Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (167): Enflasyon gölgesinde ekonomi- Nesrin Nas, Prof. Yalçın Karatepe ve Ozan Bingöl ile söyleşi

Bu hafta Açık Oturum’da Sedat Pişirici’nin konukları Nesrin Nas, Prof. Yalçın Karatepe ve Ozan Bingöl idi. Pişirici konukları ile yüksek enflasyonun Türkiye ekonomisi üzerindeki etkisi ve yaşanan ekonomik sıkıntının sebep ve sonuçları üzerine söyleşti.

 

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi akşamlar. Medyascope.tv’nin 167. Açık Oturumu’na hoş geldiniz. Bu akşam üç konuğumuzla yine ekonomi konuşacağız. Stüdyoda Nesrin Nas ile beraberiz, hoşgeldiniz.

Nesrin Nas: Hoşbulduk Sedat Bey.

Nesrin Hanım iktisatçı şapkasıyla bizimle beraber. Ama kendisi daha önce bir dönem İstanbul milletvekilliği yaptı. Yine bir süre Anavatan Partisi’nin de genel başkanıydı. Ankara’da Skype üzerinden iki konuğumuz var, ikisi de şu anda yan yana ve beraber: Prof. Yalçın Karatepe; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme Bölümü öğretim üyesi. Hocam, hoşgeldiniz.

Yalçın Karatepe: Merhaba Sedat Bey, hoşbulduk. Teşekkür ederim.

Vergi uzmanı Ozan Bingöl de bizimle birlikte, siz de hoşgeldiniz Ozan Bey.

Ozan Bingöl: Hoşbulduk, teşekkür ederim.

Efendim, programın adını “Enflasyon Gölgesinde Ekonomi” koyduk. Kasım ayı enflasyon verileri üzerinden güncel bir şekilde ekonominin neresindeyiz diye bakacağız. Ama önce bazı şeyleri hatırlatalım: Bugünü kapattığımızda dolar kuru 5,35 TL, euro 6,10TL, gösterge faizi %20,24 seviyesindeydi. Türkiye’nin risk primine baktım; bu risk primini daha önce internet üzerinden kolaylıkla bulmak mümkündü, her nedense bu iş zorlaştı. Ama en azından dünkü risk primimizi gördüm, 388 seviyesinde imiş. Bu akşamki programa temel teşkil edecek olan Kasım ayı enflasyonu nedir ona bir bakalım: TÜFE’de, Tüketici Fiyatları Enflasyonunda %21,62’lik bir oran görüyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu bir önceki aya göre %1,44’lük bir gerileme olduğunu söylüyor. Üretici Fiyatları Endeksi’nde ise %38,54’lük bir oran görüyoruz. TÜİK bize bir önceki aya göre üretici fiyatları enflasyonunda %2,53’lük bir gerileme olduğunu söylüyor. Çekirdek enflasyonun oranı ise %20,72. Bu oranların ne kadar inandırıcı olup olmadığını, ne kadar gerçek olup olmadığını birazdan konuşacağız.

Ama her zaman ekonomi konulu “Açık Oturum”larda yaptığımız bir şeyi yaparak programa başlayalım ve konuklarımıza şunu soralım: Bugün, yani 6 Aralık 2018 Perşembe itibariyle Türkiye ekonomisinin bir fotoğrafını çekmiş olsanız, o fotoğrafta neler gördüğünüzü söylersiniz bize? Nesrin Hanım’dan başlayalım.

Nas: Evet Sedat Bey. Hocam, merhaba, Ozan Bey, merhaba. Şimdi iyimser bir tablo çizemeyeceğim. Yılbaşına yaklaşırken insanların moralini de bozmak istemem, ama bazı gösterge rakamlarına baktığınız zaman durumumuzun pek parlak olmadığı görülüyor ne yazık ki. Zaten siz de söylediniz, tek başına “Credit Default Risk” dediğimiz risk primi, Türkiye ekonomisinin dışarıdan nasıl göründüğünü, yatırımcılar tarafından nasıl algılandığını ortaya koyan bir rakam. Evet, enflasyonda bu ay beklendiği gibi bir düşme var. Düşmenin belli nedenleri var. Bunlardan bir tanesi kurun fiyatlar üzerindeki etkisi. Bu da şunu ortaya koydu ki kur fiyatları üzerinde çok geçişken, yani Türk ekonomisi kura çok bağlı. Bu da, Türk ekonomisinin yapısıyla ilgili çok ciddi bir yapısal problem.

İkincisi, yılbaşına kadar vergi indirimleri var ve muhtemelen o vergi indirimlerine seçime kadar devam edilecek. Bu da bize bütçe konusunda çok da olumlu şeyler söylemiyor, beklentilerimizi büyük ölçüde bozuyor. Petrol fiyatlarında da epey büyük bir gerileme oldu, 80 dolarlardan 62 dolar düzeyine indi. Bu da şimdilik işimize yaradı. Ama enflasyonun asıl sebebi, bunların dışında bir sebep: Ekonomi tak diye fren yaptı. Yani iç talep tamamen çöktü. Enflasyondaki düşüşün ana sebebi, iç talebin çöküşüdür. Perakende zinciri çok yavaşladı. Tedarik zinciri kopuyor. Bütün bunları yan yana koyduğunuz zaman –ki zaten dış ticaret rakamlarına baktığınız zaman tüketim malları ithalatını bir tarafa koyalım, onun önemi yok ama– yatırım ve ara malı ithalatında ciddi bir daralma var. Cari açık da %93 oranında daralmış. Bu sizin ekonominizin çok ani bir şekilde fren yaptığını söylüyor. Yani bu bir dengeleme filan değil. Bu, ekonomide iç talebin çok ciddi bir şekilde çöktüğünü ve ekonominin artık durduğunu, ekonomik aktivitenin artık yavaş yavaş tamamen yok olma noktasına gittiğini gösteriyor. Üst üste konkordato ilanları geliyor biliyorsunuz. Konkordatonun hukukî tarafını bir tarafa bırakıyorum –galiba şimdi yeni bir yasa çıkaracak ve zorlaştıracaklarmış– ama her bir konkordato ilanı, bağlı bulunduğu sektöre bağlı olarak, beraberinde onlarca firmayı da ödeme güçlüğüne götürüyor ve aynı zamanda üretimden çekilmesine yol açıyor.

Tedarikçiler Endeksi’ne bakıyorsunuz, biraz yükselmiş gibi görünüyor ama %44. Enflasyonla ilgili bir başka şeyi daha söyleyeyim: Önemli bir gösterge olan Perakende Güveni’ne bakıyorsunuz, Kasım ayında bir önceki aya göre 1,1 puan düşmüş. Bir önceki yılın aynı dönemine göre de 1,9 puan düşmüş. Şimdi böyle bir noktada bu rakamları alt alta koyduğunuz zaman buna dengeleme diyemiyorsunuz. Buna sert ve ani bir fren yapma diyorsunuz. Bu ani fren yapma sırasında bir arabada bulunanların başına neler gelirse, bizim başımıza da aynı şeyler geliyor. Yani çalışanlarından şirketlerine ve korkarım mali sektörüne kadar, herkes birbirinin üzerine düşmeye başlıyor.

En büyük sorun inşaat sektöründe. Şimdi o sektördeki yapılanmalar nedeniyle, kamu bankaları başta olmak üzere bankacılık kesiminin bilançolarında önemli ölçüde bozulmayı göreceğiz. Şimdi Varlığa Dayalı Menkul Kıymetler (VDMK) ihraçlarına başladılar galiba. Bu, ilerisi için çok büyük bir risk, çünkü hazine kâğıtlarıyla eşdeğerde bir şey yapıyorsunuz. Yasal olarak sıfır riskli bir kâğıt düzenliyorsunuz. Şimdi biz yılbaşından itibaren başka bir dünyayla karşılaşacağız. Şunu bilmiyoruz: FED şu an çok kararsız ama görünen o ki bilanço daraltmaya devam edecek. Ama yılbaşında Avrupa Merkez Bankası da bilanço küçültmeye başlayacak. Basel III Kriterleri yürürlüğe girecek. Uluslararası piyasalardan da iyi sinyaller gelmiyor. Üç aylık USD Libor oranı 2,73’e çıktı. Yani orada da çok ciddi sorunlar baş gösterdi.

