Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: ABD ara seçimleri, Sessions’ın istifası & İran’a yaptırımlar ve Türkiye

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

 

Merhaba, iyi günler. Transatlantik’te karşınızdayız. Geçen hafta ben Atlantik’in öteki tarafında olduğum için yapamadım, Sedat Pişirici yaptı. Şimdi tekrar bu tarafa geldik ve kaldığımız yerden devam ediyoruz. Gönül Tol ve Ömer Taşpınar bu hafta yan yanalar ve birlikte başlıyoruz. Özellikle Amerika’daki ara seçimleri konuşacağız tabii ki! Arkadaşlar, merhaba.

 

Gönül Tol-Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen!

 

Siz geçen hafta Sedat’la yaptığınız yayında tabii ki ana konu ara seçimlerdi. Gönül sen, “Demokratlar çok da fazla umutlanmasınlar” mealinde bir şey söylemiştin, değil mi? Çok büyük bir beklenti vardı.

 

Gönül Tol: Evet.

 

Galiba haklı çıktın. Yani bardağın bir dolu tarafı, bir de boş tarafı var galiba. Senato’da çoğunluğunu korudu Cumhuriyetçiler, hatta üç senatör kazandılar; ama Temsilciler Meclisi’nde Demokratlar çoğunluğu 8 yıl sonra elde etti. Sence bardağın hangi tarafı daha önemli?

 

Gönül Tol: Yani aslında Ruşen –şimdi Trump açısından baktığımızda– Trump’ın işi zorlaşacak. Yani şey demek lazım: Yine böyle karmaşık bir resim var aslında. Bir tarafından –Trump açısından bakıldığında– Temsilciler Meclisi’ni kaybetmiş olması kesinlikle işini güçleştirecek bir şey; çünkü Temsilciler Meclisi’nin yetkileri arasında her şeyden önce bütçe yetkisi var ve aynı zamanda Trump hakkında soruşturmalar derinleştirilebilir. O anlamda Trump’ın işini zorlaştıracak bir resim ortaya çıktı. Ama diğer taraftan da –yani Trump’ın yüzüyle meseleye baktığımızda– Trump’ın söylemi şu: Normalde ara seçimlerde Başkan’ın partisi kaybeder, yani böyle bir trend var Amerikan tarihine baktığınızda, yani koltuk kaybeder. Fakat Trump diyor ki: “Bakın, ben o kadar iyi performans sergilemiş bir başkanım ki, Senato’da beklediğimizden daha fazla bir başarı sergiledik” ve bunu bütünüyle kendisine atfediyor. Kısmen de doğru, çünkü Senato’da kimlerin kazandığına baktığımızda, Cumhuriyetçilerden kimler kazandı? Gerçekten Trump’ın destekledikleri, “11 kişi destekledim” diyor, 9’u girdi Senato’ya, bu önemli bir şey Trump için. Temsilciler Meclisi’nde kaybetmiş olsa da Senato’daki kazancı bence çok önemli. Ama şunu da söylemek gerekiyor; aslında ilginç bir şekilde bir şey var, Cumhuriyetçilere yakın bir analistin analizi var, çok hoşuma gitti. Diyor ki: “Trump hiçbir zaman Demokratlarla yarışmadı, Demokratlarla bir derdi olmadı; asıl meselesi Cumhuriyetçilerleydi”. Bugün geldiğimiz noktada da Cumhuriyetçi Parti’nin içerisindeki kendine muhalif insanların pek çoğunu elemiş durumda. Dolayısıyla bu seçim sonuçlarıyla birlikte Trump’ın kendi partisi üzerindeki etkisini artırdığını söyleyebiliriz. O nedenle karmaşık bir resim.

 

Evet, Ömer, seninle aynı soruyla devam edelim, sana da aynı soruyu sormuş olayım: Dolu taraf, boş taraf meselesinde sen nereden bakıyorsun? Bir tarafta kaybettikleri, bir tarafta kazandıkları var Trump’ın ve muhalefetin de aynı şekilde.

