Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Birilerini affederken başkalarını idam etmek isteyenler

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Bazen bir cümle, insanın kafasındaki birçok şeyin netleşmesine yol açar. Geçenlerde –tam günü de söyleyeyim: 30 Eylül günü– Twitter’da Nevin Yıldız’ın bir tweet’ini gördüm. Aynen şöyle diyor: “İdam isteyen kitle ile af isteyen kitle arasındaki benzerlik size de ilginç gelmiyor mu?” Evet, Türkiye’nin bir ara gündeminde idam vardı, hâlâ idam niyeti var; daha sonra da Türkiye’nin gündemine af girdi. Affı gündeme MHP lideri Devlet Bahçeli soktu ve zaten bu konuda bir öneriyi de verdiler Meclis’e ve ilginç bir şekilde affı isteyenlerle idamı isteyenlerin neredeyse hemen hemen hepsi aynı gibi, çok birbirine benzerler. Nevin Yıldız tanıdığım birisi değil, ama çok güzel özetlemiş. Bu, benim de kafamda ne zamandan beri olan, ama tam formüle edemediğim bir şeyi formüle etmeme imkân sağladı ve buradan hareketle bu yayını yapıyorum. Gerçekten Türkiye’de her konuda çok kötüye gidiş var ve bu kötü gidişin toplumsal anlamda bir karşılığı da var. Daha önce idam talebinde, toplumsal anlamdaki bu kötüye gidişin örneklerini görmüştük; şimdi de af konusunda da, topluma affı dayatmak konusunda yine aynı yanlış şeylerle karşı karşıya kalıyoruz.

Çakıcı’yı kurtarmak için

MHP’nin teklifinin neden gündeme geldiğini aslında anlayabiliyoruz; Devlet Bahçeli çok net bir şekilde Alaattin Çakıcı’ya sahip çıktı — Çakıcı ve benzerlerinin artık çıkmaları gerektiğini söyledi ve buradan hareketle yürüyen, affa kadar giden bir olay var; ama “af” demiyorlar, tabii ki “şartlı salıverme” diyorlar ve burada birtakım maddelerden şartlı salıverme yararlanabiliyor. Kapsam dışı tutulan maddeler var, uzun uzun bunları görmek mümkün; ama baktığımız zaman kapsam dışı tutulan maddelerin içerisinde tecavüz, cinsel saldırı gibi şeylere ek olarak kasten adam öldürme var, ama esas olarak da devlete karşı işlenmiş suçlar var. Bunlar ne derece suçsa, terörü vs. saymıyorum ama, Türkiye’de son dönemde devlete karşı işlenen suçlar ya da Cumhurbaşkanı’na yönelik suçlar gibi çok sayıda, genellikle ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirebilecek hususlar var ve bunların hiçbirisi bunun kapsamında değil. Ama buna karşılık bir yığın, ihmal ile adam öldürme, çocuk kaçırma, nitelikli hırsızlık gibi, dolandırıcılık gibi, tefecilik gibi suçların bu kapsama alındığını görüyoruz. Yani bir liste var; daha çok nelerin kapsamda olmadığından bahsediyorlar, ama kapsamda olanları çok da fazla tek tek saymaya MHP’liler pek yanaşmıyor. Ama şunu da biliyoruz ki –daha önceki örneklerden var– Anayasa’nın eşitlik ilkesine göre –daha önceki örneklerde de gördük– bazı maddelerde af çıkarıp bazı maddelerde çıkarmama olayı Anayasa Mahkemesi’nden dönüyor ve hiç hesapta olmayan, özellikle yasayı gündeme getirenlerin arzu etmediği birtakım sonuçlara da gidebiliyor — eşitlik ilkesinden hareketle.
Anayasa Mahkemesi, bugünkü konumuyla bunu yapar mı? Daha tabii ki MHP’nin önergesi yasalaşmadı, AKP’nin bu konuda ne dediği tam belli değil; en son Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dün sorulduğunda yine net bir cevap vermekten kaçındı. Ama MHP çok bastırıyor; özellikle de bu af meselesini yerel seçim olayıyla da beraber getirmek istiyor, yerel seçim pazarlıkları ile beraber hayata geçirmek istiyor; ama böyle bir durumda, yasalaşması durumunda, onların arzu etmediği hususlar da affa daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından katılabilir. Ama demin söylemeye çalıştım, Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü durumuyla Anayasa’ya aykırı kararlar verme noktasında Anayasa Mahkemesi’nin son dönemde birtakım uygulamalarını biliyoruz. Dolayısıyla çok da kesin konuşmamak lazım.

