Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Murat Yetkin ile tüm yönleriyle Kaşıkçı cinayeti & Gökçek’in MHP’den adaylık ihtimali

 

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

 

Merhaba, iyi günler. Gazeteci Murat Yetkin ile Kaşıkçı cinayetini konuşacağız. Programın sonunda da Melih Gökçek’den bahsederiz herhalde, günün haberi çünkü. Murat, hoşgeldin. Öncelikle yeni hayatında başarılar.

Hayatım devam ediyor.

 

Ama yıllardır yaptığın bir görevi bıraktın.

Evet. Yedi yıldır Hürriyet Daily News’un başındaydım. Şimdi başka işler yapacağız.

 

Biz seninle burada, stüdyoda yaptığımız en son yayında, “Meraklısı için Entrikalar Kitabı”nı konuşmuştuk. Şimdi onun devamı niteliğinde “Casuslar Kitabı” çıkıyor. Sosyal medyada da duyurmuştun. 

Devamı olmasa da aynı çerçevede diyebiliriz. Ama bu defa çok daha detaylı. “Meraklısı İçin Casuslar Kitabı” yazdım.

 

Ne zaman çıkıyor?

Bir aksilik olmazsa zannediyorum 10-15 güne kadar çıkmış olur.

 

Bizim seninle muhabbetimiz çok eski ve senin özel ilgi alanın istihbarat. Yıllarca dış politika muhabirliği ve temsilcilik yaptın.

Aynı şey.

 

Kaşıkçı olayı patlak verdikten sonra aklıma sen geldin. Birçok açıdan senin ilgi alanının içine girmiş bir olay. Aktif olarak bir yerde yazıyor olmamak, herhalde şu anda içini acıtmıştır.

Hayır, acıtmadı. Çünkü daha ortaya çıkmış fazla bir şey yok. İkincisi, henüz pek duyurmadım ama ben bir blog açtım. Oraya bir yazı koydum, o da okundu. Gerekli adreslere gitti, okuyan okudu. Kaşıkçı vakası çok ilginç bir vaka. Bence ileride dünyada hem diplomasi hem istihbarat okullarında okutulur.

 

Kötü örnek olarak mı?

Kötü ya da iyi. Bir örnek olarak. En son, bugünkü gelişme: İki yalanları daha ortaya çıktı. Bir tanesi, “Her tarafta arama izni verdik” demişlerdi. Halbuki bahçedeki kuyuya izin vermemişler. Kuyuya adam atma Hz. Yusuf’tan, yani çok eski zamanlardan beri bilinen bir öldürme yöntemi.

İkincisi, “Bir dublör çıktı” demişlerdi. O da, bir dublör tutup Kaşıkçı’nın yerine konsolosluktan çıkıp gitmiş gibi gösterilmiş. Bu bana geçmişte olan bir olayı hatırlattı. Ayrıntılı bir şekilde kitapta olacak, ama burada kısaca anlatayım: 1960 yılında yaşanan meşhur U-2 casus uçağı olayı vardır, bilirsin. İncirlik Hava Üssü’nden kalkıp Pakistan’a giden bir uçak, Sovyet (SSCB) hava sahasından geçerken düşürülüyor. Ruslar ilk önce uçağın düşürüldüğünü söylemiyorlar. “Bir uçak vurduk” diyorlar. Amerikalıların tepkisini bekliyorlar. Bir ses çıkmıyor. Sonra diyorlar ki: “Vurduğumuz bir Amerikan uçağıydı”. ABD, “Benim hiçbir uçağım vurulmadı” diyor. Ruslar uçağın vurulduğunu ve düştüğünü söylüyorlar. Amerikalılar uçağın kaybolduğunu biliyorlar zaten, ama düştüğünü de böylece öğreniyorlar. Yaptıkları açıklama: “İncirlik Üssü’nden meteorolojik araştırmalar için havalanan bir uçak vardı, hava koşulları nedeniyle o düşmüş olabilir belki”. Ruslar diyor ki: “Pilotu da var”. Bu şekilde 7-8 gün geçiyor. Sonunda anlaşılıyor ki KGB, Amerikalıların söylenebilecek bütün yalanları söylemesini sağlamış. Ne yalan varsa söylemiş Amerikalılar.

 

Kaşıkçı olayında en önemli sorulardan birisi şu: Dünya basını da bunu çok tartışıyor; Ankara’nın buradaki stratejisini şahsen genel hatlarıyla başarılı buluyorum.

