Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Pamela Anderson: “Özgürlüğe giden tek yol, ayrıcalıklı olmayanların ortak mücadelesidir”

Sahil Güvenlik (Baywatch) adlı televizyon dizisi ve Playboy dergisine verdiği pozlarla tüm dünyada tanınan, 90’ların ikonik ismi Pamela Anderson, son dönemlerde aktivist kimliği ve güncel politikaya dair yorumlarıyla gündeme geliyor.

Anderson, aktivist kimliğini, Fransa’daki Sarı Yelekliler protestolarını ve Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu krizi Amerikan solunun önde gelen bağımsız yayınlarından Jacobin’e yorumladı. Filozof Srećko Horvat’ın Pamela Anderson’a eşlik ettiği röportajı kısaltarak çevirdik.

Fransa’daki Sarı Yelekliler protestoları, politik elitler ve ana akım medya tarafından bir hayli hor görüldü. Ama sizin yorumlarınız oldukça destekleyiciydi. “Bu isyanın aslında uzun süredir kaynadığını” söylüyorsunuz. Sizce bu protestolar neyi temsil ediyor?

Pamela Anderson: En başta şiddet görüntülerinden etkilendim. Herkes hipnotize olmuş gibiydi. Şiddetin ardında neler olduğunu anlamak istedim. Biliyorum, beni “olduğum gibi” kabul etmek kolay değil. Ortalığı alışılmadık bir şekilde karıştırıyorum ve böyle yapmaya da devam edeceğim.

Fransa’daki protestoların patlak vermesinden birkaç gün sonra Milano’ya gittim ve gazetelerde Matteo Salvini’nin (İtalya Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı) “Macron, Fransızlar için bir sorundur” dediğini gördüm. Ben böyle düşünmüyorum. Bence bu bir Avrupa problemi. Benzer şekilde İtalya’da yükselen “yabancı düşmanlığı” da yalnızca İtalya için değil, tüm Avrupa için bir problem. Örneğin; ünlü İtalyan şef Vittorio Castellani’ye televizyonda “yabancı tarifleri” göstermemesi söylendi. Ben İtalyan yemeklerini çok severim. Ama “yabancı etkileri” çıkardığınızda İtalyan yemeği nedir ki? Eminim Salvini de “yabancı yemeklere” bayılıyordur…

Srećko Horvat: Verdiğiniz örnek, sorunu çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor. 2009’da Silvio Berlusconi de “İtalyan olmayan” yemeklere karşı bir kampanya yürütmüştü. Bu tür çıkışlar, “normalleştirme”nin kesintisiz yöntemlerinden biri. Yani yakın gelecekte “normal” görülecek tedbirlerin ve hatta yasaların toplum tarafından sindirilmesi için yapılan uygulamalardan biri.

Yanlış hatırlamıyorsam bundan 10 yıl önce Vittorio Castellani, otantik “İtalyan yemeği” diye bir şey olmadığını iddia etmişti. Çünkü domates Peru’dan, spagetti ise Çin’den geliyordu. Dolayısıyla yabancı etkiler olmadan “İtalyan lezzeti” şu an deneyimlediğimizden çok daha farklı olurdu. Salvini’nin de muhtemelen “yabancı yemeklerden” keyif aldığını söylediğinizde “gerçek” problemin de adını koymuş oldunuz.

Tıpkı Macron’un altın objelerle donatılmış Salon Doré’sinden Sarı Yelekliler hakkında konuşması gibi, politik elitler ile halk arasında derin bir kopukluk var. Geçenlerde Macron’un bakanlarından biri, yoksulluk sınırındaki çalışanlar ile politik elitlerin arasındaki uçuruma dikkat çekeyim derken “Paris’te şarapsız bir akşam yemeğinin 200 euroya mal olmasından şikâyet etti. Bu da seçkinler ile halk arasındaki kopukluğu gösteren en açık örneklerden biri.

Sarı Yelekliler, Macron’un “gerçek dünya”da yaşamadığına inanmakta oldukça haklılar. Önümüzdeki günlerde alternatif gerçeklikten çıkmışçasına sokaklarda “Başkan Pamela Anderson!” grafitileri de görebiliriz.

Fransız hükümeti yetkilileri ve bazı medya kuruluşları, protestocuların doğayı görmezden geldiklerini iddia ediyorlar. Doğal kaynakları korumaya bu denli ilgili bir insan olarak sizce Sarı Yelekliler’in talepleri doğanın ihtiyaçlarıyla uyum sağlayabilir mi?