Affı mümkün kılan toplumsal sözleşme

Bu af meselesine nasıl bakmak lazım? Af, aslında toplumlarda değişik zamanlarda pekâlâ gündeme gelen bir husustur ve genellikle parçalanmış olan, aşınmış olan iç barışı tesis etmek için gündeme getirilir ve esas olarak da devlete karşı işlenmiş suçlar bağlamında gündeme getirilir; ama o bağlamda getirildikten sonra diğer adlî suçlar da bunun içerisine girebilir. Yani aslında dünyada örneklerine baktığımız zaman, olumlu örneklerine baktığımız zaman, bir af, aslında bir konsensüs’ün, toplumsal bir uyumun ortaya çıkmasıyla oluşur. Ama burada söz konusu olan, alabildiğine kutuplaşmış Türkiye’nin bir kutbunun kendi kafasına göre istediği kişileri affettirme niyetini görüyoruz. Yani toplumun tüm kesimlerinin bir araya gelip, konuşup, tartışıp, mutabık kaldıkları bir olay yok ve en önemlisi de tabii ki siyasî suçlar bunun kapsamına alınmak istenmiyor. Bu tartışmaların hemen ortasında, daha yeni, Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın ağırlaştırılmış müebbet cezası onaylandı, itiraz reddedildi; şimdi bir sonraki aşama Yargıtay’a gidecek, orada da gördük. Bunların mesela Ahmet Altan’ın, Mehmet Altan’ın ve Nazlı Ilıcak’ın bu şeye göre, öneriye göre affedilmesi falan diye bir şey söz konusu değil, ama yaptıkları ne? Yazı yazmak, televizyonda konuşmak, tamamen düşünce özgürlüğü kapsamındaki bir olayın ağırlaştırılmış müebbet gibi bir cezaya çarptırıldığını görüyoruz. Eğer ülkede idam cezası olsaydı, demek ki mahkemeler bu kişilere, bu yazarlara idam cezası verecekti ve de idamı caydırıcı bir uygulama olarak gören kesimler de büyük bir coşkuyla bunların idamını isteyeceklerdi.
Şimdi idamı isteyenlerin buradaki MHP’nin dile getirdiği af talebiyle örtüşmesi noktasına gelecek olursak, zaman zaman özellikle çocuklara yönelik çok ciddi cinsel saldırı ve katliamların ardından, cinayetlerin ardından çok sık gündeme geliyor ya da bazı terör saldırılarının ardından gündeme geliyor ve bunu da değişik siyasetçiler, tabii ki toplumsal kutbun bir yanındaki siyasetçiler –Cumhurbaşkanı Erdoğan da, ama en çok Devlet Bahçeli– sık sık idamı gündeme getiriyorlar ve toplumun belli bir kesimi buna çok büyük bir iştahla yaklaşıyor.