Öyle görünüyor. Tam da bunu diyordum: Suudi Arabistan yetkililerine söylenebilecek bütün yalanları söylettiler.

 

Ama yalanları da her türlü sızdırmayla neredeyse her gün tekzip ediyor.

İşte mesele o. Rusya örneğinde, 1 haftanın sonunda Başkan Kruşçev çıkıp, Amerikan uçağının bir U-2 casus uçağı olduğunu, uçağın pilotunun sağ olarak ele geçirildiğini söylemiştir. Pilot CIA’in pilotu. Yanında, kendini öldürmek amacıyla taşıdığı zehirli bir iğne var. Hiç ele geçmemek için intihar edecek. Ama can tatlı, paraşütü açıp aşağı iniyor. Aslında her şey ilk günden beri Sovyetlerin elinde var. Eğleniyorlar Amerikalılarla.

 

Sence Türkiye’nin de elinde mi her şey?

Bilmiyorum. Her şey elinde değil sanırım. Sen de benim gibi bu konulara çok meraklısın. Gazeteciyi, polisi, istihbaratçıyı, yazarı bir kenara bırakalım, en basit polisiye okurunun bile ilk soracağı soru: “Beden nerede?’’ Hadi tamam, en sonunda “Öldürdük” diyorsunuz da, bu adam nerede? Nereye yok ettiniz? Bedeni nerede bunun? Henüz bunu bilmiyoruz. Bunu öğrensek… Nasıl yok ettiklerini de bilmiyoruz.

 

Cumhurbaşkanı en son yaptığı konuşmada, öncesinde Yalova’da ve…

Belgrad Ormanı’nda bir keşif yaptılar, öyle anlaşılıyor.

 

Demek ki Yalova ve Belgrad Ormanı’nın Türkiye’nin ilk şüphelendiği yerler olduğunu varsayabilir miyiz?

Yalova ilginç bir yerdir. Bizim dikkatimizi pek çekmez, ama başkalarının dikkatini çekiyor. Hatırlayacaksın, 1980’lerde İran İstihbaratı Türkiye’de epeyce rejim muhalifini öldürmüştü. Çoğunlukla o bölgede, İstanbul-Yalova’daydı. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, Rus İstihbaratı ile bağlantılı adamlar epey bir Çeçen muhalif öldürdüler. Orada da hep Yalova-İzmit-İstanbul üçgeninde oldu. Hep Yalova var.

 

90’lı yıllarda faili meçhul cinayetlerin işlendiği “Ölüm üçgeni” olarak bilinen Sapanca-Hendek-Düzce üçgeninde olduğu gibi, değil mi?

Humeyni yıllarca Bursa-Yalova bölgesinde ikamet etmedi mi? Bu coğrafyada oranın bir çekiciliği var.

 

İlk günden itibaren herkesin kafasında belli bir senaryo vardır. Tabii verilerle bir şeyler şekilleniyor, ama ben şahsen şöyle düşünüyorum: Kaşıkçı İstanbul Başkonsolosluğu’na başvuruyor…

Beş gün önce.

 

Evet, beş gün önce. Kaşıkçı’ya “Bugün git, beş gün sonra gel” diyorlar.

“Şu gün, şu saatte gel” diyorlar.

 

Evet. Bu arada haber veriyorlar. Orada da infaz kararı veriliyor. Ekip kuruluyor, yollanıyor. Ama kendilerine aşırı güven ve pervazsızlıkla…

Belki de kaçırmak için geldiler, fakat sinirlerine hâkim olamadılar. Bir şey oldu, adam direndi.

 

Kendilerinin de kısmen resmî açıklaması öyle.

Öyle ya da böyle. Diyelim öldürmek için geldiler. Ya da diyelim kaçırmak için geldiler. İkisi de yasadışı bir eylem. Uluslararası hukuka aykırıdır. Türkiye’nin hukukuna aykırıdır. Ama her halükârda öldürmüşler, bunu artık kabul ediyorlar.

Dünkü fotoğrafı gördün mü? Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Kaşıkçı’nın ailesini kabul etmiş. O ailenin bir üyesinin yüzündeki ifadeyi gördün mü?

 

Gördüm.

Belli ki ölüm tehdidiyle oraya Veliaht-Prens’in karşısına getirilmiş.

 

Tabii. Zaten yurtdışı çıkış yasağı var.

Bu kadar ahlâksızca bir şey hiç görülmemiştir. Bu kadar ahlâksızcası görülmemiştir.

