Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Yeniden AB”: Kimi kandırıyoruz?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Dün, dört bakan Avrupa Birliği (AB) konusunda bir reform hareketini tekrardan canlandırmak için bir araya geldi. Yaptıkları açıklamalar, verdikleri fotoğraflarla karşımıza çıktılar ve bugün hükümete yakın gazeteler –ki zaten var olan gazetelerin büyük bir kısmı artık hükümetin sözcüsü durumunda– “Yeniden AB reform dönemi” vs. gibi başlıklarla çıktılar ve sanki Türkiye yeniden, bir zamanlar AKP’nin ilk iktidara geldiği tarihlerdeki gibi neredeyse bir AB havasına giriyormuşcasına bir hava yaratılmak istendi; ama bu hava, bu yayının başlığında da söylediğimiz gibi kimseyi inandıracak, ikna edecek bir olay değil.
O fotoğraflara baktığımız zaman –ki bu konuda çok güzel yazılar da yazıldı; özellikle Murat Sevinç’in yazısını anmak isterim–, orada bakanların verdiği fotoğraf bile bu işin çok da fazla ciddi olmadığını, gayri ciddi olduğunu aslında düşündürtüyor maalesef. Maalesef diyorum, çünkü ben öteden beri Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasını isteyen, bunu savunan, bu konuda da elinden geleni yapmaya çalışan birisiyim. AB’ye karşı olanları biliyorum, AB sürecine kuşkuyla yaklaşanları, eleştirel yaklaşanları biliyorum; saygı da duyuyorum, bu tartışmaların önemli olduğunu düşünüyorum; ama AB’yle böyle konjonktüre göre kurulan ilişkilerin hiçbir samimiyetinin ve ciddiyetinin olduğunu açıkçası düşünmüyorum.
Şimdi orada yapılan açıklamalara baktığımız zaman, Adalet Bakanı’nın yargı bağımsızlığını güçlendirmek gibi sözleri var, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun burada zaten var olması bile, böyle bir fotoğrafta yer alması bile, içinde reform geçen, AB geçen bir platformda olması bile başlı başına abes, çünkü Süleyman Soylu, İçişleri bakanlığından itibaren sürekli uzlaşmaz bir devlet, tam eskiden beri bildiğimiz katı devlet, hatta derin devlet üslûbunu benimsemiş bir siyasetçi — demokrasiyi, hak ve özgürlükleri ağzından pek duymuyoruz. Yıllar önce AKP’ye geçmeden ya da bu tür yerlere gelmeden önce, bu tür şeyleri söylemişliği olabilir; ama İçişleri bakanı olduktan sonra artık tamamen koparmış durumda. En son Cumartesi Anneleri konusunda yasak öncesi ve yasak sonrası söyledikleri de zaten onun adının AB’yle birlikte anılmasının çok da anlamlı olmadığını bize gösterdi. Siz hem dünya çapında herkesin takdirini kazanmış, prestijli ve kendi devletiniz, hatta şu anda devleti yönetenler tarafından meşruiyeti çoktan tanınmış bir hareketi, yıllar sonra, 700. haftasından sonra terörizm propagandası olarak, kendi kafanızdan, hiçbir yargı kararı olmadan suçlayarak yasaklamaya kalkacaksınız, ondan sonra “AB” diyeceksiniz — ki sadece Cumartesi Anneleri değil; Türkiye şu anda sürekli bir olağanüstü hal düzeninde yaşayan bir ülke.

Öncelikle kendimizi kandırıyoruz

Kimi kandırıyoruz? Öncelikle kendimizi mi kandırıyoruz? Bu verilen fotoğrafın, burada yapılan açıklamaların, kendi kamuoyunu bile ikna etme gibi bir şansı yok; bunların tamamen konjonktürel olduğu, ABD’yle yaşanan krizle doğrudan orantılı olduğunu hepimiz biliyoruz. Tabii ABD’yle beraber yaşanan krizin üzerine ekonomik sorunlar ve döviz krizi binince daha bir ihtiyaç hasıl oldu; özellikle ekonomik anlamda destek ihtiyacı hasıl oldu ve bu anlamda da Avrupa’ya yönelmek aslında anlaşılır bir şey. Ancak buradan tekrar AB’yle eskiden olduğu gibi tamamen, siyasî ve ekonomik, tüm yönleriyle ona bir entegrasyonun söz konusu olacağını söylemek mümkün değil. Bu artık Türkiye için hayalin ötesinde bir şey, dolayısıyla bu yaşanan, ABD’yle yaşanan krize bir sanki cevapmış gibi; ama buna ne Türkiye kamuoyu ne Avrupa kamuoyu ne de ABD’yi yönetenler inanıyorlar. Bu böyle bir aldatmaca gibi, birkaç günü de böyle idare etmece gibi.
Bu tabii demek değil ki Türkiye’nin AB’yle ilişkileri kopacak. Özellikle ekonomik sıkıntıların iyice su yüzüne çıkmasıyla, döviz kuruyla beraber, Türkiye’nin dış borçlarını özellikle özel sektörün dış borçlarını ödemesindeki zorlukların net bir şekilde ortaya çıkmasıyla beraber Avrupa’nın bir telaşa kapıldığı doğru. Bunun birçok nedeni var — ki bunları dün Transatlantik’te Ömer Taşpınar bayağı iyi bir şekilde vurgulamıştı. İlkin, Türkiye batamayacak kadar büyük bir ülke; ikincisi de söz konusu olan paraların, borçların önemli bir kısmı Avrupa bankalarına olan borçlanmalar; dolayısıyla bunların ödenebilmesi lazım, ödenebilmesi için de Türkiye’nin ayakta kalabilmesi lazım. Türkiye’nin ayakta kalabilmesi, AB için de çok önemli bir husus.