İdam ve af çelişkisi

İdam cezasının hiçbir şekilde savunacak bir yanı olduğunu düşünmüyorum; bu çok ayrı bir tartışma, ama burada bir caydırıcılık perspektifinden idamı savunanların bir diğer yandan değişik suçları işlemiş, iradî olarak işlemiş, hiç de öyle kader mahkûmu olarak adlandırılamayacak kişilere af istediklerini görüyoruz. Yani dolandırıcılıktan mahkûm olmuş bir insanın kader mahkûmuyla ne alâkası var? Kader mahkûmu denen olaylar, genellikle kan davası vs. gibi ya da kaza sonucu yapılan, birtakım psikolojik sorunlar ardından yaşanan ya da yoksulluktan mütevellit birtakım suçlardır belki. Ama baktığımız zaman, burada şartlı salıverme önerisinde bulunulanların büyük bir kısmı bayağı bilinçli bir şekilde yapılan işler. Ve bunların affedilmesinin, salıverilmesinin özel bir nedeni yok. Yani bu kişiler cezaevinde gerçekten caydılar mı? Gerçekten –nasıl söyleyeyim? – vaz mı geçtiler? Yaptıklarına pişmanlık mı duyuyorlar, topluma daha farklı yararlı pozitif insanlar olarak mı dönecekler? Bu konuda hiçbir bilgi yok, araştırma da yok ve zaten Türkiye’deki cezaevi koşulları bilindiği zaman bunun olmasının çok fazla imkânı da yok.
Zaten bu şartlı salıvermenin en önemli gerekçesi cezaevlerinin çok dolu olması. Tek gerekçe, belki en çok anlatılan gerekçe, yani “Bunu bir boşaltmamız lazım, bu kadar çok sayıda insanın cezaevinde olması iyi bir şey değil” gibi bir basit bir mantıkla gidiliyor. Ama Türkiye’deki bu cezaevi sisteminde, bir rehabilitasyon vs.’nin mümkün olmadığını biliyoruz. “Niçin bu insanlar affediliyor?” sorusunun bir cevabı yok. Ama idamın da cevabı yok ve aynı kesimler bize bunun iyi olduğunu söylüyorlar. Yani bu kişiler çıksın, neden? Cezaevleri çok dolu, yazık artık yeterince yattılar vs.. Ama ortada herhangi bir ciddi bir çalışma, sosyolojik inceleme, mahkûmlarla yapılmış görüşmeler, cezaevi psikologlarının verdiği birtakım değerlendirmeler gibi şeyler yok, hiçbir şey yok, varsa da kamuoyundan gizleniyor ve bu insanlar çıkarılsın isteniyor. Öte yandan dediğim gibi devlette, özellikle af yetkisini kullanması gereken kendisine karşı işlenmiş suçlar bahsinde çok büyük bir katılık var; bu kapsamdaki kişilerin asla affedilmemesi gibi bir ısrar var. Hatta bunların en ağır şekilde cezalandırılması, cezaevlerinde çürümesi ve orada ölmeleri… yani bu ağırlaştırılmış müebbetlerin falan anlamı, hatta mümkünse idam cezasının tekrar getirilip bu kişilerin idam cezasına mahkûm ve infaz edilmesi gibi, bir yanda af isterken sanki insanî bir pozisyon alıyormuş gibi yapan kişilerin idam cezasını da nasıl agresif biçimde seçtiklerini gördüğümüz zaman, bu af önerisinin insaniyetle bir alâkası olmadığını pekâlâ çıkarabiliyoruz.