 

Washington Post da “O zaman Cemal Kaşıkçı’nın oğlu Salah Kaşıkçı’ya yurtdışına çıkma izni versinler” diye yazdı. Çünkü yurtdışına çıkarmıyorlar.

Bence Suudi Arabistan’daki rejim gerçekten son derece çürümüş bir rejimdir. Bu yapılan, insanlık kuralının, ahlâk kuralının –aklınıza ne geliyorsa–, her şeyin dışında.

 

Bu dediğin doğru. Ama burada şöyle bir şey var Murat: Veliaht-Prens tam da çürümüş olduğu varsayılan rejimi reforme etme iddiasıyla çıktı. Batı da buna razı oldu.

“Ilımlı” dediler.

 

“Reformcu” dediler.

Bayılıyoruz bu “ılımlı” lafına. Özellikle Amerikalılar çok seviyor bu “ılımlı İslam” lafını. Cumhurbaşkanı da “Bunun ılımlısı olmaz” diyor. İlle “Bunlar ılımlı, bunlar ılımsız, bunlar sert” gibi bir ayırım yapacaklar. Bayılıyorlar buna. O an kendilerine kim hizmet ediyorsa onun adı “ılımlı” oluyor. Zamanında Taliban da ılımlıydı.  Gülbeddin Hikmetyar’ın kurduğu Hizb-i İslami de çok ılımlıydı. Şimdi terörist. Anlatabiliyor muyum? Kendi çıkarlarına o anda hizmet eden ne varsa o “ılımlı” oluyor.

 

Biliyorsun, adam çok büyük yatırım yaptı. Silikon Vadisi’ne gitti, New York’a gitti. Kaliforniya’ya gitti.

Nasıl yaptı o yatırımları?

 

Para yatırdı tabii ki.

O para nereden geldi? Biliyorsun, bu Veliaht-Prens atanır atanmaz önce bütün kuzenlerini ve prensleri –birisi dışında, ki o birisine de tam dişi geçmiyor, söyleyeceğim şimdi– bir otele hapsetti. Batı basınında çıkan haberlere göre orada ağır işkencelerden geçirdi. Ayaklarından astı filan. Paralarını aldı. 110 milyar dolar gasp etti. “Bu aslında bizim paramız” dedi. O 110 milyar doları ne yaptı? Donald Trump Başkan seçildikten sonra damadı Jared Kushner’i  Ortadoğu Temsilcisi olarak atadığı zaman İsrail bayram yaptı, “İyi atama” diyerek tebrik etti. Kushner İsrail’in adamı zaten. Bu ikisi, Kushner ve Veliaht-Prens Selman, bir araya gelip o 110 milyar dolarla tarihin en büyük silah anlaşmasını yaptılar.

 

Yani kuzenlerden ve prenslerden gasp ettiği o parayı Amerika’ya veriyor.

Aynen. Amerika da belli bir kesime veriyor. O para sadece petrol geliri değil. Siyasî rakiplerini soyarak aldığı parayı götürüp bir yere teslim etti. O yüzden Trump toz konduramıyor. O yüzden, her konuda konuşmadığı laf kalmayan damat Kushner ağzını açmıyor. Gerçekten ibretlik bir olay. Bu sadece casusluk ya da bir diplomasi olayı değil. Müthiş bir siyaset entrikası da var burada.

 

Kushner’in şöyle bir cümlesi var: “Bütün bu çalışmaların sonunda nasıl bir çizgi izlemek isteyeceğimize karar vereceğiz”.

Tabii, tabii. Başkan Yardımcısı Mike Pence’in –ki o da ABD’deki Evanjelik cemaatinin liderlerinden– bir sözü var. Çok ibretlik bir söz bu. Bence büyük bir gaftır. Dün dedi ki: “Burada ne tavır alacağımıza Amerika’nın çıkarlarına göre karar vereceğiz”. Demek ki sen bu cinayeti örtbas edeceksin, senin bu cinayeti örtbas etmekte çıkarın var. Bunu söyledi. Çok ilginç bir yere doğru gidiyor. Avrupa –başta Merkel olmak üzere– Amerika’yı kanırttıkça kanırtıyor bu konuda. Gerçekten de, o ne diyorsa bunlar bir adım öteye gidiyor.

En son İngiltere Başbakanı Theresa May, “Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle ilgili tüm şüphelilerin İngiltere’ye giriş vizeleri yasaklandı” açıklamasını yaptı. E şimdi Veliaht-Prens’in giriş vizesini mi yasaklayacak?