Pamela Anderson: İklim değişikliğinin hesabının fakirlere kesilmesini doğru bulmuyorum. Ama en büyük bedeli yine fakirler ödüyor. Bazıları Fransa’daki protestocuların gezegeni kirletmeye devam edebilmek için eylem yaptığını söylüyor. Ama protestocular, zenginler gezegeni yok etmeye devam ederken bedelini fakirlerin ödemesine isyan ediyor. 2013’te yaşanan yıkıcı depremden sonra Haiti’deki çocuk hastanelerini ve mülteci kamplarını ziyaret ettim. Benzer şekilde orada da her şeyin bedelini fakirler ödüyordu.

Fransa’daki protestolar, Macron’un karbon ve hava kirliliği vergilerinin artırılacağını duyurduktan sonra başladı. Bu değişikliğin devlet bütçesini artırması ve insanları dizel yerine alternatif araçlara yönlendirmesi gerekiyordu. Macron, 2040 yılına kadar dizel arabaları yasaklamak istiyordu. Ama aslında insanları uzun yıllar boyunca dizel araba almaya teşvik eden de yine Fransız devletiydi. Örneğin 2016’da Fransa’daki otomobillerin yüzde 62’si, kamyonetlerin ve minibüslerin yüzde 95’i dizel yakıtla çalışıyordu. Sonuçta insanların bu yeni politikayı gerçek bir “ihanet” olarak görmeleri hiç de şaşırtıcı değil.

Muhtemelen yeni bir araba almak ne Macron için ne de onun bakanları için büyük bir mesele değil. Ama bu durum, halihazırda ekonomik açıdan zor durumda olan birçok kişi için büyük bir sorun. Pek çok yoksul insan, özellikle güvenilir toplu taşıma araçları yoksa, işlerine bile gidemeyecek.

Srećko Horvat: Almanya’da da benzer bir durum söz konusu. Evet, birçok Alman şehrinde dizel arabaların yasaklanması çok güzel bir gelişme. Ama ıskartaya çıkarılan bu araçların nereye ihraç edileceğini biliyor musunuz? Balkanlar’a ve Doğu Avrupa’ya! Üstelik orada yaşayan insanları dizel araç aldıkları için suçlayamazsınız. Çünkü bu araçlar çok daha ucuz ve o insanlar halihazırda güvencesiz koşullarda yaşıyorlar.

Yani, aslında bölünme yalnızca Batı Avrupa toplumlarındaki metropol zenginleri ile banliyö fakirleri arasında gerçekleşmiyor, aynı zamanda Avrupa Birliği’nin merkezi ile çeperi arasında da gerçekleşiyor. Hava kalitesi izleme verilerine göre, Avrupa’nın benim doğduğum bölgesinde yaşayan insanlar, Batı Avrupa’daki insanlara göre çok daha fazla miktarda zehir soluyor. Almanya, Fransa, Belçika, Portekiz, İspanya ve İngiltere’deki hava; Hırvatistan, Macaristan, Romanya, Sırbistan, Bulgaristan ve Polonya’daki havadan çok daha kaliteli. Kış aylarında yaşanan hava kirliliği sorunu, Sofya ya da Saraybosna’da “normal” hale geliyor. Batı Avrupa, “yeşil dönüşüm”e doğru ilerlerken, Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomileri hâlâ büyük ölçüde kömür rezervlerine bağlı.

Üstelik “enerji dönüşümü”ne rağmen Almanya da büyük ölçüde fosil yakıt ithalatına bağımlı halde. Tüm bunları düşündüğümüzde, mevcut sorunlarımızın çözümünün ulus temelli bir dönüşüm olmadığını ve küresel ölçekte yeni bir yeşil anlaşmaya ihtiyacımız olduğunu görebiliriz.

Geçenlerde Twitter’da Jeremy Corbyn’i ve “Lexit” fikrini desteklediğinizi duyurdunuz. Corbyn’in ne yapabileceğini umuyorsunuz?

Pamela Anderson: AB’nin kapsamlı ve köklü bir reforma ihtiyacı var. Avrupa, daha iyi bir işbirliğini hak ediyor. Ben İngiltere’nin Avrupa için yeni bir alternatif üretme çabasını desteklerim. Fakat milliyetçi eğilimlere doğru gerilemek bir alternatif değil. Özgürlüğe giden tek yol, ayrıcalıklı olmayanların ortak mücadelesidir. Buna yabancı işçiler de dahil!

