Siyaset neden heyecan vermiyor?

31 Mart yerel seçimlerine fazla bir süre kalmamasına rağmen Türkiye’de siyasi atmosferde belirgin bir hareketlilik gözlenmiyor. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum mu? Nedenleri neler?

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Bugün iki ayrı görüşme bekleniyor. Şu âna kadar bildiğim kadarıyla olmadı. Birisi Kılıçdaroğlu’yla Meral Akşener’in, diğeri de Erdoğan’la Devlet Bahçeli’nin; yani iki ayrı ittifakın önde gelen isimlerinin buluşmaları bekleniyor, yerel seçimle ilgili son noktalar verilecek. Ama bu buluşmaların herhangi birinin bir heyecan yaratmadığı ortada; en fazla doğrudan ilgililerini ilgilendiriyor, ama genel olarak kamuoyuna, seçmene baktığımız zaman pek bir heyecan yok. Pazarlık yapılacak. Çünkü burada –Kılıçdaroğlu’yla Akşener, Erdoğan’la da Bahçeli– sonuç olarak hangi şehirlerde kimin diğeri lehine seçimden çekildiğini açıklayacak, böyle bir pazarlık süreçleri yürüyor. Ve buralarda, bu ittifaklarda bir tema yok, bir söylem yok. Ne üzerinde birleşiyorlar? Evet, AKP’yle MHP’nin birleşmesi milliyetçilik üzerinden gözüküyor; ama milliyetçilik söz konusu olduğu zaman İYİ Parti ve hatta CHP de onlardan çok geride kalmıyor. Sonuç olarak bu bir milliyetçilik ya da başka bir perspektiften oluşan ittifaklar değil; tamamen bir iktidar savaşı üzerinden. Birisi iktidarını korumak isterken, diğeri iktidarı değiştirmek istiyor; ama iktidarı korumak isteyen niçin korumak istediğini, değiştirmek isteyen de niçin değiştirmek istediğini söylemiyor, ya da söylediği şeylerin çok bir anlamı yok, büyük bir tıkanma var.