 

Ömer Taşpınar: Demokratlar açısından Senato’yu kazanmak çok önemliydi; çünkü Temsilciler Meclisi’ni kazanacakları ve rahat kazanacakları üç aşağı beş yukarı biliniyordu. Bunun nedeni de Temsilciler Meclisi’nde 500’e yakın milletvekili var ve bunlar dar bölgeli seçimde genelde ciddi şehir alanlarının olduğu, kentsel bölgelerden geliyorlar. Dolayısıyla Amerika’daki şu anda en ciddi kutuplaşma şehirlerle kırsal alandaki kutuplaşma. Yani şehirler Demokratlara oy veriyor, kırmızı eyaletler de Cumhuriyetçilerin eyaletlerinde bile baktığımızda oradaki büyük şehirler genelde belediye başkanları ve Kongre üyeleri Demokratlara yakın. Dolayısıyla Demokratlar şehirlerde kazanıyor; ama Senato seçimlerinde her eyalet Senato’ya iki senatör yolluyor ve kırsal bölgeler, eyaletin geneli çok önemli oluyor. Burada gördük ki eyalet genelinde Cumhuriyetçiler Trump’a hâlâ oy veriyorlar. Yani Trump’ın ciddi bir kırsal oyu var ve Trump her ne kadar nefret edilen bir isim haline gelse de –Demokratlar tarafından, medya tarafından, liberal kesim tarafından–, ona her halükârda destek verecek yüzde 40’lık, yüzde 50’lik bir kesim var ve Demokratlar bunu kıramadılar, bir kayıp yaşadılar. Senato’da daha güçlü duruma gelecek gibi gözüküyor şu anda, eğer Florida’yı da alırlarsa Cumhuriyetçiler. Bu açıdan Demokratlar bekledikleri seviyede başarı kazanamadılar, mesela Trump’ı azletmek gibi, görevden almak gibi konularda Senato’da eğer çoğunluk ellerinde olsaydı çok daha ciddi baskı oluşturabilirlerdi. O nedenle ben bunu Trump için bir zafer değil, ama Trump için sonuçta hezimet değil bu, hezimet olmadığı gibi Senato’da bir başarı söz konusu. Ayrıca bir de valilik seçimleri yapıldı, valiler seçildi ve birçok valilik Demokratlara geçmesine rağmen çok kritik olan Ohio ve Florida valilik seçimlerinde de Cumhuriyetçiler kazandı. Dolayısıyla her ne kadar burada Demokratlar şu anda genelde valilikleri kazanmış durumdalar, fakat kritik eyaletlerde bu valiler, seçim bölgelerini belirleyebiliyorlar. Yani Kongre’nin dengesini, Kongre üyelerinin hangi seçim bölgelerinde hangi mahallelerini içlerine alabileceklerini, seçim bölgelerini belirleme gücüne sahip eyalet meclisleri ve eyalet valileri. Bu nedenle de 2020’de Trump’ı güçlü bir hale getirebilir; özellikle Ohio ve Florida’yı kazanırsa 2020’deki seçimi tekrar kazanabilir. O açıdan genel değerlendirmede ben Trump’ı başarılı buluyorum bu seçimden sonra.

Gönül, şunu sormak istiyorum — söyleyeceğini bir düşün, belki birleştirebilirsin: Şimdi birtakım isimler öne çıkarılıyor; mesela ilk Somalili başörtülü kadın, sosyalist kimlikleri olan genç kadınlar, bunların hepsi Demokrat Parti’den. Bunların semboliklik ötesinde bir anlamı var mı? Yoksa insanlar bunu bir nevi amorti gibi, bir teselli gibi mi dile getiriyorlar? Hakikaten bu yeni dalganın yeni tür bir politikacı profili şekillendirdiğini düşündürüyor mu?

 