Theresa May’in önerdiği mevcut anlaşma bu alternatifi sunmuyor. Bu aptal anlaşmaya kıyasla ben çok daha iyi koşullar için müzakere edebilirdim. Ben yıllarca Hollywood ile müzakere ettim. AB’nin baş müzakerecisi Michel Barnier ile de başa çıkabilirim.

Merkel dışarıda beklerken Theresa May’in arabasından bir türlü çıkamadığı görüntüyü izlediniz mi? O görüntü Brexit’i anlatan en iyi metaforlardan biriydi. Böylesi bir durumda çözüm ikinci bir referanduma değil, genel seçime gitmekten geçiyor. Ayrıca Jeremy Corbyn’in İngiltere’nin bir sonraki başbakanı olmasını umuyorum.

Srećko Horvat: Çözüm, ulus temelli siyasete çekilmekten değil, ilerici Avrupalılar ile yakın ilişkiler kurarak emek mücadelesi vermekten geçiyor. Bence emekçiler, Mayıs 2019’da yapılacak Avrupa seçimlerinde önemli bir rol oynayacaklar.

AB içindeki derin kriz hem iç politikayı hem de dış politikayı yakından ilgilendiriyor. Bu kriz çözülmedikçe korkarım durum çok daha kötüye gidecek. Bu yüzden basit bir “Lexit” çözümü yerine, uluslararası bir politikaya ihtiyacımız var. Ulus devletlerin ötesine geçebilmeliyiz.

Brexit ve Sarı Yelekliler protestoları, normalde manşetlerde yer alamayan insanların seslerini duyurabilmelerine sebep oldu. Ama Pamela Anderson’ın bu tür konularla ilgili konuşması bazı medya kuruluşları tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Sizce bunun sebebi nedir?

Srećko Horvat: Beni sadece Pamela’nın yıllardır çeşitli eylemler ve kampanyalar yürüttüğünü yeni öğrenmem şaşırttı. İnsanların onu hâlâ Sahil Güvenlik (Baywatch) dizisi ya da Playboy dergisi ile özdeşleştirmelerini ve Brexit ya da Sarı Yelekliler gibi konularda fikir sahibi olmasına şaşırmalarını anlıyorum. Ama zaten durumun güzelliği tam da burada saklı değil mi?

Her hafta 148 ülkeden 1 milyar insanın izlediği bir televizyon programı, Pamela’ya sesini duyurabileceği ve bugünün korkunç siyasi görünümüne müdahale edebileceği bir platform sunuyorsa, bu durumu sahiplenmeliyiz.

Hâlâ hatırlarım. 1990’lı yıllarda Yugoslavya’daki savaş devam ederken kız kardeşimle birlikte Sahil Güvenlik dizisini izlerdik. Gözlerinin önünde parçalanan bir ülkenin çocukları olarak, televizyon izlemek bizim için arzulanan bir geleceğe kaçıştı. Sahil Güvenlik, “mutlu 90’ların” alternatif gerçekliğiydi. Şimdiyse “reel sosyalizm” sona erdi ve artık her birimiz “reel kapitalizme” doğru sürüklenen birer yolcuyuz.

Pamela Anderson: Zimbabve’nin ücra köşelerinde de böyle hikayeler duyuyorum. Oranın yerlileri, Sahil Güvenlik dizisini çadırlarda izlerlermiş. Dünyanın en tehlikeli yerlerinde de izlenmiş dizi. Biz, bu tür yerlere “güzel” bir hayatın hayali olarak sızabildiğimizin farkında değildik o zamanlar. Kaliforniya, sahil ve gerçekten kaçış… Evet, ben bunun bir parçasıydım. Ama bu bana inandığım pek çok konuda sesimi duyurma ayrıcalığı ve fırsatı veriyor.

Yakın zamanda Deutsche Welle (DW) benden İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 70. yıl dönümü sebebiyle bir kampanyaya destek olmamı istediğinde, halen keyfi olarak gözaltında tutulan ve ABD’ye iade edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan Julian Assange (WikiLeaks’ın kurucusu) hakkında konuşmayı tercih ettim. Herkes gibi ben de bu konular hakkında konuşma sorumluluğuna sahibim. İfade özgürlüğü ve bağımsız gazetecilik olmadan daha iyi bir dünya inşa etmek gibi bir şansımız olamaz.