Yargı eliyle düzenlenen siyaset

Adaylardan isimleri belli olanlar ve adı geçenlere bakıldığı zaman, aday isimlerinden de çok fazla bir heyecan yaşanmıyor. Halbuki yerel seçimler olduğu için adayların daha fazla öne çıkması beklenir, buna rağmen Türkiye 31 Mart’ta yapılacak seçime bugünden çok heyecansız bir şekilde gidiyor. Aslında bu seçimle ilgili bir husus değil bu; 24 Haziran’dan sonra –onun öncesinde belli bir heyecan vardı, muhalefet cenahında özellikle– ama 24 Haziran’dan sonra Türkiye siyaseten tam bir ölgünlüğe girdi ve ölgünlük sürüyor. Kimsenin de bunu değiştirmeye mecali, anladığım kadarıyla niyeti de yok. Siyasî iktidarın –ki siyasî iktidar dediğimizde aklımıza Erdoğan geliyor, Erdoğan’la başlayıp Erdoğan’la bitiyor–, onun da siyaseten yaptığı çok fazla bir şey yok. Bütün siyaseti şekillendirme ya da İngilizce tabiriyle dizayn etme konusunda iktidar sadece yargıyı kullanıyor; bağımsız ve tarafsız olmadığı artık herkes tarafından kabul edilen yargı, siyasî iktidarın beklentilerine göre davalar açıyor, insanları gözaltına alıyor, tutukluyor, soruşturmalar başlatıyor, ya da bazılarını serbest bırakıyor vs..
Pazarlıklar yapılıyor, devletlerle ya da toplum kesimleri arasında… onlara göre birtakım insanlar tutuklanıyor ya da serbest bırakılıyor, bunun örneklerini çok gördük. Şimdi baktığımız zaman, Selahattin Demirtaş olayı başlı başına bunun son örneği, burada Cumhurbaşkanı Erdoğan “Gereğini yaparız” dedi ve gereği yapıldı; Demirtaş daha önce mahkûm olduğu bir davadan aldığı cezası onaylanıp tahliyesi imkânsız kılındı. Ya da bir başka husus da Anadolu Kültür Operasyonu’yla başlayan ve Gezi’yi yıllar sonra yeniden davalaştırma hususuyla karşı karşıyayız.
Bunu niçin yapıyor olabilir? Gerginlik yaratmak. Kutuplaşma Erdoğan’ın uzun bir süredir uyguladığı en önemli strateji, özellikle seçim öncelerinde gerginlik. Haziran 2015 seçimlerinden sonra bunu çok daha net bir şekilde görmüştük. Orada Kasım’a kadarki süreçte ülkede yaşananlar ortadaydı; şimdi de bulunabilecek her türlü gerginliği bir şekilde hayata geçirmek ve ülkenin esas gündemi olan ekonomiyi ikinci planda tutmak istiyor. Gezi olayını, Gezicilerin bile unuttuğu bir olayı –ki unutulmayacağı çok söylemişti, ama unutuldu, geride kaldı– tekrardan gündeme sokarak insanlar hakkında yakalama kararları çıkartarak. Mahkemelerden yapılan açıklamalara baktığımız zaman, en son bugün Mehmet Ali Alabora’yla ilgili yapılan açıklamaya baktığımız zaman, bu bana sosyal medyadaki birtakım partizan kişilerin akıl yürütmelerini çağrıştırdı; ama bu bir yargı metni olarak karşımızda duruyor.
Siyaset, Türkiye’de artık devlet eliyle siyaset yürütülüyor; ülkeyi yönetenler, siyaseti siyasetçilere değil yargı mensuplarına, güvenlik mensuplarına havale etmiş durumdalar. Geçmişte bunun örneği Ergenekon döneminde de belli ölçülerde olmuştu, ama orada değişik bir olay vardı; o tarihte savcılar, polis şefleri vs. de öne çıkıyorlardı, onlar üzerinden yürüyordu, siyaset onun yanında ayrıca başka şeyler yapıyordu. Şu anda, mesela bakıyoruz, o kadar soruşturma var, o kadar insanlar tutuklanıyor, yeni dosyalar açılıyor, ama adını bildiğimiz ya da bir köşeyazarının heykelini dikmek isteyeceği herhangi bir savcı ismi falan yok ortada. Çünkü artık savcılar da anonim oldu, yargıçlar da, polis şefleri de anonim oldu. Türkiye’de devlet sadece ve sadece –bir kere kuvvetler ayrılığı diye bir şey zaten kalmadı– ve bütün her şeyi birleştiren bu devlet de Cumhurbaşkanı Erdoğan’la tarif edilir oldu. Sonuçta böyle bir ilginç bir durumla karşı karşıyayız.

Sarı Yelekliler olayı

Bu aslında sadece Türkiye’ye özgü bir olay değil; dünyada, özellikle Batı’da da bunu çok açık görüyoruz. En son Fransa’da yaşanan Sarı Yelekliler olayı da siyasetin tıkanmasının, heyecan vermemesinin bir başka sonucu olarak karşımıza çıktı. Orada tabii çok daha ilginç bir olay var; merkez partilerin, özellikle sağdaki ve soldaki merkez partilerin iflasıyla sonuçlanan son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Emmanuel Macron, gencecik bir isim olarak, ilk defa aday olarak çıkarak, partisiz bir şekilde çıkarak net bir şekilde cumhurbaşkanı seçilmişti 2017 Mayıs’ında. Bir buçuk yıl ancak oldu ve Macron’un yerinde yeller esiyor. O da insanların siyasete yönelik ilgisizliğini, heyecansızlığını gideremedi.
Ama normalde hatırlanacaktır; Macron seçildiği zaman, onu geleneksel siyasetin iflasının sonucu olarak, yeni alternatif bir isim olarak gördü dünya, hepimiz öyle gördük ve örneğin Türkiye’deki siyaset tartışmalarında da “Türkiye’nin Macron’u kim olacak?” diye sorulur oldu, dünyanın dört bir tarafında da, her ülkede, “bizim Macron’umuz kim olacak?” diye sorulmuştur. Ama bir buçuk yıl içerisinde, Macron’un da hızlı bir şekilde kaybettiğini gördük, kamuoyu yoklamaları zaten onu söylüyordu, Sarı Yelekliler olayı da iyice bunu gösterdi. Dolayısıyla bu olay siyasete karşı ilgisizlik, merkez siyasetlerin çökmesi, kendilerini yenilemeleri olayı; yine merkezin içerisinden çıkan birtakım yeni isimler, yeni yüzler ve yeni örgütlerle çözülebilir beklentisinin de çok gerçekçi olmadığını ya da her yerde geçerli olmayacağını Fransa örneği bize gösterdi.