Gönül Tol: Yani bu aslında toplumun ne kadar kutuplaştığını göstermesi açısından önemli bence. Çünkü daha evvelki programlarda söylemiştik; bir taraftan daha sağa giden bir yönetim var, diğer taraftan ona yanıt olarak daha sola kayan bir Demokrat Parti var. Aslında tam da bunu gösteriyor; yani uç isimlerin, sosyalist birinin girmesi Temsilciler Meclisi’ne, diğer taraftan bir uzmanın girmesi vs.. Bunlar aslında kırılmayı gösteriyor ve şunu söylemek gerekiyor: Trump’ın söyleminin, Trump’ın siyasetinin ne kadar ayrıştırıcı bir söylem olduğunu gösteriyor. Mesela bu seçimlerde kadınlar çok önemli bir rol oynadı. Sadece tabanda insanları mobilize etmek açısından değil; aynı zamanda yarışa birebir katılarak da çok önemli rol oynadılar. Aslında kadınların Demokrat Parti’nin başarısında çok önemli rol oynamasının sebebi, Trump’ın kadınlar karşısındaki tutumu ve söylemleri. Dolayısıyla toplumda farklı bölünmüşlükler oluştu; çünkü bir yandan da baktığımızda, Trump neden başarılı oldu? Ömer’in dediğine katılıyorum, yani son kertede onu belirtmek gerekiyor: 2020 seçimleri için ben Türkiye’de yapılan analizlerin bir kısmını duydum, Amerikan seçimleriyle ilgili, “İşte, artık 2020’de işini çok güçleştirecek böyle bir tablo ortaya çıktı” gibi analizler duyuyorum. Buna kesinlikle katılmıyorum; çünkü gerçekten Trump açısından bakıldığında, aslında bir zafer. Gerçekten Demokratlar şunu düşünüyordu: “O kadar hata üzerine hata yaptı, o kadar gaf yaptı ki, Demokrat dalga geliyor ve Trump’ı süpürecek” gibi beklenti vardı. Bu olmadığı gibi, Trump elini güçlendirdi ve bunu nasıl bir ortamda yaptı? Bir korku iklimi yarattı. Kaldı ki bu korku iklimini aslında Amerika’nın ekonomik olarak en iyi dönemlerinden birinde yapabildi; yani Amerikan ekonomisi çok iyi gidiyor ve başarısının büyük kısmını ona atfetmek gerekiyor Trump’ın. Ama böyle bir ortamda dahi, sınıra dayanan Meksikalıları, Amerika’nın sınırlarını zorlayan Müslümanları aslında bir parça hayalî olarak söyleminin bir parçası yaparak tabanını mobilize etti. Yani bir varoluşsal anksiyete hissi uyandırdı kendi tabanında. “Eğer biz harekete geçmezsek, eğer siz gidip oy kullanmazsanız…” — ki Demokratlar da kendi tabanlarının sandığa gitmesi için çok çabaladılar. Aynı şekilde Trump da: “Bakın, onlar mobilize olmuş durumda. Biz eğer sandığa gitmezsek Meksikalı dolacak ülke, Müslüman dolacak ülke, biz tehdit altındayız” dedi. Böyle bir korku söylemiyle başarı kazandı ve tabii bu korku söyleminin Demokratlar tarafında yarattığı da bir uç söylem oldu; o da: Eşcinsel çevreler mesela çok mobilize oldular, Müslümanlar aynı şekilde mobilize oldu, Latinolar mobilize oldu… ve bugün ortaya çıkan Kongre’deki resim de o farklı sesten, farklı renklerden insanların da Kongre’ye girmesi, aslında bu dağınık parçalı Amerikan toplumunun resmi mahiyetinde bence.

 

Ömer, bu kutuplaşma meselesine daha önceki yayınlarda ikiniz de ayrı ayrı değinmiştiniz, şimdi Gönül de onu vurguladı ve neredeyse sanki Türkiye’dekine benzer bir olayla karşı karşıyayız; “fifty-fifty” gibi bir hal var sanki. Oylar ortadan ikiye bölünmüş gibi ve Temsilciler Meclisi ve Senato’daki çoğunluklar da –tabii bir çoğunluk var, ama olağanüstü büyük farklar yok–, seçmen sayısında da neredeyse böyle bir şey var. Bunu nasıl aşacak ya da aşmayacak mı? Kutuplar hallerinden memnun mu, ne dersin? Bu kutuplaşma daha da tırmanır ve keskinleşir mi? Yoksa İngilizce tabirle “common ground”, ortak zemin arayışına mı yönelir toplum?

