici: O olmayacak. Bu adam –mevcut yönetimi alırsak– Sayın Cumhurbaşkanı’nın nezdinde de, AK Parti’nin 317 milletvekilinin nezdinde de “Bu ekonominin patronu budur” denilecek yani. Derim ki ben bunu yaptım. Ama bu yetki bugün veya seçime kadarki olan süre içinde bile, o bile önemli yani, değil mi? Sadece 25 Haziran’ı bekleyelim olmaz. Ama diyorsan ki, hissediyorsan ki, benim adım Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı ama o kadar gücüm yok. O zaman yanına Maliye Bakanı’nı da al, Ekonomi Bakanı’nı da al, Kalkınma Bakanı’nı da al. Dördünüz çıkın yabancı basının huzuruna, değil mi? Bunu yapsalardı ve doğru bir söylemle yapsalardı; 4.60, 4.70’lerde falan kalmaz, 4’ün altına doğru inerdi dolar.

 

Peki başka, mesela bu kişinin, ekonomi “char”ının ne yapması gerekir?

 

Kesici: Ondan sonra bunu yapacak bir program. Buna biz “comprehensive program” diyoruz, kapsamlı. Bu programın vadesi 2-3 yıl diyelim, kolaylık olsun diye. Bu işler, filan tedbiri aldım, Merkez Bankası sadeleştirme yaptı faizlerde, işte repo faiziyle politika faizini… Bu yok yani, bu işlerle olacak bir iş değil. Bir program. Bu üç yıl. Bu üç yılın içinden çekip bir-bir buçuk yıllık bir acil eylem planı, yani ona da acil program diyelim. Acil eylem planı. Sonra bunu biz Devlet Planlama Teşkilatı’nda ben o döneme yetişmedim. Ben dördüncü ve beşinci plandan itibaren Planlama’ya girdim. Özellikle üçüncü beş yıllık kalkınma planı, bizim 73-77’dir, on beş yıllık perspektifle hazırlanan bir plandır ilk defa, çok hoş bir plandır yani. Sonra bunu uluslararası arenalarda anlattılar bizim arkadaşlarımız ve büyüklerimiz anlattı. Kolokyumlar, sempozyumlar, bütün dünyaya yaptığım bu işi, mesele dünya olduğu için şu 453 milyar artı 200 milyar dolar olduğu için, önce bir dünyaya sunacaksın. Dünyanın bilen insanlarına. OECD’nin platformları var, IMF’in var, Dünya Bankası’nın var vs., Londra’nın var. Bizim iş dünyamız bunu takip eder, ama ayrıca TÜSİAD’ımız var, Odalar Birliği’miz var, öbür ekonomik organizasyonlar var, gazeteciler var, üniversiteler var, değil mi? Bütün bunlara anlatmanız lazım. O zaman bu kadronuz da yavaş yavaş şekillenmiş olur. Bunların içerisinde filan adam, eski usulle söyleyeyim, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı gibidir, filan Merkez Bankası Başkanı gibidir, filan Hazine Müsteşarı gibidir, filan Maliye Müsteşarı gibidir, devleti bunlar yönetir. Yani devleti bakanlar yönetmez. Devleti müsteşarlar yönetir. Türkiye bunun şimdiye kadar farkında değildir; ama bu işin aslı esası budur. Baktığı zaman da… Adam senin dediğin gibi bu organizasyonları yöneten adamlar kimdir, ne düşünüyorlar, ona bakarlar yani. Şimdi bunları yapmak lazım. Sonra bütün bunun sonucunda, programı ikna edici yapmış iseniz dünyadan bir kaynak bulmanız lazım. Bu rakam 30-40 milyar dolar. 30’u az söyledim, normali 40 milyar dolar taze bir kaynak bulmalısınız. Bizim Merkez Bankası rezervlerini Sayın Cumhurbaşkanımız çok söylüyor. 105 milyar dolar falan dedin mi, yani insanlar da evet ya burada 105 milyar dolarımız var. Yok böyle bir şey, yani olmaz. Bunun kullanılabilir olan bölümü işte 25, 30, 35 milyar dolar falan civarında bir rakamdır. İki aylık, iki buçuk aylık ithalata denk düşer. O kadar övünülecek bir şey değildir yani. O yüzden bizim Merkez Bankası rezervlerini kuvvetlendirici, dışarıdan bakıldığı zaman sağlam görünecek olan bir rezerv hâline getirmemiz lazım bu parayla. Arkadan kabaca bence bin civarında insan ister bu, yüksek ekonomi bürokrasisi. Yani Kalkınma Bakanlığı’nda şu kadar, Hazine Müsteşarlığı’nda bu kadar, Merkez Bankası’nda şu kadar, uyumlu, Maliye Bakanlığı’nda bu kadar. Mevcut çalışan arkadaşlarımız da var. Onlardan çok iyi yetişmiş olanlar, işlerini çok iyi yapanlar var. Biraz kıyıya köşeye alınmış olanlar var. Dışarıdan takviye edilebilecek olanlar filan var. Bu resmi gösterip oturup adam gibi uygulamak lazım. Bu çok ciddi bir şey, bunu böyle güzel güzel anlattım, güzel geliyor olabilir; ama bunun bir de en başında lideri lazım. Şimdiki parlamenter sistem olursa adına bir tane olmak üzere Ekonomik İşlerden Sorumlu Başbakan Yardımcısı, cumhurbaşkanlığı sistemi olursa eğer, onda da bir tane Cumhurbaşkanı Yardımcısı sadece bu işlerden sorumlu ve yetkili olmalı.