Türkiye’de merkezin çöküşü

Türkiye’ye bakalım: Hatırlıyorum; Refah Partisi’nin birinci parti çıktığı ve Refah-Yol’un kurulduğu dönemde Kemal Can ve Tanıl Bora’yla birlikte “Merkez nasıl çöktü?” diye bir yazı dizisi hazırlamıştık Milliyet gazetesinde ve orada merkez sağ ve merkez solun çöküşünü ele almıştık, Anadolu’da gidip görüşmeler yapmıştık ve merkezin çöküp yerine Refah Partisi’nin başını çektiği yeni, dışarıdan güçlerin, merkezkaç güçlerin gelmekte olduğunu söylemiştik. Ondan sonra 28 Şubat müdahalesi oldu, Refah’ın önü kesilmek istendi, ama hikâyeyi biliyoruz, sonradan AKP çok daha güçlü bir şekilde geldi ve merkez sağ ve solun iflasının kanıtı olan AKP’nin 17 yıllık yönetimiyle AKP’nin kendisi merkez oldu ve AKP’nin kendisi de, merkez olduktan sonra, belli bir aşamadan sonra o da iflas etti. Şu anda Türkiye’de AKP’nin ve Erdoğan’ın çizgisinin de aslında iflasını yaşıyoruz; ama bunun yerine ne AKP’nin içerisinde ne de diğer muhalif hareketlerin içerisinden kimse gelmiyor ve Türkiye’nin böyle büyük bir sancısı var. Bu sancıdan ne çıkar, nasıl çıkar Türkiye? Açıkçası bilmiyorum. Şu âna kadar ortaya çıkan, çıkmaya çalışan isimler, hareketler ya da var olan hareketlerin, birtakım yenileşme çabaları vs. bunların hepsi, örneğin Kılıçdaroğlu liderliğindeki yeni CHP olsun, İYİ Parti çıkışı olsun, bunların hepsi belli bir süre sonra etkisini yitirdi.
Buradaki sorun büyük ölçüde insanların, şu anda siyaset yapan kurumların, eski günlere göre siyaset yapıyor olmaları, eski kalıplara göre siyaset yapıyor olmaları ve bu anlamda da yeniye ayak uyduramamaları. “Yeni Türkiye” lafını AKP ve onun yanlıları kullanıyor biliyorsunuz, onlar da diğerlerini “eski kafalı” olmakla ve kendilerini de “yeni” olmakla sunuyor, açıklamaya çalışıyorlar. Halbuki onlar da yeni değil; belki de en eski Türkiyeli onlardır. Çünkü şu anda, özellikle bir süredir, üç-dört senedir AKP’nin otoriter uygulamalarına baktığımız zaman, tam eski zaman uygulamaları. Bildiğimiz Kürt sorununu yok saymalar vs. bir yığın husus, temel hak ve özgürlüklere karşı yasakçı tutum, baskıcı tutum… bunların hepsi eski zamanın örnekleri. Şu âna kadar kimse, gördüğüm kadarıyla kimse bu yeniyi, değişeni ve yeni sorunları ele almaya yönelik programlar geliştiremedi. Bir dönem Selahattin Demirtaş’ın liderliğindeki HDP, Haziran seçimlerinde, 2015 Haziran seçimlerinde, bir şeyleri yakalar gibi oldu; ama Kasım seçimlerinde o yakalar gibi olduğu şeyin ellerinden kayıp gitmesine seyirci kaldı, sessiz kaldı. O zamandan beri de görüldüğü gibi HDP de bir türlü kendini bir umut olarak tekrardan sunamıyor. Tabii ki belli bir kitle tabanı var, belli bir oyu hep alıyor; ama HDP de bu anlamda yeni bir şeyler söyleme fırsatını büyük ölçüde tepmiş oldu. Eskiye tâbi kalarak, eskiye tâbi kılarak.