 

Ömer Taşpınar: Şimdi bu kutuplaşma meselesinde hep tartışılan, kutuplaşmanın tepeden mi geldiği, toplumsal mı olduğu. Türkiye ve Amerika örneğinde kutuplaşmadan beslenen liderler var; kutuplaşmadan beslenmek ne demek? Kutuplaşmayı her zaman için bir siyasî araç olarak kullanıp, gündemi kutuplaşma üzerinden belirleyip siyah-beyaz tablolar yaratmak. Böyle liderler oldukça, toplumda zaten kutuplaşmaya meyilli kesimler çok daha rahat bir kutuplaşma zemini bulabiliyorlar; çünkü siyaset onlara alan açıyor. Bir de bunlara medyayı eklemek lazım; şu anda Amerikan medyasında da, FOX televizyonu ve CNN üzerinden giden ciddi bir sağ-sol kutuplaşması var ve Trump ne yapsa CNN buna öyle bir tepki gösteriyor ki, FOX TV ve FOX TV’yi izleyen Trump destekçileri, iyice Trump’ın arkasında kenetleniyorlar. Yani Trump bir bakıma provoke ettikçe tabanını güçlendiriyor, bunu anlamak lazım. Böyle liderler oldukça, kutuplaşma bitmez. O yüzden ben ne Türkiye’de ne de Amerika’da Trump ve Erdoğan gibi liderler oldukça, toplumsal barış, toplumsal orta alanın kolay kolay bulunacağını tahmin etmiyorum. Medya da ciddi bir şekilde bu işin içinde ve toplumsal boyutu da zaten var, toplumsal boyutu olmayan bir şeyi liderler yapamaz. Amerika’da her zaman için toplumsal kutuplaşma potansiyeli var, siyah-beyaz arasında var, şehir-kırsal arasında var, daha seküler ve dindarlar arasında var. Bu kutuplaştırmayı birleştirici isimler –genelde Obama gibi isimler– oluyor; Demokratlar daha birleştirici olmaya çalışıyorlar, fakat onlar da sola kaymış durumda. Bir parti sola kayarken öbürü iyice popülist bir şekilde, buradan kolay kolay toplumsal barış çıkmıyor.

 

Gönül Tol: Bir de şunu eklemek istiyorum Ruşen: Trump’ın bu seçimin sonuçlarından öğrendiği şey şu olacak muhtemelen: “Ben haklıydım”. Mesela ara seçimlerden evvel Cumhuriyetçi Parti’nin önde gelen isimlerinin önerdiği şeyler vardı Trump’a, diyorlardı ki: “Mümkün olduğunca vergi kesintilerinden bahset kampanyada, sağlık reformundan bahset”, çünkü insanların temel olarak endişeleri bunlar ve “Bu endişeleri gidermeye yönelik çözümler üretmeliyiz parti olarak” diyorlardı; Trump bunların hiçbirini yapmadı. Yani sağlık reformunu, vergi kesintilerini vs. bunları kampanyanın parçası yapmadı; neyi kampanyanın parçası yaptı? Karavanı yaptı, sınıra gönderilen askerleri yaptı, artan radikal genç Müslümanların Amerika’nın sınırlarını, kapılarını zorladığını kampanya meselesi yaptı ve nihayetinde muhtemelen şöyle diyor: “Ben haklıydım. Gördüğünüz gibi ilk kez Senato’da bu kadar büyük başarı kazandık böyle bir dönemde”. Dolayısıyla 2020 seçimlerine giderken bence bu ayrıştıran söylemi, korku yaratan ve korkunun üzerine inşa ettiği söylemini bence sertleştirecek. O yüzden de mobilizasyonun bitmesi mümkün olmadığı gibi, 2020’de çok daha dili keskinleşmiş, ayrıştıran bir söylem mümkün olacak bence.

 

Ömer, bugünün güncel meselesi, Adalet Bakanı’nın istifa etmesi, daha doğrusu Trump tarafından istifaya zorlanması. İstifa mektubunda da “Sizin istediğiniz gibi istifa ediyorum” şeklinde ibare de var zaten. Trump’ın başladığı isimlerden yola devam eden neredeyse çok az kişi kaldı değil mi? Birçok isim gitti — bakanlar, ulusal güvenlik danışmanları, hatta bazılarının yerine gelenler de gitti, ulusal güvenlik danışmanlığında. Ama buradaki Sessions’ın gidişinin ayrı bir önemi var tabii; Trump hakkında yürütülen bu soruşturma, ne bekleniyor şimdi? Soruşturmaya müdahale, devlet eliyle, bakanlık eliyle müdahale mi olacak? Nasıl, neler konuşuluyor?