 

Ama bu çizdiğiniz tablo, yani tekrar başa geliyoruz ama, hakikaten vahamet bayağı değil mi?

 

Kesici: Ben ciddiye alıyorum tabii. Ben bu işi şuradan biliyorum daha doğrusu, bu kriz dönemleri, mesela 2000’i, 1993’ü, 94 Krizi’ni…, Ben de Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlğı’ndan ayrılmıştım o zaman. Eylül 1993’te, “Bu tren böyle giderse” diye, yani Haziran’dan Eylül Ekim’e kadar, Ekim 1993, benim web sitesinde yazısı da var bunun. O zaman Doğru Yol Partisi içinde liderlik mücadelesi tarzında takdim edildi bu. Yani ben planlamadan ayrıldım, işte Tansu Çiller’e karşı liderlik mücadelesine gireceğim kabulüyle yorumlandı. Böyle giderse hem de Mart ayı tabiri de var, onu göndereyim ben size. Mart 1994’ten itibaren Türkiye döviz krizine doğru yaklaşıyor dedim, Ekim 1993’te. Benim internet sitemde var, Ertuğrul Özkök’ün yazısı. Hürriyet gazetesinin de genel yayın yönetmeni o zaman. Sitede bulunur. Ben de şimdi bulur size gönderirim. Onu bildik. Çünkü bunun öncü göstergeleri var. Yani şimdi depremde nasıl deprem uzmanları çıkıyor, öncü göstergeler, artçı göstergelerle, bu var. 2000 Krizi’ne doğru, Abdurrahman Yıldırım, şimdi Sabah gazetesinin ekonomi yönetmeni, burada bir IMF toplantısı oldu. Ne zaman? Ekim 1999 filan civarında. Onunla toplantının arasında röportaj yaptık. O röportajda da “Şimdi kış geliyor, ama her kıştan sonra bahar olmaz. Bazen kıştan sonra kara kış gelir” dedim. O tabir oturdu o zaman da. Bu da böyle. Bunun öncü göstergelerine bakılırsa çok ciddiye almak lazım diye düşünüyorum ben. Bunu bizim dışımızdaki ekonomik aktörler alıyor, biliyorlar. Yani çeşitli münasebetlerde biz iki kere mesela Kemal Bey başkanlığında bir küçük ekonomi grubuyla TÜSİAD’da toplantı yaptık. Öbür partiler de yapıyor, TÜSİAD öbür partilerle de yapıyor. Onlardan edindiğimiz izlenimler de var. Batı dünyasının ekonomik organizasyonlarını takip ediyoruz. Mesela işte IMF’nin bütün üye ülkelerin dördüncü madde diye bir maddesi vardır. O dördüncü madde kapsamında yılda bir her ülkeyi –adına teftiş eder demeyelim de– raporlar, raporlama yapar. E şimdi yaptılar bize. Yani 2018’in dördüncü madde kapsamındaki IMF raporu, IMF’nin internet sitesinde de, bizim Hazine Müsteşarlığı’nın internet sitesinde de var. Bunlara bakıldığı zaman, ama tabii bu organizasyonlar çok da diplomatik dil kullanırlar. Yani bu IMF dili, Dünya Bankası dili, OECD dili, böyle ekonomi batıyor, krize giriyor falan demez. Yani en diplomatlar ne kadar savaş ilanını bile…

 

Tam da onu soracaktım. Yani bu şeyi basitleştirirsek, şimdi malum, en son kurda yaşanan sıkıntıdan sonra kriz lafını kullanıp kullanmama konusunda bir tartışma çıktı.