Yeni isimler tek başına yeterli mi?

Buradan ne çıkar? Yeni isimler… mesela CHP’nin İstanbul’da bir yeni bir ismi, genç bir ismi aday göstereceği söyleniyor: Ekrem İmamoğlu, Beylikdüzü Belediye Başkanı. Her halükârda yıllardır bilinen ve çok da fazla başarıları olmayan birtakım milletvekilleri, isimleri geçen milletvekillerinden daha iyi olacağı kesin, ama şu anda CHP’nin meselesinin, CHP’nin ve Türkiye’nin meselesinin sadece böyle bir-iki isimle çözülebilecek bir mesele olduğunu düşünmüyorum. Bu kişinin, İmamoğlu’nun adaylığı kesinleşirse –ki öyle olacağa benziyor– kendisi hakkında biraz daha bilgi sahibi olup, onunla ilgili bir ayrıca bir yayın yapmayı düşünüyorum; ama şu haliyle, bildiğim kadarıyla sonuç olarak denenmiş, yıpranmış, eskimiş birtakım isimlere göre herhalde bence daha doğru bir seçimdir. Ama tek başına daha doğru olması, en doğru ve kazanabilir olduğu anlamına gelmeyebilir.
CHP’nin özellikle, CHP’nin ve diğer partilerin de, o eski kalıpları aşabileceğine dair elimizde çok fazla veri yok, çok fazla bu konuda ışık görmüyoruz. Ne İYİ Parti’de ne Saadet Partisi’nde; AKP’de zaten yok, MHP zaten yok. HDP kendi kendini bir dar bir alana kıstırmış, kalmış ve bunun dışında partisiz seçmenin kendini tanımlamak istemesi yolunda da bir arayış yok; zaten bu tür araçların Türkiye’de olamayacağı gibi bir inanış var. Çok ciddi bir korku iklimi var; sivil toplum faaliyetlerine yönelik baskılar var, medya zaten o anlamda baktığımızda zaman özgür, bağımsız medya yok denecek kadar az ve sonuç olarak büyük bir ümitsizlik ve heyecansızlıkla baş başayız.
Bunu nasıl aşacağız? 31 Mart seçimlerinde aşabileceğimiz hiç sanmıyorum; ama şunu özellikle vurgulamak lazım: Bu heyecansızlık büyük ölçüde, dünyada yaşanan ama Türkiye’de de özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının yaptıklarıyla ortaya çıkmış bir olay ve bunun zararını tüm Türkiye’ye görüyor. Siyasî iktidar ömrünü uzattığı için buradan kârlı çıkıyor gözükebilir; siyasetin bu kadar ölmüş olması, siyasetin bu kadar etkisiz olması, siyasetçinin bu kadar etkisiz olması, Erdoğan’ın kafasındaki tek adam yönetimi için uygun bir şey olarak gözükebilir. Ama şunu özellikle vurgulamak lazım: Erdoğan sonrası dönemde Türkiye’de artık kolay kolay İslamî iddialı herhangi bir siyasî hareketin çıkabileceğini, etkili bir şekilde çıkış yapabileceğini sanmıyorum. Erdoğan Türkiye’de bu siyasî İslamcılığın, siyaset alanındaki İslamcılığın çivisini bence çaktı; bunu da bir başka yayında tekrar –daha önceden almıştık, ama tekrar– ele almak istediğimi söyleyerek burada noktalayayım.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.