 

Ömer Taşpınar: Bu soruya cevap vermek için Ruşen, Sessions’ın neden Trump tarafından istifaya zorlandığını anlamak gerekiyor. Sessions Trump’ı ilk destekleyen senatördü kampanyası sırasında. Alabama eyaletinde, güneyden gelen, son derece muhafazakâr, göçmenlere karşı tutum almış bir siyasetçi, Trump’ı çok destekledi, kampanyanın içinde oldu; kampanyanın geçiş döneminde, iktidara doğru gittiklerinde Rusya Büyükelçisi’yle yaptığı telefon konuşması nedeniyle zor bir konfirmasyon yaşadı Senato’da. Ve Adalet Bakanı olduktan sonra, Mueller’in yürüttüğü Rusya soruşturmasında kendini devre dışı bırakma kararı aldı — ki bu etik bir karardı, verilmesi gereken bir karardı, çünkü Adalet Bakanı olarak ve bu dosyada ismi geçen birisi olarak kendisinin müdahil olmaması gerekiyordu. Trump bunu affetmedi, Trump’ın gözünde bu çok büyük bir hataydı. “Ben seni niye Adalet Bakanı yaptım? Beni koruman için” dedi ve bunu medyaya söyledi ve birkaç kez Sessions’ı istifaya zorladı. Fakat Sessions direndi, Trump’ın danışmanları, “eğer Adalet Bakanı’nı istifaya zorlarsan tıpkı FBI Başkanı’nı istifaya zorladığın gibi, bu senin uzun dönemde Rusya konusunda başını ağrıtır. Sanki suçluymuşsun gibi ve saklayacak bir şeyin varmış gibi davranmaman gerekiyor” tavsiyesini aldı Beyaz Saray’daki avukatlarından. O nedenle bekledi ve herkes biliyordu Sessions’tan nefret ettiğini, Sessions’ı istifaya zorlayacağını. Şaşırtan şey, hemen seçimden bir gün sonra bunu yapmasıydı; bir hafta bile beklemedi, yani sembolik bir beklenti içerisine girebilirdi. Şimdi, Sessions’ın yerine Adalet Bakan Yardımcısı Matthew Whitaker geliyor. O da CNN’de geçen yıl bir yazı yazdı ve kendi bakanını eleştirdi, “Daha ciddi bir şekilde aslında müdahil olabilirdi bu davaya” diye, Trump’a bir bakıma göz kırptı; “Beni Adalet Bakanı yapsaydın, senin istediğin yönde hareket edebilirdim” diye. Bu kişi şu anda altı aya kadar vekâlet edebilir, yani bu altı aylık dönem içinde –ki zor geliyor bana– Adalet Bakanı’nın Senato’dan ve Kongre’den geçecek bir isim olarak çıkması. Çünkü çok ciddi sorular sorulacak yeni Adalet Bakanı’na, “Sen Trump’ı mı koruyacaksın, Trump’ı mı koruyacaksın?” diye. Dolayısıyla bu yeni gelecek kişi, bakan yardımcısı, Trump’ın istediği mahiyette muhtemelen, belki de Mueller’i istifaya bile zorlayacak; Mueller’i görevden alacak bir isim olabilir. O nedenle Amerikan siyasetini, demin konuştuğumuz gibi, Rusya soruşturması üzerinden gidecek bir kutuplaşma bekliyor diyebiliriz.

 

Gönül Tol: Zaten şunu da söyledi Ruşen, Trump seçimlerden sonra dedi ki: “Demokratlar, Temsilciler Meclisi’ni aldılar ve benim bir problemim yok, Demokratlarla çalışabilirim. Sadece benim hakkımda başlatılan bu soruşturmalardan artık vazgeçerlerse” dedi. Tabii bu da Rusya soruşturmasının selameti açısından çok pozitif bir gelişme değil.

 

Peki Gönül, bu yaşanan ara seçimin mesela Türkiye’ye bir etkisi olur mu? Bu seçim sonuçları Türk-Amerikan ilişkilerine herhangi bir şekilde olumlu-olumsuz etki yapar mı, ne dersin?