Ekonomi ve siyaset

Orada tabii şöyle bir nokta karşımıza çıkıyor: Türkiye’yle AB arasında ekonomik anlamda çok köklü, önemli ve vazgeçilemez ilişkiler var; ama Türkiye AB’nin, Avrupa’nın siyasî kriterlerinin artık çok uzağında; hukuk devletinin, temel hak ve özgürlüklerin, demokrasinin çok çok uzağında. Bu ikisi bağdaşmadan olabilir mi? İşte şu anda, Türkiye’nin, Ankara’nın yapmaya çalıştığı bir anlamda bu. Demokrasi konularında, siyasî konularda birtakım makyaj düzenlemeleri, birtakım bakanların çıkıp altı dolu olmayan açıklamalarla göz boyaması, ama esas olarak ilişkilerin ekonomik anlamda diri tutulması, geliştirilmesi ve gerekirse –ki gerekiyor– AB’nin şu ya da bu şekilde Türkiye’ye bu süreçte ekonomik anlamda yardımcı, finansal anlamda yardımcı olması gerekiyor. Bu aslında Avrupalıların bir kısmının çok işine gelebilecek bir formül; çünkü biliyoruz ki Avrupa’da Türkiye’nin AB üyeliğini isteyen hemen hemen kimse kalmadı, böyle bir acı gerçek var.
Eskiden istiyorlar mıydı? Yine çok fazla teşne değillerdi; ama Türkiye’deki demokratikleşmenin, reform sürecinin sahici olabileceğini düşünen, uman, bunu teşvik eden özellikle sol, yeşil partiler, sol partiler bu konuda bayağı bir ciddi yatırım yapmışlardı ve umuyorlardı ya da Türkiye’de çok meşhur olan sözle, “ummak istiyorlardı”, ama bir süreden itibaren, özellikle Gezi’yle beraber, Gezi olaylarının ardından, artık onunla beraber yaşanan süreçte Türkiye’nin tamamen bir sivil otoriter düzene geçiş süreciyle beraber, bu beklentilerin kimsede kalabildiğini sanmıyorum. O tarihlerde Türkiye için aktif bir şekilde militanlık yapan Avrupalı siyasetçilerin, parlamenterlerin, aydınların peş peşe özeleştiriler verdiklerini, hayal kırıklıklarını dile getirdiklerini biliyoruz.
Türkiye’ye baktığımız zaman, Türkiye’de de AB üyeliğine inanan, bunun hayalini kuran, bunun gerçekleşebileceğini düşünen insanların da artık tam bir hayal kırıklığı içerisinde olduklarını görüyoruz. İnanmayanların sayısının arttığını ve en önemlisi de güçlerinin arttığını görüyoruz. Bir de tabii önemli husus: Siyasî iktidar başı sıkıştığı zaman Avrupa düşmanlığı, Avrupa’nın tek tek ülkelerini ya da genel olarak Avrupa’nın kendisine düşmanlığı iç politikada da sık sık kullandığını biliyoruz. Hollanda’yla yaşanan krizler ortada, Nazi suçlamaları ortada, Almanya’yla yaşanan krizler ortada…