Hayvan hakları için kampanyalar yürütüyorsunuz, Haiti’de deprem mağdurlarıyla ilgileniyorsunuz ve yakın zamanda politik yazılar yayınlamaya başladınız. Şu anda ne tür eylemler içindesiniz? Hangi yayınları okuyorsunuz? Hangi düşünürlerden ve yazarlardan etkilendiniz?

Pamela Anderson: Kitap okuyorum, film izliyorum, Fransızca öğreniyorum ve dünyayı geziyorum. Dünya gizemli ve mükemmel ama bir o kadar da endişe verici bir yer. İklim değişikliği ve nesli tükenmekte olan hayvanlar için çok endişeliyim. Avrupa için çok endişeleniyorum. Mülteciler için çalışan organizasyonları aktif olarak destekliyorum. Ve sık sık Julian Assange’ı düşünüyorum… Bence tüm bunlar birbiriyle oldukça bağlantılı durumlar.

İtalya’da geçirdiğim son birkaç gün – hani şu Matteo Salvini ile ilgili düşüncelerimi paylaşmadan hemen önce – Umberto Eco’nun 1995’te yazdığı “Ebedi Faşizm” (Ur Fascism) adlı denemesini okuyordum. Umberto Eco bu denemesinde faşizmin 14 karakteristik özelliğini tanımlıyor. Bu özellikler arasında “gelenek tutkusu”, “farklılık korkusu”, “entrika takıntısı”, “maçoluk” ve “hüsrana uğramış orta sınıftan medet umma” var. Trump, Bolsonaro ve Salvini gibi liderlere bakın… Hepsinde bu özellikleri görebilirsiniz. Amazon’u, Kuzey Kutbunu ve tüm gezegeni yok ediyorlar. Üstelik gidecek başka bir gezegenimiz de yok.

Srećko Horvat: Silikon Vadisi’nden Mars’a kaçabilecek liberter ve ütopyacı beyaz erkekler dışında hepimiz, bu reel distopyada yaşayacağız. Sanırım Pamela haklı. Bunu ister Enzo Traverso gibi “post faşizm”, ister Umberto Eco gibi “Ur-faşizm” diye adlandırın; gerçek şu ki faşizm asla yok olmayacak.

Tüm bunlara bir de yapay zekâdan otomasyona, Silikon Vadisi’nden Cambridge Analytica’ya tüm teknolojik ilerlemeleri eklediğinizde, geleneksel faşizmden çok daha tehlikeli bir patlayıcı elde edersiniz.

Son dönemlerde pek çok ülkede aşırı sağın yükselişe geçtiğine, solun radikalleştiğine ve eski politik sınırların sarsıldığına şahit oluyoruz. Bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?

Srećko Horvat: Jerome Roos, geçenlerde Paris’te yanan sokakları dolaştı ve hemen ardından “Sarı Yelekliler’in eski politik kategorileri yerle bir ettiğini” anlatan bir analiz yayınladı ve bize Saint-Just’ün şu muhteşem sözlerini hatırlattı: “Mevcut düzen geleceğin düzensizliğidir.”

Maalesef, tanık olduğumuz “bahar”lardan sonra kendimize şunu sormalıyız: Ya tüm o libidinal enerjiyi ve devrim potansiyellerini içinde barındıran mevcut düzen, geleceğin yeni düzenine dönüşmezse?

Pamela Anderson: Srećko’ya katılıyorum. Sarı Yelekliler ile ilgili yorum yaparken itaatsizliğin yapıcı olup olmayacağını merak ediyordum. Fransa’daki ve tüm dünyadaki ilericiler, açığa çıkan bu enerjiyi, şiddetsiz ve eşitlikçi bir toplum inşa etmek için kullanabilecek mi? Aslında tüm olup bitenler bir ikazdı.

İnsanların kitap ve sanat ile beslendiği bir toplum hayalim var. Kalplerimizi ve zihnimizi PlayStation oyunlarıyla değil, müzik ve sanat ile doyurmak gibi bir sorumluluğumuz var. İnsani ilişkiler yok oluyor. Aşk yaşamayı, sevişmeyi unutursak birbirimizi unuturuz. Beraber savaşalım! Ve birlikte öğrenelim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.