 

Gönül Tol: Türkiye’ye dair endişelere baktığımızda, Kongre’deki endişe Demokratların ya da Cumhuriyetçilerin değil, her iki partinin de ortak endişeleri var Türkiye’ye dair. İşte Türkiye’nin S-400 konusundaki tutumu, İran yaptırımları konusundaki tutumu vs. hem Cumhuriyetçiler hem Demokratlar eşit düzeyde bir anlamda endişe duyuyorlar. O anlamda hani çok bir şey fark etmeyebilir; fakat şu olabilir: Şimdi Demokratlar Temsilciler Meclisi’ndeki çoğunluklarını kullanarak Trump’ı mümkün olduğunca sıkıştırmaya çalışacaklar ve bir süredir özellikle Andrew Brunson’ın bırakılmasından bu yana bir pozitif hava esiyor Türk-Amerikan ilişkilerinde, karşılıklı yaptırımlar kaldırıldı. Şimdi İran konusunda Türkiye’ye bir muafiyet…

 

Onu birazdan ayrıca konuşacağız, ona ayrı bir başlık açarız.

 

Gönül Tol: Yani böyle bir pozitif hava esiyor ve dolayısıyla onu kırmak için Demokratlar normalde olduklarından daha şahin bir tutum sergileyebilirler. Ama ara seçim sonuçlarının çok büyük kırılmalara ya da çok büyük siyasette farklılaşmaya sebep olacağını zannetmiyorum; çünkü halihazırda önümüzde duran dosyalar var: S-400 ve İran yaptırımları bunlardan en önemlisi ve Halkbank Davası. Dolayısıyla çok büyük bir şey fark etmeyecek, ama yine de Temsilciler Meclisi’ndeki Demokratlar Türkiye konusunda Trump’ın elini biraz daha zorlayabilirler.

 

Ömer, şeyi sorayım, başta konuşmadık ama: Kaşıkçı meselesi. Suudi Arabistan’ın planı sanki başarılı bir şekilde ilerliyor gibi: Unutturmaca… Washington Post’un ısrarı olmasa, arada sırada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Washington Post’a verdiği bir-iki yazı gibi çıkış olmasa, sanki –daha bedeni de bulunmadı, cesedi de bulunmadı ama– olayı unutmaya meyyal bir kamuoyu var sanki, ne dersin? Bu çünkü hâlâ cevabı verilmemiş iki tane temel soru var: 1) Kim azmettirdi? 2) Cesedi nerede? İki temel sorunun cevabı yok; ama sanki bunların cevabı aranmıyormuş gibi bir hava var.

 

Ömer Taşpınar: Zaman geçtikçe, bu olayın gündem belirleme şansı da azalıyor. Dolayısıyla Türkiye elindeki bilgileri kullandı ve bir bakıma yeni bir iddia, yeni bir kanıt ortaya koymadıkça bu konuda ortaya artı bir dinamik çıkması zorlaşıyor. Suudi Arabistan zamana oynadı ve zamanla bunun unutulabileceğini düşündü, gerçekten de dünya gündemi sadece bu konudan ibaret değil; birçok şey oluyor. Ve Türkiye’nin amacı eğer Muhammed Bin Salman’ın görevden alınması, Suudi Arabistan’ın iç politikasında yeni bir denklem kurulması, Kral Salman’ın kardeşinin göreve getirilmesi gibi şeyler ise, bunlar konusunda Türkiye istediğini elde edemiyor diyebiliriz. Öte yandan Türkiye belirli bir manevra alanı da kazandı, birazdan konuşacağımız Türk-Amerikan ilişkilerinde zannediyorum bu manevra olarak kullanıldı; Türkiye’ye belirli bir etki sağladı, fakat eğer Türkiye’nin amacı çok ciddi değişiklikler yaratmaksa, bu konuda Türkiye başarılı olamadı, Suudi Arabistan iç politikası olduğu gibi devam ediyor diyebiliriz.