Dünya ekonomisinde genel bir yavaşlama var. Bu bütün dünya ekonomilerinde de bir paniğe yol açacak durumda.  Sizin bütün bunların içinde çok ciddi bir probleminiz var. Reel sektörünüzün 217 milyar dolar net döviz borcu var. “Reel sektörünüzün kasasında olan para ne kadar?” diye sorduğunuzda, o da 7 milyar dolar. 210 milyar dolar. Sizin reel sektörünüz, bu daralan ve maliyeti giderek artan dünya piyasalarından borçlanmak, borç bulabilmek zorunda. Şimdi buna baktığınız zaman, o daralan piyasada borç bulabilmeniz için, siz o piyasanın en iyisi olmak zorundasınız. En iyisi derken neyi kastediyorum? Hukukî olarak en güvenilir, en şeffaf, en hesap verebilir bir ülke olmanız lazım. O taraftaki gidişe bakıyorsunuz, artık biz rakamları okuyamaz hale geldik. Artık şeffaflıktan bahsedemiyoruz. “Hesap verme”den bahsedemiyoruz. Bunun en somut örneklerinden biri, finansal yapılandırma ve kalkınma için –başında Berat Albayrak’ın olduğu– bir şey kuruyorlar biliyorsunuz. “İkinci toplantısını yapıyoruz” diye sosyal medyada ilan ettiğinde, daha plan bütçede onun yasası görüşülüyordu. Böyle bir durumda sizin o uluslararası piyasalarda o CDS Primleriyle bu borçları çevirebilecek rakamları bulmanız maalesef mümkün değil, çünkü size güven yok.

Peki. Yalçın Hocam, sizin fotoğrafta ne görünüyor?

Yalçın Karatepe: Benim baktığım fotoğrafta da çok iyi şeyler görünmüyor. Nesrin Hanım’ın söylediklerine katılıyorum, hakikaten Türkiye ekonomisi çok ciddi sıkıntıların yaşandığı bir dönemden geçiyor. Bunların yaşanmasına da devam edilecek gibi görünüyor. Ekonomide ciddi sorunların olduğunu nereden anlıyoruz? Ekonomi dediğimiz zaman kastettiğimiz şey aslında reel sektör, yani insanların mal ve hizmet ürettiği ve bunları kullanıcılara sundukları yerdir ekonomi. Finans bacağı bunun daha sağlıklı çalışmasını sağlayan yer. Ekonomiye baktığımız zaman belirgin bir yavaşlamanın olduğunu çok açık ve net bir biçimde görüyoruz. Henüz rakamlar açıklanmadı ama 3. ve 4. çeyrek büyüme rakamları açıklandığı zaman göreceğiz ki Türkiye ekonomisi durgunluk dönemine çok belirgin bir şekilde girmiş. Hatta son çeyrekte eksi bir büyüme rakamıyla karşı karşıya kalacak. Bu açıdan baktığımız zaman Türkiye ekonomisinin durumu iyi değil.

Fakat ekonomi yöneticilerinin kamuoyunun algısını yönetmeye yönelik çabalarının da sonuç verdiğini söylemek lazım. Ben burada neyi kastediyorum? Biliyorsunuz, en son TÜİK tarafından açıklanan Ekonomik Güven İndeksi rakamı vardı. O rakamda ekonomiye ilişkin beklentilerin yaklaşık %9.7 oranında iyileştiği, verinin o anlamda iyileştiği gibi bir durumla karşı karşıya kaldık. Fakat ben bunun gerekçesinin ekonomik göstergelerin iyileşmesinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Bunun gerekçesinin, algı yönetimi ve özellikle kurların geriye çekilmiş olması, dolar kurunun 5,35 seviyelerine gelmiş olmasının, vatandaş nezdinde ya da o ankete katılanlar nezdinde yarattığı algının bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Çünkü bütün makro göstergeler, mesela enflasyon rakamına bakıyoruz –biraz önce Nesrin Hanım detaylarını anlattı–, geriledi dediğimiz enflasyon oranı hâlâ %21’in üzerinde. Dünyada en yüksek enflasyon oranlarından bir tanesini yaşıyoruz. Yani “%24’ü gördük, %21 iyidir” gibi bir şey deme şansına sahip değiliz. Bunun gerileme gerekçelerine baktığımızda da, bunun ekonomik saiklerle ortaya çıkan bir durum olmadığını görüyoruz. Enflasyon Kasım ayında niye %1,44 geriledi diye baktığımız zaman, bunun üç temel yerden kaynaklandığını görüyoruz. Bunlardan bir tanesi; biraz önce Nesrin Hanım bahsetti, yapılan vergi indirimleri. Kasım ayında ciddi oranda, hem otomotivde 1600 cc’nin altındaki araçlarda %15 KDV-ÖTV oranında indirim yapıldı. KDV’si ile beraber baktığımız zaman %17,7 gibi bir indirimden bahsediyoruz. Mobilyada KDV %18’den yüzde 8’e indirildi. Beyaz eşyada ÖTV oranları sıfır seviyesinde seyrediyor. Dolayısıyla ana harcama durumları açısından enflasyon kalemlerine baktığımız zaman, otomotivin de içinde bulunduğu ulaştırma grubuna %46,46’lık bir indirim olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla %1,44’lük gerilemenin en önemli kısmının, otomotiv sektörüne yapılan vergi indirimlerinden kaynaklandığını görüyoruz.

Petrol fiyatlarındaki gerilemenin etkisi biraz sınırlı. Çünkü biliyorsunuz, Mayıs ayından beri petrol fiyatları eşel mobil sistemi uyguladıkları için sadece ÖTV’den karşılanıyor bu iniş çıkışlar. Orada doğrudan yansıyan bir enflasyon indirimi çok bariz bir biçimde yok; ama ağırlıklı olarak vergi oranlarının indirilmesinden kaynaklanıyor. Hem ev eşyası grubundaki –buradaki oran %2,85, enflasyona katkısı çok yüksek– ulaştırmada da %6,45’lik bir gerileme var.

Enflasyonun düşük çıkmasındaki bir başka etken ise, biliyorsunuz Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı diye bir program uygulanmaya başlandı. Daha önce sizin programınızda da söyledim, aslında burada yapmaya çalıştıkları şey enflasyonla topyekûn mücadele etmiyorlar. Enflasyon sepetiyle mücadele ediyor hükümet. Bunu nasıl yaptıklarını gazetelere de yansıdığı için rahatlıkla söyleyebilirim. Enflasyon sepetinde yer alan ürünlerin yarısını mahalledeki bakkaldan perakende sektörüne varıncaya kadar herkese gönderdiler. Bu ürünlerin fiyatlarını minimum %10 oranında indirmeleri “talep edildi”. Talep edilme ifadesini tırnak içinde kullanıyorum, çünkü bir kamu gücünden kaynaklanan bir baskı olacağını da esnafın bildiğini düşünüyorum. Hatta bunu denetlemek için zabıtaları gönderdikleri sık sık haber oluyor. Ticaret Bakanlığı’nın yaptığı denetimlerde, 6 bin küsur üründe fiyatların normalin üstünde arttığına dair açıklamaları görüyoruz. Bildiğiniz sopayla, piyasa koşulları ve mekanizması içinde fiyatların oluşumundan dolayı değil, kamu gücünden kaynaklanan güç ve yetkileri kullanarak fiyatların baskılanması yönünde bir çabaları var.

Bütün bunlara rağmen, enflasyon sepetinde yer alan önemli ürün grupları açısından baktığımızda, örneğin gıda ve alkolsüz içeceklerdeki gerileme oranı %0.74. Bütün bu baskıya rağmen çok belirgin bir gerilemeyi burada görmüyoruz. Nereden kaynaklanmış bu gerileme? Bütçe. Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı’ndan kaynaklanan, ama asıl önemli kısmı vergi indirimlerinden kaynaklanan bir etki var. Ulaştırma, otomotiv, ev eşyası grubunda bunu görüyoruz. Biraz önce Nesrin Hanım da söyledi, Türkiye’de iç talep daralıyor. İç talebin daraldığının en önemli göstergesi –çok rahatlıkla bakıp söyleyebiliriz–, TÜİK’in açıkladığı sayılara bakarak söylüyorum: Mesela enflasyon kalemi içerisinde yer alan eğlence ve kültür grubundaki fiyatlardaki gerileme oranı %2,08. Buradaki gerileme gıda ve alkolsüz içeceklerin yaklaşık 3 katına yakın bir gerileme. İnsanların geleceğe ilişkin beklentilerinin bozulduğu, gelirlerinin belirgin biçimde azaldığı veya pozitif bir beklentiye sahip olmadıkları dönemde en kolay yaptıkları kısıntılardan bir tanesi de, dışarıda yemek yemeye gitmiyorlar, daha az oranda bunu yapıyorlar. Bunun etkisini biz buradaki fiyatlarda görüyoruz. Dolayısıyla enflasyonda açıklanan rakam, Enflasyonla Topyekûn Mücadele Programı altında yapılan baskı, vergi indirimleri –ki Aralık ayı sonunda sona ereceği söylenmişti; ama ben Nesrin Hanım’a katılıyorum, büyük olasılıkla seçimlere kadar bunu tekrar devam ettirecekler– ve daralan iç talep. İşte bu üç yer de ekonomik olarak baktığımız zaman bizim arzu ettiğimiz şeyler değil. Daralan iç talep, ekonomik büyümenin 2019’da belirgin bir şekilde yavaşlayacağının göstergesi. Özellikle dengeler açısından baktığımızda, vergiden bu kadar vazgeçiyor olmak ne kadar sürdürülebilir bir şey, bu da belirgin bir şekilde tartışılacak. Piyasaya kamu gücünü kullanarak fiyatlar anlamında müdahale etmek, serbest piyasa ekonomisi açısından kabul edebileceğimiz bir durum değil.