 

Onu kastetmiyor herhalde. 18 kişiden bahsediyordur.

Evet, hepsinin Londra’da dünya kadar yatırımı var.

 

Murat, üzerinde en çok spekülasyon yapılan konulardan birisini soracağım: Bu olayın İstanbul’da cereyan etmesinin bir mesaj içerip içermediğini sormak istiyorum.

Şu anda onu bilmiyoruz. Yoksa senin kulağına da, benim kulağıma da gelen dünya kadar komplo teorisi var. Kaşıkçı Berlin’de de bir konsolosluğa başvurabilirdi. Orada mı öldürülecekti?

 

Nişanlısı Türk olduğu için burada öldürmüş olabilirler.

Bir önemi yok ki. Boşanma evrakı götürüyor konsolosluğa. Nişanlısını ilgilendiren bir durum yok.

 

Hayır, yani nişanlısının yanında, İstanbul’da olduğu için.

Tamam, ama herhangi bir yerde de olabilirdi. Burada önemli olan şu: Adama beş gün sonraya randevu veriyorlar. Saati belli, zannediyorum 14.00. Bir gün önce, 1 Ekim’de bir ekip geliyor. 2 Ekim sabahı da Suudi Arabistan’dan 15 kişilik bir ekip geliyor. Bunun içinde, Muhammed Bin Selman’ın güvenlik ekibinin başındaki danışmanı Albay Mahir Mutrib — tertemiz örnek bir insan diyelim, şimdiye kadar karışmadığı kötü bir olay kalmamış. Bir de Adlî Tıp Başkanı var. Oraya bir şey yapmaya niye böyle bir ekipte Adlî Tıp Kurumu Başkanı gelir? İki şey geliyor akla: Bir, bunu kaçıracaklar ve Suudi Arabistan’a gidene kadar, kalpten gitmesin, yanında zehir varsa içmesin diye…

 

Kontrol için.

Evet. Mesela, Abdullah Öcalan’ı almaya giden MİT ekibinin içinde bir tane asker vardı, o da kalp uzmanı bir askerî doktordu. Çünkü Amerikalılara “Sağ sâlim getirilecek” diye verilmiş bir söz var. Abdullah Öcalan ölmesin uçakta diye vardı o.

Bu olayda da Adlî Tıp Uzmanı’nın gelen ekipte olması, ya “ölmesin” ya da “öyle usturuplu öldürelim ki fark edilmesin” diye. Ama ikisi de olmamış. Hem adamı öldürdüler, hem de çaktırdılar.

 

Peki, bu ses kaydına ne diyorsun? Herkes bunu konuşuyor.

Apple Watch’tan ses kaydı olmuyor. Onu ben de uzmanından araştırdım.

 

O sonradan yalanlandı zaten.

Apple Watch’tan olmuyormuş.

 

Sen de okuyorsun, genel eğilim şöyle — Amerikan basınında yazan şu: Türkiye, meşru olmayan yollarla konsolosluğu dinliyormuş. “Tabii meşru olmayan yollarla elde ettiği bu delil için de birtakım kılıflar bulmak istiyor”, diye söyleniyor. Ama bir ses kaydının olduğu konusunda neredeyse bir görüş oluştu. Hatta CIA Başkanı’na dinletildiği yolunda da spekülasyonlar var.

Başka türlü bir ihtimal benim de aklıma gelmiyor. Mutlaka içeride bir ses kayıt cihazının olduğu…

 

Dışarıdan da dinlenebiliyor, biliyorsun.

Dışarıdan dinlemek çok zor artık. Çünkü dışarıdan dinlendiği bilindiği için ona göre camlar kullanılıyor. Kendi içinde titreşen, çift camlar kullanılıyor. O zaman olmuyor. Uydurmuş olmayalım, bir örnek verelim: Türkiye tarihinin en büyük casusluk olayıdır bana kalırsa. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun odasının, içeride Suriye toplantısı varken dinlenmesi. Önce dışarıdan telsiz mikrofonla dinlendi vs. teorileri ortaya atıldı. Sonra anlaşıldı ki öyle bir şey olamıyor, orası tertibatlı.

 

Böcek?

Böcek değil. Yaveri, generalin çantasının içine bildiğin kayıt cihazını koymuş. Öyle çok komplike bir şey değil. Evet, dinleme yasadışı. E, cinayeti çözdün. O olmasa çözemeyecektin. O olmasa Suudi Arabistan bu yalanları geri alabilecek miydi? Hayır.