 

Gönül Tol: Bir de şunu ekleyeyim Ruşen: Aslında Trump dün seçimlerden sonra yaptığı konuşmada açıklama yaptı bir gazetecinin sorusu üzerine, Kaşıkçı’yla ilgili bir soru geldi Trump’a ve Trump dedi ki: “Meseleyi gelecek hafta Kongre’yle konuşacağım ve çok kuvvetli bir kanaat ediniyorum konuyla ilgili” dedi. Tabii bilmiyoruz kuvvetli kanaat nedir, ama Kongre’ye daha önce de söylemişti, bu konuda “Kongre’yle çok daha yakın çalışacağım Kaşıkçı meselesi konusunda” demişti. Bundan ne çıkar? Bilemiyoruz. Birkaç hafta evvel Amerikan yönetimi Yemen konusunda Suudi Arabistan’ı uyarmıştı, Yemen’le bir ateşkes istediğini söylemişti ve bir aylık zaman vermişti; fakat görüyoruz ki Suudi Arabistan’ın öncülüğündeki koalisyon Yemen’de saldırıları sürdürüyor, hatta dün zannediyorum ya da birkaç gün evvel önemli bir limanı ele geçirdiler. Dolayısıyla Suudi Arabistan, Amerika’nın o konudaki tepkilerini ciddiye alıyor gibi görünmüyor, muhtemelen kapalı kapılar ardında Amerika’yla yürütülen görüşmeler, konuşmalar ve görünen o ki Muhammed Bin Salman’ın Washington’dan aldığı mesaj “Endişelenme” mesajı. Ama yine de göreceğiz yani Trump’ın “Meseleyi Kongre’yle halledeceğim” demesi bence önemli, o yüzden gelecek hafta olacaklara dikkat etmek gerekiyor ve bu konuda Kongre’yle yapılan herhangi bir görüşme –ki Kongre’nin ne kadar Suudi Arabistan karşıtı noktada olduğunu biliyoruz– o görüşme kapsamında mesele yeniden gündeme gelebilir burada, kamuoyunda.

 

Ömer, son olarak yaptırımlar meselesini ele alalım bu hafta Transatlantik’te: Türkiye bir anlamda muaf tutuldu, AB değil; AB kabul etmeyeceğini söylüyor. Ne diyorsun? Türkiye’nin muaf tutulması sadece Rahip Brunson olayıyla ilgili değildir herhalde; ama tabii Rahip Brunson sorunu Amerika’nın istediği şekilde çözülmemiş olsaydı, herhalde orada bayağı bir başı ağrırdı. Türkiye’yi niye ayırdı ve diğerleriyle Trump ne yapacak? Tabii en önemlisi; İran’la baş edebilecek mi?

 

Ömer Taşpınar: Evet, Çin ve Hindistan meselesi burada ön plandaydı. Çin ve Hindistan gibi iki önemli pazarın devam edecek olması, İran açısından önemli. Türkiye de tabii, sonuçta bu görüşmeler devam ediyordu ve Türkiye muhtemelen bu muafiyetten yararlanacaktı. Fakat senin dediğin gibi ortada çok ciddi bir kriz olsaydı, yani Brunson salıverilmeseydi, öyle gözüküyor ki şu anda edindiğimiz bilgilerle de, gerçekten bir kopuş yaşanacaktı Türk-Amerikan ilişkilerinde. Yani büyükelçinin geri çağrılması, hatta bütün diplomatik kadronun geri çağrılması gibi konular gündeme gelecekti; çünkü Trump bunu seçim öncesi çok ciddiye alıyordu. Dolayısıyla böyle bir ihtimalin olmaması kolaylaştırdı; fakat zaten Türkiye muaf tutulacaktı diye düşünüyorum. Şu anda İran meselesindeki tartışma, Türkiye-Amerika arasında petrol satışı ve bu yaptırımlardan çok, Halkbank meselesine dönmüş durumda. Zaten telefon görüşmelerinde de Erdoğan’la Trump ana konu olarak bunu ele almışlar, özellikle Erdoğan açısından Halkbank’a tahmin edilenden, beklenenden çok daha ciddi yüklü bir ceza gelmesi istenilmeyen bir şey. Dolayısıyla bu Kaşıkçı olayındaki manevra alanını da biraz kullanarak, Trump üzerinde baskı kurmaya çalışıyor. Trump da bu konulara pek vâkıf değil; bu iki lider konuştukça Trump belirli sözler veriyor olabilir, ama Amerikan sistemi içinde gerek Hazine’nin gerek adalet sisteminin, yargının üzerindeki etkisi sorgulanıyor. Yani Trump yargıyı etkileyemeyebilir, belki Hazine’yi etkiler. İki tür dava devam ediyor çünkü; ama buradan ciddi bir ceza geleceği yönünde bilgiler alıyoruz. Dolayısıyla Türk-Amerikan ilişkilerinde Halkbank meselesi, kısa dönemde İran meselesinden, İran yaptırımlarından daha önemli bir yere gelecek diyebiliriz.