Dolayısıyla açıklanan enflasyon rakamları enflasyonda belirgin bir düşüşü işaret etmiyor. Zorla ve kamu imkânlarını kullanarak fiyatların belli bir miktar gerilemesine yol açmışlar. Bunu neden yaptıklarını da tahmin edebiliyorum. Biliyorsunuz, Sayın Berat Albayrak’ın Yeni Ekonomi Programı diye açıkladığı programda yıl sonu enflasyon hedefi, Aralık ayı sonunda %20,8 olarak hedeflenmişti. Bu rakamı tutturmaya çalışıyorlar. Yani buradaki çabayı gayet açık ve net bir şekilde görebiliriz. Hedef, Yeni Ekonomi Programı’nda açıklanan rakamın ortaya çıkmasını sağlayabilmektir.

Bakın, bu çok konuşulmuyor: Yaklaşık 3 hafta ya da 1 aya yakın bir zaman önce, Merkez Bankası yılsonu enflasyon tahminini açıkladı: %24’ün üzerinde bir tahminî enflasyon rakamı var. Burada aslında Merkez Bankası’yla Berat Albayrak arasındaki rekabeti de görebiliyoruz. Her ne kadar eleştirsek de Merkez Bankası ekonominin çok ciddi bir kurumudur, araştırma departmanında çok ciddi iktisatçılar çalışıyor, iyi ekonometrik modeller kullanıyorlar. Onların tahmini %24. Ama Berat Albayrak %20,8’in tutturulabilmesi için bütün kamu olanaklarını kullanıyor. Bu sürdürülebilir bir şey değil. Ekonominin çarklarının kendi dinamikleri içerisinde dönüp dengeye ulaşması gerekir. Yoksa kamu otoritesinin verdiği yetkiyi kullanarak fiyatları sınırlandırmaya çalışmak, uzun vadede ekonomik anlamda sonuç vermeyecektir diye düşünüyorum.

Peki. Ozan Bey sizin fotoğrafınızdan görünen nedir?

Ozan Bingöl: Ben öncelikle stüdyodaki Nesrin Hanım’a ve size iyi akşamlar diliyorum. Hem Nesrin Hocam, hem de Yalçın Hocam o kadar güzel ifade ettiler ki, fotoğrafa yapılacak çok da bir yorum kalmadı. Özellikle Yalçın Hoca’nın şu vurgusunun çok önemli olduğunu bir kez daha ben yineleyeyim o zaman: Kamu olanaklarının kullanılarak, özellikle kamunun elinde olan vergi argümanının kullanılarak, sürdürülebilir olmayan bir modelle enflasyonu baskılamanın sonucunun daha ağır olacağını düşünüyorum. Bu çok net olarak gördüğümüz bir gerçek. Akabinde, hem Yalçın Hocamın hem Nesrin Hocamın söylediğine katılıyorum. 31 Aralık’ta bitecek bu vergi indirimlerinin en azından 31 Mart’taki yerel seçime kadar uzatılacağını öngörmek için çok da kâhin olmaya gerek yok. Ayrıca, Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği ile 2019 yılı yeniden değerleme oranını %23,73 olarak zaten açıklandı. Merkez Bankası’nın enflasyon tahmini yıl sonunda %24. Yeniden değerleme oranı %23,73. Ama Yeni Ekonomi Programı’nın enflasyon hedefi %20,8. Bakalım şimdi kim kazanacak, onu bekliyoruz biz de.

Peki. Bu noktada size bir şey soracağım: İzleyicilerimize bunu bir açıklar mısınız? Demin söz ettiğiniz konuda siz tweet de atmışsınız, onu da gördüm: “Sayın Bakan’ın açıkladığı Yeni Ekonomi Programı’na göre 2019 enflasyon hedefi %15,9. Ama bugün açıklanan, 2019 için uygulanacak yeniden değerleme oranı %23,7. Keşke Sayın Bakan da Enflasyonla Topyekûn Mücadeleye katılsaydı.” Bu çok ciddi bir fark. Yani aynı ekonomi yönetimi 2019 enflasyon hedefi %15,9 diyor. Hadi doğrusunu Merkez Bankası söylüyor diyelim; %24 diyor. Fakat yeniden değerleme oranına bakıyorsunuz, %23,7. Yani yeniden değerleme oranında 15,9 ile 23,7 arasında böyle ciddi bir fark olması nedir?

Nas: %23,7’nin önemini de soralım.

Nesrin Hocamın dediği gibi %23,7’nin önemi nedir? Bu aradaki fark neden kaynaklanıyor? Bu farkın bir sorumlusu yok mudur? Çünkü sonuçta biz sıradan vatandaşlara ciddi bir yük olarak dönüyor bu.

Bingöl: Öncelikle şunu vurgulamakta yarar var: 2019 enflasyon beklentisi %15,9. 2019 için belirlenen, 2018’de belirlenen yeniden değerleme oranı %23,73. Yani bu oran 2019’da hedef olan değil, 2018 için belirlenen. Ama 2019 yılında bu neye ölçüt? Bu yeniden değerleme oranı, mesela 2019 yılında uygulanacak bazı vergi, vergi harçları, damga vergisi, veraset intikal vergisi, trafik cezaları ve idarî para cezaları gibi birçok kalemdeki artışı belirlemek için kullanılan bir ölçüttür. Ama burada özellikle bazı ekonomiyle uğraşan yazarlarda ve gazetelerde de görüyorum maalesef, sanki bu zam yapılmış gibi görünüyor. O yanlışı bir düzeltmek gerekiyor.

Bununla ilgili iki tane Vergi Usul Kanunu Tebliği yayımlanır. Birincisi, yeniden değerleme oranının tespitidir. Tespit ettik. Bir önceki yılın Ekim ayıyla, 2018’in Ekim ayı arasındaki yeniden değerleme oranını bulduk. Yani “2019 için uygulanacak yeniden değerleme oranı %23,73’tür” dedik. Şimdi Tebliğ’in yayınlanmış olması, “Evet, 2019’daki bütün vergi, vergi cezalarına, harçlara, pasaport harçlarına, ehliyet ve değerli kâğıt bedellerine bu kadar zam gelecektir” demek için erken. Çünkü ikinci bir Tebliğ ile her kanunda eskiden Bakanlar Kurulu’na verilen yetki şimdi artık Cumhurbaşkanı’nda.  Kanunî yetkisini kullanarak alt ve üst limitler arasında değişiklik yapabilme hakkına sahiptir. O yüzden, “2019’da %23,73 uygulanacaktır” demek şu an için doğru değil. Bekleyeceğiz, ikinci Tebliğ’i göreceğiz.

Ben orada şunu vurgulamak istedim: Siz 2019’da %15,9 enflasyon hedefliyorsanız, %23,73 artışı 2019 için uygulamayın. Herkesi Enflasyonla Topyekûn Mücadele’ye davet ediyorsanız, siz de katılın bir zahmet. Siz de bu oranda yetkinizi kullanarak alt sınırlar dahilinde indirime gidin. Çünkü zaten vatandaşın alım gücü gün geçtikçe düştü. Her geçen gün de düşmeye devam ediyor.

Peki. Şimdi “Enflasyon gölgesinde ekonomi” dedik ya, biraz önce üçünüz de bu enflasyon verilerini bir miktar değerlendirdiniz. Bu enflasyon verileri geldikten sonra Hazine ve Maliye Bakanı da bir dizi tweet attı. Hazine ve Maliye Bakanı’nın attığı tweet’ler doğal olarak, her şeyin yolunda gittiği, mutlu güzel günlerin gelecekte bizim olacağı yönünde. “Dengeleme süreci, kur ve faizlerden sonra enflasyon rakamlarında da etkisini göstermeye başlamıştır. Cumhurbaşkanlığı sisteminin güçlü koordinasyonuyla, enflasyonla mücadelede başlattığımız yapısal adımları daha da ileriye taşıyacağız” diyor.