CIA Başkanı Gina Haspel buraya geldi. Niye daha önce gelmedi? Madem bu kadar önemli bir olay, daha önce gelebilirdi, gelmedi. Neden sonra geldi. Erdoğan çıkıp “Elimizde kayıt var” dedi. Trump büyük bir gol atmış havasıyla “Bize kayıt verilmedi” dedi. Kaydı sana e-postayla mı gönderecekti? Aras Kargo, Yurtiçi Kargo, DHL ile mi gönderecekti? “Gel dinle” dedi bizimkiler. O da dinlemeye geldi.

Burada ne var biliyor musun? Bence, Suudi Arabistan’daki rejimin son derece şımarık, kibirli, “Ben paramla her şeyi yaparım, herkesi sustururum, herkesi konuştururum” anlayışı var. Bir parantez açayım: Bu gerçekten o kadar utanç verici bir şey ki, zamanında ben de BBC’de çalıştım — dünyanın en saygın yayın kuruluşlarındandır. Birkaç gün önce bir yorumcu çıkıp şunu söyledi: “Tamam, bu adamın öldürüldüğü söyleniyor da kim söylüyor bunu? Türk hükümeti, Türk medyası. Bunların bir itibarı yok ki biz bunları ciddiye alalım”. Suudi Arabistan’ın Dışişleri Bakanı çıkıp “Evet, biz öldürdük, bir daha yapmayacağız” diyor. Kimbilir neyin hizmetindeyse, bu konuşan yorumcu “Bunların sözüne güvenilir mi?” diyor. Gerçekten lime lime dökülen bir durum var ortada. Lafı nerede bırakmıştık?

 

Suudi rejiminin şımarık, pervazsız olduğundan bahsediyordun.

Evet. Suudi Arabistan’da “Paramla istediğimi örtbas ederim, istediğimi öldürürüm, istediğimi süründürürüm, istediğimi söyletirim” anlayışı var. Amerika’nınki de ondan farklı değil aslında. Baktığımız zaman, “Dünyada popülizm yükseliyor, güçlü liderler…” deniliyor. Güçlü liderlerin çoğu böyle. Kimi “Parasıyla yaparım” diyor; kimi “Şu gücümle, bu gücümle yaparım” diyor.

 

Burada şöyle bir husus var: Dünyada, yıllar boyunca verilmiş mücadelelerle yerleşmiş birtakım ortak değerler, ilkeler, kurallar var. “Benim çıkarıma uygun değilse bunların hepsini yok sayarım’’ yaklaşımı var burada.

Tabii. Değerlere varana kadar… 1815 Viyana Sözleşmesi –ki dünyada diplomasinin kurallarının konulduğu anlaşmadır–, bir de Birleşmiş Milletler kurulduktan sonra, II.Dünya Savaşı sonrası konulan birtakım kurallar var — Cenevre sözleşmesi gibi. Bu olayda bunların tamamı Suudi Arabistan tarafından çiğnenmiş durumda. Bir kısmı değil, tamamı çiğnenmiş durumda.

 

Peki. Cumhurbaşkanı’nın son grup konuşmasını nasıl buldun?

Ne bakımdan?

 

Kimisi, “Yeni bir şey söylemedi” dedi. Hatta Suud rejimine yakın olanlar “Erdoğan Kral’a bağlılığını, saygısını dile getirdi” dedi.

Bu kışkırtma ise, belki de bununla beklenen, Türkiye’nin Suudi Arabistan’la bütün bağlarını koparmasıydı. O olmayınca bir hayal kırıklığı oluştu demek ki. Muhammed Bin Selman ve onun arkasında, hangi ülkelerin desteklediği çok iyi biliniyor: Amerika ve İsrail. Şimdi de o kanalı pompalıyorlar. Ne söylemesini bekliyorlardı ki? “Gelin, bu işin sorumlularını cezalandıralım. Hatta burada yargılansınlar” dedi Cumhurbaşkanı.

 

Doğru fikir bence de. Herhalde yanaşmayacak Suudi Arabistan.

Bu, Kral’a bağlılığını bildirmek değil. Benim de yanlış bulduğum bir şey var: Kral Abdullah bin Abdülaziz öldüğü zaman biz üç günlük yas ilan ettik. Gerçekten benim içimi yakmıştı o olay. Suudi Arabistan Kralı 90 küsur yaşında ölmüş. Bize ne? “Allah rahmet eylesin” deriz en fazla. Ben niye üç gün yas tutayım. İşte bak, bu noktaya geldik şimdi.