 

Gönül Tol: Bir de şunu son olarak eklemek istiyorum Ruşen: İran meselesinde aslında Türkiye’nin yaptırımların parçası olmamasının sebeplerinden bir tanesi tabii Trump petrol fiyatlarının fırlamasını da istemiyor. O yüzden bütünüyle İran’ın petrol satışını engellemek de şu anda Trump’ın işine gelen bir durum değil. Bir de tabii şundan endişe duyuyor: Eğer Türkiye enerji alımında –bütünüyle kesmesi mümkün değil ama– ciddi bir düşüşe giderse, bunun Rusya’ya bağımlılığını artırmasından da endişe duyuluyor. Dolayısıyla bu iki faktör de bence bugün vardığımız sonucun, yani Amerika’nın Türkiye’ye muafiyet verme kararında önemli rol oynadı diye düşünüyorum.

Son demiştim ama Gönül, bir şey daha var, onu da konuşmadan geçmeyelim: ABD’nin üç PKK yöneticisine ödül koyması meselesi. Bu çok önemli bir olay mı, yoksa normal bir olay mı, ne dersin?

 

Gönül Tol: Yani önemli bir olayı nasıl tanımladığınıza bağlı. Yani bu ilişkiyi değiştirebilecek bir şey mi? Hayır, bu bütünüyle aslında bence şu anlama geliyor: “Suriye’de biz YPG’yle çalışmaya devam edeceğiz” anlamına geliyor. Çünkü Türkiye’yi yatıştırma çabaları var, uzun zamandır var, Ömer’in de bu konuda söyleyeceği vardır, bizim duyduğumuz kadarıyla farklı kurumların, bürokrasi içerisindeki farklı kurumların bambaşka tepkileri var Amerika’nın YPG’yle çalışmasına. Bir taraftan Dışişleri’nin bütünüyle buna karşı çıktığını biliyoruz, öbür taraftan Pentagon’un içindeki farklı gruplarda bütünüyle YPG’yi destekleyenler var, fakat Pentagon’un içerisindeki başka gruplar buna karşı çıkıyor. O nedenle de şöyle bir strateji de izleniyor olduğunu duyduk; hani “Mümkün olduğunca biz PKK’ya karşı Türkiye’nin yanında duralım ki Amerika’nın YPG’yle çalışması daha absürt gözüksün”. Bu aslında Amerikan bürokrasisinin kendi grupları içerisindeki çatışmayı da yansıtıyor bence ve onun çok önemli bir detay olduğunu düşünüyorum ben.

 

O zaman burada şöyle diyelim; anladığım kadarıyla önümüzdeki haftanın önemli gündem maddesi olacağa benziyor, bilmiyorum katılır mısınız? Yani YPG’yle ilişkiyi sürdürmek için PKK’yı karşısına alma gibi strateji ya da taktik, ne dersek. Çünkü daha çok Suriye’yi daha fazla konuşmaya başlayacağız belli ki. Ömer, senin bu konuda söyleyeceğin bir şey varsa söyle, yoksa haftaya bu konuya ağırlıklı bir şekilde devam edelim ve kapatalım. Ne dersin?

 

Ömer Taşpınar: Haftaya devam edelim, çünkü uzun konu.

 

Evet. O zaman bu haftaki Transatlantik’i sonlandırıyoruz. Size geçmiş olsun seçimlerden dolayı, öyle diyeyim. Ömer Taşpınar’a ve Gönül Tol’a çok teşekkürler, izleyicilerimize de teşekkür ediyoruz. Haftaya yeni bir Transatlantik’te buluşmak üzere, iyi günler.

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.