Gazete Duvar’dan Nergis Demirkaya’nın haberine göre, aynı Hazine ve Maliye Bakanı, bir MHP’li ve iki CHP’li milletvekilinin sorduğu sorulara verdiği yazılı cevapta, Türkiye ekonomisinin son 5 yılda içeride ve dışarıda iç ve dış kaynaklı çeşitli şoklar yaşadığını, bu şoklar nedeniyle aslında ekonominin bugünkü duruma geldiğini söylüyor. Hatta o yazılı cevabında bir de şema vermiş. O şemada, ekonomiye yönelik iç şoklar listesinin başına “Bu iş Mayıs 2013’te Gezi olaylarıyla başladı” diye koyuyor. Yani Hazine ve Maliye Bakanı, Türkiye ekonomisindeki bozulmayı, sıkıntıyı, krizi –artık ne diyorsanız– 2013’ün 28 Mayıs’ında başlayan Gezi olaylarına bağlıyor. O iç şoklardan birincisinin Gezi olayları olduğunu iddia ediyor.

Şimdi ben şöyle bir baktım. Gezi olayları 28 Mayıs’ta başlıyorsa, 29 Mayıs 2013 Çarşamba günü, Merkez Bankası’nın efektif dolar satış kuru 1,87 TL, euro kuru 2,41 TL, gösterge faizi %5,26. Hadi başıdır, biraz daha sonrasında “Ne olmuş?” diye bakıyorum. 3 Haziran Pazartesi günü yine Merkez Bankası’nın dolar kuru 1,89 TL, euro kuru 2,46 TL, gösterge faizi %6. 16 Haziran’da Gezi Parkı tamamen boşaltılıyor. Yani “Gezi Eylemi” en azından İstanbul’da, Gezi Parkı’nda fiilen sona eriyor. 17 Haziran Pazartesi gününe bakıyorum; dolar kuru 1,87TL, euro kuru 2,49TL, gösterge faizi %6,21.

Şimdi soru şu: Bizim ekonomimizin bu hale gelmesinin nedeni nedir? Gerçekten “Gezi” midir? Ki en azından iç gösterge onun pek öyle olmadığını söylüyor. Eğer öyle değilse, bu Gezi meselesi 5 yıl sonra neden tekrar önümüze getirilmektedir?

Nas: Şimdi şu enflasyonla ilgili hemen bir-iki ufak şey ilave etmek istiyorum: Burada geleceğe dönük baktığınızda, üzerinde durmamız gereken şeylerden bir tanesi şu: Hâlâ çekirdek enflasyonda yıllık %24’ün üzerinde bir artış ivmesi var. Bu önemli. İkincisi, bir de gıda gibi hızlı tüketilen mallardaki fiyat artışına baktığımız zaman Kasım’da 0,48 oranında artmış. Yani onlarda pek düşme yok. Yalçın Hocanın da söylediği gibi vergi indirimleri, soğanla mücadele, depo basmalar, bütün bunlarla devreye giriyor.

Şimdi gelelim Gezi meselesine. Türkiye ekonomisinin sorunları Gezi’de başlamadı. Türkiye ekonomisinin temel sorunu, Türkiye’de ekonomiyi yönetenlerin ekonomiyi yönetmek için çok da fazla yaratıcı bir şey yapıp yapısal reformları yapmayı ihmal etmesidir. İnşaata dayalı bir büyümeyi, gerçek anlamda bir ekonomik kalkınma, bir büyüme olarak görmeleri. Rantlara dayalı bir zenginleşmeyi de ekonominin insanların refahının artması, zenginleşme olarak görmeleridir. Bu birikim modeli tıkanmıştır. Bu birikim modelinin tıkanmasının temel sebepleri var: Bunların başında da, uluslararası piyasalarda ucuz ve bol dövizin bitmiş olmasıdır. O döviz de öyle birdenbire bitmedi. Yani 2008 krizinden sonra, Amerika ve Avrupa Merkez Bankası, bol para saçarak krizi yönetme yolunu benimseyince, Türkiye kendisini çok bol paranın içinde buldu. Bu partinin hiç bitmeyeceğini, bu partinin hep devam edeceğini, eğlencenin devam edeceğini düşündü. O nedenle, biz o aldığımız paralarla inşaatta muazzam bir yatırım yaptık. Yolları, altyapı yatırımlarını anlayabilirim. Ama Avrupa’da, en çok alışveriş merkezinin, rezidansın, bilmemnenin olduğu bir ülke haline geldik. Avrupa’nın en iyi havalimanlarından biri ve bizim için son derece yeterli bir havalimanıyken, “Dünyanın en büyük havalimanını” yapıyoruz diye 3. Havalimanı’na başladık — ki işçinin ücretlerini ödeyemedikleri için taşeronların, o işçileri hak arama mücadelesinin hapishaneyle sonuçlandığı bir sürece yöneltti.

Burada bir başka şey oldu: Ekonomide rantları ayağa kaldırdığınız zaman, yani bir ekonomiyi rantların büyümesine dayandırdığınız zaman, o rantlar geldi bizim sanayimizi de emdi götürdü. Yani mevcut sanayimizi yok etti. Türkiye bir erken sanayisizleşme dönemine girdi. Şimdi bol para da bitince, biz birdenbire ortada kalıverdik. Elimizde şu anda 217 milyar dolar reel sektör borcuyla, toplamı dikkate aldığınızda,  450 milyar dolarlık borçla baş başa kaldık — ki bunların önemli bir kısmı da kısa vadeli borçlar. Oysa yapısal reformlara devam etmiş olsaydık, Türkiye bir hukuk devleti olma önceliğini koruyup sürdürseydi, tıpkı diğer gelişmekte olan Avrupa’daki ülkeler gibi, muhtemelen biz yine biraz sıkıntı yaşayıp çekecektik ama, böyle bir perişanlığı yaşamayacaktık açıkçası.

Biz artık mevcut durumumuzla ilgili baktığımız zaman birinci acil önceliğimiz şu: Bu ekonominin durduğu halde bile, biz bu ekonomiyi çevirebilmek için her yıl 220 milyar dolar kaynak bulmak zorundayız. Bu kaynağı nereden bulacağız? Bir önceki bölümde söyledim, bu kaynağı bulabilmek için, dünyanın en iyisi olmak zorundasınız. Dünyanın en iyisi değiliz. Hatta artık hukuk devleti, demokrasi, şeffaflık, hesap verebilirlik, rekabetçilik endeksi konularında en kötülerinden biri haline geldik. Böyle bir durumda, sizin yaklaşan seçimlerde bir hikâye bulmanız lazım. Çünkü ortada kriz yokken, para bolken, sürekli olarak siz şunu sattınız: “AK Parti ile Türkiye zenginleşti”, “AK Parti ile Türkiye büyüdü”, “AK Parti ile Türkiye, Avrupa ve dünyanın kıskandığı bir ülke haline geldi. Işıl ışıl kentler, dünyanın en büyük havalimanları, köprüleri, bilmem neleri”… Şimdi siz böyle bir hikâyeyi sattınız. Şimdi ise insanlar için çok ciddi bir şekilde ekmek problemi çıktı ortaya. Yani artık insanlar günlük yaşamaya başladı. Bırakın önümüzdeki yılı, bir sonraki yılı, yarınını göremiyor. Bu durumda, ekmeğin konuşulmaması için sizin başka bir hikâyeye ihtiyacınız var. Bütün bu sorumluluğu kendi üzerinizden atıp, bir başka şeye yansıtmanız lazım. “Gezi” burada bu hikâye için çok önemli, işlevsel bir araç. Gezi’ye çekerek ve “Bütün bu bozulmanın, büyünün bozulmasının sebepleri Gezi’dir” diyerek, hem ekonomideki kötü manzarayı, resmi gözlerden saklama imkânına kavuşuyor, hem de Gezi’nin kendi tabanında bir alıcısı var. Çünkü Gezi, tam da onların söylediği, “yerli ve milli” diye sundukları her şeyin karşısında olan, temel hak ve özgürlükleri öne çıkaran, çevreyi öne çıkaran, daha yeni ve çağdaş yaşam biçimini savunan ve en önemlisi, farklılıkların bir arada olduğu, kendiliğinden gelişmiş, lideri olmayan bir toplumsal muhalefet hareketi. Bununla nasıl baş edeceklerini, nasıl yöneteceklerini bilemiyorlar. O nedenle, bir bütün olarak “Gezi”yi, “yerli ve milli olmayan her şey” olarak tarif ediyorlar. “Yerli ve milli olmayan her şey”in başlattığı, o büyüyü bozduğu, iyi giden işleri bozduğu, Türkiye’nin büyümesine çomak sokan bir hareket olarak koyuyorlar. Bunun alıcısı var mı? Bence bunun alıcısı var maalesef. Bu hikâyeyi yazıp bunun üzerinde sürdürüyorlar.