 

Burada şöyle bir şey var: Selman ve Kushner’in dizayn etmek istediği yeni Ortadoğu için İran’ı çevreleme, İsrail’i rahatlatma vs. gibi planları var. Kasım ayında da İran’a yapılacak yaptırımlarla bu plan yürüyecek. Veliaht-Prens Selman’ın özel olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik ve arada sırada dolaylı ya da açıktan dile getirdiği bir antipatisi var.

Antipati değil. Sevmiyorlar birbirlerini. Açık bir şekilde görülüyor bu.

 

Sonuç olarak, Erdoğan’ın stratejisini, Kral’a dokunmadan, ama Veliaht-Prens’in tasfiyesini gerçekleştirmeye yönelik bir strateji olarak görebilir miyiz?

Strateji dediğimiz şey, adım adım planlanan, sonuçlarını önceden hesap ettiğiniz bir şeydir. Burada, evrak onaylatmaya konsolosluğa giren bir kişinin orada öldürülmesi var. Bu, önceden planlanmış olamaz diye düşünüyorum.

 

Hayır, yani olay olduktan sonra Ankara’nın geliştirdiği stratejiden söz ediyorum.

Bence bu olayın doğru dürüst ortaya çıkarılması en büyük galibiyet olacaktır. Tabii burada sessiz kalan Rusya ve İran’ı bir kenara koyalım. Bütün dolaylı hedef Türkiye, Rusya ve İran’ın ateşkesi sağlayıcı rolünü sabote etmek. Mesela, İdlib’de savaş çıkacak dediler, çıkmadı. İyi ki çıkmadı. Çünkü burada İran durdukça, ne İsrail ne Amerika rahat edemiyor. İran da sütten çıkmış ak kaşık değil. Bir sürü terör eyleminin içinde. Devrim Muhafızları Irak ve Suriye’de bu iç savaşlar sayesinde istedikleri gibi at koşturuyor. Ama şu anda da orada bir ittifak kurulmuş durumda. Bu ittifakın kurulmasında da yine ABD’nin rolü var. ABD, zamanında Suriye politikasını PKK ile devam ettireceği yerde Türkiye ile devam ettirseydi, bütün bunlar yaşanmayacaktı. Suudi Arabistan ile Türkiye’nin yollarının ayrılmasında da yine Suriye krizi rol oynadı. Suudi Arabistan gidip Muhammed Mursi’yi devirince, fay hatları bir anda açılıverdi kendiliğinden. Sonuç olarak, bu iş gayet karmaşık bir bölgesel denklemin bir anda açığa çıkmasına da yol açtı.

 

Bu cinayet olayı Suudi Arabistan’ı zayıflatırken, Ankara’yı güçlendiriyor.

Cinayet Suudi Arabistan’ı mı zayıflatır, yoksa Suudi Arabistan’daki bir fraksiyonu mu zayıflatır? Bu da ilginç. Ben şu kanıdayım: Biliyorsun Veliaht-Prens Muhammed bin Selman daha önceki Kral’ın kardeşiydi. Eğer yeğeni, kuzeni olsaydı Veliaht-Prens en azından koltuğunu kaybetmişti. Belki de hayatını çoktan kaybetmişti. Ama oğlu. Oğlu olunca başka bir şey var. Koltuğunu da kaybedebilir, yetkileri de kısıtlanabilir. Bir şeyler olur. Muhammed bin Selman, yapabilecekleri, gücü ve Amerika’nın hizmetine sunacakları açısından bundan iki hafta önceki Muhammed bin Selman değildir.

 

Yanılmıyorsam Washington Post’ta şöyle bir yorum gördüm — o kadar çok şeye bakıyorum ki artık hangisi hangisiydi karıştırıyorum. Ankara ve Erdoğan için şöyle bir risk tarif ediliyor: Eğer Muhammed bin Selman bunu atlatırsa, Veliaht olduğu için yakında tahta geçecek. Çünkü babası çok yaşlı ve kendisi de çok genç.

Bu işin sırası yok.

Normal şartlarda diyorum. “Tahta geçecek olursa, yıllarca bu ülkeyi yönetecek kişi olacak. Ve yıllar boyunca da kan davasıyla yönetecek” şeklinde bir yazı okuduğumu hatırlıyorum. Ama anladığım kadarıyla sen iktidar sırasının ona gelmeyeceğini düşünüyorsun.