 

Kesici: Ben de kullanmamaya çalışıyorum, ağzımı alıştırmamaya çalışıyorum.

 

Ama anladığım kadarıyla siz bir krizin eşiğinde olduğumuzu söylüyorsunuz.

 

Kesici: Evet bunu sen söylemiş ol, ben he demiş olayım.

 

O zaman felaket tellalı ben olacağım.

 

Kesici: Hayır estağfurullah. Ciddi diyelim, kriz demeyelim.

 

Yani bu, eğer söylediğiniz şeyler yapılmazsa, bu olaya çok güven verici bir şekilde el atılmazsa gidişat…

 

Kesici: Kopar. Kopar kardeşim yahu. Kopmadı mı? Dolar bir yerlerde seyrederken, Allah Allah, bir baktık, değil mi? Gece birisi baktı, Japonya’daki piyasa açıkmış. Birden gol atmış olmuş Japonya’dan. Tamam hemşerim, ondan sonra başladı tedirginlik. Bu bir saniyelik, bir dakikalık bir şey; yani piyasaların bir tanesindeki kopacak olan fırtına. Buna sebep bu demin Ali Babacan filan dediğin için, yani ben AK Parti yönetiminin bu çok parlak diye düşünülen birinci dört yılını da bu kapsam içerisinde alıyorum. Şimdi şu yanlış: Mesela 2003 ile 2008 yılları arasında döviz, kurdaki hareketlenme sıfır yani rakamını söyleyeyim ben. O şurada olabilir. Herhalde burada var. Yani benim ezberimde de, söylersem olmaz. 2003 yılında dövizin ortalama kuru 1.296 imiş, 1.29 diyelim. 2008 yılında da 1.29. Bu ne demek? Beş sene üst üste dövizdeki artış eksiliş sıfır. Bu olmaz, bu yanlış bir şey. Şimdi ithalat patlaması, lüks ithalat patlaması, lüks inşaat patlaması vs. falan dediğimiz şeyin altında yatan en önemli göstergelerden bir tanesi bu. Çok ucuz yani, ithal bakımından çok ucuz. Beş sene kur sıfır oynamış. Olur mu yahu? Halbuki Türkiye’de ortalama bir 5 ila 7 arasında bir enflasyon var. Amerikan dolarında iki-iki buçukluk bir aşınma var. Bu istikamette bir şey olması lazım değil mi? Sıfır. 2008 ile 2014 arasında, bu kaç sene eder? 6 sene eder. O 6 senede de 0.5, yüzde yarım. Bu da olmaz. Yüzde yarım olur mu canım? Dünyadaki fiyat hareketleri, öyle değil mi? Ama 2014’te Sayın Cumhurbaşkanımızın cumhurbaşkanı olduğu dakikadan işte 2018’in başına kadarki olan sürede de her yıl ortalama yüzde 20 artmış. İşte bu kötü. Şimdi bak, tansiyon değil mi? Bu –tıp da biliyor sayılmayalım da, öğrendiğimiz kadarıyla– tansiyonun istikrarlı olması lazım. Kalp atışlarının dakikada kaç atıyorsa öyle atması lazım. Bir kalp atışın bir 65, bir çıktı 85’e, bastın ilacı 45’e, çıktı indi, çıktı indi, bu çok kötü bir şey değil mi? 65, 67, 65 ila 72 bandının arasında yürüyorsa mesela bu iyi. Şimdi bunu kura getirelim. Yani ilk 5 sene sıfır, ikinci 6 sene yüzde yarım artış olmak yerine, sonra da yüzde 20 her yıl ortalama artış olmak yerine, mesela 2003’le 2018 yılı arasında istikrar 4.60 olmak kaydıyla yani yine dolar 4.60 olacaksa da…

 

Ama kademe kademe…

 