Biliyorsunuz her seçim öncesinde mutlaka bir “düşman”, bir “öteki” var. AK Parti, o ötekiyle kavga ederek kendi seçmen tabanını muhkem kılıyor. Her seferinde de bir yabancı var; kimi zaman Avrupa, kimi zaman Hollanda, kimi zaman Amerika. Ama bu sefer –az önce bu 220 milyar doları o nedenle telaffuz ettim– 220 milyar doları nereden bulacaksınız? Avrupa ve Amerika’dan bulacaksınız. Fonlarınızı ağırlıklı olarak oradan alacaksınız. O nedenle, oralara kafa tutacak, meydan okuyacak durumda değiliz maalesef. Onun için, içeride o “yabancı” algısını oluşturabileceğiniz, “yerli ve milli olmayan” bir şey bulmanız ve cepheyi genişletmeniz lazım. 2013’e çektiğiniz zaman, cepheyi bayağı genişletiyorsunuz. O yeni hikâyeyi de orada yazıyorsunuz. Yani: “Sebep biz değiliz. Her şey iyi gidiyordu. Ama bu ‘Gezi’ yok mu? Bu ‘yerli ve milli olmayan’, bu yabancıların içerideki uzantıları yok mu? Bunlar iyi giden şeylerin hepsini bozdular. Çektiğiniz sıkıntının nedeni budur.” Ekmeğin, işin, aşın konuşulmasını önleyecek yeni şey, bu.

Dikkat edin, bu konuyu ilk Bahçeli ortaya attı: “Gezi’yle ilgili hukukî mücadele bir an önce başlamalıdır” dedi. Bahçeli’nin son demecinde de, “İlericilik murdar olmaksa –muhtemelen orada ‘Sarı Yeleklilere’ atıfta bulundu– biz gerici olmaya razıyız” dedi. Hepsini üst üste koyduğunuz zaman, Gezi, 31 Mart seçimleri için çok elverişli, içinde yeni bir düşman, yeni bir öteki yaratacağı bir ortam sunuyor. Bundan sonra bu hikâyeyi çok dinleyeceğiz, zaten çok da genişletildi dikkat ederseniz;  akademisyenler için de, öğrenciler için de, gençler için de, Kürtler için de. O kadar geniş bir çizgi ki, içinden istediğini çekip alacağı, derleyeceği, o propagandanın gerekçesi olarak içine koyacağı bir malzemeyi içeriyor maalesef.

Yalçın Hocam, 5 yıl sonra, Gezi’nin, “Ekonomimizi bozan, tahribata uğratan ilk şey budur” diye önümüze konulması konusunda sizin kanaatiniz nedir? Varsa bir suç ya da suçlular, aslında onlar kimdir?

Karatepe: İçinde bulunduğumuz dönemde yaşadığımız sorunlar nelerdir? Bunları bir kategorize edip, bunların Gezi’den ne kadar etkilendiğine ya da Türkiye’nin 2002’den beri devam eden iktidar anlayışından ne kadar etkilendiğine bakıp öyle değerlendirmek gerekir.

Ekonomi konuşuyoruz ama ekonomiyi etkileyen diğer faktörlerden de bahsedelim. Şu anda Türkiye’de 3 temel sorun alanımız var: Bunlardan bir tanesi ekonomi. Türkiye ekonomisinin bütün makro göstergeleri bozulmuş durumda. Bu şekliyle, uzun vadede Türkiye ekonomisinin yönetilmesi mümkün değil. Neden bozulduğuna bir bakalım. Biraz önce Nesrin Hanım çok iyi ifade etti. Bizim temel sorunlarımız nedir? “Betona gömmek” dediğimiz, inşaat sektörünün –3 Kasım seçimlerini esas alırsak, 2003’ten bugüne gelen döneme baktığımız zaman– büyüme oranı, Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla’nın neredeyse iki katı. İnanılmaz derecede yüksek bir büyüme. Bütün kaynaklarımızı ya da kaynaklarımızın en önemli kısmını oraya aktarmışız. Bu parayı nereden bulmuşuz? Nesrin Hanım çok iyi özetledi. Dünyada para bol ve ucuzken, siz onu getirip burada alışveriş merkezlerine, rezidanslara gömmüşsünüz. Bu ne zaman başladı? Bu ne zaman başladı? 2013’te yaşanan Gezi olaylarıyla başlamadı ki. Rakamlara baktığınız zaman 2003 yılından beri başladığını görüyorsunuz. 

“Türkiye’nin temel sorunları nedir?” diye baktığımızda, bir: Yüksek borçluluk oranı — ki borçluluk oranı sadece yurt dışı borç anlamında değil, yurt içinde de yüklü miktarda borcumuz var. Bugün Türk bankacılık sisteminin, Türkiye’de yerleşik olan vatandaşlardan ve kurumlardan olan kredi alacağı yaklaşık 460 milyar dolar civarında. Gerçi dolar kuru düştü. Ben en son baktığımda, dolar 6 TL seviyesindeyken bu kadardı. Bu kurdan baktığımızda herhalde 500 milyar dolar civarında bir kredi borcundan bahsediyoruz. Bu, Gezi Olayları’ndan sonra ortaya çıkan bir şey değil ki. 2003 yılından beri uygulanan ekonomi politikasının getirdiği yerlerden bir tanesi.

Cari açığımız düşüyormuş gibi görünüyor, evet, doğru. Ama düşme gerekçisi, üretimimiz yavaşladı, ithalat ihtiyacı yok. İnsanlar artık girdi ithal etmek durumunda değiller. Buna bağlı olarak döviz kurunun da biraz gerilediğini düşünüyoruz. Peki, Türkiye’nin yaklaşık %70 insanî girdiye bağlı olarak üretim yapar hale getirilmesi, 2013 yılında başlayan bir şey mi? Değil tabii. 2003 yılından beri uygulanan ekonomik politikalardan. Bu kaçınılmaz bir sonuç. Yüksek borçluluk oranı, ithalata bağlı bir üretim yapısı, aşırı derecede yükselmiş ve kaynak aktarılmış olan inşaat sektörü açısından baktığımızda, bugün ekonomide yaşadığımız sorunların bir kısmı buradan kaynaklanıyor.

Ama bunların yanında, en az bunun kadar önemli olan iki alan daha var. Bunlardan bir tanesi, Türkiye’de kurumsal yapı çökmüştür. Demokratik rejimlerde en önemli şeylerden biri de kurumsal yapıdır. Kurumsal yapıdan kastettiğim, bir yığın kurumlar, kurullar, örgütler vardır. Bağımsız kurumlar vardır, Meclis gibi siyasî erki kullanan farklı kurumlar vardır. Türkiye’de artık bu kurumların bağımsız bir biçimde hareket etme olanağı kalmamıştır. Biz, güçlü lidere odaklı bir siyasî yapıya dönüştük. Oysa demokratik bir ülkede ihtiyaç duyulan şey, güçlü lider değil, güçlü kurumların olmasıdır. Güçlü kurum, kurumsallaşma dediğimiz şey –şirketler hep “kurumsallaşma, kurumsallaşma” der– kuralların açık ve net bir biçimde ortaya konulması ve herkesin, buna bağlı olarak faaliyet göstermesidir. Bunu aynı şekilde ülke için de uygulamamız lazım. Yani, kurallar açık ve net olmalı ve herkes buna bağlı olarak faaliyet göstermeli. Bunun uygulanıp uygulanmadığından sorumlu olan kurumlar var. Bağımsız kurumlar vardır, kamu kurumları vardır bunları yapmakla mükellef olan. Türkiye’de bugün bunların hiçbirisi kalmamıştır.

Sedat Bey, siz biraz önce faizlerin gerilemesinden bahsettiniz. Doğru, Türkiye’de faizler geriliyor. Ama BDDK’nın İstanbul’da bankacıları topladığını ve kredi faizlerine uygulanacak üst limiti belirlediğini biliyor musunuz? Resmî olarak yapmıyor tabii. Yazı yazsa hukuken sorun olacak. “Şunun üzerinde bir faiz oranı uygulayamazsınız” talimatını verdiği, gazetelere ve internet sitelerine haber olarak düşüyor. Ben bunu BirGün gazetesindeki köşemde de yazdım. Normalde BDDK’nın nasıl çalışmasını beklersiniz? Bankacılık ilkelerine göre, ekonomik dinamiklere uygun olarak, belli mevzuatlarda bankacılığa ilişkin var olan esaslar çerçevesinde faaliyet göstermesini beklersiniz. Oysa bunu yapmak yerine, faiz indirme “ricası”nda bulundu. Bütün bankalar her akşam hangi krediyi kaçtan kullandırdıklarına ilişkin verileri BDDK’ya aktarmakla yükümlü hale getirilmişlerdir. Hatta bence çok çarpıcı örneklerden bir tanesidir: Türk Telekom’u satın almak için Türk bankalarından kullanılan yaklaşık 4,5 milyar dolarlık kredi var. Şirket o krediyi ödeyemediği için, bunun takibe düşmesi söz konusuydu. BDDK Başkanı bir finans kongresinde yaptığı konuşmada “Bunu takibe düşürmeyin” diye bankalara talimat verdi. Talimat vermek ne demek? Ortada bir mevzuat varsa, “Bir kredi 90 gün içinde ödenmediyse takibe düşer” uygulaması varken, siz “Bunu uygulamayın” diye talimat veriyorsanız, bu, kurumsal yapının çöktüğünü gösterir. Sadece BDDK örneğini veriyorum, ama diğer kurumlar açısından da aynı şey.