Hayır yani, bu da geçerli bir senaryodur. Ama o bir sonraki olay. Önce şu cansız bedeni bir bulalım. Nerede bu beden? “Yirmi yıl sonra adam işbaşına geçtiğinde ne yapacaksın peki?” konusu, biraz işi sulandırma meselesi. “Şimdi ne yapalım?” Bunu söyleyen var mı?

Ayrıca, az önce söylemiştim; biri hariç bütün siyasî rakiplerini işkenceyle, hapsederek filan alt etti. O birini de biraz zorladı, gözaltına aldırdı; ama dişini o kadar geçiremedi. O kişi, Prens Turki El Faysal. Kimdir o? Turki El Faysal, Afganistan savaşı sırasında Suudi Arabistan istihbaratının başındaydı ve çok uzun yıllar kaldı orada. Bütün Afgan savaşının örgütlenmesini ona borçluyuz. Paralar CIA ve Suudi Arabistan’dan geldi. Pakistan’la işbirliği yaparak bütün o koridoru o açtı. Silahları da Çin’den aldılar. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasında payı oldu. Güçlü bir adamdır. Sonra ABD Büyükelçiliği’ne atadılar.

 

Ve orada Cemal Kaşıkçı danışmanlığını yaptı.

Sadece orada değil, Londra’da da yaptı. Cemal Kaşıkçı, şu anda hâlâ etkin olan Faysal Vakfı’nın basın müşaviriydi. Bir yandan Turki El Faysal’in finanse ettiği “El Vatan” var. Sonuç olarak, orada oyun bitmiş değil. Dolayısıyla “Bakalım başa geçtiğin zaman ne yapacaksın?” diye sormak için biraz erken. Bana öyle geliyor.

Olayı toparlayalım. Murat Yetkin olarak sen ne bekliyorsun bu olaydan? Cesedi bulacak mıyız mesela? Herhalde çıkmak zorunda.

Bence en temel ve en basit soru budur. Bizi izleyenler arasında polisiye dizi izleyen ya da polisiye kitap okuyanlar vardır mutlaka, bilirler.  İlk yapılan şey otopsidir, değil mi. DNA alıyor vs.. Ama burada, alacak bir şey yok. Onu bir görelim, elimizdeki verileri tamamlayalım. Olaya daha basit baktığımız zaman çözüme daha kolay ulaşırız gibi geliyor bana.

 

Ben dün çok deneyimli bir diplomatla sohbet etme imkânı buldum. Kendisinden izin alamadığım için adını vermiyorum. Bu konuyla ilgili epeyce konuştuk. Ama şunu özellikle vurguladı: “Olayı çok da fazla deşmeye gerek olmayabilir, çok basit olabilir” dedi.

Aynı kanıdayım.

 

Çünkü deştiğiniz zaman o basitliği kaçırabilirsiniz.

Cemal Kaşıkçı’nın bedeni nerede? Dört kelimelik bir soru. Bunu bulduktan sonra işler hakikaten çorap söküğü gibi gidebilir.

 

Peki. Seni yakalamışken bugünün haberini de konuşalım. Ankara’daki meslektaşlarıma sordum. MHP gerçekten de Melih Gökçek’i Ankara Büyükşehir adaylığı için düşünüyormuş.

Melih Gökçek düşünüyor muymuş?

 

Bunu sana soruyorum işte.

Bilmiyorum. Ben Melih Gökçek’le konuşmuş değilim.

 

Akıl yürütelim bakalım.

Melih Gökçek’in böyle bir şeye gireceğine de pek ihtimal vermiyorum. Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan nasıl gittiğine bakacak olursak, yıldız projelerinden Eğlence Parkı’na ne olduğuna bakacak olursak, yerine atanan belediye başkanının onun hakkında ve yaptıkları hakkında söylediklerine bakacak olursak, Melih Gökçek’in böyle bir teklife “Evet” diyeceğini pek zannetmiyorum. “Evet” derse bayağı bir risk alıyor diye düşünürüm.

 

Genel kanı, kabul etmeyeceği yönünde. Biliyorsun o sürekli ittifakla girilmesini savunuyor.

Bence, burada Bahçeli, Erdoğan’a “Senin aklına bile gelmeyen şeyleri yaparım” mesajını veriyor. Sen benden iyi biliyorsun bu konuları; Melih Gökçek’in gençliğine baktığımızda, İslamcı bir kökten değil, ülkücü bir kökten geliyor.

 

Yuvaya geri dönüyor gibi bir şey.