Kesici: Elleme olsun. Ama her yıl ortalama yüzde 7’lik bir döviz artışıyla gelmiş olsaydık şimdi ne krizden bahsediyor olurduk, ne 880 milyar dolar bu 15 senede dış ticaret açığı vermişiz olurdu, 557 milyar dolar cari işlem açığı vermişiz, ne o olurdu, 450 milyar dolar faiz ödemişiz, ne o olurdu. Hiçbiri olmazdı bunların. Bu mesela dış ticaret açığı 880 yerine 400’lü bir rakam, 350’li bir rakam olurdu. Tam böyle olurdu yani. Türkiye’de çok daha normal bir büyüme. Şimdi ben size gönderdim. Büyümelerde de bir bakıyorsun, Sayın Cumhurbaşkanımız övünüyor ya, yüzde 11, bir çeyrekte veya yılda yüzde 11 büyüyorun. Bir çeyrek demek 3 aylık büyüme demek. Yüzde 11, dünyayı geçtik. Üç ay Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, sayın ekonomi bakanları, onların gazetecileri televizyoncuları falan, dünyayı geçtik falan diyorlar. Yok öyle bir şey. Ertesi üç ayda düşüyor yüzde 2,19’a. Bu ritme dayanmıyor kalp. Kalp şimdi bu ritme dayanamaz. İşte bunun tedavisinde kalp pili lazımsa, mesela bizim 30-40 milyar dolar diyeceğimiz rakamı kalp piline benzetelim. Kalbin atışını bir istikrara kavuşturacak değil mi? Şey ilacı diyelim öbürüne de, tansiyon ilacı. Bende bunların hiçbirisi yok çok şükür ama benzetmiş olalım. O regüle edecek. Burada bir büyük ateş var. Daha doğrusu ateş almaya çok müsait bir durum var. Yani bir kibrit, bir çakmak. Nasıl benzinlikte çakmakla oynanır falan, bu hâldeyiz. Bir kere bunu, bu hâlde olduğumuzu kabul etmek lazımdır ki alınması gereken tedbirleri de o istikamette alabilelim.

 

Yavaş yavaş toparlayalım. Siyasî bir soru sorayım: İyimser misiniz?

 

Kesici: Seçimden mi?

 

Hayır, yani bunların düzelebileceği, seçimle bağlantılı olarak.

 

Kesici: Seçimle bağlantılı olmak üzere iyimserim. Bizim tarafta daha doğrusu muhalefet grubunda bu söylediklerimizin önemli bir kabul görüşü var. Ama çözümüyle ilgili ne var, onu çok bilmiyorum. Ama önemli bir kabul edilişi var. Demek ki muhalefet grubu iktidar olursa eğer, peşinen bir kere bir sıfır iyi başlamış oluyoruz. İktidar grubu iktidar olmuş olursa, Sayın Cumhurbaşkanımız yerinde kalırsa, ben onun da şeyi… ateşe parmağını soktu bence. Londra’da ateşe dokundu Sayın Cumhurbaşkanı. Eli cıs etti yani, orada bir cıs oldu. Onun da gördüğünü umuyorum.

 

Peki son olarak şunu sorayım.

 

Kesici: Allahtan bizim işimiz… Bu siyasî şeyi söylemezsek eksik bırakmış olabiliriz yani. Bir kere birinci turda parlamento çoğunluğunun muhalefet bloğuna geçeceğini hem umuyorum hem bekliyorum. 320’nin üstünde bir milletvekili sayısı görüyorum. Bu böyle olunca da cumhurbaşkanlığı seçimi de otomatik olarak ikinci tura kalırmış gibi görüyorum. İşte burada cumhurbaşkanı adaylarımızın, şimdiden de başlasalar daha iyi ederler ama, mesela İYİ Parti ile CHP’nin en azından bu aşamadan itibaren, Saadet Partisi de dahil olmak üzere bir müşterek görüntü, bu ekonomiye yaklaşımda da…

 

Çok söylenir oldu artık.

 

Kesici: Verseler iyi olur yani değil mi?

 

Pek vermediler.

 

Kesici: Yeteri kadar, kâğıt üzerinde verdik. Burada yazıyor, bak bu listede değil mi? O seçim pusulasında var. Bunu şu meydanlara, televizyonlara vs. falan intikal ettirmek doğrudur diye düşünüyorum.

 

Burada noktayı koyalım. Evet, İlhan Kesici ile çok hoş bir söyleşi oldu. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizleri izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

 

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.