Bu neden önemli? Bu, Türkiye’de öngörülebilirliği ortadan kaldırıyor. Yatırım yapan, birtakım ekonomik kararlar alan ya da hayatın içinde var olmaya çalışan insanlar tahminde bulunuyor. Bugün aldığımız karar, gelecekte bir sonuç doğuruyor. Bugün bir karar alırken, kanuna, yönetmeliğe, ekonomik koşullara bakıyorsunuz. Ama içinde bulunduğumuz durum şunu gösteriyor: Bunun hiçbirisinin bağlayıcılığı yok. Bir sabah kalkıyorsunuz, Cumhurbaşkanı Kararnamesi’yle bir yığın şeyin değiştiğini görebiliyorsunuz. Ortalama bir vatandaş olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Sabah kalktığımda ilk okuduğum şey Resmî Gazete. Normalde günlük gazeteleri okumamız gerekir, ama “Bugün ne yaptılar?” diye bakıyorsunuz. Döviz üzerinden kira sözleşmeleri ya da döviz üzerinden yapılan sözleşmeler bunun en iyi örneklerinden bir tanesi: Bir plan yapıyorsunuz, ona göre kararlar alıyorsunuz. Bir sabah kalkıyorsunuz, yasaklanmış. Niye yasaklanmış? Bir kararnameye bağlı olarak yasaklanmış. Dolayısıyla, Türkiye’de kurumsal yapı çökmüştür. Bu, Türkiye’nin öngörülebilirliğini ortadan kaldıran önemli unsurlardan bir tanesi.

Üçüncüsü, yargı ayağı. Türkiye’de ekonomik açıdan yargı konusu çok konuşulmuyor. Aslında diğer açılardan da konuşulması gerekir, ama konumuz ekonomi olduğu için bunun konuşulması gerek. Biliyorsunuz, piyasa ekonomisinin özü sözleşmeler hukukudur. Yani illa bir kâğıda imza atmak anlamında değil. Siz bir karar aldığınızda, oradan kaynaklanan hak ve yükümlülüklerinizin hukuktaki karşılığını bilirsiniz. Kira sözleşmesi yaptığınız zaman Borçlar Hukuku’na atıfta bulunursunuz. Kredi sözleşmesi yaptığınız zaman hem Borçlar Hukuku, hem Bankacılık Hukuku’na atıfta bulunursunuz. Aslında hayatın bütün alanı hukuk tarafından dizayn ediliyor.

Böyle bir dönemde, hukukî süreçlerin sağlıklı çalışmaması, ekonomik karar almayı da zorlaştırıyor. Siz nasıl yatırım yapacaksınız? Bir sabah kalkıyorsunuz, vergi oranı değişmiş. Neye göre değişmiş? Niye değişmiş? Ne kadar sürdürülebilir bu değişen vergi oranı? İDO, bunun örneklerinden bir tanesidir. Osmangazi Köprüsü yapıldı, oradaki geçiş ücretini –hadi– geçenler ödüyor, ama geçmeyenlerin tamamını biz ödüyoruz. İhaleyi satan insanlar zarar ettiler. Çünkü alınan bu karar, siyasî bir kararın sonucu.

Türkiye’de ekonomik göstergelerin bozulmasının temel sebebi, 2003 yılından beri uygulanan ekonomik programdır. Türkiye’de rejim değişikliğine bağlı olarak, Nisan 2016’da yapılan Anayasa Değişikliği Referandumu ile beraber, kurumların ortadan kalkmış olması, yetkilerinin yok olması ve hukuk sisteminin sağlıklı çalışmaması bugün Türkiye’de yaşadığımız bütün sorunların temelinde yatıyor. Bunlar, 2013 yılında Gezi Parkı’nda çadır kurmuş olan bir grup insandan dolayı ortaya çıkan şeyler değil. Yönetimde bulunan iktidar erkini kullananların yapmış olduğu tercihlerin ve aldıkları kararların bir sonucudur. Bu da 3 Kasım’da yapılan seçimlere kadar gidiyor. Eğer bir sorumlu aramak istiyorsak, bence son 16 yılda ülkeyi yönetmekle görevli olan siyasî partiye bakmamız gerekiyor.

Peki. Ozan Bey, işin vergi tarafını size sormak arzusundayım. Çok hâkim olmadığım bir konu. Bir de şunu sormak istiyorum asıl: Bakan, “Bütün bu işler Gezi yüzünden oldu” diyor ya, mesela Fransa’daki ‘’Sarı Yelekliler’’ eylemi, Fransa’daki akaryakıt vergisi yüzünden başladı. Bu eylem sonucunda Fransız hükümeti dün itibariyle bu vergiyi tamamen kaldırdı. Bize şöyle bir kıyaslama yapabilir misiniz? Türkiye’de akaryakıt vergisi üzerinde ne kadar bir yük var? Fransa’da ne kadar bir yük var? Biz ne kadar fazla vergi ödüyoruz? Genel olarak biz çok mu vergi ödüyoruz?

Bingöl: Sorulara başlamadan önce şunu söylemeden geçmeyeyim: Ben hep vergi tarafının iç karartıcı olduğunu düşünürdüm. Ama Yalçın Hoca’yı dinledikten sonra vergi sevimli hale gelmeye başladı.

Karatepe: Öyle karamsar bir tablo çizmediğimi umarım.

Bingöl: Gerçekler bu aslında. Yalçın Hocama bir ekleme yapayım: Özellikle son dönemde birkaç aydır KGF (Kredi Garanti Fonu) kredilerinin geri dönüşlerinde, “Verildiği dönemdeki faiz baz alınsın” diye bir baskı olduğunu hepimiz biliyoruz zaten. Bu da bankalar için bir zarar aslında.

İkinci olarak, olayın vergi ayağına bakacak olursak: Fransa’daki “Sarı Yelekliler” mevzuu, akaryakıt vergileriyle ortaya çıkan bir mevzu. Ama temelde çok net bir şey var. Fransa’da yaşanan olay şunu gösterdi: Bir ülkede vergi bilinci ne kadar yüksekse hak arama bilinci de o kadar yüksektir. Ülkede vergi bilinci olmadığı için, verginin farkında olmadığımız için hak arama bilincimiz de o kadar düşük maalesef.

Akaryakıt vergilerini kıyaslayacak olursak: Bizde bugün itibariyle eşel mobil sistemi, oto gaz dışında motorin ve benzinde eski sisteme döndü zaten. ÖTV’den karşılanan miktarlar doldu, döviz kuruyla birlikte artık indirimler başladı. Bugün benzinde ortalama vergi yükü, satış fiyatı içerisinde %50, %51 civarında. Motorinde is %46, %47 civarında. Birbirine çok yaklaştı artık. Bu söylediğim, satış fiyatı içerisinde. Ürün fiyatından baktığınız zaman %126, %127 gibi bir vergi var. Satış fiyatından baktığınızda %50 civarında.