Hukuk devleti değiliz

Gelelim hukuk meselesine: Her şeyden önce Türkiye’nin bir hukuk devleti olup olmadığı meselesi var; yani bir hukuk devleti olacaksınız ve bunun üzerine reform yapacaksınız. Türkiye’de bir hukuk devletinin artık çok uzağında olunduğunu en iyi bilenlerden birileri de herhalde AB. Biz zaten biliyoruz, yaşıyoruz, Avrupa da bunu yaşıyor. Özellikle kendi vatandaşlarının burada sudan gerekçelerle nasıl gözaltına alınıp tutuklandıklarını ve birtakım pazarlıklarla serbest bırakıldığını, Almanlar, Fransızlar, İsveçliler, hepsi bir şekilde biliyorlar; böyle de bir maalesef, Türkiye’nin hukuk devleti konusunda da Avrupalılar nezdinde kötü bir sicili var. Dolayısıyla kimsenin kimseyi kandırmaya çalışmasına gerek yok; Türkiye’nin Avrupa’yla siyasî anlamda bir ilişki kurabilmesinin trenini maalesef kaçırdık. Bunun tek suçlusu AKP iktidarı ve Recep Tayyip Erdoğan değil; ama Erdoğan yönetiminin bu konuda çok sorumluluğu var, Avrupalıların da bu konuda çok ciddi sorumlulukları var. Elbirliğiyle Türkiye’yi bu trenden yaka paça aşağı indirdiler. Şimdi Türkiye’nin bu trene binebileceği yolunda birtakım şıklıklar yapılıyor, makyaj düzenlemeleri yapılıyor. Bunu yapanlar da inanmıyor, okuyanlar da inanmıyor, o manşetleri atan gazeteciler de inanmıyor, onu izleyip “Ah, keşke” diyenler de inanmıyor, Avrupalılar hiç inanmıyor — ABD’dekiler de ABD’ye karşı Avrupa gibi kartın kalıcı bir pozisyon olabileceğini herhalde düşünmüyorlardır.

Türkiye kendi yağıyla kavrulamaz

Türkiye sonuçta yörüngesi olmayan ve tek başına ayakları üzerinde de duramayan –maalesef burası çok önemli; bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan bertaraf edildiğini söyledi, onu söyledikten sonra döviz kurlarında çok ciddi artışlar yaşandığını da gördük–, Türkiye artık tek başına herkese meydan okuyarak ya da meydan okumasa bile “Kimseden hiçbir şey istemiyorum, ben kendi yağımla kavrulabilirim” diyebilecek bir noktada değil. Eskiden böyle miydi? Eskiden de belki tam değildi; ama bu kadar dışa bağımlı bir noktada değildik. Her ne kadar Türkiye’de yerli ve milli olma iddiası dile getirilse de, milliyetçilik resmen tavan yapsa da, Türkiye’nin böyle bir realitesi var.
Bakın, “Yeniden AB” diyorlar ve inanmamızı bekliyorlar; ama öte yandan idam cezasının yeniden gündeme getirilmesi –en azından söylem olarak– ortaya atılıyor. Getirilir mi, getirilmez mi? Bilmiyorum, ama getirilmek istendiğini biliyoruz. Bunun çok yanlış bir şey olduğunu zaten düşünen birisiyim; ama bu benim düşüncemle olacak bir şey değil; siyasî iktidar idam cezasını getirmek istese pekâlâ bunun zeminini oluşturabilir, halk oylaması yaparsa da herhalde fazlasıyla yeterli oyu alır. Ama hem “AB’yle yeniden” deyip hem de idam cezasını gündeme getirmenin hiçbir inandırıcı yanı yok. AB’ye girmek bir yana, kurucu üyelerinden olduğumuz Avrupa Konseyi’nden dışlanma gibi bir durumla karşı karşıya kalabiliriz. Türkiye daha fazla geriye götürülmeyi kaldırabilecek bir ülke değil; Türkiye’nin toparlanması, tekrar demokrasi, temel hak ve özgürlükler üzerinde yürüyebilmesi lazım.
Siyasî iktidarın bu konuda çok da fazla bir niyeti yok, arada sırada böyle birtakım vitrin çıkışları yapsa da böyle bir şey yok ve muhalefet de yok. Yani, bugün siyasî iktidarın karşısında demokratikleşmeyi, hukuk devletini, AB perspektiflerini güçlü bir savunacak, inandırıcı bir şekilde savunacak muhalefet kurumları da yok. En son CHP’nin şu günlerde yaşadığı tartışmaları görüyoruz — ortada. Diğer partilerin durumunun da CHP kadar kötü olmasa bile çok da iyi olmadığını görüyoruz. Sonuçta Türkiye arada sırada AB’yi dile getirse de kendi içerisinde iyice yalnızlaşan bir ülke halinde -Nuri Bilge Ceylan’ındı değil mi o söz? Bir ödül töreninde söylediği “yalnız ve güzel ülke”– yalnız ve güzel olabilir, ama yalnız ve güzel olmak tek başına insanların mutlu olmasına maalesef yetmiyor. Türkiye’de insanlar daha da yoksullaşıyor, yoksul daha da yoksullaşıyor, zengin herhalde –aralarında batan vardır, ama yine de bu dönemde– özellikle bu kadar kur hareketlerinin bu kadar keskin olduğu bir dönemde herhalde birçokları servetlerine daha fazla servet katıyorlardır, ona hiç şaşırmamak lazım. İnsanların daha yoksul ve yoksullaştığı bir ülke olarak yalnızlığıyla ve güzelliğiyle yetinebilecek bir ülke olmaktan maalesef çıkıyor.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.