Martin Luther King örneği

Af yapılacaksa, devletin böyle bir niyeti varsa, gerçekten cezaevleri dolduysa, bunun esas muhatapları devlete karşı işlendiği iddia edilen, ilan edilen “suç”lar olması lazım — ki burada suçu tırnak içerisine almakta yarar var. Şu anda giydiğim tişört bu anlamda çok çarpıcı bir örnektir. Bu, Martin Luther King’in cezaevindeki sabıka fotoğrafı, 7089 numaralı tutuklu. Neden içeri girmişti Martin Luther King? Çok ilginç bir öyküsü var, zaten hayatı başlı başına bir olay olan bir şahsiyet Martin Luther King — siyah hareketinin, Afrikalı Amerikan hareketinin, sivil haklar hareketinin lideri. 1 Aralık 1955 yılında Rosa Parks adında bir kadın, siyah bir kadın, otobüste beyaz müşterilere, yolculara yer vermiyor. Normalde kanunen yer vermesi gerekir otobüsün ön tarafında oturuyor, siyahları ayrılmış yerde oturmuyor, beyaz yolcu gelince yerini vermiyor, kendisinin burada oturma hakkı olduğunu savunuyor ve Amerika Birleşik Devletleri ve dünya tarihinde belki en önemli sivil direnişlerden birisini başlatıyor. Martin Luther King de Rosa Parks’ın başlattığı bu hareketin daha sonra ülke çapında bir harekete dönüşmesinde bayağı etkili oluyor ve önce evini bombalıyorlar, ardından da tutukluyorlar. İşte bu fotoğraf onun fotoğrafı, sabıka fotoğrafı. 1955 yılında oluyor bu. Daha sonra, 1964 yılında Nobel Barış Ödülü alıyor Martin Luther King. Ölümünden sonra –4 Nisan 1968’de öldürüldü–, ölümünden 9 yıl sonra Amerikan Başkanı kendisine başkanlık özgürlük ödülü veriyor ve onun adına Amerika Birleşik Devletleri’nde resmî tatil ilan ediliyor. Bunu niçin anlatıyorum? O tarihte Martin Luther King, ABD’deki egemen görüşe göre devlete karşı suç işlemiş birisiydi, hatta pekâlâ idamı bile hak eden hak ettiğini düşünenler vardı; ama yıllar sonra –kaç yıl geçiyor, o fotoğrafı çekilmesinden bu yana 63 yıl geçmiş, 63 yıl sonra Türkiye’de bir gazeteci onun fotoğrafıyla kalkıp Türkiye’nin meselelerini tartışıyor– ama Martin Luther King’in o fotoğrafını çekenlerin, onu içeri atanların, onu devlete karşı suç işlemekle itham edenlerin birisini bile hiç kimse hatırlamıyor — kendi torunları bile herhalde hatırlamıyorlardır.
Şu anda olaya böyle bakmak lazım; bugünün suçlusu, devlete karşı suç işlediği varsayılan kişi yarının pekâlâ kahramanı olabilir Şu anda devlete karşı suç işleme iddiasıyla içeride tutulanların önemli bir bölümünün yaptıkları sadece ve sadece devletin ve devleti yönetenlerin hoşuna gitmeyen fikirleri şu ya da bir şekilde beyan etmiş olmaları. Dolayısıyla bir af söz konusu olacaksa öncelikle düşünce suçlularına –ki devlet düşünce suçlusu diye bir şey olmadığını, gazeteciler için de hepsinin bunları terör olduğunu iddia ediyor; bu, devletlerin dünyanın dört bir tarafında söyleyegeldikleri yalanlardan birisi, Türkiye’de de bu yaşanıyor–; eğer gerçekten bir af ihtiyacı varsa, öncelikle devletin kendisine karşı işlenmiş suçları affetmeyi düşünmesi lazım. Onları dışarıda bırakarak yapılacak olan her türlü af –adı şartlı salıverme vs. ne olursa olsun– her türlü uygulama kesinlikle hakkaniyetsiz ve adaletsiz olacaktır. Toplum, Türkiye’nin bu kutuplaşmış halinde, bu tür dayatmalarla, bu tür yasa dayatmaları ile toplumun egemen olan bir kesiminin, devletin denetimini elinde tutan kesiminin ülkenin hepsine birtakım şeyleri dayatması, zaten var olan kutuplaşmayı daha da artıracak ve özellikle tahliyesi söz konusu olan kişilerin mağdur ettikleri ailelerde zaten varolan travmaları daha da artıracaktır.

Dün idam edilenler bugün saygı görüyor

Şunu tekrar vurgulamak lazım: “Tecavüze af yok, şuna af yok, buna af yok; ama şunlara şunlara var”. Neden? Çünkü, cezaevleri çok dolu. Böyle bir argümanla, bu tür akıl yürütmelerle toplumu bu kadar yakından ilgilendiren bir konuyu dayatmanın hiçbir şekilde demokrasiyle, çoğulculukla ve bir arada yaşamakla alâkası olduğunu düşünmüyorum. Cezaevinde yatmış birisiyim, 18 ayım cezaevinde geçti; cezaevinde yatmanın iyi bir şey olmadığını çok iyi biliyorum. Herkesin bir şekilde cezaevinden bir an önce özgürlüğüne kavuşmasını samimi olarak temenni ediyorum; ama bunun yolu, birilerinin sırf devleti yöneten koalisyonun bir parçası oldukları için, cezaevlerindekiler bazılarını ayırıp bazılarını dışarı salma yetkisini kendilerinde görmelerinin hiçbir savunulacak yönü olmadığını özellikle vurgulamak istiyorum.

Martin Luther King’i bir kere daha saygı ile anmakta yarar var, Türkiye’de de böyle çok insan var. İdam edilenler oldu, hapislere atılanlar oldu, çürütülenler oldu, ülkeyi terk etmek zorunda kalanlar oldu ve bunların ezici bir çoğunluğuna şimdi ülke genellikle pozitif, olumlu bakıyor. Hâlâ olumsuz bakanlar olabilir, önemli değil. Devlet bu yaptıklarından, geçmişte yaşanan bunlardan ders çıkaracağına, hâlâ “Bana saldıranı, beni eleştireni affetmem” mantığıyla giderse, bu ülkeye demokrasi vs. hiç gelmez.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.


Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.