Avrupa ile kıyaslayacak olursak, şunu söylemek gerekir: Akaryakıtta satış fiyatı içerisindeki vergi yükü anlamında Avrupa’ya göre orta sıralardayız. Akaryakıt içerisindeki vergi yükü çok yüksek değil aslında. Ama bizde uygulanan sistem çok enteresan. Neden enteresan olduğunu ve neden orta sıralara düştüğümüzü söyleyeyim ki vatandaş anlasın. Türkiye’de akaryakıt satış fiyatı düştükçe vergi yükü artar. Yani, 1 litre benzin 4TL’ye satıldığında, satış fiyatı içerisindeki vergi yükü %70’leri bulur. Ama 1 litre benzin 6TL’ye satıldığında, satış fiyatı içerisindeki vergi yükü %51’lere düşer. Çünkü akaryakıt üzerinden ÖTV alınmaktadır. Bu da litre başına maktu yani sabit olarak alınmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de akaryakıtta enteresan bir vergi sistemi uygulanmakta. Aslında fiyat artışı vergi yükünü azaltan bir durum olarak çıkmakta. Fransa’da verilen tepkinin nedeni şu: Orada da bir akaryakıt tüketim vergisi var. Fiyatla beraber vergi de artıyor. Vergi artışı direk satış fiyatına yansıyor.  Vatandaşın da vergi bilinci yüksek olduğu için hak arama bilinci de yüksek oluyor. “Ben her kalemde vergi ödedikten sonra bu kadar vergiyi bir daha niye ödüyorum?” diye soruyor vatandaş. Bizde böyle bir sorgulama yok. Temel sorun burada aslında. Siz doğumdan ölüme, ekmekten suya kadar her şeye vergi ödüyorsunuz. Sabah uyandığınızda musluğu açıyorsunuz, güne 5 adet vergiyle uyanıyorsunuz. Daha musluğu açtığınızda 5 adet vergi ödüyorsunuz. Hâlâ özel güvenlikli sitelerde kaldığımızı sorgulamıyoruz. Neden hâlâ Özel Sağlık Sigortası gibi bir kavram olduğunu, neden özel okul olduğunu, neden hâlâ mecburen özel hastanelere gitmek zorunda kaldığımızı, ya da devlet hastanesine gittiğimizde neden muayene parası ödediğimizi, reçete parasını neden bir kez daha ödediğimizi, bu kadar vergi ödedikten sonra ücretsiz almamız gereken hizmetleri neden tekrar ücretini ödeyip aldığımızı sorgulamamız gerekiyor. 

Karatepe: Sedat Bey, izin verirseniz ben Ozan’ın söylediklerine ekleme yapmak istiyorum. Bu vergi bilinci konusunda söylediklerine yüzde yüz katılıyorum. Siz hatırlar mısınız bilmiyorum, galiba 1 sene önceydi yine sizin bir programınızda, “Herkesin yılsonunda vergi beyannamesi vermesi gerekir” diye bir öneride bulunmuştum.

Evet, doğrudur. “Bilinci artırır” demiştiniz.

Karatepe: Evet. Çünkü nüfusun büyük bir kısmı ödediği verginin farkında değil. Çünkü vergi kaynağında kesiliyor. Biz elimize geçen paranın miktarına bakıyoruz. Ama brüt rakama bakarsak, onun içerisinde ne kadar gelir vergisi ödediğimizi, harcama yaparken ne kadar dolaylı vergiler ödediğimiz görürüz.

Genç izleyicilerimiz hatırlamayabilir ama yaşı bana yakın olanlar bilirler. Eskiden fiyat + KDV diye bir uygulama vardı. Ne kadar vergi ödediğimizi biliyorduk. Şimdi fiyat içerisine giydirildiği için onu bilmiyoruz. Benzinin litresi 6 TL diyoruz ama ne kadar vergi olduğunu bilmiyoruz.

Türkiye’de en az konuşulan konulardan bir tanesi, kimin ne kadar vergilendirildiği ve bu vergilerin nereye harcandığı. Dikkat ederseniz, Batı toplumlarında ya da geçmiş demokrasilerde siyaset bunun üzerine yapılır. “Kimi vergilendireceğiz, topladığımız vergileri nereye harcayacağız?” Bunlar çok sık tartışılan konulardan bir tanesidir. “Zenginden çok alacağız, düşük gelirlilerin sağlığını finanse edeceğiz, eğitimini karşılayacağız” vs. ABD’de “Obama care” denilen bir sağlık sistemi vardı. Trump “Ben buna karşıyım” deyip değiştirmeye çalışıyor. Türkiye’de hiç konuşmadığımız konu, kim ne kadar vergilendiriliyor ve toplanan vergiler nereye harcanıyor?

Biraz önce sizin sorduğunuz soru, “Türkiye’de yaşanan krizin başlangıcı Gezi Olayları mı?” Bize anlatılan hikâye bu. Bize hep “Cambaza bak, cambaza bak!” Gezi’ye bak! Amerikan hükümeti şunu yaptı, FED bu kararı aldı, Çinliler de bunu yapıyor” deniyor. Ama asıl, ortalama vatandaşın günlük hayatını etkileyen, vergiden kamu harcamalarına varıncaya kadar olan alanlarda, siyaset kurumu da tartışmıyor maalesef. İktidar bunun tartışılmasını istemeyebilir, bunu haklı bulabilirim. Ama muhalefet de bu tartışmaya girmiyor. Niye bu kadar yüksek vergi ödeyip, bu kaynakların nereye harcandığını…

Ozan Bey’e şunu sormak istiyorum:

Bingöl: Sedat Bey, bir saniye. Ben Yalçın Hocamın söylediklerine bir ekleme yapmak istiyorum: “Muhalefet neden yapmıyor?” Muhalefetin yakasını bir bırakalım. Belki muhalefet etmek istemiyor adamlar. Yüklenmeyelim, böyle mutlular.

Peki, muhalefetin yakasını bırakalım, kendi sorumluluğumuza dönelim. Şunu sormak istiyorum, çünkü merak ediyorum: Türkiye’de sıradan bir vatandaşın 1 yıl içinde ne kadar vergi ödediğini sorabileceği, vergisinin nereye harcandığını sorabileceği bir mekanizma var mı?

Bingöl: Yok. Ben size net bir örnek söyleyeyim. Bugün Türkiye Jokey Kulübü’nün internet sitesine girin. Bir atı seçin. Atını geçmişini, gelirini, giderini, anasını, babasını 1 dakikada öğrenirsiniz. Yalçın Hocam canlı şahididir; Gelir İdaresi Başkanlığı’nın sitesine girin, bırakın ne ödediğinizi, bir veri bulmaya çalışın. 2,5 ayda bulamıyorsunuz.

Karatepe: Çok özür dilerim, bu konuşma sanki arkadaş sohbetine dönüşmüş gibi oldu, ama çok da keyif alıyorum bundan. Ben 2 gündür bir veri bulmaya çalışıyorum. Mesela asgari ücretle çalışanların ödediği toplam vergi rakamını öğrenmeye çalışıyorum. Normalde, bunun yayınlanabilir, erişilebilir bir bilgi olması lazım. Oturup kendim hesaplıyorum. Kaç kişi asgari ücretle çalışıyor? Bundan kesilen vergi oranı ne kadar? Bunun çarp, 12’ye böl filan. Kim ne kadar vergi ödüyor? Sorusuna yanıt bulabilmek için hakikaten çok çaba sarf etmeniz gerekiyor.

Nas: Bir de şu var Sedat Bey: Fiyatların üzerine vergiyi koyup dolaylı vergiler yoluyla vergiyi topluyorsanız, aynı zamanda fiyatları da yukarı doğru itiyorsunuz. Bu, sizin enflasyonla mücadelenizi de bir noktadan sonra zorlaştırmaya başlıyor. Ama dolaylı vergileri ödediğiniz zaman zaten bilemiyorsunuz. O sizin aldığınız mal ve hizmetlere bağlı olarak artan ve azalan bir şey. Öyle değil mi Ozan Bey?

Bingöl: Hocam çok haklısınız, ama sadece dolaylı vergi bakımından değil. Yalçın Hocamın biraz önce söylediğine ek olarak şunu da söyleyeyim: Dolaysız vergilerde de bir mali anestezik kavram var. Anestezik bir durum var.

Nas: Tabii, doğru.

Bingöl: Nedenine gelecek olursak, zaten dolaylı vergi çok yüksek. Avrupa’nın, OECD’nin ortalaması, toplam vergi gelirlerinin %35’i, bizde %70’i. Zaten burada bir adaletsizlik var. Adaletsizliğin bir diğer boyutu da gelir vergisinde. Beyana dayanan gelir vergisi %8, kaynakta kesilen %92. Maaşı daha eline geçmeden kaynağında vergisi kesilen vatandaş verginin farkında olamaz.

Nas: Farkında değil, evet.

Bingöl: Bu da bir nevi anestezik bir etkidir aslında. Size çok daha acı bir şey söyleyeyim. Sedat Bey, biraz önce “Veri yok mu?” diye sordunuz ya, çok net bir örnek veriyorum, vatandaş bakabilir. Gelir İdaresi Başkanlığı’nın 2017 Vergi Harcama Raporu’na baktığınızda, “Sporculara yapılan ücret ödemeleri” başlığının karşısında “Veri temin edilememiştir” yazıyor. Bunu Gelir İdaresi Başkanlığı yazıyor. Düşünebiliyor musunuz? Gelir İdaresi Başkanlığı veri bulamıyorsa, ben nasıl bulacağım?

Doğru. Aslında süremiz sona erdi ama 5-10 dakika daha uzatabilirim. Son bir soru. İkişer dakika gibi bir sürede cevap verirseniz sevinirim. Öyle görünüyor ki, bu siyasî iktidar, önümüzdeki seçimi bir şekilde kazanabilmek adına –sizin de dediğiniz gibi– yeni bir düşman yaratmaya çalışıyor. Ya da Yalçın Hocanın dediği gibi “Cambaza bak cambaza” politikasını sürdürüyor. Birinci soru, şu andaki ekonomik sıkıntıyı atlatmak için ne yapmalı? İki: Bu siyasal anlayış o şeyi yapabilir mi?