Böyle bir durum var ortada. Bence, Bahçeli tam anlamıyla “Af meselesinden, olmadık işler açarım başına” diyor. Ama Erdoğan’ın yapabileceklerini de hafife alıyor. “Bana gelmez” dememeli.

 

Biliyorsun bugün “Emeklilikte yaşa takılanlar”la ilgili önergeyi AK Parti’ye rağmen geçirdiler. Belki haberin olmamıştır, çok yeni bir gelişme.

Yoldaydım son 1 saattir.

 

Evet öyle bir şey oldu. “İttifak bozuluyor mu? AK Parti azınlık mı olur?” diye konuşulurken, küçük ama böyle bir olay oldu. Daha önce “fındık” meselesinde yeterli sayıyı bulamadılar, ama teorik olarak o da mümkündü. Fındık önergesi de geçebilirdi — ki önergeyi MHP vermişti zaten. Bir de “Andımız” meselesi var tabii.

Erdoğan da “Andımız meselesi şimdi mi aklınıza geldi?” diyor; “Biz bunu bugün yapmadık. Şimdi mi aklınıza geldi?” diyor.

 

Bunu hem Danıştay’a hem aslında MHP’ye söylüyor.

Tabii. “Cumhur İttifakı varken çok güzeldi” diyor. Bunu Danıştay’a ve MHP’ye söylemesi, aslında MHP’ye söylemesidir. Çünkü Ankara’yı saran şöyle söylentiler var; zamanında hem yargıda, hem Emniyet’te Gülen Cemaati’nden boşalan yerlere MHP’lilerin geldiği konuşuluyor. Günahı söyleyenlerin başına, ama böyle de bir durum var. Dolayısıyla orada Danıştay’a söylenen laf, aslında MHP’ye de söylenen bir laf olabilir.

Komplo teorilerine girmeyelim. Ama “Kritik oylamalarda AK Parti Meclis’te azınlığa düşer” demenin bir mesnedi yok. Şundan yok, çünkü İYİ Parti var.

 

Sözü ağzımdan aldın.

Bence bu gelişmelerle, Meral Akşener “Kapımı ne zaman çalacaklar?” diye bekliyordur.

 

Ben ilk günden itibaren buna benzer analizler yaptığım için, İYİ Parti taraftarları bana çok sitem ettiler.

Siyaset bu. Türkiye burası.

 

Erdoğan’ın müttefik eskitme sicili de biliniyor.

Erdoğan politikacı. Günün getirdiğine bakıyor. Günü bitiriyor, yatıyor, kalkıyor yeni bir dünya kurulmuş. Öyle yaşıyor. 16-17 senedir tanımadıysak kabahat bizde, Erdoğan’da değil.

 

Evet, sen o zaman Cumhur İttifakı konusunda…

Ben “Cumhur İttifakı bitmiştir” demiyorum.

 

Ben de demiyorum.

Demiyorum, ama Bahçeli birtakım zorlamalarda bulunuyor. Ama Bahçeli’nin elindeki kozlar İYİ Parti yüzünden eskisi kadar güçlü değil.

 

Ben dün yaptığım yayında şöyle bir şey söyledim: “24 Haziran bize gösterdi ki MHP yükselişte, AK Parti inişte”. MHP’nin yükselişi bir önceki seçime göre az olabilir ama İYİ Parti’ye rağmen aldığı oy bayağı iyi bir oydu.

Benim elimde şu anda güvenebileceğim rakamlar olmadığı için bir şey söylemek istemiyorum.

 

Bir de, MHP’ye gelen oyların büyük bir kısmının, AK Parti’den –İç Anadolu, Doğu Anadolu’da– geldiği…

Öyle söyleniyor, ama elimde güvenebileceğim rakamlar yok.

 

Evet, Murat Yetkin’le Kaşıkçı cinayetini, biraz da Cumhur İttifakı ve Melih Gökçek’i konuştuk. Murat, çok sağol. Kitabı bekliyoruz. “Meraklısı İçin Casuslar Kitabı”ydı, değil mi?

“Meraklısı İçin Entrikalar Kitabı”nı çıkarmıştık. Şimdi de “Meraklısı İçin Casuslar Kitabı”nı çıkarıyoruz. Tek tek casusları ve yaptıklarını anlatıyoruz.

 

Tamam. “Casuslar Kitabı”nı bekliyoruz. Kitap çıktıktan sonra –geçen sefer “Entrikalar Kitabı” için yaptığımız gibi– burada ayrı bir sohbet yaparız.

Memnuniyetle.

 

Murat’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.