Nas: Seçimden bağımsız konuşuyoruz tabii, değil mi?

Seçimden bağımsız, bağımlı. Her neyse.

Nas: Şu âna kadaraldıkları önlemlere ve attıkları adımlara bakarsanız, zaten birinci öncelikleri, 31 Mart tarihine kadar sorunları mümkün olduğunca görünmez kılmak, algıyı değiştirmek. Yalçın Hoca söyledi: “Bunu da gayet güzel yaptılar” dedi. Kur, 3,70’lerden –her ne kadar işlem olmasa bile– 7,20’ye gelip oradan geri döndüğünde, bir başarı hikâyesi yazmaya başladılar. Bakan Albayrak da öyle diyor: “Yeniden dengeleme süreci başlamıştır” diyor.  Yeni Ekonomi Programı diye ortaya koydukları programdaki hedeflerden enflasyonu tutturmaya çalışıyorlar. Onun için polisiye önlemler, vergi indirimleri vs… Ama bunu, geleceğe dönük her şeyi çok daha zora, çok daha çıkmaza sokacak adımlarla yapıyorlar. Soğan fiyatlarını indirmek için polisiye önlemlere başvuruyorsanız, gelecek sene soğan bulamayacağız. Çünkü o soğan üreticisi, “Ben bu kadar sıkıntıya katlanamam, en iyisi ekmemek” diyecek.

Yalçın Hoca şu örneği de verdi: Faizleri aşağıya çekmek için siz Hazine’nin öngörülürlüğünü yok ediyorsunuz. İlan ettiğiniz borçlanma programını iptal ediyorsunuz. Elinizdeki, kasanızdaki bütün paralarla mevcut borçlarınızı ödüyorsunuz ve faizleri aşağıya alıyorsunuz. Böylece piyasaları birdenbire hiçbir şey öngöremez hale getiriyorsunuz.

O zaman “Ne yapmalı?” sorusunun en basit cevabı “Bunları yapmamalıyız” mı oluyor?

Nas: Bunları yapmamanız gerekiyor. Kısa vadede atacağınız adımlar farklı. Uzun vadede atacağınız adımlar daha farklı. Kısa vadede, mali ve parasal disiplini sağlayacak, o güveni yaratacak kurumların yeniden siyasetten bağımsız çalışacak ve karar vermesini sağlayacak adımları atmanız gerekiyor. Piyasaları öngörülebilir hale getirmeden hiçbir şeyi istikrarlı hale getiremezsiniz. Çünkü şu âna kadar attıkları her adım güveni sarsıyor. Sarsılan güven de Türk Lirası’nın itibarını düşüyor. O da zincirleme etki ediyor.

Ama orta vadede yapacağınız çok daha önemli şeyler var: Bir kere, bu ülkenin demokratik kriterlerini, hukukî kriterlerini yükseltmeniz gerekiyor. Türkiye’yi yeniden demokratik bir hukuk devleti haline getirebilmeniz gerekiyor. Bir ülkeyi en fazla öngörülebilir yapan, en fazla yatırım yapılabilir yapan, o ülkenin vatandaşlarının gelirini en fazla artıracak olan temel şey budur. Biz 2001’de, IMF ile birtakım anlaşmalar yaptık, ekonomik kurumsal yapıyı toparladık. Ama en önemli reformlar, Avrupa Birliği sürecinde yapılan reformlardı. Türkiye’nin cazibesini, IMF ile yapılan çalışmalar değil, daha çok, Avrupa Birliği sürecinin başlaması ve Türkiye’nin o ortak, evrensel şemsiyesi altına girmesi artırdı. Orta vadede bunu yapmak zorundasınız. Bir hukuk devleti olmadan, bu işten çıkış yok. Bunu kafamıza yazmak zorundayız. Piyasalar yönünden de yapılacak çok şey var.

Ne kadar çok hukuk ve demokrasi, o kadar çok ekmek.

Nas: Evet. En acil meselelerimizden bir tanesi, ekonomimizin yeni teknolojilere ve yeni gelişmelere adapte olmasını kısa vadede sağlayabilecek şeyi yapabilmenizdir. Bunun için de, Türk reel sektörünü, global tedarik piyasalarına entegre etmeniz gerekiyor. Çünkü bizim kaynağımız yok.

Peki. Yalçın Hocam?

Karatepe: Sedat Bey, bir sorunu çözebilmek için önce sorunun varlığını kabul etmeniz gerekir. Yani, Türkiye’de bir ekonomik kriz olduğunu, ekonomik sorunlar olduğunu ekonomi yönetiminin kabul etmesi gerekiyor. Ama bunu kabul etmiyorlar. Mesela Sayın Bakan’ın bir açıklaması var. Berat Albayrak, “Dolar kurundaki dalgalanmaların yabancı bir ülkenin başkentinde planlandığı” açıklamasını yapmıştı. Ben hangi başkent olduğunu bilmiyorum. Başka bir şey olduğu zaman “faiz lobisi”, yok “Rusya’da bilmemne”, falan falan. Önce biz sorunun varlığını kabul etmek zorundayız. “Türkiye’de bir ekonomik sorun var” diyebilmemiz lazım. Ama iktidar bunu söylememek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Bunu şöyle düşünebiliriz: Sizin ciddi bir hastalığınız var. Hastalıkta tedavi yöntemleri bellidir. Ekonomide de böyle. Giriş düzeyinde bir makro kitabı okuduğunuz zaman, makro sorunların nasıl çözülebileceğine ilişkin pek çok tedbiri orada görebilirsiniz. Ama önce o sorunların varlığını kabul etmeniz lazım. Diyelim, çok ciddi bir hastalığınız var. Siz sadece Aspirin içiyorsunuz. Aspirin iyi bir ilaç tabii, ama sizin hastalığını tedavi etmeyebilir. Kabul ettiğiniz andan itibaren, nasıl bir tedavi yöntemi uygulayacağınızı görebilirsiniz. Reçetesi açıkta zaten. Bunun için bana gelip sormanıza bile gerek yok. Ekonomi yöneticisi için söylüyorum. Siz gelip bana sorabilirsiniz tabii. “Cari açık sorunu nasıl çözülür?” diye Google’dan bulursunuz. Google akıllı bir alet. Yapay zekâyla “Şunu  şöyle yapın, bunu böyle yapın” diye hemen söylüyor zaten. Dolayısıyla, sorunu kabul etmek lazım. Türkiye’de ekonomi yönetimi, sorunun varlığını inkâr etmek üzerine kurulu bir anlayışla ekonomiyi yönetmeye çalışıyor. Bu anlayışla çözmeleri imkânsız diye düşünüyorum.

Ozan Bey?

Bingöl: Öncelikle şunu söylemekte yarar var: Mali disiplin, mali disiplin, mali disiplin. Bu saatten sonra artık bundan taviz verilmemesi gerekir. Bu geçici vergi indirimleri, geçici ÖTV indirimleri, geçici KDV indirimleri bizi mali disiplinden uzaklaştırır. Uzun vadede de Maliye’nin tahsil kabiliyetini kaybettirir — ki kaybettirdi.

İkinci olarak: Artık bu vergi aflarından da bir an önce vazgeçmek gerekir. Son 16 yılda 9 kez vergi affı gelmiş. Neredeyse her 1,5 yılda bir vergi affı var.

Üçüncü olarak: Bu ülkede 7 aydır Gelir İdaresi’nin bir başkanı yok. Bir başkan atamak o kadar zor olmasa gerek. Mali disiplinden, bütçe disiplininden, disiplinden bahsediyoruz. Ama başkan atayamıyoruz.

Son olarak: Sayın Bakan’a da söyledim aslında, kendisine ulaşmıştır. Devamlı “Vergiyi tabana yayacağız” diyor. Vergi zaten tabanda. Artık vergiyi tavana, geliri tabana yaysınlar. Yapılması gereken budur.

Sedat Pişirici: Peki Ozan Bey, çok teşekkür ederim. Efendim, “Enflasyon Gölgesinde Ekonomi”yi konuşmaya çalıştık bu akşam. Konuklarımız Nesrin Nas, Yalçın Karatepe ve Ozan Bingöl’dü. Katıldığınız için çok teşekkür ederim. Umarım bu akşamki değerlendirmeler, izleyicilerimiz için de her zaman olduğu gibi zihin açıcı olmuştur. Haftaya bir başka konuda Açık Oturum’da görüşmek üzere. İyi akşamlar efendim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.